Etiket arşivi: Emin Çölaşan

İrticayı ve Kubilay’ın kesik başını unutmayın

İrticayı ve Kubilay’ın kesik başını unutmayın

Emin ÇÖLAŞAN
SÖZCÜ, 22.12.19
EMİN ÇÖLAŞAN.jpg
Sevgili okurlarım, bu gün yine aynı geleneksel Kubilay yazımla karşınızdayım. O’nun feci bir biçimde şehit edilmesini her yıl, olayın yıl dönümünde anmayı bir görev bilirim. Türkiye Cumhuriyeti bundan tam 89 yıl önce, 23 Aralık 1930 günü korkunç bir irtica olayına tanık olmuştu. O sabah İzmir’in Menemen ilçesinde tuhaf şeyler oluyordu. Sabahın erken saatlerinde dördü silahlı, altısı çember sakallı yobaz Menemen belediye meydanında tekbir getirerek dolaşmaya başladı.

Çember sakallıların başlarında sarık, sırtlarında cübbe vardı.
Atatürk dönemi idi. Devrimler yapılıyordu.

Bu altı kişi “Biz şeriat ordusuyuz” diyerek meydandaki Müftü Camisine girdiler. Elebaşıları olan Derviş Mehmet camide namaz kılanlara kendini “Mehdi” olarak tanıttı ve dini korumaya geldiklerini söyledi. Arkalarında 70 bin kişilik bir Halife ordusu olduğunu, öğle saatlerine dek şeriat bayrağı altında toplanmayanların kılıçtan geçirileceğini tebliğ etti.

Derviş Mehmet isimli sapık ve arkasındaki yobazlar, camideki yeşil bayrağı alıp uzun bir sopaya taktılar. Yoldan geçen birine meydanda bir çukur kazdırıp bayrağı oraya diktiler. Yobazlar bayrağın çevresinde dönmeye, tekbir getirmeye ve zikir yapmaya başladılar. Bir yandan da bağırıyorlardı:

  • “Şapka giyen kafirdir. Yakında yine şeriata dönülecektir… Bize kurşun işlemez…”

İşin acı yanı, Menemen ahalisinden bazıları bunlara alkış tutmaya başlamıştı!
★★★
Olaylar ilçedeki askeri birliğe duyuruldu. Alay komutanı, emrindeki yedek subay Mustafa Fehmi Kubilay’ı bir manga askerle birlikte oraya gönderdi. Silahlarında mermi yoktu. Süngü takıp olay yerine gittiler. Kubilay askerlerini meydan girişinde bıraktı ve yobazlara “Teslim olun” çağrısı yaptı. İşte o anda yobazlardan biri silahını çekip ateş etti ve asteğmen Kubilay yaralanıp yere düştü. Ayağa kalkıp cami avlusuna doğru kaçmaya çalıştı ama gücü tükenmişti. Orada tekrar yere düştü. Çevredeki kalabalık ise paniğe kapılmış, kaçıyordu.

Derviş Mehmet ve yobaz güruhu işte o anda Kubilay’ın başına çöktüler. Mehmet çantasını açıp testereli bağ bıçağını çıkardı… Ve yaralı yedek subay Kubilay’ın başını oracıkta kıtır kıtır kesip gövdesinden ayırdı.

Asteğmen Mustafa Fehmi Kubilay…

Saçlarından tuttuğu kesik baş, şimdi Derviş Mehmet’in elindeydi. Yeşil bayrağın sopasına kesik başı dikmeye çalıştılar ama bir türlü başaramadılar. Bunun üzerine birileri bunlara ip getirdi. Kesik baş yeşil bayrağın takılı olduğu sopaya iple bağlandı.

Bütün bunlar olurken yine tekbirler getiriliyor, “Ey ahali din elden gidiyor, şeriat isterük” sesleri Menemen’de yankılanıyordu.
★★★
Silah seslerini duyan mahalle bekçisi Hasan olay yerine yetişti, ateş edip yobazlardan birini yaraladı. Hemen ardından yobazlar ateş etti, Hasan şehit edildi. Arkadaşının yardımına koşan bekçi Şevki de açılan ateşle şehit düştü.

  • Menemen’de birkaç dakika içinde üç şehit verilmiş, bir baş kesilmişti.
    ★★★
    Bir süre sonra ilçedeki askeri birlik olay yerine yetişti. Manzara korkunçtu.  Kubilay’ın kesik başı yeşil bayrağın sopası üzerinde asılı durmakta, üç şehit yerde yatmaktaydı. Askeri birlik ateş etti. Yobazlardan bazıları yere serilirken, bazıları kaçtı. Daha sonra hepsi birden yakalandı.

(Mustafa Fehmi Kubilay 1906 doğumlu, Giritli bir ailenin çocuğu, Cumhuriyet öğretmeni idi. Menemen’de askerlik görevini yedek subay olarak yapıyordu. Olay günü 24 yaşındaydı.)
★★★
1930 Menemen irtica olayı, genç Cumhuriyet rejiminin 1925 yılındaki Kürtçü-şeriatçı Şeyh Sait isyanından sonra tanık olduğu ikinci önemli irtica olayıdır. Benzer olayları Milli Mücadele döneminde bile yaşammaıştık. Yunan ordusuna karşı savaşan Mehmetçiği arkadan vuran, düşmanla iş birliği yapıp Konya, Yozgat, Düzce, Gerede gibi yerlerde ordumuza karşı isyan eden hep onlardı. Kubilay olayında Türkiye’de “DEVLET” vardı. İrtica henüz iktidar olmamıştı ve bir gün olacağını da hiç kimse aklına bile getirmezdi!
★★★
Menemen’de derhal sıkıyönetim ilan edildi. General Mustafa Muğlalı başkanlığında bir Harp Divanı kuruldu. Olaya doğrudan ve dolaylı katılanlarla birlikte destek verenler de yargılandı.  18 gün süren mahkeme sonucunda 40 kişi sorumlu görülmediği için salıverildi, 27 sanık beraat etti, 41 sanık çeşitli hapis cezaları aldı. 36 kişiye idam cezası verildi. Ancak bazılarının yaşı küçük olduğundan, onların ölüm cezası ağır hapse çevrildi. 28 yobaz ve destekçileri, 3 Şubat 1931 gecesi Menemen’de, Kubilay’ın başını kestikleri yerde asılarak idam edildi. Adalet yerini bulmuştu. Asılanlar arasında bir de Musevi vatandaş, Hayim oğlu Josef vardı! Katilleri alkışlamış, onlara yardım etmiş ve bu yüzden canından olmuştu.
★★★
Atatürk, Menemen olayına çok kızdı. Söylendiğine göre Menemen’in haritadan silinmesini emretti. Daha sekiz yıl önce Yunan çizmesi altında inleyen bir ilçede yobazların bu yaptığı ve halktan bazıları tarafından onlara destek verilmesi, Atatürk’ü çileden çıkarmıştı. Sonra çevresi tarafından ikna edildi. Atatürk olay sonrasında açıklama yaptı:

  • “Büyük ordumuzun kahraman genç subayı ve Cumhuriyet’in idealist öğretmen kadrosunun kıymetli üyesi Kubilay Bey, temiz kanı ile Cumhuriyet’in hayatiyetini tazelemiş ve kuvvetlendirmiştir.”
    ★★★
    Olayın ardından Menemen’de devrim şehitleri yedek subay asteğmen Kubilay, bekçi Hasan ve Şevki adına görkemli bir anıt dikildi. Üzerinde şöyle yazar:
  • “İnandılar, dövüştüler, öldüler. Bıraktıkları emanetin bekçisiyiz.”

Yarın (23 Aralık 2019), Menemen’de gerçekleşen irtica olayının 89. Yıl dönümü. İrtica yılanının başı, aradan geçen 89 yıla karşın henüz ezilemedi. Yılan pusuda bekliyor. Başını bazen gömülü olduğu yerden kaldırıp tıslıyor, bazen şöyle bir boy gösteriyor, bazen de Türkiye Cumhuriyeti’ni yönetiyor!
★★★
İzmir ve Ege’nin Atatürkçü, laik, yurtsever insanları ve çok sayıda sivil toplum örgütü yarın Menemen’de devrim şehitlerini bir kez daha anacak, onların önünde saygı duruşunda bulunacak, “Hükümet kararıyla yok sayılan (!)” irticayı bir kez daha lanetleyecek. Devrim şehitlerimiz yedek subay Kubilay, bekçi Hasan ve Şevki’ye Allah rahmet eylesin. İyi ki bugünleri görmediler.
★★★
Emin Çölaşan’ın notu: Menemen’deki kanlı vahşetin tüm ayrıntılarını, olayın geçmişini, sanıkların duruşma aşamasını ve idam kararlarını iyice öğrenmek istiyorsanız, çok ilginç bilgi ve belgelere dayalı bir kitabı okumanızı öneririm. Sanıkları yargılayan Harp Divanı zabıtlarını, savcılık iddianamesini ve olayın perde arkasını Osman Selim Kocahanoğlu’nun kitabından öğrenebilirsiniz: “Menemen ve Kubilay Olayı. Cumhuriyet’in En Zor Devrimi Şapka. (Temel Yayınları. Tel: 0212 516 23 52)

Şeker olayının perde arkası… Cargill rezaleti

Şeker olayının perde arkası…
Cargill rezaleti

Emin ÇÖLAŞAN
SÖZCÜ, 09 Mart 2018

(AS : Bizim katkımız yazının altındadır..)

