Etiket arşivi: Zafer Arapkirli

Taklitler, mukallitler…

Zafer Arapkirli
Zafer Arapkirli
Cumhuriyet, 08 Ekim 2021

 

Yurdum insanının en sevdiği amatör uğraşlardan biri şiir yazmak, diğeri de taklit yapmaktır. Şive taklidi, ama ille de ünlülerin taklidini yapmaya bayılırız.

Ve ilginçtir… “Ünlüler” derken, on yıllardır “ünlü” ve hatta “güçlü” siyasetçilerin taklitleri, en revaçta olanlarıdır.

Mesela, bu topraklarda yaşayan herkes, hayatının bir aşamasında mutlaka Zeki Müren ya da Süleyman Demirel taklidi yapmıştır. Gençler, yani 30 yaşın altındakiler belki bilmez ama bu ülkede 40 yılı aşkın bir süredir “en güçlü adam” konumundaki merhum Demirel, taklidini yapanlara kızmaz, hatta gülerek izlerdi bile. Yılların acar muhabiri sevgili meslektaşım Musa Ağacık, bu konuda yani “Baba taklidi” konusunda “eline su dökülemeyecek” büyük bir yetenektir. Demirel’in kendi huzurunda bile, defalarca taklit yapmıştır.

“Bakınızbensizebişiisööliim…” diye başlayan Demirel replikleri en sevdiklerimizdendi.

Aradan geçen yıllarda siyasetin rengi de, kokusu da, doğası da maalesef negatif anlamda değişti. Bugün, muktedirin taklidini yapmak değil, bunu aklından geçirmek bile neredeyse suç sayılacak. Adamın aklını alırlar vallahi.

Ama halk bu… Yine bir yolunu bulup bu toprakların adeta “genlerine işlemiş” yeteneğine gem vurdurmuyor. Son haftalarda birkaç örneğini gördük. Bazı ilk ve ortaöğretim okullarında “sınıf başkanlığı seçimi” sırasında, küçük yetenekler “Seçim rüşveti olarak çay dağıtma” sahneleri oynayıp videoya çektiler ve paylaştılar.

Güldük. Eğlendik. Ve tabii ki şapka çıkarttık, çocukların bu yetenek ve cesaretlerine.

Her ne kadar Milli Eğitim yetkilileri çocukların bu hoşluklarına medeni seviyede bir tolerans göstermeyi kendilerine yedirememiş ve soruşturma başlatmış olsalar da millet o çocukları vicdanında çoktan ödüllendirdi bile.

Ama, şunu da not almadan geçmeyelim.

O ufacık öğrenci çocukların gösterdiği cesareti, keşke sahneye veya ekrana her çıktığında “zrilyonlarca” para kazanan, özel uçaklar ve mülti milyonluk villalarda “Dolce vita” tatlı hayat yaşayan anlı şanlı komedyenlerimiz de gösterebilselerdi.

Biri de çıkıp Cumhurbaşkanı, Başbakan, bilmem ne bakanının taklidini yapıp, milletten alkış almayı deneseydi. Benim de pekâlâ yapabileceğim Fatih Terim ve Bülent Ersoy taklidi yapmakla yıllardır idare ettiler durumu. Laz şivesi, Kürt şivesi, Roman şivesi filan. Kolay değil mi?

Rahmetli Levent Kırca’yı tenzih ederim. Bir tanesinin yüreciği “Yau Bay Kemal!.. Bi defa, sen ne anlarsın bu işlerden yauu” diye başlayan bir tirajla, kitleyi gülmekten kırıp geçirmeye yetmedi ya.

Bunu da tarih, iri puntolarla ve ibretle not almıştır.

Ali Kıran Baş Kesen

Zafer ARAPKİRLİZafer ARAPKİRLİ
krttv.com.tr

Efelik, eşkıyalık, magandalık, serserilik, kural tanımazlık, önüne gelene bulaşma, dalaşma, hır çıkarma, yasadışı yollarla önüne geleni devirip iş görme yüzsüzlüğünü ve edepsizliğini kendine hak görme anlamında kullanılırdı.

“Ali kıran baş kesen misin kardeşim?” derlerdi böyle davranıp terör estirmeye çalışanlara. Yani kontrolden çıkmış magandalara.

Bugünlerde olup bitenlere baktıkça ve haber bültenlerinde izledikçe, hep bu tabiri hatırlıyorum.

Aslında şaşırmıyoruz tabii. Sürpriz olmuyor hiçbiri.

Çünkü, en yüksek yargı merciinin, Anayasa Mahkemesi’nin kararlarını bile (af buyrun) “takmayan” bir anlayıştan söz ediyoruz. Anayasa Mahkemesi kararlarının bile “alt derece, birinci derece” mahkemeler tarafından uygulanmamasına, bir değil birkaç kez tanık olmadık mı? Danıştay kararlarına Yargıtay kararlarına rağmen, “yürütme”nin bu kararlara taban tabana zıt icraatı, sıradan hale gelmedi mi?

Yasaların en temel hükümlerine, yargılama usûl ve esaslarına, savunma hakkının kutsallığına, masumiyet karinesine, delilden sanığa gidilmesi ilkesine aykırı yargılamalar “sıradan” hale getirilmedi mi? Adeta “önce as sonra yargıla” anlayışı ile hareket eden, bir dönemin sıkıyönetim mahkemelerine, DGM’lere bile rahmet okutan mahkemeler artık “norm” sayılır hale gelmedi mi?

2008’lerde başlayan ve aradan geçen 11-12 yıldır giderek adeta “kökleşen” kumpas yargısı, hayatın her alanına hakim olmadı mı? KHK düzeni ile, hukuk ayaklar altına alınmadı mı? Hatta ve hatta darbe girişimi bahane edilerek, sözüm ona darbecilerin cezalandırılmasını amaçlayan bir iklim yaratmak adına, bütün toplum birlikte bu hukuksuzluğun kurbanı haline getirilmedi mi?