Sevgili okurlarım, hükümet 14 şeker fabrikasını daha “Özelleştirme” bahanesinin ardına sığınarak satmaya, başka bir deyişle yandaş kişi ve kuruluşlara ölmüş eşek fiyatına devretmeye karar verdi. Bu kararla on binlerce şeker pancarı üreticisini ve binlerce fabrika çalışanını aç bırakacaklar ve piyasayı sağlığa zararlı nişasta bazlı şeker üreten bir ABD firmasına terk edecekler. Bu olayın perde arkası çok önemlidir. Şeker sektöründeki bu rezaleti, kovulmadan önce Hürriyet Gazetesi’ndeki çeşitli yazılarımda dile getirmiş ve üstelik tümünü belgelemiştim. Şimdi 16 Haziran 2006 tarihli yazıma dönüyorum. Başlığı “Cargill Olayını Deştikçe!” İşte o yazıdan alıntılar:
* * *
“Cargill Türkiye’de üretim yapıyor. Bursa’nın Orhangazi İlçesi’nde yüzlerce dönüm tarım arazisinde kurulan, halen çalışan ve raporlara göre çevreye büyük zarar veren tesisleri var. Bu dünya çapında firma gücünü ABD yönetiminden alıyor ve ABD siyasetinde etkili. Gelmiş Türkiye’ye yatırım yapmış. Türk çiftçisini, özellikle pancar ekicilerini mahvediyor ve çevre kirliliği yaratıyor.”
* * *
Şimdi rezaletin asıl önemli olan boyutunu görelim: “Cargill,  sivil toplum örgütleri ve meslek kuruluşları tarafından kezlerce mahkemeye verildi. Mahkemeler tesisin kapatılması doğrultusunda kararlar verdi. Fakat gelin görün ki, iktidar bunu yapamıyor… Çünkü Cargill’in arkasında ABD var. Cargill’in korunması, Recep Tayyip Bey‘in ABD gezilerinde de o ülkenin en üst düzey yetkilileri tarafından kendisine söylendi. ABD bir şey isteyecek ve Türk hükümeti tersini yapacak! Elbette olacak şey değil!”
* * *
12 yıl önceki yazım şöyle devam ediyor: “Çarşamba günkü yazımda bir Başbakanlık belgesi açıklamıştım. Başbakan adına imzalanan 20 Nisan 2006  tarih ve 3020 sayılı yazıda Cargill’le ilgili yargı kararlarının hükümsüz kılınması ve tesisin işletmeyi sürdürebilmesi için ‘Yeni bir kanun çıkarılması’ Tarım Bakanlığından istenmişti. Başbakanlık bir yabancı firmanın avukatlığına soyunmuş, onu kurtarmak için çaba harcıyordu. Kanun teklifi  bir AKP – milletvekiline- imzalatıldı ve TBMM’de Tarım Komisyonunda görüşüldü. Alt komisyona havale edildi. İşi o yolla kotarmaya karar verdiler!” (Sonra kanun kabul edildi.)
* * *
Şimdi işin öteki boyutlarına kısaca göz atalım. “Dün elime bir yazı daha geçti. Başbakanlık tarafından Çevre ve Orman Bakanlığı’na yazılan 6 Haziran 2003 tarih ve 2504 sayılı yazı. Son iki cümlesini aynen yazıyorum:
‘…Cargill’e ait fabrikanın işletilmesine devam edilmesi kararlaştırılmıştır. Söz konusu Bakanlar Kurulu Prensip Kararı halen yürürlükte olduğundan, uygulamanın prensip kararına göre yapılması hususunda gereğini rica ederim.’ Peki bu yazının altında kimin imzası var? Recep Tayyip Erdoğan. Başbakan!” (Cargill’e ilgili mahkeme kararlarını uygulamayın diyor!)
* * *
İşin nerelere gittiğini görüyorsunuz. “Türkiye Cumhuriyeti” hükümeti bir yabancı firmayı korumak için yargı kararlarını yok sayıyor, o kararları geçersiz kılıp Ülker  firmasının ortağı olan Cargill’i kurtarmak amacıyla kanun teklifi verdiriyor. Hem de resmi yazılarla!.. Çünkü  ABD yönetimi, bizim hükümete baskı yapıyor. İznik Gölü çevresine verdiği zarar, 195 bin metrekarelik birinci sınıf tarım arazisi üzerine kurulu tesis, zeytinlikler üzerindeki olumsuz etkileri yanında Türk pancar çiftçisine vurduğu darbeler… Şirketin piyasaya sürdüğü fruktoz şurubunun sahte bal üretiminde kullanılması. Ve Cargill’i kurtarmak için, uygulanmayan yargı kararları… Başbakanlık’ta yapılan toplantılar, yazışmalar, işi kılıfına uydurma çabaları… Cargill Türkiye’yi uzaktan kumandayla -ama tam içimizden- yönetiyor. İnanılır gibi değil.
* * *
Ülkemin böyle -bir sömürge gibi- yönetilmesini içime sindiremiyorum. Pek çok sahipsiz-torpilsiz-hükümette arkası ve adamı olmayan firmanın batmasına göz yumulurken, gücünü yabancılardan, Arap şeyhlerinden, AB ve ABD’den alan böylelerinin hukuku bile çiğneyerek korunup kollanmasına isyan ediyorum. (Taa 2006 yılında bunları yazmışım. Aradan 12 yıl geçmiş, yargı tarafından verilen iptal kararları çöpe atılmış, 14 şeker fabrikası olayında Cargill ve nişasta bazlı şeker dümeni yeniden karşımızda!)
* * *
Soner Yalçın bu rezaleti Sözcü’deki 21 Mart 2017 tarihli yazısında bir kez daha irdeledi. Benim yukarıdaki yazımdan alıntı yaptıktan sonra özetle şöyle diyordu:

Cargill dünyanın en büyük 12. şirketi. Yıllık geliri 136 milyar dolar. Nişasta bazlı şeker üretiyor… Bursa İdare Mahkemesi açılan davalarda yürütmenin durdurulması kararı verdi, Danıştay 6. Dairesi bu kararı onadı. Hukuk böyle diyordu ama Cargill’in arkasında ABD vardı. 2004 yılında Erdoğan ile Bush ABD’de görüştü. Bush, Cargill sorununun çözülmesini rica etti. Yeni toprak ve arazi kullanımı yasası değişikliği Meclis’te (AKP çoğunluğu tarafından) kabul edildi. Yine ABD ve Cargill’in isteği ile bu arazi ‘Özel endüstri bölgesi’ kabul edildi. Sonuçta, anayasaya aykırı olmasına rağmen Meclis’te Cargill’e ayrıcalık sağlayan yasal düzenlemeler yapıldı… Ve Cargill, hakkında yedi adet olumsuz mahkeme kararına rağmen işlerine devam etmeyi sürdürdü. Şeker Kanunu değiştirildi, Türk firmalara kota varken Cargill’in kotası kaldırıldı… Cargill ABD’de ürettiği GDO’lu mısırları Türkiye’ye getirerek, elde ettiği zararlı tatlandırıcıları herkese yedirmeye devam ediyor.”
* * *
İşte sevgili okurlarım, şimdi elden çıkarmak üzere olduğumuz yerli ve milli 14 şeker fabrikası olayının perde arkasında bunlar var. Türkiye kaybedecek, Cargill kazanacak. Dönemin başbakanı Recep Tayyip boşuna talimat vermiyordu “Bu davada verilen mahkeme kararları uygulanmayacaktır.” diye!
===========================================
Dostlar,

Can-ı gönülden dileriz ki neciiiiiiiiiip mi necip milletimiz bu acı gerçekleri görsün; din sömürüsünün ve laf cambazlığının, rant paylaştırılmasının… duygu sömürüsünün, türlü yollarla sürdürülen vahşi algı yönetiminin… ardına saklanan yabancıya peşkeşin, yoksullaştırılmasının, acımasızca sömürülmesinin … ayırdına varsın ve artık haklarını savunsun, “oy” unu doğru kullansın. İvedi olarak da ŞEKER FABRİKALARININ SATILARAK KAPATILMASINA dirensin, engel olsun..

8 Mart 2018 gecesi Halk TV’de bu yakıcı sorunu Sn. Rahmi Aygün’ün Kritik programında işledik. Sn. Prof. Erol Manisalı, Doç. Dr. Gökhan Günaydın ve biz değişik boyutlarını sergiledik acı sorunun.. Program kayıtları youtube’a 2 bölüm olarak 45 + 45 = 90 dakika kondu. Biz de erişkelerini (linklerini) sitemizin manşetinde verdik.. İzlenmesini, paylaşılmasını dileriz ki gerçekler yaygın olarak öğrenilsin..

Somut bir öneri ile bağlayalım :

Gıda Tarım Hayvancılık Bakanlığının başında bir tıp doktoru var: Dr. A. E. Fakıbaba. Sağlık Bakanlığı ile işbirliği yapsınlar,

  • Tüm gıda maddelerinin ambalajları üzerine yalnızca “şeker” değil “nişasta bazlı şeker vardır” diye miktarıyla birlikte yazsınlar.

Halkı eğitsinler.. Halkın “bilme” hakkına saygılı olsunlar.. Piyasayı etkin ve saydam denetlesinler, yargı kararlarına uysunlar..

  • Halkın sağlığını yabancı sermayeye kurban ve feda etmesinler!

Anayasa’nın 56. maddesinin açık gereklerini yerine getirsinler :

  • Her-ke-sin sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkı vardır! (Anayasa md. 56)

Sevgi ve saygı ile. 09 Mart 2018, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

Dünya liderimiz geçmişte ne dediğini unutmuş!

Dünya liderimiz
geçmişte ne dediğini unutmuş!

Emin ÇÖLAŞAN
SÖZCÜ, 19 Şubat 2017

(AS: Bizim katkımız yazının altındadır..) 

Sevgili okurlarım, insanoğlu unutkandır. Hepimiz belli şeyleri,
bazen en önemli konuları bile unuturuz. Bizim dünya liderimiz de herhalde öyle!
Bazı önemli konuları ya unutuyor, ya da işine gelmediği için gerçek dışı beyanlarda bulunup hadiseyi saptırmaya kalkışıyor.
Önceki gün Kahramanmaraş mitinginde kürsüye çıktı…
Tarafsız kalacağı konusunda namusu ve şerefi üzerine ettiği yemini bir kez daha çiğneyip ahaliye propaganda yaptı. Bakınız neler dedi:
“Cumhurbaşkanlığı projesi (yani şimdi getirmek istediği tek adamlı başkanlık sistemi)
şahsımın projesidir. Belediye başkanlığımdan bu yana savunduğum bir reformdur. Ülkemize ve milletimize faydalı olacağına inandığım için bu sistemin mücadelesini verdim ve veriyorum. Savunduğum, ısrar ettiğim bir reformdur.”
Demek ki böyle imiş haaa! Şimdi işin biraz geçmişini kurcalayalım, bakalım bu konuda neler diyormuş.
*  *  *
Elimde bir kitap var. Adı “2. Cumhuriyet Tartışmaları Röportajları.”
Hazırlayanlar Metin Sever ve Cem Dizdar. (Başak Yayınevi.)
1993 yılında çıkan kitapta çeşitli kimselerle yapılan söyleşiler yer alıyor.
Onlardan biri de Recep Tayyip Erdoğan. Beyefendi o sırada Refah Partisi İstanbul İl Başkanı.
1994 yılında İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı seçilecek. Başka bir deyişle henüz
dünya liderimiz olma yolunda adımlar atmaya başlamamış!
*  *  *
Bugünkü baskıcı kafa yapısını ve özlemini taaa o günlerde dile getiriyor:
“Eğer halk totaliter (baskıcı) bir rejim istiyorsa ona saygı duymalıyız!..”
Ve sonrasında inciler saçmayı sürdürüyor:
“Şu anda Türkiye’de 27 etnik grup var. Bu 27 etnik grubun da varlıklarının tanınması gerekir. Türkiye Türklerindir gibi tezler yanlıştır.”
Oh ne güzel! O halde, bundan sonra şöyle demeliyiz: Türkiye 27 etnik grubundur!
“Türk milliyetçisi (!)” olan Bay Devlet Bahçeli, günümüzde işte bu kafaya destek veriyor.
*  *  *
Şimdi gelelim işin temel noktasına… Kendisine soruluyor. Kitaptan aynen aktarıyorum:
“Başkanlık sistemi için neler söyleyeceksiniz?” İşte verdiği yanıt:
“Türkiye şimdilik buna hazır değil. Başkanlık sisteminin ortaya çıkışı bir özentinin sonucu, ya da Amerikan emperyalizminin bize bir tavsiyesidir.
Aynen böyle diyor!.. Ya özenti, ya da Amerikan emperyalizminin Türkiye’ye bir tavsiyesi.
*  *  *
Yıllar önce hem de siyasetçi kimliği ile bunları söyleyen şahıs şimdi başkanlık sistemi istiyor.
Bu nasıl oluyor? Üstelik Kahramanmaraş’ta yaptığı konuşmada bir hususu daha ısrarla vurguluyor: “Belediye başkanlığımdan beri bu fikri savunuyorum!”
Belediye başkanlığına 1994′te seçildi, partisi 2002′de iktidar oldu, kendisi 2013′te başbakanlık makamına oturdu, sonra cumhurbaşkanı falan seçildi. Burada kendisine sormak gerekiyor:
Bütün bu yıllar içerisinde başkanlık sistemini ne zaman ve nasıl istemişti bu beyefendi?
Bu konuda bildiğimiz kadarıyla pek konuşmazdı. 
Acaba biz mi unuttuk, kendisi mi unuttu?
*  *  *
Şimdi tam zamanıdır. Bu konuda arşivi açtırsın ve sözlerini ortaya çıkarsın,
doğru söylediğini kanıtlasın. 
1994 yılından beri başkanlık sistemini ısrarla savunuyormuş!
Hayır, böyle bir durum yok. Tam tersine, eğer partisiyle birlikte kendisinin de stepnesi ve kurtarıcı meleği olan Bay Devlet Bahçeli bir süre önce piyasaya çıkıp “İlle de başkanlık sistemi isterük” diye bağırmaya başlamasaydı, kendisine can simidi atmasaydı, bu konu günümüzde de gündeme gelmeyecekti. Şimdi bu durumda dünya liderimiz bir özentinin peşinde mi koşuyor, yoksa Amerikan emperyalizminin oyununa mı geldi!
Başta da demiştim ya, insanoğlu unutkandır!
Dünya liderleri bile bazen unutur, gerçekleri saptırmaya kalkışır!
==============================
Dostlar,

Erdoğan’ın “unuttukları” (!?) bunlarla sınırlı değil.. Geçtiğimiz haftalarda Boğaziçi’nde imar yapılanması ile ilgili söyledikleri tam anlamıyla “kaygı” vericidir. Burada not düşmek istiyoruz :

Belediye Başkanlığını bıraktıktan sonra da Boğaziçi özellikle olmak üzere, İstanbul’da özel imar planları Erdoğan’ın bilgisi, izni ve onayı olmadan yürütülmüş değil iken, şimdilerde Erdoğan’ın bu imar planlarını sert biçimde eleştirmesi, haksız rant elde edildiğinden yakınması,
bunun durdurulması gerektiğini belirtmesi ancak kendisini kimsenin dinlemediğini.
. vurgulaması anlaşılır gibi değildir ve ciddi bir kaygı kaynağıdır.. Daha önce de yazdık ve sorduk;

  • Erdoğan’ın belleğinde boşluklar mı oluşmuştur?
    Tıbbi deyimle “retrograd amnezi” sorunu mu vardır?

Eğer bu sorunun yanıtı “evet” ise, ülkemizin esenliği – güvenliği bakımından ciddi bir risk ile karşı karşıyayız demektir. Gelişmiş ülkelerde Devlet Başkanları dahil, önemli kamu görevlerinde bulunanların yıllık sağlık kurulu raporu alıp kamuoyuna sunmaları yerleşik bir uygulamadır hatta mevzuat gereğidir. Ne yazık ki ülkemizde bu bağlamda bir devlet geleneği oluşturulabilmiş değildir. Bu konunun / sorunun yazılıp çizilmesi Erdoğan ve fanatik yandaşlarını çileden çıkarmaktadır. Ancak bir biçimde tıkanmanın da aşılması gerekmektedir. Eğer Erdoğan’ın belleğinde boşluklar yok ise, kendisinin bilgisi – izni – onayı ile yapılan Boğaziçi imar uygulamalarından son haftalarda yüksek düzeyde rahatsızlığını belirtmesi, derin çelişkisi nasıl açıklayabilir?? Bu durum “retrograd amnezi” den de önemli – ağır bir sağlık sorunu olabilir.

Anayasanın 104. maddesinde uzun uzun saymakla bitmeyen olağanüstü yetkilere sahip Erdoğan, bununla da yetinmeyerek TEK ADAM SULTASI YETKİLERİ istemektedir. Benzetmek
uygun ise, asıl sahibi olan Ulusumuzdan ülkenin tapusunu (Ulusal Egemenliği) istemektedir!? Büyük Atatürk tarafından Osmanlı Padişahından alınıp halka verilen egemenlik, 23 Nisan 1920’den 97 yıl sonra yeniden Saraya – Erdoğan’a mı verilecektir? Asla! Egemenlik bağsız koşulsuz Ulusun asli yetkisidir ve hiçbir kişiye, zümreye, sınıfa…. devredilemez!

Asla oylanmaması gereken hukuk dışı bu Anayasa değişikliklerinin akıl dışı halkoylamasına “evet” denmesinin nasıl ciddi ve dönüşümsüz bir kumar olduğu, bir yığın öbür gerekçelere
ek olarak ortadadır. Tarih, olağanüstü yetkili devlet yöneticilerinin kaçınılmaz biçimde diktatörleştiğini ya da diktatörleşme niyeti olanların sınırsız yetkiler istediğinin örnekleri ile doludur. Böylesi vahim bir tarihsel hata, 21. yy’ın şafağında Türkiye’de yaşanmamalıdır.

  • Halkoylamasında “HAYIR” oylarının kazanması yalnızca demokratik Cumhuriyetimizi
    ve TBMM’yi korumakla kalmayacak; AKP ve Erdoğan’ı da kurtaracaktır.

AKP – Erdoğan, hala bu meş’um (uğursuz, lanetli) halkoylamasını geri çekebilir, çekmelidir. Ayrıca Erdoğan’ın yıllık resmi sağlık raporları alıp kamuoyuna sunma geleneğinin ülkemizde de yerleştirilmesi için öncülük edebilir, etmelidir. Bunca ağır unutma ile devlet yönetimi olur mu??

Sevgi ve saygı ile. 19 Şubat 2017, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

CİNDORUK UYARIYOR..

CİNDORUK UYARIYOR..


Emin ÇÖLAŞAN

Yılların deneyimli siyasetçisi, TBMM eski Başkanı Hüsamettin Cindoruk‘un Milli Merkez Başkanı kimliği ile dün yaptığı yazılı açıklamayı biraz kısaltarak ve üzerinde hiçbir yorum yapmadan sizlere iletiyorum. İçinde önemli bilgiler ve görüşler var. İşte Cindoruk‘un sözleri:
“Türkiye Cumhuriyeti bugün yeni kurulmakta olan bir devlet değildir. Yaklaşık yüz yıldır giderek güçlenen ve değerlenen çok köklü bir devlettir.
Devletlerin de, anayasaların da soyağaçları vardır. Türkiye Cumhuriyeti’nin de kurucu iradesi, kökü, tarihi ve gerçekleri ilk günkü gibi yaşıyor ve yaşayacaktır.
Cumhuriyet’in kurucusu, bir İstiklal Savaşı’nı yöneten Türkiye Büyük Millet Meclisi’dir.
İsminde “Türkiye” vurgusu olan ve biz Türklerin kurduğu son Türk devletidir. Milli devlettir.
Cumhuriyetimiz, bugün yürürlükte olan anayasamızın önsözünde ayrıntılı biçimde tarif edilmiştir.
Yürürlükteki anayasanın 2. maddesi Türkiye Cumhuriyeti’nin niteliklerini “başlangıçta belirtilen temel ilkelere” gönderme yaparak açıklamaktadır.
Anayasanın 4. maddesi ise Cumhuriyet’in niteliklerinin değiştirilmesinin teklif dahi edilemeyeceğini söylüyor ve yasaklıyor.
Türkiye Cumhuriyeti’nin temel niteliği, TBMM’nin kurucu iradesine dayalı hukuk düzeni, Atatürk’ün belirlediği inkılâp (devrim)ve ilkeleri de parlamenter rejimdir.
Bizim anayasalarımızda Atatürk bir şahıs değil, Cumhuriyet’in asli kurucu iktidarının belirleyici kurumu olarak yer almıştır.
* * *
Son anayasa değişikliği Meclis’i Cumhuriyet’in üst organı olmaktan çıkarıyor ve bir Danışma Meclisi işlevine indiriyor. Bu, Kenan Evren modelidir. 1980-1983 döneminde Kenan Evren’in atadığı bakanlar hiç denetlenmeden yürütme organını üstlenmiş,
(Konsey üyesi) beş kişi bir yandan kararnameler çıkarmış, partiler kapatmış, vetolar, yasaklar getirmiş ve kurulan Danışma Meclisi’ne de kısıtlı yasa ve anayasa hazırlama görevi vermiştir.
* * *
Bugünkü Anayasa değişikliği teşebbüsü bir Kenan Evren modelidir.
– Başbakan ve Bakanlar Kurulu kaldırılmıştır.
– Cumhurbaşkanı, yürütmeyi kendi belirleyeceği sekreterler eli ile alır götürür.
– Güvenoyu ve güvensizlik olanağı yoktur.
– Gensoru ve Meclis soruşturması askıya alınmıştır.
– Cumhurbaşkanı, 600 kişilik Meclis’te yüksek oy oranları ile korumaya alınmıştır.
– Cumhurbaşkanı yasa hükmünde kararnameler çıkarır.
Bunların ne farkı var Evren döneminden?
* * *

  • Bu anayasa bir AF kanunudur. Geçmişte görev alan Başbakan ve bakanlar hakkında Meclis’in soruşturma yapma ve Komisyon kurma hakkı yok edilmektedir.
    Mevcut anayasa maddelerinde yer alan Başbakan ve Bakanlar Kurulu üyeleri için soruşturma hakkı Meclis’ten alınmaktadır.
    Tayyip Erdoğan, Ahmet Davutoğlu ve Binali Yıldırım bu anayasa değişikliği ile ibra edilmek istenmektedir.
    Aynı şekilde geçmiş hükümetlerde görev alan bakanların da, görevleri nedeniyle takipsizlik kararı almalarına imkân getirilmektedir.
    Böylece 17/25 Aralık (yolsuzluk) dosyaları da Meclis arşivine kaldırılmaya çalışılmaktadır.