Şimdi bütün bu “Ali Kıran Baş kesen” anlayışının adeta “Level atladığı” günlere girmiş gibi görünüyoruz.

Mahkeme kararlarının, en basit işlemlerle ilgili mahkeme kararlarının bile uygulanmasına, “idare”nin tasarrufu ile mani olunmakta.

Adalar’da yaşanan son olay, bunun en çarpıcı, en utanmazca, en kepaze ve en utanç verici örneği.

Gücünü bizzat, yürütmenin “en tepesinden” alan, hatta “yürütmenin en tepesi ile kan bağı”nı, hukuksuz iş görebilme ehliyeti olarak kullanan bir vakıf, mahkeme kararlarına rağmen aylardır zorla işgal ettiği bir binadan “çıkmam” diyor. Evet, “çıkmıyorum” diye diretiyor. Normalde, herhangi bir mülk ya da mekân – arazi vb. bu yolla işgal edildiğinde ne yapılır? Avukatınızı alır gidersiniz. Bir direnişle karşılaştığınızda da devletin polisi sizinle birlikte gelir ve bu direnişi “etkisiz hale” getirerek, mahkeme kararının uygulanmasını sağlar.

Ama, dedik ya. Rejim artık “Ali kıran baş kesen rejimi” haline dönüşünce, “Burası benim babamın memleketi. Mülk de babamın mülkü sayılır. Ben de buradan çıkmam” diyebilen utanmaz anlayış, mahkeme kararına “Polisin de desteği” ile direnebiliyor.

“Şahsımın oğlunun vakfı”, bizzat yasaları uygulaması, mahkeme kararlarını yürürlüğe koyması gereken polis tarafından işgale devam edebiliyor. Adalar örneğinde “Kaymakam” yani “Şahsım rejiminin kaymakamı” gibi davranan mülki amir, mahkeme kararının üzerinde bir konumda hareket ederek, “Uygulatmam” diyebiliyor.

Mülkün sahibi ise, o kaymakamın, ya da emniyet müdürünün emri ile tekme tokat dövülerek, “kendisine ait mülke” sokulmuyor.

Bu, artık adli bir olay olmaktan ziyade bir rejim meselesidir.

Çünkü, “rejimin en tepesi” iğneden ipliğe, en basitinden en karmaşık mevzuya kadar, ülkenin bütün işlerini bu hale döndürme eğiliminde görünmektedir.

Ve en tehlikelisi de nedir, biliyor musunuz?

Yarın öbür gün, seçim yapılıp sandıktan aleyhlerine bir sonuç çıktığında olabileceklerin habercisidir.

“Kaybettim ama gitmiyorum” diyebilme potansiyelini ortaya koymaktadır. Öyle ya… Bugün “mahkemeyi kaybettim ama mülkten çıkmam” diyen bir irade, yarın “kaybettim ama anahtarları-mührü teslim etmem” demez mi?

Garantisi var mı?

İşin en vahim yanı da budur.

Hukukun ihlali namus gibidir. Kişisel namustan bir kez feragat edildiğinde, daha “büyük ayıplar”ın da artık görece hale gelmesi söz konusudur. Bir devletin namusu da “hukuk sistemidir”. Bir kez “delindi mi”, artık telâfisi çok zordur. Yani “Bi kerecikten bişey olmaz” denilemez.

Allah beterinden saklasın.

Sonumuzu hayreylesin..

Bu çizgiye gelmiş bulunmaktayız.

Herkesin aklını başına devrişip, “Ne yapıyoruz yahu? Ali kıran baş kesen rejimine mi döndü bu memleket?” diye kendini ve yaptıklarını sorgulama zamanıdır.

Vakit geç olmadan aklı selim zamanıdır.

Eşkıya dünyaya hükümdar olmamalıdır.

6 Ekim ruhu

Zafer Arapkirli
Zafer Arapkirli
Cumhuriyet, 06 Ekim 2021

 

Bir türlü üzerlerinden atamıyorlar şu “emperyalist sevici” ezik ruh halini.

Bir türlü kabullenemiyorlar, 100 yıl öncesine artık asla dönülemeyeceğini, bunun için ne kadar çabalarlarsa çabalasınlar, başaramayacaklarını.

Bir türlü yanaşmıyorlar şu gerçeği görmeye.

6 Ekim 1923 günü, İstanbul’u ve sembolik olarak Türkiye’nin tamamını düşman çizmesinden temizleyen irade, bir daha ne kılık, ne şart ve şekilde olursa olsun, o çizmelerin şu canım kentin caddelerinden boy göstermesine izin vermeyecek. Bunu anlayın artık.

İster bir yobaz gazetenin sütunlarından işgalcilere selam çakan işbirlikçi zihniyetin temsilcisi bir yazara söyletin, ister “Keşke Yunan galip geleydi” diyen bir hokkabazın ağzından o ezik duygularınızı dillendirin. İster bu eziklikleri dillendiren fesli palyaçoların ayağına kadar gidip sırtını sıvazlayın…

Ne yaparsanız yapın, o günler geçti artık.

Laikliğin yergisi, yobazlığın ve ortaçağ kafasının övgüsü üzerine kurulu zihniyetinizin er ya da geç bu topraklardan, üstelik bir daha geri dönmemek üzere silineceği, temizleneceği gerçeğini kabullenin artık.

Bugün bir din görevlisinin, yarın gerici, sağcı, kaşarlanmış bir siyasetçinin “Laikliğin ne gereği var?” mealindeki zehirli propagandalarını, milletin kafasına ve yüreğine zerk etmelerine daha fazla tahammül edilmemeli, Mustafa Kemal ATATÜRK’ün ilke ve devrimlerinde vücut bulan “Cumhuriyet panzehiri”ni, artık uzun süredir durduğu dolaplardan alarak “itiraz şırıngalarına” çekmelidir diyorum.