* * *
Anayasa bir üst kanundur. Torba maddelerle değiştirilemez. Bu biçimi ile anayasa değişikliği halk oylamasına sunulamaz. Tam bir şekil bozukluğudur. Üstelik bu teklifin ilk iki maddesinde bir kelimelik değişiklikler bile ayrı ayrı maddelere bağlanmıştır.
Torba madde ile anayasa değişikliği şeklen geçersizdir. Anayasa Mahkemesi’nin denetimine tabidir.
Bu anayasa paketi ile çok partili düzen ve siyasi partiler “düzen” dışına çıkarılmıştır. Partiler, “Kongre partilerine” dönüşmüş olacak, siyasi program ve ideolojilerini iktidara taşımak, bir hükümet ve yürütme gücüne kavuşturmak olanağını yitireceklerdir.
* * *
Siyasi iktidar bir Cumhurbaşkanı otoritesine devir ve teslim ediliyor. Bu bir “Adrese teslim” belgesidir.
Yürürlüğe girerse, bugünkü Cumhurbaşkanı hemen devlete el koyacaktır. Yürürlük maddeleri açıktır.
Bunları bir sistem veya rejim değişikliği olarak görmek mümkün değildir çünkü dünyada benzeri yoktur.
Bu gidişat bir kamp ve cephe değiştirme, çağdaş batı demokrasilerinden ayrılma, din devletine kapı açma ve Avrupa Konseyi’nden çıkarılma planıdır. Adalet Bakanı ifade ediyor, “Artık sadece muhafazakârların yönettiği bir ülke olacağız” diyor.
Halbuki muhafazakârlıkla, yobazlık ve bağnazlık arasında dağlar kadar fark vardır.
* * *
Türkiye bir asırdır yaşadığı büyük siyasi birikiminden, bir uygarlık ve demokrasi cephesinden sinsice uzaklaştırılmak ve koparılmak istenmektedir.
Cumhurbaşkanına verilmek istenilen yetkiler bir “Kuvvetler birliği” düzenidir.
Milli Merkez olarak Cumhuriyet’in ve ülkemizin bölünmez bütünlüğünü ve demokrasiyi korumak için özellikle milliyetçi, yurtsever, demokrat ve insan haklarına bağlı tüm kurum, kuruluş ve yurttaşlarımızı uyarmayı sürdüreceğiz.” (SÖZCÜ, 19.01.2017)
==========================
Dostlar,

Sn. Cindoruk’un açık mektubunun tümü için lütfen tıklayınız..
Anayasa değişikliği halkoylaması için mektup Ocak 2017

Sevgi ve saygı ile.
30 Ocak 2017, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

Her şey 9 Eylül günü başladı

Her şey 9 Eylül günü başladı

portresi

 

Emin ÇÖLAŞAN
SÖZCÜ, 09 Eylül 2016

 

Sevgili okuyucularım, ne acıdır ki yakın tarihini bilmeyen ve öğrenmek istemeyen bir millet haline dönüştük.
Milletçe elde ettiğimiz bağımsızlık, bugünkü iktidar tarafından özellikle örtbas edilmek isteniyor.
Ulusal bayramlarımızın kutlanması bile artık yasak!..
Çünkü Türkiye’de ulusalcılığı değil ümmetçiliği yaygınlaştırma peşindeler.
Bugün 9 Eylül… İzmir’in kurtuluşu
Sadece bir kentimizin değil, ülkemizin kurtuluşu anlamına gelen bir gün.
* * *
1914-1918 arasında dört yıl boyunca Birinci Dünya Savaşını yaşadık. Müttefikimiz Almanya ile birlikte bu savaştan yenik çıktık ve teslim olduk. Irak, Suriye, Ürdün, Filistin elimizden çıktı.
30 Ekim 1918: Osmanlı, Mondros teslim anlaşmasını imzaladı. Silahları bıraktık…
Hemen ardından Osmanlı’nın başkenti İstanbul İngilizler ve Fransızlar tarafından işgal edildi.
Düşman orduları Anadolu’nun dört bir yanına girdiler ama bu da hızlarını kesmiyordu.
15 Mayıs 1919: Gücünü İngiltere ve Fransa’dan alan Yunan ordusu İzmir’i işgal etti. İşgal giderek bütün Ege bölgesine yayıldı.
19 Mayıs 1919: Mustafa Kemal Paşa işgalden dört gün sora Samsun’a çıkıp milli mücadeleyi başlattı. 23 Nisan 1920: Ankara’da Büyük Millet Meclisi açıldı.
* * *
Yunan ordusuyla İnönü ve Sakarya’da kanlı savaşlar, meydan muharebeleri oldu.
Elinde hiçbir olanak olmayan yeni Türk devleti artık savaş alanlarında boy gösteriyordu.
Garp cephesi kuruldu. Ordu düzeni şöyleydi:
Başkomutan Mustafa Kemal Paşa, Garp cephesi komutanı İsmet Paşa.
Emrinde iki ordu var. Birinin komutanı Yakup Şevki Paşa, ötekinin komutanı sakallı Nurettin Paşa. Ordumuzda sakallı olan tek general. (Sonraki yıllarda Atatürk‘e düşman oldu!)
* * *
Ankara hükümeti büyük bir gizlilik içinde büyük savaşa, büyük taarruza hazırlanıyor. İlk amaç düşman işgali altındaki Afyon’u kurtarıp oradan İzmir’e doğru atılmak.
Taarruz 26 Ağustos 1922 günü Kocatepe’den topçumuzun atışlarıyla başladı.
Yunan ordusu direniyordu ama bu direniş çok kısa sürdü. Ordumuz ilerlemeye başladı.
Üçüncü gün çok önemli bir gelişme oldu ve başta Trikupis olmak üzere düşman ordusunun bütün komutanları esir edildi.
Mustafa Kemal Paşa ile İsmet Paşa esir komutanlarla görüştü. “Savaşta olur böyle şeyler, üzülmeyin. Siz görevinizi yaptınız” dediler ve kılıçlarını almadılar.
30 Ağustos 1922: Yapılan son meydan muharebesini ordumuz kazandı.
Mustafa Kemal Paşa‘nın “Ordular ilk hedefiniz Akdeniz’dir, ileri” emri yerine getirilmeye başlanmıştı. Yunan ordusu İzmir’e doğru kaçıyor, arada kısa direnişler oluyor, ancak geçtiği her yeri yakıp yıkıyordu.
* * *
Hızla ilerleyen Türk askeri bir rekor kırıyordu. 30 Ağustos günü yürüyüş başlamıştı. Ele geçirdiğimiz Afyon’dan İzmir’e askerimiz sadece dokuz günde ve yürüyerek yetişti.
9 Eylül sabahı İzmir’e girildi. İlk birliğimiz Konak meydanındaki hükümet binasına bayrağımızı çekti, kentteki binlerce Yunan bayrağı indirildi. Komutanlarımız iki gün sonra geldiler. İzmir’deki yabancı konsoloslar ve limandaki düşman işgal gemilerinin komutanları hemen başkomutanın ziyaretine gelip barış şartlarını görüşmek istediler. Zaferi kazandığımızı, artık geriye dönüş olmayacağını, karşılarında Vahdettin gibi satılık bir padişah olmadığını en sonunda görmüşlerdi.
* * *
11 Eylül günü İzmir’in Ermeni mahallesinde korkunç bir yangın çıktı. Elde yeterli itfaiye örgütlenmesi yoktu ve İzmir cayır cayır yanıyordu. Bugünkü kordon ve fuar alanı tümüyle yandı. Kentin yarısı yok oldu. Yangını kimin çıkardığı hiçbir zaman anlaşılamadı.
* * *
Sakallı Nurettin Paşa İzmir askeri valiliğine atanmıştı. Yunan ordusu İzmir’i işgal ettiği zaman Yunan bayrağı ile kutsayıp takdis eden militan papaz, Rum’ların dini lideri, baş piskopos Hrisostomos’u yanına çağırdı, azarladı. Yaptıklarının hesabını vereceğini söyledi. Sonra onu askerler eşliğinde bir yere gönderdi. Yürüyerek ve kelepçeli gidiyordu. Ahali onu yolda linç etti.
* **
Mustafa Kemal Paşa yangından sonra karargahını İzmir’in önde gelen ailelerinden Uşşakizade
lerin Göztepe semtindeki evine taşıdı. Ailenin kızı Latife Hanım’la orada tanıştı. Yurt dışında okumuş, üç dil bilen aydın bir Türk kadını idi. Bir süre sonra evlendiler ama bu evlilik yürümedi.
* * *
9 Eylül 1922’de İzmir’in ele geçirilmesi aslında Türkiye’nin gerçek kurtuluş günüdür.
Vatanın düşman ordularından arınma sürecinin son noktasıdır. İşgalci güçler bir süre sonra vatan toprağından temizlendi.
* * *
Artık yeni bir devletin temelleri atılıyordu. Temmuz 1923’te Lozan Antlaşması imzalandı, kapitülasyonlar kaldırıldı. Silahla kazanılan bağımsızlığımız ve egemenliğimiz bütün dünya tarafından onaylanmış oldu. 29 Ekim 1923… Cumhuriyet ilan edildi ve işte bu günlere geldik. O günlerde hiç kimsenin aklına bazı şeyler gelmezdi… Örneğin birileri çıkıp İstiklal Harbi kahramanlarından “İki ayyaş” diye söz edecek!.. Ulusal bayramlar tu kaka ilan edilecek ve kutlamalar yasaklanacak!.. Türkiye’de birileri din devleti kurma hayallerine kapılacak!.. Ama oldu. Bu da elbet geçecek.

===========================================

Dostlar,

Cumhuriyetimizin yetiştirdiği aydınlık kişiliklerden biri de hiç kuşku yok çoook başarılı gazeteci – yazar Sayın Emin Çölaşan‘dır..

Pek çok yazısı gibi bunu da çok anlamlı ve değerli bulduk ve 9 Eylül 1922 tarihli görkemli zaferimizin 94. yılında kendisine teşekkür ederek paylaşmak istiyoruz..

Biz de ekleyelim ki, Büyük ATATÜRK‘ün öncülüğünde Türk Milleti olarak bu büyük utkumuz (zaferimiz), o dönemin dünya devi ve jandarması, günümüzün ABD’sinin rolündeki İngiltere’de Başbakan Lloyd George‘un istifa etmek zorunda kalması sonucunu da doğurmuştu..

Mustafa Kemal Paşa ile İsmet Paşa.. Türkiye Cumhuriyeti’nin kurtuluş ve kuruluşunda temel harcını koyan 2 kahraman asker ve deblet adamı.. Saymakla bitmez ülkemize hizmetleri..  Bu 2 saygın tarihsel kişiliğe sonsuz bir vefa, saygı ve şükran duyması gereken, onların sayesinde Başbakanlık koltuğuna erişen R.T. Erdoğan’ın 2013’te kullandığı “2 ayyaş” nitelemesini hazmedemiyor ve bağışlayanıyoruz.. Aradan 3 yılı aşkın zaman geçti, hala özür dilemedi.. dilemeli oysa.. Kendisinin yerine biz utanıyoruz ve 2 ulusal kahramanımız Mustafa Kemal Paşa ile İsmet Paşa’dan bu değerbilmezliğe, çok ağır saygı kusuruna gülüp geçmesini, O’nu mazur görmesini istirham ediyoruz..

Sevgi ve saygı ile.
09 Eylül 2016, Datça

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

Abdullah Bey’e açık mektup

Abdullah Bey’e açık mektup

 

portresi

 


Emin Çölaşan

“Çok sayın ve muhterem Abdullah Bey, zat-ı alinize böyle bir mektup yazmaya kalkıştığım için öncelikle özür dilerim.

Bizim gibi sıradan vatandaşlardan mektup almaya belki alışıksınız.
Ama cumhurbaşkanı olduğunuz dönemde onların hiçbirini görmezdiniz bile!
Ekibiniz onları ilgili kurumlara havale eder ve böylece vatandaşın mektubu güme giderdi.
Şimdi bu mektubu ister istemez okuyacaksınız.
Belki asabınız bozulacak ama başka çarem yok!.. Zira bizim asabımız her gün bozuluyor.
Beyefendi, yıllarca cumhurbaşkanlığı yaptınız. O makama nasıl, kimlerin arka çıkmasıyla seçildiğiniz konumuzun dışında. Bu nedenle oraya hiç girmeyelim.
O makamda oturduğunuz sürece AKP ve Tayyip’in otomatik imza makinesi olarak
görev yaptığınızı herhalde inkar edemezsiniz.
Önünüze gelen her şeye otomatik olarak onay verdiniz.
Oysa -eğer yanlış bilmiyorsam (!)- görevinize başlarken siz de Meclis kürsüsünde
anayasa uyarınca namus ve şerefiniz üzerine yemin etmiştiniz…
Laik Cumhuriyet rejimine güya bağlı kalacak ve tarafsız olacaktınız!
Olmadınız…
Namus ve şeref yeminini hem de yüzlerce kez, göz göre göre çiğnediniz.

* * * *

Şimdi diyeceksiniz ki “Kardeşim tıraşı bırak da bana niçin mektup yazdığını bir anlayalım.”
Haklısınız!
Bu mektubu niye yazdığımı zat-ı alinize kısaca anlatayım…
Beyefendi, süreniz dolduğu ve yerinize yenisi seçildiği için Çankaya’dan aylar önce ayrıldınız.
Peki o günden bu yana siz nerede yaşıyordunuz?
Evinizde mi, lojmanda mı, otel veya başka bir yerde mi?
Biz zaten biliyorduk ama dün belli oldu ki, İstanbul’da devlete ait Huber Köşkü’nde!
Bu hususu ben de burada üç dört kez size sormak zorunda kaldım. Ancak yanıt veremediniz!
Oysa bundan daha kolay ne vardı!.. İki satır çiziktirir, öyle olup olmadığını açıklardınız.

* * * *

Benden daha da ısrarcısı var. Gazeteci arkadaşım Mustafa Mutlu, size bu soruyu
düne kadar tam 52 kez, her gün üst üste, hiç üşenmeden sormayı sürdürdü.
Ona da yanıt veremediniz.
Gizlediğinize göre, acaba yanlış ve utanılacak bir şey mi yapıyordunuz?
Bu Huber Köşkü’nü ben uzaktan bile olsun hiç görmedim.
Ancak görenlerin anlattığına göre muhteşem bir yermiş.
İçinde sekreterler, aşçılar, garsonlar, özel korumalar, bahçıvanlar ve her bir şey varmış.
Mutfağında muhteşem yemekler çıkarmış.
Son model Mercedes makam araçları emre hazır beklermiş.

* * * *

Şimdi zat-ı alinizden aşağıda soracağım sorulara somut yanıt vermenizi istirham ediyorum.

Çankaya’dan indikten sonra ailenizle birlikte devletin Huber Köşkü’ne niçin yerleştiniz?
Şu anda hayatta olan üç eski cumhurbaşkanımız var:
Evren, Demirel ve Sezer.
Ölmüş olanlar dahil hiçbiri görevden ayrıldıktan sonra devletin köşklerine yerleşmeyi onuruna yedirmedi. Kendi evlerine çekildiler.

* * * *

Huber’de krallar gibi yaşatılmayı ısrarla sürdürdüğünüze göre Bay Abdullah Gül,
aşağıdaki sorulara -biraz geç bile olsa- yanıt vermekle yükümlüsünüz…
Çünkü kamuoyunun bunları bilme hakkı var.

– Sizin kalacak bir eviniz falan yok muydu? Yani evsiz barksız takımından mıydınız?
– Eviniz varsa -ki var- hangi gerekçeyle Huber Köşkü’ne yerleştiniz?
– Huber’in hangi olanaklarından yararlanıyorsunuz?
– Örneğin yeme içme durumları ne alemde?
– Gerçi bildiğim kadarıyla aileniz Kayseri’de bir ortadirek ailesi ve zengin falan değil ama…

Yoksa siz de öteki partili arkadaşlarınız gibi analarınızdan saraylarda, köşklerde mi doğmuştunuz? Ya da böyle lüks ve şatafatlı bir yaşama siyaset hayatında mı alıştınız?

* * * *

Bakınız muhterem, Allah kabul etsin, her cuma camiye namaza gidiyor ve karşınızda gazetecileri buluyorsunuz. Orada cami avlusunda demeçler falan verip siyaset konuşuyorsunuz. Sorduğum şu sorulara da iki cümleyle yanıt versenize!
Belki de bizi adam yerine koymuyorsunuz (!), “Boşver yaaa bu herifleri” falan diyorsunuz ama bu gazeteyi her gün en az bir milyon kişi okuyor.
Demek ki onları da hiçe sayıyorsunuz, vay beee!
Unutmayın, toplumdan saygı bekliyorsanız siz de saygı göstermek zorundasınız.

* * * *

Aylarca sessiz kalarak bu konuda köşeye sıkıştınız Bay Abdullah Gül…
Ve dün kendi medyanıza haber sızdırdınız, Huber’den yakında ayrılacağınızı
el altından duyurmak zorunda kaldınız.
İstanbul’da villa inşaatınız devam ediyormuş, işler bitince taşınacakmışsınız.
Keşke bu açıklamayı aylar önce Huber’e yerleştiğiniz zaman yaptırsaydınız.
Görev sürenizin ne zaman biteceğini daha Çankaya’ya seçilirken biliyordunuz.
İnşaata niçin zamanında başlamadınız?
Cumhurbaşkanı olarak görev yapan bir kimseye doğrusu hiç yakışmadı…
Çünkü devletin köşkleri, parası ve olanakları sizin gibilerin özel mülkü değildir.
Haydi size kolay gelsin, hayırlı istirahatler olsun!

Vatandaş Emin.

===============================================

Dostlar,

AYDINLIK Gazetesi yazarı ve Ulusal Kanal’da Kral Çıplak programı yapımcısı
Sayın Mustafa Mutlu, 2 aya yakın bir zamandır ısrar ve sebatla önceki CB
Bay Abdullah Gül’e soruyor..

– Devletin Huber Köşkü’nde niçin oturuyorsunuz? Yasal dayanağınız var mı??

Abdullah bey ise sağır sultan örneği susmakta..
Hiç ama hiç onurlu bir davranış değil..
Hatta bizce utandırıcı, onur kırıcı..

60 yaşını aşmış bir eski Cumhurbaşkanı böylesi bir hukuk dışı davranışa
tenezzül etmemeliydi.

  • Abdullah bey, yasal olarak Huber köşkünde “fuzuli şagil” dir..

Kaldığı sürede bu Köşkte kendisi için yapılan tüm harcamaları ödemesi gerekir.
Hakkında kamu alacağı davası açılmalı ve faiziyle bu bedel ödettirilmelidir.
Ceza sorumluluğu hukuksal olarak varsa onu da Türkiye Barolar Birliği belirlemeli ve
suç duyurusunda bulunmalıdır.

Türkiye bir hukuk devletidir ve ülkeyi yönetenler de bunu er ya da geç öğreneceklerdir.

Sayın Çölaşan’a da Sn. Mutlu’ya da teşekkür ediyor, aynı soruları Abdullah beye biz de yöneltiyor ve bu köşkü derhal boşaltmasını yurttaş hukukumuzla diliyoruz.

Sevgi ve saygıyla.
20.12.2014, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net

ADD İsparta Şubesi’nin Hukuk Dışı Tasfiyesi…

ADD İsparta Şubesi’nin Hukuk Dışı Tasfiyesi…Kime: bcc: bana

———- Yönlendirilmiş ileti ———-
Kimden: Mahmut özyürek <ankhukuk1@gmail.com>
Tarih: 29 Temmuz 2014 14:19
Konu: ATATÜRKÇÜ DÜŞÜNCE DERNEĞİ ISPARTA ŞUBESİ KAPATILARAK “TASFİYE” EDİLMEKTEDİR.
Kime:

ATATÜRKÇÜ DÜŞÜNCE DERNEĞİ ISPARTA ŞUBESİ KAPATILARAK
“TASFİYE” EDİLMEKTEDİR

Atatürkçü Düşünce Derneği Isparta Şubesine 2012 yılında Tansel ÇÖLAŞAN‘ın gözetim ve denetiminde başlatılan “Kemalist kadroyu tasfiye etme” operasyonu; ADD Isparta Şubesine Dinci gericilikle kol kola girmekte hiçbir sakınca görmeyen, Atatürkçülüğü Masonik bir laikliğe indirgeyen, Kemalizm kaçkını tertipçilerin
Şube Yönetimine atanması ile sonuçlanmıştı.

ADD Isparta Şubesi’nin önceki yöneticileri, AKP faşizminin Şeriat hayallerini engelleyecek Atatürk’ün Altı Ok programını, gericilikle mücadeleyi, emperyalizmle mücadelenin olmazsa olmaz gereği sayan, yeniden ulusal bağımsızlığın, milliyetçi ve halkçı bir toplumsal Kemalist devrimle gerçekleşebileceğini ödünsüz savunmaları nedeniyle görevlerinden alınmışlardı.

Bizler bu süreçte,  gerek mahkemelerde, gerekse yazılı açıklamalarımızda

ADD Isparta Şubesi Başkanı Mahmut ÖZYÜREK’in bir tertip ve kumpas sonucu görevinden alındığını, Mahmut Özyürek ve arkadaşlarına karşı
Türk Medeni Hukuku değil, Silivri Hukukunun uygulandığını, burdaki amacın hukuku uygulamak değil, KEMALİSTLERİ TASFİYE ETMEK” olduğunu
binlerce kez yazıp söyledik.

ALTIOK ÇİZGİSİNDEN ve antiemperyalizmden soyutlanmış ATATÜRKÇÜLÜK anlayışını ADD içinde egemen kılma görevini üstlenen Tansel ÇÖLAŞAN ve destekçileri, ele geçirdikleri ADD içinde üstlendikleri gericiliğe ve emperyalist hegemonyaya karşı çıkacak KEMALİST direnişi örgütleyecek kadroları etkisiz kılma, tasfiye etme operasyonunu sürdürmektedirler.

Tansel ÇÖLAŞAN tarafından “emredici hukuk kurallarına” aykırı olarak atanan; Dinci gericilikle kol kola girmekte hiçbir sakınca görmeyen, Atatürkçülüğü Masonik bir laikliğe indirgeyen, Kemalizm kaçkını, İslamcı-muhafazakârlığı Atatürkçülük adına destekleyen ADD YENİ ISPARTA ŞUBESİ üstlendikleri yıkım, yok etme görevlerini eksiksiz yerine getirdiler.

Tüm bu gelişmeler sonunda, geçmişte Isparta da Kemalizm’in kalesi olan ATATÜRKÇÜ DÜŞÜNCE DERNEĞİ ISPARTA ŞUBESİ KAPATILARAK
“TASFİYE” EDİLMEKTEDİR.