“Emperyalist düşman ve işbirlikçilerinin Gidiş Marşı” ne olursa olsun, “Geliş Marşı”nın sözlerini geçmişte yazanların ve ileride yazacakların, “laik demokratik sosyal bir hukuk devleti” şiarından asla ayrılmadan, katılımcı ve çoğulcu bir anlayışın gereğine, bunun “mutlakçı ve şahsımcı” zihniyete galebe çalması için ellerinden geleni yapmaları gereğine dikkat çekiyorum.

Vahdettin artığı, emperyalist uşağı kafaların “İstanbul’u Kuvvacılar almadı, İngiliz sulh içinde, tek bir kurşun atmadan teslim etti. Bunu da hilafetin kaldırılmasını şart koşarak yaptılar” şeklindeki alçak yalanları daha fazla yaymalarına tahammül etmemeli diyorum. Bu yalanların deşifre edilmesi ile tam da bugün yani 6 Ekim günü, İstanbul’u, emperyalist düşman çizmesinden kurtaran kahraman atalarımızın ruhlarının huzur bulmasını diliyorum.

“Keşke Yunan galip gelseydi” diyen hain ve uşak ruhlu zihniyetin, Vahdettin’in İstanbul Limanı’ndan bindiği gemilere yüzerek de olsa yetişerek onun arkasından istediği yere gitmesi gerektiğine vurgu yapıyorum.

13 Kasım 1918 ve 16 Mart 1920 kara lekelerinin, doğduğum büyüdüğüm şu canım kentin, İstanbulumun her bir santimetre karesinden, Kuvayı Milliye logolu bir deterjanla ilelebet temizlenmesine vesile olanları, şükran ve minnetle anıyorum.

Bu şehrin ve yurdumun hiçbir toprak parçasının, bir daha emperyalist düşman çizmesi ile kirlenmemesi için içtiğimiz anda, ettiğimiz yeminlere ve verdiğimiz sözlere bağlı kalabilmek için gözümü bile kırpmadan savaşmaya devam diyorum.

6 Ekim 1923 günü İstanbul’u kurtardıkları gün, Galata Köprüsü üzerinde saygı geçişi yapan Şükrü Naili Paşa komutasındaki, Mustafa Kemal Paşa’nın kahraman askerlerinin aziz hatıraları önünde saygı ile eğiliyorum.

Antikorun Kadar Konuş!..

Zafer ArapkirliZafer Arapkirli
Cumhuriyet, 01 Ekim 2021

 

Soçi Zirvesi öncesi, basında ve kamuoyunda pek çok konu başlığı ele alındı ve tartışıldı. Başta Suriye olmak üzere, S-400 meselesi, doğalgaz ticareti vesaire.

Ama liderler, girişteki bir iki “diplomatik nezaket cümlesi” haricinde bir laf etmeyince, hatta zirveye Dışişleri ve Savunma bakanları bile dahil edilmeyince, ortak bir bildiri bile yayımlanmayınca, tam bir karanlık durumu söz konusuydu.

Bilgi karanlığından söz ediyorum. Demokratik ülke ve yönetimlere yakışmayan, zaten her ikisi söz konusu olduğunda da “pek demokratik sayılmayacak” formasyonda devletler ve yöneticilerden söz ettiğimiz bir durum.

Bunun yerine, zirve ile ilgili ne biliyoruz?

Şu müthiş muhabbet mesela:

“Antikorunuz kaç sayın Putin?”

“Valla, 4 – 5 filan olmalı… ”

“Ohooo.. O da bir şey mi? Benimki 1000 civarında”

Düşünsenize, aradaki fark tam da hava atılacak bir fark. 5’e 1000 gibi bir uçurum var.

Tabii, ev sahibi devlet başkanı Putin nezaketinden olsa gerek, “Sevgili dostum Tayyip. Bana da ver senin TÜİK’i, ben 10 bin bile çıkarırım antikorumu” dememiş anlaşılan.

Kibarca, “Ölçüm kriterleri farklı olabilir tabii” diye, diplomatik bir manevra ile geçiştirmiş bu “antikor yarıştırma” seansını.

Bizim Cumhurbaşkanımız bir ara da “Hangi aşı?” muhabbetine bağlamış.

Anlaşılan, Putin “Devam aşınızı bizim Sputnik’ten yaptırın” deyince, bizimki de “Turkovac verelim” filan diye marka yarıştırmaya da girişmişler.

Olabilir. Böyle “hoşluklar”, İngilizlerin “Ice breaker” dedikleri tarzda, o “soğuk resmi ortamları ısıtmak ve buzları kırmak” amaçlı ayaküstü muhabbetlerinde yaşanır. Güzeldir de.

Ama neticede üç saat ne konuştuklarını merak etmemize engel değil bunlar.

Hepimiz, hem Rusya halkı hem de Türkiye Cumhuriyeti olarak şunları bilmek istiyoruz:

Suriye’de İdlib’de çok sayıda askerimizin şehit olduğu saldırılar da dahil olmak üzere, yaşanan çatışmaların ve gerilimin sorumlusu kim? Son dönemde şehit olan askerlerimizin katilleri kimler?

Oradaki durum ne boyutta? Daha iyiye ya da kötüye gidip gitmemesi için neler kararlaştırıldı?

Erdoğan’ın Amerikalı TV muhabiri üzerinden Biden’a attığı “zarf”ın içeriğindeki gibi, “Yeni S-400 siparişi ve hatta Rusya’ya uçak siparişi” olacak mı? “Dostum Vladimir”le bunu konuştunuz mu?