Türkiye’de gericiliğin önemli merkezlerinden biri olan Isparta’da, geçmişte dinci gericiliğin korkulu rüyası durumuna gelen ADD Isparta Şubesi’nin, önce gericilerle
dans eden bir konuma getirilmesi, sonra da kapatılmasının sorumluları bellidir.

İflah olmaz bir Mason olan Tansel ÇÖLAŞAN, 2012-14 dönemi Genel Yönetim Kurulu üyeleri, Isparta’da ADD Yönetimine GYK tarafından atanan dinci gericilerin denetimindeki kumpasçı ekip, ADD ISPARTA ŞUBESİ’nin TASFİYE ile KAPATILMASININ SORUMLULARIDIR…

Kemalist düşüncenin ödünsüz savunucuları olarak bizler, ADD Isparta Şubesinin
tasfiye edilerek kapatılmasını gerçekleştirenlerden hesap soracağımızın bilinmesini, Kemalist Kamuoyuna saygı ile duyururuz. 29.07.2014

Mahmut ÖZYÜREK
Mümtaz ÇAPÇI
Feray SELEK
Abdullah GÖKTAŞ
Niyazi ÇAMURCU
Muhittin PEKER
Vedat HALICIOĞLU

========================================

Dostlar,

Gerekçe : Yukarıdaki e-ileti…

ADD İsparta Şubesi’nin kurucusu ve 14 yıl kesintisiz başkanı, omuzlarında taşıyanı efsane Kemalist önder Sayın Mahmut Özyürek ve arkadaşlarının tasfiyesi süreçleri hakkında bu sitede epey yazı yazıldı.

Yapılanları başından beri onaylamadık, karşı çıktık, düzeltilmesini hep istedik…

Ancak geri dönüşümsüz bir aşamaya geldi gibi??..
Son Haziran 2014 genel kurulunda da üye uzaklaştırılmaları (ihraçları) ve şube kapatmaları gibi çoook nazik konular bile, bir hengame içinde asla yeterince tartışılmadan geçirildi. Genel kurula egemen karmaşa hem beceriksizlik ürünü idi
hem de kurguyla kullanıldı kanısındayız.. Çok yazık..

Öyle ki, Genel Başkan Tansel hanım, oy pusulalarının zarflarının mühürlenmeyişi karşısında kürsüye çıkarak mikrofunu kaptı ve bu zarfların da geçerli olması için
genel kurulun oyuna sunma hüneri (!) bile gösterebildi!

Şaşkınlıktan bakakaldık, çaresizliklerine ve beceriksizliklerine çoook üzüldük..
Divan Başkanı oradaydı.. Eskişehir Şube başkanı arkadaşımız Azmi bey tek aday olarak kürsüdeydi. Karşı listenin “adamı” değildi.. Gerçekte bu husus bile genel kurulun
iptali için yeterli.. Kamera kayıtları duruyordur sanıyoruz.. Mühürsüz zarflarla oy kullanmak seçimi sakatlamaz mı? Dahası, Genel Kurul, mühürsüz de olsa oy pusulası zarflarının geçerliliğini kabule yasal yetkisi olmaksızın ehil midir? Öze dönük bir usul hatası, bir başka hatalı – yetkisiz işlemle düzeltilebilir mi?? Böyle bir oylama yapılabilir mi ve bu oylamayı yetkisi olmayan biri, o sırada Genel Başkanlığı bitmiş olan sıradan bir üye olarak Tansel Çölaşan divanın yetkisini gasp ederek yapabilir mi??
Zincirleme bir dizi hukuksuzluk! Ve elbette ADD’ye yakıştırmak olanaksız..

Ve bu açık hukuk ihlallerini çook kıdemli bir yüksek yargıç yapıyor, tuz kokuyor..
Bu durumda, Mahmut Özyürek olayında Bayan Çölaşan’ın hukuk içinde kaldığı konusunda ciddi sorgulama hakkı doğmuyor mu??

Kaldı ki, Özyürek ve arkadaşlarının bu bağlamda kazandığı birkaç dava da var..
Bunlar kesinleştiğinde Şubenin yeniden önceki yöneticilere devri, üyelik haklarının
geri kazanılması, saygınlığın (itibarın) iadesi, kişisel ödence (tazminat) davaları da gelebilir.

Yol yakınken, çok kıdemli hukukçu ve yüksek yargıç Sn. Çölaşan’ın bu dosyaları
bir kez daha gözden geçirmeye çağırıyoruz.. Konu bireysel başvuru ile Anayasa Mahkemesi’ne taşınır ve AYM “hak ihlali var” derse, bunun altından nasıl kalkılır?

Bir ricamız daha var : Sn. Özyürek, Sn. Yılmaz Dikbaş.. apaçık Bn. Tansel Çölaşan’ın Mason olduğunu yazıyorlar.. Günümüzde Masonluk hukuksal olarak yasal bir haktır.
(Her ne denli, Büyük ATATÜRK 1935’te Mason localarını kapattı ve malvarlıklarını Halkevlerine devretti ise de..) Sn. Tansel Çölaşan tersine bir seçim yapabilir ve ek olarak da ADD genel başkanlığını üstlenmek isteyebilir içine sinerse.
Fakat gerçeğin ne olduğunu biz ADD üyelerinin ve kamuoyunun bilme hakkı vardır.

Bn. Çölaşan apaçık, ADD web sitesinden bu savların doğru ya da yanlış olduğuna ilişkin bir açıklama yapabilir mi? Varsa belgelerini ortaya koyabilir mi??

*****

Ayrıca bilmem kaçıncı kez seçilen ve MYK’de önemli görev alan bir GYK üyesinin,
son ADD seçimlerinde tanıtma kitapçığında “…Sosyal Bilimler Enstitüsü’nde doktora yaptı..” diye yazmasına karşın, bu bildirimin gerçek olup olmadığını inceleyerek kamuoyunu aydınlatabilir mi?? Doktora belgesi ADD web sitesine konabilir mi?
Dahası, bu kişinin master tezini görme olanağı var mıdır?

Bu “Doktora yaptı” bildirimi gerçek dışı ise, o GYK-MYK üyesi hakkında da kamuoyuna ve ADD üyelerine kasıtlı “yalan bildirim” nedeniyle ADD’den uzaklaştırma (ihraç) istemiyle disiplin soruşturması başlatabilir mi?

*****

ADD Bilim – Danışma Kurulu listesinden son seçimde Tansel Çölaşan tarafından dışlanan tek kişi olarak, Bn. Çölaşan’ı biz de “kaygıyla” izliyoruz..

Orada, ADD Genel Merkezinde, hiçbir eleştiriye yer yok!
Hele “mutlak otorite“yi sarsma olasılığı varsa, bunu sorguluyorsa..

Yaşasın Tansel Çölaşan’ın demokratik – hukuka saygılı (!?) ADD’si..

Peeeek çok delege olup bitenleri bilmediğinden, sanal iktidar sür(dürül)üyor..
Peek çok GYK üyesi de eminiz bu gerçekleri bilmiyor.. Öğrenmeleri ve gereğini yapmaları boyunlarının borcudur. Öğrenmemek de, öğrenip gereğini yapmamak da sorumluğa ortaklıktır. Aynı masanın çevresinde, “Doktora yaptım” diyen biri ile oturuyorlar ve bu olgu gerçek dışı!? Bu ciddi sorun hemen açıklığa kavuşturulmalı ve ilgili kişi, en azından GYK-MYK yönetim görevinden derhal uzaklaştırılmalıdır.

Quo vadis Bn. Çölaşan; quo vadis??

Not        : Bu arada, tüm insancıl duygularımızla ve hekim kimliğimizle
Sayın Emin Çölaşan‘a içten şifa diliyor ve sağlığını hızla kazanması için
bize düşen ne varsa yapmaya hazır olduğumuzu açıklıkla belirtmek istiyoruz..

Sevgi ve saygıyla (epey de kaygıyla..)
30.7.2014, Kozlar Yaylası (Mut / Mersin)

Dr. Ahmet SALTIK
ADD Genel Başkan Yardımcısı (2004-6)
www.ahmetsaltik.net 

Gene Seçimler Üzerine : Prof. Ali Ercan’dan Kritik Anımsatma..

Dostlar,

Sn. Prof. Ercan, bir e-iletisini paylaştı..
İçerik gene seçimlerle ilgili.
Yaşamsal sorunlarımız bir kör kurgu ile ötleniyor ve Türkiye sürükleniyor..

Taa Kanada’dan oy kullanmak için gelek isteyen Tarık adlı yurttaşımızın duyarlığına ne demeli??

Sn. Ercan’ın kritik ve giderk zamanı daralan uyarısına kulak verelim..

30 Mart 2014 yerel seçimlerinden sonra Seçim Yasaları temsilde adaleti sağlayacak biçimde değiştirilmek zorunda.

Anayas’nın 67. maddesine göre de, takvimli seçimden en az 1 yıl önce
bu yasal değişikliğin yapılması gerek.

Yerel seçim sonrası AKP Cumhurbaşkanı seçimlerine kilitlenecek..
Ayrıca böylesi bir temsil adaletine dayalı değişikliğe yanaşmayacağı da
son derece açık.

Bu durumda bile bile ladesin anlamı var mı??

  • TBMM’den çekilmek, 
  • Seçimlere katılmayıp AKP’yi kendi başına yalnız bırakmak.. 

gibi köktenci politika seçenekleri gündeme gelebilir..

Türkiye ortamı ne yazık ki giderek ısınıyor.. 

 

Sevgi ve saygıyla
07.02.2014, Ankara

 

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net 

=======================================

Gene Seçimler Üzerine : Prof. Ali Ercan’dan Kritik Anımsatma..

Tarık kardeşim,

Demokrasi ödevini önemseyen, yurttaşlık görevinin bilincinde bir yurttaş olarak seçimde oy kullanmak üzere Kanada’dan Türkiye’ye gelmek isteyişini takdir ediyorum. Yerel Seçim tabii ki çok önemli, fakat daha da önemlisi eldeki
seçim yasasının bir an önce değiştirilmesidir. Burada üç önemli nokta şunlardır; 

1.Seçim barajı %5′e indirilmeli,
2.Her ile otomatik +1 milletvekili kuralı kaldırılmalı,
3.Oy sayımı (d’Hondt yöntemi ile değil), oransal yapılmalı; İllerdeki artık oylar toplanıp partilerin Bölge veya Türkiye Milletvekilleri belirlenmeli. Böylece tüm yurttaşların Meclis’te eşit (adil) temsili olanaklı olur.
 