Kış geliyor. El yakan doğalgaz fiyatlarının daha da fazla yakması anlamına gelecek bir “zam” gelecek mi Rusya’dan? Yani, Putin “Vatandaşlarının Antalya’da harcadığı dövizleri, doğalgaz parası olarak geri alacak mı?”

“Senin antikorun kaç bilader?” muhabbeti filan iyi, hoş da…

Karın doyurmuyor yani.

Biraz ciddiyet.

New York Seferi Abuklukları

Cumhuriyet, 24 Eylül 2021

 

Sosyal medyada, trollerin ezberledikleri ve en sık kullandıkları “çemkirme” cümlelerinden biri şudur:

“Ya her şeyi de eleştirmeyin ya. Bir şeyi de eleştirmeyin ya. Körü körüne muhalefet yapıyorsunuz ya…”

Bu trol tayfasının kafaları ermiyor tabii. Dönüp de efendilerine, “Ya, her şeyi de bu kadar berbat etmeyin ya! Bir şeyi de doğru dürüst yapın. Her yaptığınızda da duvara toslamayın” deseler, mesele kökünden hallolacak aslında.

Şu Türkevi (Turkish House) açılışı mesela…

Senin gencecik öğrencilerin sokaklarda sabahlamak zorunda iken, elin memleketinde “itibar” adı altında birilerini zenginleştirme projesine “Lale Gökdelen”e milyonlarca dolar “gömmeyi” eleştirmeyecek miydik?

Mesela, şu “Daha Adil Bir Dünya Mümkün” kitabının tanıtım çalışmaları. Sanki “Dünyayı değiştirecek ‘Best Seller’ bir başyapıt”tan söz edercesine, New York’u ayağı kaldırmaya çalıştılar. Caddelerde sokaklarda kamyonlara, minibüslere kitap kapağını “giydirip” dolaştırdılar. Times Square’in ışıklı ilan panolarına reklamlar verdiler. Milyonlarca kişinin izlediği ve milyarlarca TL harcanarak kiralanan o panolara yansıtılan yazılardaki İngilizce hatalarını bile görmezden mi gelecektik? “A Fairer Word Is Possible” ifadesini, “is” kelimesini atlayarak, cümle âlemi kendimize güldürmek suretiyle yazdırma rezaletine ses çıkarmayacak mıydık yani?

O paraların bizlerin cebinden çıktığını, “Neye yaradığını bir türlü anlayamadığımız, tarihi New York Seferi”nin masraflarının, alınan (ya da alınamayan) sonuçlara değip değmediği konusunda ağzımızı açmayacak mıydık?

Yandaş gazetecilerin, Türkevi binasını önünde, Cumhurbaşkanı ve eşinin kitapları ile poz vermesinden başka ne amaca hizmet ettiği belli olmayan bir “New York Çıkartması”nın hesabını sormayacak mıydık?

Devletin “eliti” ve onların “yandaşı beslemesi” medyanın, kasası tamtakır hale getirilmiş, üç kuruş dövize muhtaç olan bir ülkenin ödünç alınmış Dolarlarını Amerika yollarında sarf etmesini kenardan “öylece” izleyecek miydik?

Biraz bunlara kafayı yorun troller.

Bize değil, onlara çemkirin.
=========================================
Dostlar,

Sn. Arapkirli’nin bu değerli yazısını gecikerek yayınlıyoruz, özür dileyerek..
Hafta sonu ADD’nin (Atatürkçü Düşünce Derneği) Genel Kurulu vardı.
Seçime giren 4 liste, uzlaşarak bizi ortak önerge ile Divan Başkanlığı’na aday gösterdiler.
Cumartesi, ardından Pazar günü… Pazartesi sabahına dek aralıksız çalıştık.
Web sitemizi ihmal ettik..
İzleyicilerimizden ve Sn. Zafer Arapkirli’den hoşgörü dileriz..

Sevgi ve saygı ile. 28 Eylül 2021, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
Atılım Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı Anabilim Dalı
Sağlık Hukuku Uzmanı, Siyaset Bilimi – Kamu Yönetimi (Mülkiye)
www.ahmetsaltik.net         profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik    twitter : @profsaltik     

 

 

Ayran – tahtırevan

Zafer ArapkirliZafer Arapkirli
Cumhuriyet, 22.09.21

Riyaseticumhur’un “Tayyare-i Hümayunu”na doluşup New York seferine çıkan “Heyet-i Muktedir”in üyelerinden bir hanımefendi, dün sosyal medya paylaşımını bir de ünlü müzik parçası ile süslemişti. Hani “story” dedikleri paylaşımlar var ya. Geri planda çalgılı malgılı, şarkılı türkülü…

“New York New York…” diye çığırıyor.

En çok Frank Sinatra’dan dinlemeyi sevdiğimiz o “efsane” şarkının nakaratı şöyledir:

“If ı can make ıt there
I’ll make ıt practically anywhere
It’s up to you
New York, New York”

(Mealen – Burada başarabiliyorsam, herhalde nerede olsa yaparım. Artık gerisi sana kalmış. New York, New York)

Olayı daha iyi anlatamazdı, başka bir şarkı.

“Orada” yani New York şehrinde kendilerini nasıl hissediyorlarsa her yerde öyle hissedebileceklerine, daha da ötesinde “kendilerinden başka herkesin de öyle hissedebileceğine” inanan bir zihniyetle karşı karşıyayız.

Geride bıraktıkları Anavatan’da yaşayan insanların da bu “yapay coşkuyu” iliklerine kadar hissetmelerini istiyorlar adeta.

ABD’nin ve dünyanın en cafcaflı şehrinde, 36 katlı, 171 metre yüksekliğinde bir gökdelen dikince, bütün sorunların çözüleceğine, “kendin uydur kendin inan, kendin yarat kendin tapın, kendin pişir kendin ye” kabilinden bir yapay mutluluğun hem kendilerine hem de 20 yıldır daha da yoksullaştırdıkları bu ülkeye ve halkına “itibar” kazandıracağına inanıyorlar.

New York New York türküsünü mırıldandıkları sırada, Türkiye’nin büyük kentlerinin, ortanca ve küçük kentlerinin ve hatta bilcümle kentlerinin ıssız parklarında “mehtaba karşı” ama hiç de keyif içinde olmadan, tam tersine “ıstırap içinde” yatmakta olan öğrencilerin bulunduğu gerçeğini hiç hatırlamadan.

O türkünün nameleri ile dans ettiklerinde ve (muhtemelen Tayyare-i Hümayun’un kumandanına çaktırmadan) New York’un 55 yıldızlı otellerinin barlarında Martini’lerini yudumlarken ertesi sabah İstanbul’da bir ilkokul müdürünün istediği 2 top fotokopi kâğıdını ve 1 paket tuvalet kâğıdını yollayamadığı için, çocuğunun mahcubiyetinin hesabını yapan işçi babanın halini hiç düşünmeden.

Muhtemelen, “Selçuklu motifleri” (neresinde olduğunu ben göremedim. Belki de örtüyü kaldırıp iyice aşağı bakmak lazım) ile bezenmiş, “Lale Gökdelen’in” önünde çektirdiği fotoğrafın, gazetenin hangi sayfasında kaç sütun, kaç santim gireceğini ve bunun “Otağ-ı Hümayun” nezdinde ne kadar puan yapacağını hesap ediyordu bazı gazeteci kılıklılar. Ama aynı anda mesela Ankara’da bir semt pazarında akşam karanlığı basarken kenara atılan çürük-çarık domates, biber, patlıcanları ayıklamaya gelen orta yaşlı emekli hanımların, görünmemek için başlarındaki örtüyü gözlerini de kapayacak şekilde aşağı kaydırdıklarından haberleri bile yoktu.

Kısacası, utanmıyorlardı hiç.

New York’un ana caddelerinde 821 First Avenue adresine doğru “ciyak ciyak bağıran” milyonlarca dolara kiralanmış mavili-kırmızılı çakarlı eskort araçları içinde bizlerin vergileri ile hava basarken dilimizin o en “oturaklı” deyimlerinden “Ayran ve tahtırevan” içerikli deyimi akıllarına getirmişler miydi acaba bir an için?

“İçeride” mikrofonu ellerine aldıklarında “Valla ben esasen dikey yapılaşmaya karşıyım” diyenlerin, New York’ta “171 metrelik gökdelen dikmekle” nasıl övündüklerini yılışık bir hayranlık ve huşu içinde dinledikleri belliydi.

Ama mesela, o “Lale Gökdelen”e harcandığı söylenen 291 milyon dolar para ile kaç okula, kaç rulo tuvalet kâğıdı ve sabun alınabileceğini, kaç öğrencinin altına geceleri birer sıcak döşek ve üzerlerine kaç battaniye örtülebileceğini, kaç SMA hastası çocuğu hayatta tutabilecek bir kutu ilacın alınabileceğini, kaç emeklinin ay sonunda “maaşından insafsızca kesilen” ilaç parasının “devlet baba” tarafından karşılanabileceğini, kaç fedakâr hekim ve hemşireye (misal) 300’er TL ilave ödeme yapılabileceğini umursamıyorlardı bile.

Ama Martini, ayrandan daha lezzetliydi tabii.

Ama, “Heyet-i Hümayun”un konvoyundaki deri koltuklu serin klimalı kiralık limuzinlerinde kafalar öyle çalışmıyordu tabii ki. Ankara ile konuşurken muhtemelen “Ay şekerim. Öyle yoğun bir program var ki, senin o Fifth Avenue’daki tarif ettiğin dükkâna uğramaya hiç fırsatım olmadı. Dönüşte Duty Free’den bakarım. Modelini bana WhatsApp’tan bi daha yollayıver canikom. Öptüm Bye..” muhabbetinden, bu saydıklarıma vakit kalmıyordur.

Bazıları, “500 yılda bu toprakları yönetenlerin attığı en büyük adım olduğuna” bile inandırılmışlardı. Öyle bir rüya içindeydiler.

Dedim ya… “Landon”un (Tahtırevanların sonradan icat olunan tekerlekli bir üst modeli) konforu, ayran bulamamanın sıkıntısını unutturuveriyordu, o pırıltılı “Debdebe-i Hümayun” seansları sırasında.

‘Al gülüm – Ver gülüm’

Zafer ArapkirliZafer Arapkirli
Cumhuriyet, 17 Eylül 2021

 

Bunca yıldır (40 yılı aşkın) bu mesleğin içindeyim, meslek kuruluşlarının yıllık geleneksel ödüllerine ne yaptığım işlerle başvuruda bulunmuşluğum ne de başkaları tarafından önerilip ödüllendirilmişliğim vardır. Küçümsemek için söylemiyorum. İlgilendiğim bir konu değil. Bunun dışında, beni onurlandıran bazı sivil toplum örgütleri ve meslek kuruluşları, vakıflar gibi oluşumların “Kendiliklerinden Takdir” anlamına gelen ödüllerine layık görüldüm. Onurla aldım, baş köşemde saklarım. Daha geçenlerde ustalarımdan rahmetli Erbil Tuşalp adına, TAKSAV (Toplumsal Araştırmalar Kültür ve Sanat için Vakıf) tarafından bana verilen ödül gibi.

Zaten, son yıllarda, özellikle AKP iktidarında bu alanda, yani “Meslek kuruluşları”nın ödüllerinde, bir tür “kamplaşma” çağrıştıran “Bizimkilerden Bizimkilere Ödül” furyası dikkat çekiyor. Herkes kendi cenahından habercilere, TV – radyo – internet programcılarına, yazarlara bol kepçeden ödül veriyor.