(Tabii seçime katılım oranı da çok önemli. Seçmen kütüklerinin, seçim tutanaklarının aleniyeti, şeffaf seçim sandığı ve parmak boyası kuralı.. gibi seçim güvenliği konularını da unutmamak gerekir)
 
2015’te 55 milyon seçmenimiz olacak. %80 katılım olsa yaklaşık 44 milyon geçerli oy demektir. Muhalefetin 22 milyonun üzerinde oy alması gerekiyor. 201′ den bu yana nüfusumuz dört yılda %5 büyümüş olacak. Muhalefet Partilerinin seçmen sayıları da yaklaşık bu oranda büyüdüyse,  CHP’nin en az 11,7 milyon, MHP’nin en az 5,8 milyon seçmeni var demektir; ancak bu yetmiyor.. yani muhalefetin toplamda daha 4,5 milyon oy eksiği var. Bu 4,5 milyon oy’u 2015 seçiminde AKP seçmenlerinden devşirmeleri gerekiyor. Zor, ama olanaksız değil. Eğer sayın
Emin Çölaşan‘ın yazısında belirttiği gibi, Muhalefet Partileri birbirleriyle didişmez, ortak akılla, Tam Bağımsız Ulus Devlet çizgisinde hareket ederlerse, becerilmeyecek iş değil. 
Tabii, bu arada barajı geçemeyecek 3-4 küçük parti bencillikle seçime girip kritik oyları bölmezlerse… (2002 de Genç Partinin yaptığı gibi)
 
Özetle, sevgili dostum,

Eğer seçim yasası bu basit kurallarla bu şekilde  Haziran 2014′ten önce değiştirilmezse (ve Muhalefet AKP seçmeninden 4,5 milyon oy devşiremezse) 2015 seçimini yine %35’in üzerinde oy alan bir parti (olasılıkla AKP) kazanacak ve tek parti iktidarını sürdürecektir. Muhalefet biran önce, ivedilikle ve öncelikle bu işin üstüne gitmeli, Haziran 2014’ten önce seçim yasa reformunu kotarmalıdır;
hiç değilse yukarıda belirttiğim 3 maddeyi, Türkiye’nin yazgısını değiştirecek
3 maddeyi..

Sevgilerimle. æ

Prof. SAMİ SELÇUK UYARIYOR


portresi


Sami Selçuk uyarıyor

 

 

 

Emin Çölaşan
SÖZCÜhttp://sozcu.com.tr/2013/yazarlar/emin-colasan/sami-selcuk-uyariyor-391439/

portresi_SOZCU_ile

Sevgili okuyucularım,

Türk Ordusu’nu, Mustafa Kemal’in askerlerini
tasfiye etmek
, kalanların elini kolunu bağlamak amacıyla oluşturulan Balyoz davası, adalete bir leke olarak yapıştı.

Verilen kararlar yanlıştı.

  • Düzmece dijital belgelerle oluşturulan davada
    yüzlerce pırıl pırıl subayımız ağır hapis cezalarına çarptırıldı.

Mahkeme tümüyle taraflıydı, adeta düşman ordusunun casuslarını yargılıyordu.

Adaleti ve hukuku çiğneyen kararlar sonrasında bütün umutlar Yargıtay’a bağlanmıştı. Dosya Yargıtay 9. Ceza Dairesi tarafından titizlikle okunacak, düzmece belgeler
ortaya çıkacak ve mahkeme tarafından verilen o ağır ve akıl almaz cezalar
herhalde bozulacaktı.

Toplumun ve bütün hukukçuların umudu bu doğrultuda idi.

Temyiz makamı olan Yargıtay 9. Ceza Dairesi bu davayla ilgili 17 duruşma yaptı. Yasa uyarınca Yargıtay’daki temyiz duruşmasına sanıklar değil,
yalnızca avukatlar katılıyor.

Bu 17 gün boyunca avukatlar müvekkillerini savundu.
Düzmece deliller bir kez daha kanıtlandı.

Heyet onların konuşmasına hiç müdahale etmedi, sadece dinlemekle yetindi.
Herhangi bir avukata bir tek soru bile sorulmadı…

Karar geçtiğimiz 9 Ekim günü açıklandı:

200’ün üzerinde ağır hapiscezası!.. Ve özellikle de iktidarın ele geçirmek istediği
Deniz Kuvvetleri’ne indirilen balyoz!

* * *

Bu kararların altında ilgili Yargıtay dairesinin başkanı ile dört üyenin imzaları var.
Dört üyenin tamamı, AKP’nin yargıyı ele geçirmek için düzenlediği son operasyonda Yargıtay’a seçilmişti.

AKP’nin ön bahçesi olan Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu (HSYK), Yargıtay’a kendi adamlarından tam 160 üye seçmişti.

O dört üye de onların arasında yer almıştı. Başkan da, aynı dönemde ele geçirilmiş olan yeni Yargıtay’ın üyeleri tarafından o göreve seçilmişti.

İşin Türkçesi, önce yargıya siyaset sokulmuş, sonra da siyasetin egemen olduğu yargı, o inanılmaz kararları vermişti.

* * *

Prof. Dr. Sami Selçuk ülkemizin önde gelen ceza hukukçularından biri.
Daha önce Yargıtay’ın ceza dairelerinde üyelik ve başkanlık yaptı,
Yargıtay Başkanlığı görevinde bulundu.

Liberal görüşlü bir hukukçu. Geçmişte bizim liboş takımıyla ortak davranıp
onların hukuktaki sesi olduğunda kendisine çok kızardım.
AKP dönemindeki bazı hukuk uygulamalarını savunurdu.

Sami Selçuk iki günden beri Milliyet gazetesinde Balyoz davasıyla ilgili görüşlerini
iki ayrı yazısıyla açıkladı. Bugün üçüncü yazısı çıkacak.

Bu konuda Yargıtay’ın vermiş olduğu kararı ağır bir dille eleştiriyor.

Hilmi Özkök ve Aytaç Yalman gibi sanıkların dinlenmesini istediği tanıkların
kabul edilmemiş olmasını da eleştiriyor ve çok özetle şöyle diyor:

  • “Verilen karar yanlıştır. Yanlış yargılama yapılmıştır.

  • Hükümlülük kararı olasılık ve varsayımlara göre değil, kuşku duyulmayacak bir biçimde kanıtlamaya, yüzde yüz kesinliğe dayanır. Kuşkudan sanık yararlanır ilkesi, hükmün nasıl kurulacağına yönelik bir mantık ve hukuk buyruğudur. Olayımızda ilk mahkemede (Silivri’de) üye yargıçlar sık sık değişmiş,
    kanıtlarla doğrudan ilişki kurmadıkları halde sonuçlar çıkarıp hükme katılmışlardır.

  • Kesin bir bozma nedeni olduğu halde Yargıtay bunu göz ardı etmiştir.
    Bu konu Anayasa Mahkemesi ve AİHM’in (Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin) önüne kesinlikle taşınmalıdır.

  • Eğer AİHM Balyoz kararlarında hukuka aykırılık belirlerse,
    yeniden yargılama yolu açılabilecektir…”

Sami Selçuk böyle diyor.

* * *

Sevgili okuyucularım,

Türkiye’de yargı yoluyla herhangi bir haksızlığa uğrayan herkesin, iç hukuk yolları tükenmişse doğrudan AİHM’e başvuru hakkı vardı. Türkiye’de adalet kalmadığı için Türk adalet mağdurları tarafından bu kuruluşta çok sayıda dava açılıyordu.

Türkiye, Avrupa ülkeleri içinde aleyhine en çok dava açılan ülke idi.
AİHM kararlarıyla mağdurlara sürekli tazminat ödüyordu.

AKP hükümeti bunun da kolayını buldu ve inanılmaz bir hukuk cingözlüğü yaparak
yeni bir yasa getirdi:

“Başvurular AİHM’den önce Anayasa Mahkemesi’ne yapılacak.
Mahkeme dosyayı inceleyip karar verecek.
Bu karardan sonra isteyen yine AİHM’e gidebilir!”
(AS: Anayasa md. 148)

Anayasa Mahkemesi iki veya üç üyesi dışında- kimin elinde? AKP’nin!

Peki bu yeni kural niçin getirildi?

Haksızlığa uğrayanlara zaman kaybettirmek için.

Binlerce başvurunun Anayasa Mahkemesi tarafından incelenip karara bağlanması
yıllar alacak ve böylece AİHM’e gidecek davalar hem gecikecek, hem de sayısı azalmış olacak. Üstelik iktidarın elindeki Anayasa Mahkemesi,
zaten kararlarını davacılar aleyhine verip işi bitirecek.

* * *

Adalet perisinin 2 resmi arasındaki en önemli fark;
b
irinin gözleri açık, diğerinin kapalı olması…

Ceza hukukçusu, Yargıtay Onursal Başkanı Prof. Dr. Sami Selçuk diyor ki;

  • “Balyoz kararında hukuksuzluk vardır, bu konu Anayasa Mahkemesi
    ve AİHM önüne kesinlikle taşınmalıdır…”

Peki Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç
bu konuda ne buyuruyor? Sözleri aynen şöyle:

hasim_kilic_ilk_3_maddede_rengini_belli_etti


“Sanıklara boş yere umut vermeyin. Bizim mahkumiyet ve hapis cezalarına müdahalemiz olamaz…”

Ve sonra esas bombayı patlatıyor:
“Zaten Yargıtay 9. Ceza Dairesi’ndeki arkadaşlarımızı tanırım.
Orada başarıyla görev yapıyorlar. Donanımlı, bilgili ve tecrübelidirler.
Olaylara hakim, titiz ve tecrübeli bir ekiptir. Arkadaşlarımızın yanlış yapma ihtimali çok ama çok düşüktür…”

Peki ama bu sözleri söyleyen kişi bir hukukçu mu?
Değil!.. Eskişehir İktisadi ve Ticari İlimler Akademisi mezunu!..

Kaderin cilvesi ve bazı kulislerle o mahkemeye başkan olmuş biri.
Hukukçu değil ama gerektiğinde Yüce Divan olarak ceza dağıtan bir mahkemenin başkanı!..

Dünyadaki tek örnek. Böylesi Afrika ülkelerinde bile yok!

* * *

Anlaşıldığı kadarıyla Anayasa ve yasalardan bile habersiz. Üstelik bir mahkeme başkanı olarak, hoşuna giden kararlar veren Yargıtay heyetine övgüler düzüp
“Onlar yanlış yapmaz..” diyor.

Kim bilir, belki de ceza hukukçusu, ceza davalarının deneyimli uzmanı olan Sami Selçuk Anayasa ve ceza yasalarını bilmiyor!

Burada Haşim’in çok önemli bir gafına da değinmek gerekiyor.

Bir hakim, -hukukçu olmasa bile (!)- bir süre sonra önüne gelecek olan dava dosyalarıyla ilgili görüşünü açıklayamaz.

Meslek namusu bunu gerektirir. Bunun adına eski dilde “İhsas-ı rey” denir…
Vereceği oyu önceden açıklaması…

Bir hakim, hele de bir mahkemenin başkanı böyle bir gaf yapma,
tarafını önceden belli etme hakkına sahip değildir.

  • Şimdi artık bir şeyi çok iyi anlıyoruz               :

  • Balyoz hükümlüsü Türk subayları AİHM’den önce zorunlu olarak
    Anayasa Mahkemesi’ne başvuruda bulunduklarında, AKP’nin mahkemesi
    o başvuruları sıraya sokacak, belki de “Beter olsunlar”deyip
    iki yıl raflarda bekletecek ve sonra kararını verecek.

Haşim’in oyu kesin ret! O şimdiden belli.
Öteki üyelerin çoğu da aynı doğrultuda oy kullanacak.