Bir nevi “Söyle bana ödül alanı, söyleyeyim sana kimin verdiğini” manzarası ortaya çıkmakta.

Çarşamba günü de bunun “Presidential” (Riyaseticumhur) seviyede bir örneğine tanık olduk. “6. Anadolu Medya Ödülleri” dağıtılırken, Reisicumhur da oradaydı. Hatta yine bu platformu, bir siyasi mesaj vesilesi olarak da kullandı, haliyle.

Ödül alanlara bakınca, “Körler Sağırlar…” misali, “Muktedirler – yandaşlar, birbirini candaşlar…” diye bir atasözü bile üretebilirdiniz.

Yılın En Başarılı Tombalağı Ödülü mü istersiniz?

Yılın En Başarılı Tereyağlı Pamuk Mucidi Ödülü mü ararsınız?

Yılın Abdül’ü ödülü mü?

Ne ararsan vardı sahnede.

En güzeli de Cumhurbaşkanı’nın, kendi İletişim Başkanı’na, “Yılın En Vizyon Geliştiren İletişimcisi” Ödülü’nü takdim etmesi oldu. Niyeyse?

Devr-i AKP’de öyle şeyler gördük ki, bunu da yadırgamadık tabii.

Ama bir şeyi yadırgadık.

Ödülleri veren kurumu merak edip de “Kimmiş bu zevat?” diye, Anadolu Yayıncıları Derneği’nin (AYD) internet sitesine girip “Hakkımızda” yazılı sekmeyi “tık”layınca boş (vallahi bomboş sayfa) bir sayfa çıkması garipti.

Hani, insan “Riyaseticumhur seviyesinde ve himayesinde bir katılımla” ödül veren bir kurumu şöyle “Kerli ferli” ve temsil kabiliyeti bir hayli yüksek bir şey varsayıyor.

O yüzden üzüldük.

Yoksa, “Alana da verene de” karışmayız.

Allah alışverişinizi bol eylesin. Bereket versin.

‘Ben yaptım abi’ devri…

Zafer Arapkirli
Zafer Arapkirli
10 Eylül 2021, Cumhuriyet

 

Yapacak hiçbir işleri kalmamış, tartışacak hiçbir mevzu, yarışacak hiçbir konu kalmamış gibi “Şahsım Kabinesi”nin Ulaştırma ve Altyapı Bakanı Adil Karaismailoğlu, akıllara ziyan bir uygulama ile kamuoyunun dikkatini çekmeyi başardı:

“Bundan böyle, ulaştırma hizmetleri kimin zamanında yapıldıysa, istasyonlara onun istediği harf tabelası konulacak”

Aferiiiiin!..

Şimdi hep birlikte “Adil Arkadaşımızın partisi” tarafından yapılan istasyona U harfi tabelasını törenle asıyoruum.. Asstıııım!

Tabii, tabela asma töreninde canlı yayında, “Oğlum neden benden önce bastın o butona? Ne yapayım şimdi seni ben? Kırayım mı kafanı? Ha? Kırayım mı?..” öfke nöbetlerini duyar gibi oluyor insan.

Yahu, muhteremler. Bırakın komikliği.

Babanızın parası ile mi yaptınız o metroları, o istasyonları? Bizim paramızla yaptığınız hizmeti, “Benim hizmetim – Onun hizmeti” diye ayrıştırmak için çok mu düşündünüz?

Eğer gerçekten bir hizmet yapmak ve imzanızı atmak istiyorsanız İstanbul’a ve İstanbulluya, Hazine’ye bir talimat verin de şu canım kente ihtiyacı olan daha fazla otobüs ve metrobüs alın, sefere koyun ki İstanbullunun sefaleti azalsın.

Ekrem İmamoğlu’nun feryadını bir yana bırakın. Siz alıp çalıştırın. Üzerine de kendi logonuzu mu koyarsınız, kelle fotoğrafınızı mı yapıştırırsınız, orasına karışmayız. Yeter ki bir hayır yapın.

Bu şehrin insanı, sizden böyle hareketler bekliyor. U – M tartışması değil.

Aksi takdirde, hem kendinizi hem memleketi dünya âleme rezil edeceksiniz.

Benden söylemesi. Bunu “dışarıdan” bir duyan olsa vallahi ağzını bırakır da “U tabelası” ile güler. Yeminle.

‘Ali Bey kafası’

Zafer Arapkirli
Cumhuriyet, 08 Eylül 2021

Sabahları KRT TV’de, Yön Radyo ile de aynı anda yayımlanan MEDYAterapi isimli güncel bir haber programı yapıyorum. Rast geldiyseniz, hem haber hem de yorum içeren, yaklaşık iki saatlik program. Programın akışı içinde, gazeteleri ve köşe yazarlarından alıntılar okuduğumuz bölümler, bir de “TV ve sosyal medyadan seçmeler” köşesi var.

Genç ve başarılı editörüm Eren Çaylan’la birlikte, her sabah bu bölüm için “rutin haber trafiği içinde görülen” ya da “kıyıda köşede kalmış” ilginç ve kimi zaman eğlenceli – mizahi görüntülere de yer veriyoruz. O görüntü ve haberleri seçerken kimi zaman önümüze düşen bir haberin gerçek mi, kurgu mu, mizah mı, asparagas mı, birilerinin toplumla dalga geçmek üzere “bestelediği” bir malzeme mi veya “kurgu – montaj – fotoşop ürünü” mü olduğuna karar veremiyoruz. Eren, birkaç kaynaktan titiz şekilde araştırıp “Evet Abi. Doğruymuş, kullanalım bunu” dedikten sonra yayın akışına koyabiliyoruz.

AKP iktidarında, öyle bir dönemden geçiyoruz ki geçmişte olmadığı kadar çok sayıda “Yok artık! Bu kadarı da gerçek olamaz” dedirten şeyler oluyor. Ama maalesef, oluyor bunlar.