Belki de gerekçeli kararda;

“Gerek Silivri mahkemesi ve gerekse Yargıtay’daki değerli arkadaşlarımızın yanlış yapmasının mümkün olmadığı anlaşılmıştır. Onların yanlış yapması hayatın olağan akışına aykırıdır.” denilecek!

Adaletin batsın dünya!

(SÖZCÜ, 19.10.13)

Yunan Generali Trikupis, 30 Ağustos’u Anlatıyor


Yunan 
Generali Trikupis, 30 Ağustos’u Anlatıyor

portresi_SOZCU_ile

Emin ÇÖLAŞAN

Sevgili okuyucularım, tüm ulusal bayramları unutturmaya çalışan, kutlamaları bile yasaklayan
bir iktidarla karşı karşıyayız…
26-30 Ağustos arası her yıl
Zafer Haftası olarak kutlanırdı.

Bunlar ulusal kavramları unutturmak için yeni bir uygulama başlattı!
26 Ağustos’a bu yıl, 942 yıl önceki Malazgirt savaşını oturttular ve onu kutluyorlar.
Zafer Bayramından ise ses yok!
Hani 23 Nisan’ı gündemden düşürmek için o tarihe Kutlu Doğum Haftası yerleştirdiler ya, aynen onun gibi!

Ulusal bayramlarımız zaten çok az.

23 Nisan, 19 Mayıs, 30 Ağustos ve 29 Ekim.

Ellerinden gelse tümünü iptal edecekler de, o kadarı şimdilik sıkmıyor.
Sadece yasaklamakla yetiniyorlar.

30 Ağustos (1922) Zafer Bayramının anlamını ve perde arkasını pek çok kişi bilmez. Ege ve Batı Anadolu’yu işgal eden Yunan ordusuyla İnönü ve Sakarya’da kazandığımız
zaferler sonrasında çatışmalar azalmıştı, cephelerde durgunluk vardı.

Batı Cephesi Kumandanı İsmet Paşa
, Başkumandan Mustafa Kemal Paşa.

Hani bugünkü sahtekarların, zırtapozların aşağılamaya kalkıştığı iki aslan yürekli adam. Ömürleri cephelerde geçmiş, en ön saflarda vuruşmuş kahramanlar.
Üstelik 30 Ağustos zaferini kazanırken bile Meclis’teki “Muhaliflerle” uğraşmak zorunda kalmışlardı. O muhalifler, işte bugünkü iktidarın ataları idi.
* * *

Türk ordusu düşmana saldıracak ve son darbeyi vurmaya çalışacaktı. Ancak bunun
çok gizli tutulması gerekiyordu. Asker bile yeni mevzilerine gece yürüyüşleriyle gidiyordu. Ankara’da kurulan Anadolu Ajansı bir haber geçti:

“Mustafa Kemal Paşa yarın Çankaya’da bir çay ziyafeti verecek.”

Dikkatler oraya çevrilirken Mustafa Kemal Paşa Ankara’dan sessizce ayrılıp
Batı Cephesine, Afyon yakınlarına gitti. Saldırı planları hazırdı.

* * *
Türk ordusu mevzilendi, Yunan ordusuyla yerel çatışmalar 13 Ağustos 1922 günü başladı.

Bir süre sonra üstünlüğü ele geçirdik. 26 Ağustos günü Büyük Taarruz başladı.
İşgal altındaki vatan toprakları kurtarılacaktı.
İşte bu aşamada Mustafa Kemal Paşa o ünlü emrini verdi:

  • “Ordular ilk hedefiniz Akdeniz’dir, ileri.”

Uşak, Afyon, Bursa, Aydın, Manisa, her yer adım adım kurtarıldı.
Şimdi sırada İzmir vardı.

30 Ağustos günü gerçekleşen meydan muharebesini kazanıp son vuruşu yaptık. Ordularımız İzmir’e yönelmişti. Yürüyüş at sırtında veya yaya yapılıyor, Mehmetçik
o sıcakta aç ve susuz, işgal altındaki yanmış ve yıkık beldeleri tek tek kurtarıp
İzmir’e doğru ilerliyordu.

* * *
Yunan ordusunun başkomutanı Nikolaos Trikupis, 2 Eylül günü bütün komuta kademesi ve birlikleriyle birlikte teslim oldu. Sonra bu savaş ve teslim olma aşamasını “Hatıralarım” isimli kitabında anlattı. Bir bölümünü okuyalım:

“Piyadelerimiz topçularımızın etrafını sarmış, Türklere ateş açtıkları takdirde kendilerinin de bizim topçulara ateş edeceğini söylemişlerdi.
İleri sürdükleri sebep şu idi:

Savaşa Türklerle göğüs göğüse gelindiğinde girilirse Türkler onları esir alır ve
hepsini keserdi… Bu suretle son mukavemet (direnme) ümidimiz de sönmüştü.
Küçük birlik komutanlarına askerleriyle birlikte sonuna kadar mukavemet için derhal mevziye girmelerini emrettim. Fakat istisnasız bütün subaylar bana askerlerinin savaşmak istemediğini söylediler.

Mücadelenin boş olduğunu, tarafımdan gösterilecek sabrın, subayların Türklere teslim edilmesinden daha hayırlı olacağını söylediler.
Bu acıklı durumda kalınca büyük bir üzüntüyle top ve makineli tüfeklerin
tahrip edilmesini istedim. Bu emir yerine getirildi.
Türk süvarilerinin hatlarımıza yaklaşıp, mukavemet gösterdiğimiz takdirde askerlerimizin
kesileceğini anlayınca, beyaz bayrak çekmek zorunda kaldık.
* * *
Yunan ordusunun başkomutanı General Trikupis teslim olmasını kitabında
şöyle anlatıyor:

“Uşak dışında esir olup o zamanki Türk ordusunun kumandanı İsmet Paşa’nın dairesine götürüldüm. O da beni Mustafa Kemal’e götürdü.

Mustafa Kemal’in odasına girdiğim zaman o ayağa kalkarak dostane bir şekilde beni karşıladı ve Fransızca hitap ederek şunları söyledi:

  • Unutmayın ki, koca Napolyon da esir olmuştu. Siz vazifenizi tam olarak ve sonuna kadar yaptınız. Biz de sizi takdir ediyoruz, size hürmet ediyoruz. Burada esir değil misafirsiniz…

Oradan Ankara’ya, Ankara’dan da Kırşehir’e götürüldük, esaretimiz bir yıl devam etti.
Buraya (esir düşen) diğer generaller ile birçok subay da getirilmişti…”

Trikupis işin ayrıntılarına girmiyor, esir olmasını bu kadar anlatmakla yetiniyor.

* * *
Ama bir de, sonraki yıllarda gazeteci abimiz Hıfzı Topuz’a Atina’da anlattıkları var.
O sırada 84 yaşında. Özetliyorum:

“Etrafımız Türkler tarafından çevrilmişti. Esir olacağımızı anlıyorduk. Beygirim de vurulmuştu. Başka bir ata binerek çemberi yarmak istedim, fayda vermedi.
Türklerin içine düşmüştüm, esir oldum…

Bizim Anadolu’da ne işimiz vardı? Ne diye bizi oralara gönderdiler?
Şimdi itiraf ediyorum, bizim Anadolu savaşında hiçbir çıkarımız yoktu.
Yabancı devletlere alet olduk.

Ben Anadolu’da sizinle dört defa çarpıştım. İnönü, Sakarya, Dumlupınar…
Türklerin büyük hazırlık içinde olduğunu fark ediyorduk. Nihayet 26 Ağustos sabahı Türklerin beklenmedik taarruzu ile karşılaştık. Ancak cephenin çökmesine
ihtimal vermiyorduk.

En büyük korkumuz İzmir’le haberleşme ve ulaşımın kesilmesiydi. Takviye istedim,
göndermediler. Halbuki karşımızda Mustafa Kemal vardı. Neye uğradığımızı anlayamadık. Cephe çökmüş ve ordu mağlup olmuştu. Birliklerimiz perişandı.
Kimsede savaşa devam arzusu kalmamıştı. Sağ kalan birlikler dağınık halde
İzmir’e kaçmaya çalışıyordu…

Beni (esir olunca) ilk olarak Garp Cephesi Kumandanı İsmet Paşa’nın yanına götürdüler. Kendisiyle fazla bir şey konuşmadık. Atatürk beni mert bir askere
yakışır bir şekilde kabul etti. Üzüntü ve heyecan içindeydim. İnönü beni kendisine takdim etti. Gazi’nin bu sıradaki (Fransızca söylediği) sözlerini hiç unutmayacağım:

– Üzülmeyin general, siz görevinizi sonuna kadar yaptınız. Askerlikte mağlup olmak da vardır. Napolyon da vaktiyle esir olmuştu. Size karşı büyük hürmet besliyoruz.
Burada misafirimizsiniz. Buyurun istirahat edin, yakında her şey düzelecektir…”

* * *
Yunan ordusu İngiltere’nin maşası olarak 15 Mayıs 1919 günü İzmir’e çıkmış, sonra içerilere yayılarak tüm Ege bölgesi ile Bursa ve Doğu Trakya’yı işgal etmişti.
30 Ağustos Başkumandanlık Meydan Muharebesinde yenildiler, İzmir’e doğru kaçmaya
başladılar. İzmir’e varmayı başaran artıklar limanda bekleyen İngiliz ve Yunan gemilerine binip kaçtılar. Türk ordusu 9 Eylül 1922 günü, zaferden yaklaşık 10 gün sonra İzmir’e girdi, hükümet konağına Türk Bayrağı çekildi… Yıllar süren işgal bitmişti ama Osmanlı’nın başkenti İstanbul halen işgal altındaydı… Şimdi sırada İstanbul’un kurtarılması vardı.

* * *
Sevgili okuyucularım,

Benim bu ülkede hiçbir zaman içime sinmeyen acı bir gerçek var. 1922 yılında bunlar yaşanır ve vatan kurtarılırken, günümüzde nutuk atanlardan hiçbiri henüz ana rahmine bile düşmemişti.
Onlar tarih bilmez, onlarda Allah korkusu yoktur ama Allah’ın adını o pis ve sırnaşık ağızlarından düşürmezler.
Dünyadan habersiz olan o tipler gün geldi -aynen bugün olduğu gibi- Atatürk ve İnönü’yü aşağılamaya, hatta alay etmeye kalkıştılar. Okul kitaplarından isimlerini çıkardılar.
Oysa o kahramanlar olmasaydı, dağ başlarında kelle koltukta savaşmasaydı
şimdi ya hiç doğmamış, ya da çan sesleri altında dua ediyor olacaklardı.

Evet, savaş bitmişti. Kazanmıştık.

Şimdi sırada Mondros ve Sevr antlaşmalarının yırtılıp çöpe atılması,
Lozan antlaşmasıyla egemenliğimizin kazanılması, Cumhuriyet’in ilan edilmesi ve
peş peşe devrimlerin yapılması vardı.

Her şey 30 Ağustos’la başladı!

Yarınki 30 Ağustos Zafer Bayramımız -anlayana (!)- kutlu olsun.

Emin Çölaşan

(http://sozcu.com.tr/2013/yazarlar/emin-colasan/general-trikupis-30-agustosu-anlatiyor.html, 29.8.13)