Mesela, geçen gün Sayın Cumhurbaşkanı’nın, şu minik yavrunun kafasına “tok tok tok” diye, parmak orta boğumunu “kapı tokmağı” gibi kullanarak hırsla, sanki cezalandırırcasına vurması olayı.

O gün, o temel atma ya da kurdele kesme törenini canlı yayında görmediğim için, yemin ediyorum bir tür kurgu sandım. İnternette, sosyal medyada yüzlerce kaynakta görünce ancak inandım bunun gerçekliğine.

Mesela, AKP’nin “renkli” isimlerinden, grup başkanvekili Sayın Özlem Zengin’in, bir grup gencin, internette yayımlandıktan sonra bir tür “aparma, aşırma, intihal” ürünü olduğu anlaşılan bestesini, Cumhurbaşkanı’na dinletip “aferin” alma çabası. Çalıntı bestenin üzerine yazılan sözlerin abukluğu. Cumhurbaşkanı’nın da telefonla “Sizleri en kalbi duygularla selamlıyorum” diye onları kutlaması…

İnsan kulaklarına, gözlerine inanamıyor. Yetişkin insanlar böyle durumlara nasıl düşebiliyorlar? Bunları nasıl yapabiliyorlar? Gerçekten kurgu mu diye tereddüt etmedim değil…

Mesela, Ulaştırma ve Altyapı Bakanı Sayın Adil Karaismailoğlu’nun, durup dururken çıkıp da “Bundan böyle metroların girişlerindeki tabelalarda M harfi değil U harfi olacak” deyivermesi. Nasıl yani? Niye yani? Niçin yani? Pardon yani? Nereden esti yani? Siz? Hayırdır yani!

Mesela, Sayın Diyanet İşleri Başkanı Prof. Ali Erbaş’ın, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin bir bürokratı olduğunu unutup Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın temel hükümlerine aykırı bir konuşmayı, olağanüstü bir pişkinlikle yapabilmesi.

Mesela şu sözleri edebilmesi:

“Hani ‘inanç sokakta olmasın, mahallede olmasın, insanın içinde olsun’ diye bir anlayış var ya. ‘İnanç işte insan ile Allah arasında olsun, evine yansımasın, ticaretine yansımasın, siyasetine yansımasın, adaletine, yargısına yansımasın.’ Görüyorsunuz ya ortalığı ayağa kaldırıyorlar. İnançtan ayıklansın oralar, adeta bu düşünce insanlığı bu noktaya getirmektedir.”

Bu nasıl bir kafadır? Bu nasıl bir “insanların aklı, zekâsı ve mantığı ile alay edebilme” cüretidir?

Eğer devlet ve ülke bu hale geldiyse, yani devleti ve ülkeyi yönetme, yönlendirme durumunda olan insanlar gerçekten bu denli “Gerçek ile sanal arası gidip gelen” eylem ve söylemlere imza atmaya başladılarsa, bu nasıl bir olağanüstü talihsizliktir milletimiz için?

Ali Bey’e bakar mısınız?

Diyor ki, “Ben laiklik maiklik tanımam. Bana kalkıp da dini inancı ve ibadeti adalete, siyasete, ticarete bulaştırmayın diyenle mücadele ederim.”

E, o zaman da şu cevabı hak ediyor, “Ali Bey Kafası”

Bu ülkenin temel harcını karanların kullandığı en önemli hammadde “Laikliktir” Ali Bey.

Laiklik olmadan demokrasi olmaz. Neredeyse doğduğunuz andan itibaren Türkiye Cumhuriyeti’nin temelini yıkmaya yeminli olduğu anlaşılan bir zihniyetin ürünü olarak, bundan rahatsız olabilirsiniz. Laiklik ve demokrasinin bu topraklarda arızalı, yamuk yumuk da olsa hayatlarını düşe kalka idame ettirmesine tepkili ve bir tür “hınç ve kin” içinde olabilirsiniz.

Ama bu kafanızın, bu mücadelenizin ve bu kavganızın başarılı olmayacağını size garanti edebilirim.

Vazgeçin bu sevdadan.

Ya da isterseniz, vazgeçmeyin de görün.

Bunu bir meydan okuma olarak alın.

Sizlere bu Cumhuriyetin temellerine, kolonlarına ve kirişlerine dinamit koyma ve patlatma şansını tanımayacağız.

Elbette ki yukarıda aktardığım sözleri bir vatandaş olarak söyleme, yani Mustafa Kemal ATATÜRK’ün bizlere bıraktığı mirasa meydan okuma özgürlüğünü size tanıyoruz. Her ne kadar sizler, farklı düşüncelerin dillendirilmesine hatta akıldan bile geçirilmesine tahammülsüz bir zihniyetin temsilcileri olsanız da bu sizin en doğal hakkınızdır.

Ama “sade bir vatandaş” olarak hakkınızdır. Özel ortamınızda istediğiniz gibi küfredin Cumhuriyete ve anayasaya ve ATATÜRK ilke ve inkılaplarına.

Ama bunu Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının vergileri ile maaşını alan bir bürokrat olarak, resmi bir şahsiyet olarak yaparsanız, orada “Dur” derler adama.

Dur. Ve bir adım daha atma!.

Biz bu ülkeyi sokakta bulmadık.

Bu ülkeyi emperyalist çizmesinden arındırırken Anadolu toprağına akıtılan kanla kazanılmış bir ayrıcalıktır “Cumhuriyet Rejimi”.

Yıktırmaya niyetimiz yok.

Bunu öyle “erkler arasındaki ilişkileri yeniden düzenlediğiniz hileli dandik referandumlarla” filan da yapamayacağınızı bildiğinizden, tiz perdeden ötüyorsunuz ama.

Aklınızı başınıza devşirin.

O kadar da “uzun boylu” değil.

İlk sandıkta zaten “yüksek sesle” alacaksınız cevabı.

Hodri meydan!

‘Cüppeli hâkim’

Zafer ArapkirliZafer Arapkirli
Cumhuriyet, 3.9.21
Başlığa bakan, hemen şu tepkiyi vermiş olabilir:

“E, herhalde cüppeli olacak. Hâkim dediğin kişinin, kasap önlüğü ya da eşofman giyecek hali yok ya…”

Kastettiğim cüppe, o cüppe değil. Hani şu geçenlerde bir Amiral’in, üstelik de üniformasının üzerine giydiği ve tekke benzeri bir yerde namaz kılarken fotoğrafının çekildiği cüppeden söz ediyorum. “Din adamı ya da din görevlisi kisvesi” yani. Hani şu, Diyanet İşleri Başkanı’nın “resmi giysisi”nden.

Bir süre önce sessiz sedasız emekli edilen ama bu hareketinden dolayı bir yaptırıma uğramadığını anladığımız Amiral gibi, bir gün bir yerlerden, “Cüppe üstü cüppe” fotoğrafı çıkarsa şaşırır mıyız? Yani “Amiral üniforması üstü cüppe” misali, “Hâkim cüppesi üste cüppe” görürseniz, “Montajdır canım. Fotoşoptur. O kadar da olmaz” der misiniz?

Bunları neden yazdığımı anladınız sanırım. Bu köşenin içine aldığım fotoğrafta görüldüğü üzere, Adli Yıl açılış töreninde, bir yüksek yargı mensubunun, Sayın Yargıtay Başkanı’nın, yanında Cumhurbaşkanı ve Diyanet İşleri Başkanı ile birlikte ellerini açmış dua ederken fotoğrafı, Türkiye Cumhuriyeti tarihinde önemli bir eşiktir. Artık “Bu kaçıncı çivi?” diyebilirsiniz ama laikliğin tabutuna bir çivi daha çakılmıştır. Bakın, alışıldığı üzere “Son çivi” tanımlamasını kullanmıyorum. Çünkü artık, “Son çivilerin” üzerine de “ilave çiviler” çakılmaya devam edilmekte.

Anayasasına göre, bırakınız üst düzey devlet görevlilerini, üst düzey komutanlarının, siyasetçilerin, bürokratların ve her tür kamu makamında oturanların, en basit, en sıradan, en alt düzeyde memurunun bile “laiklik” ilkesine uyması gereği bulunan bir devlette, en yüksek yargı mensubunun “bir dini ritüel içinde görünmekten” kaçınmadığı günleri de yaşıyoruz artık.

Adeta özel bir şirketin özel bir tesisini ya da fabrikasını ya da mahalle çeşmesinin açılışını yapar gibi “dua ile adli yıl açmak” ne demektir yahu?

Düşünsenize, herhangi bir vatandaş, ülkenin herhangi bir yerinde herhangi bir vesile ile “Anayasanın laiklik ilkesinin ihlali” savı ile bir dava açtığında, o dosyanın önüne geleceği kişi kim? Bu hâkimler değil mi? Hepimizden daha çok bu ilkenin üzerine titremesi gereken insanlar değil misiniz siz?

Bu düşüncesizliği nasıl yaparsınız?

Bu ülkenin yüksek yargı mensupları, Cumhurbaşkanı ile birlikte “çay hasadı” fotoğrafları verdiğinde de benzer bir saikle eleştirmiş ve “Yargı erkinin bağımsızlığı – ayrılığı” ilkesini hatırlatmış, “Yargı mensubu, hele ki yüksek yargı mensubu, yürütme yetkisini elinde bulunduranla birlikte bu tür fotoğraf karelerinde yer alamaz” demiştik. Bırakınız yürütme yetkisini elinde bulundurmayı, “hiç kimse ile omuz sürtme mesafesinde” görünmemesi gerektiğini hatırlatmıştık. Ama, her defasında bizleri daha da hayrete düşüren şeyler olmaya devam etti. Cumhurbaşkanı’ nın bir konuşmacıya öfkelenip “Kalkın gidiyoruz” diye emir vermesi üzerine, emri alıp, peşine takılıp salon terk eden “ağır cüppeli yüksek hâkimler” mi ararsınız? Şaibeli iş insanları ile üstelik davasına bakacağı insanlarla birlikte aynı sofralarda, doğum günü partilerinde “ismi karanlık insanlarla anılan otellerde” pahalı tatillerde zuhur eden hâkimler mi ararsın?

Bu son “dualı” adli yıl açılışı ve ellerini açmış sure okuyan yüksek yargı mensubu fotoğrafı, yepyeni bir boyuttur bu olaylar silsilesi içinde. Kimse, Sayın Yargıtay Başkanı ya da bir başka yargı mensubunun veya devletin herhangi bir bürokratının, “Dinsiz – ateist – deist” filan olmasını talep etmiyor. Bunlar kişisel tercihlerdir. Sadece, anayasanın ve laiklik ilkesinin bize (hepimize) “dikte” ettiği şeyi talep ediyoruz:

“İnancınız, sadece yüreğinizde ve beyninizde, sizinle inandığınız güç arasında bir mesele olarak kalmalıdır. İbadetinizi de kimseye göstermeden, kimseye bildirmeden özel ortamınızda yapınız.”

Çok mu zor? Yok eğer, biri sizi (bu olayda Cumhurbaşkanı’nın ayaküstü bir oldu-bittisi olduğu aşikâr) buna zorlarlarsa, ettiğiniz yemine ve korumak zorunda olduğunuz laik anayasal düzene sadık kalarak “bırakıp çıkmak” o kadar mı zor, hâkim bey?

Üzerinizdeki cüppenin ağırlığı emrediyor bunu.

Biz değil.