Etiket arşivi: Lale Gökdelen

New York Seferi Abuklukları

Cumhuriyet, 24 Eylül 2021

 

Sosyal medyada, trollerin ezberledikleri ve en sık kullandıkları “çemkirme” cümlelerinden biri şudur:

“Ya her şeyi de eleştirmeyin ya. Bir şeyi de eleştirmeyin ya. Körü körüne muhalefet yapıyorsunuz ya…”

Bu trol tayfasının kafaları ermiyor tabii. Dönüp de efendilerine, “Ya, her şeyi de bu kadar berbat etmeyin ya! Bir şeyi de doğru dürüst yapın. Her yaptığınızda da duvara toslamayın” deseler, mesele kökünden hallolacak aslında.

Şu Türkevi (Turkish House) açılışı mesela…

Senin gencecik öğrencilerin sokaklarda sabahlamak zorunda iken, elin memleketinde “itibar” adı altında birilerini zenginleştirme projesine “Lale Gökdelen”e milyonlarca dolar “gömmeyi” eleştirmeyecek miydik?

Mesela, şu “Daha Adil Bir Dünya Mümkün” kitabının tanıtım çalışmaları. Sanki “Dünyayı değiştirecek ‘Best Seller’ bir başyapıt”tan söz edercesine, New York’u ayağı kaldırmaya çalıştılar. Caddelerde sokaklarda kamyonlara, minibüslere kitap kapağını “giydirip” dolaştırdılar. Times Square’in ışıklı ilan panolarına reklamlar verdiler. Milyonlarca kişinin izlediği ve milyarlarca TL harcanarak kiralanan o panolara yansıtılan yazılardaki İngilizce hatalarını bile görmezden mi gelecektik? “A Fairer Word Is Possible” ifadesini, “is” kelimesini atlayarak, cümle âlemi kendimize güldürmek suretiyle yazdırma rezaletine ses çıkarmayacak mıydık yani?

O paraların bizlerin cebinden çıktığını, “Neye yaradığını bir türlü anlayamadığımız, tarihi New York Seferi”nin masraflarının, alınan (ya da alınamayan) sonuçlara değip değmediği konusunda ağzımızı açmayacak mıydık?

Yandaş gazetecilerin, Türkevi binasını önünde, Cumhurbaşkanı ve eşinin kitapları ile poz vermesinden başka ne amaca hizmet ettiği belli olmayan bir “New York Çıkartması”nın hesabını sormayacak mıydık?

Devletin “eliti” ve onların “yandaşı beslemesi” medyanın, kasası tamtakır hale getirilmiş, üç kuruş dövize muhtaç olan bir ülkenin ödünç alınmış Dolarlarını Amerika yollarında sarf etmesini kenardan “öylece” izleyecek miydik?

Biraz bunlara kafayı yorun troller.

Bize değil, onlara çemkirin.
=========================================
Dostlar,

Sn. Arapkirli’nin bu değerli yazısını gecikerek yayınlıyoruz, özür dileyerek..
Hafta sonu ADD’nin (Atatürkçü Düşünce Derneği) Genel Kurulu vardı.
Seçime giren 4 liste, uzlaşarak bizi ortak önerge ile Divan Başkanlığı’na aday gösterdiler.
Cumartesi, ardından Pazar günü… Pazartesi sabahına dek aralıksız çalıştık.
Web sitemizi ihmal ettik..
İzleyicilerimizden ve Sn. Zafer Arapkirli’den hoşgörü dileriz..

Sevgi ve saygı ile. 28 Eylül 2021, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
Atılım Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı Anabilim Dalı
Sağlık Hukuku Uzmanı, Siyaset Bilimi – Kamu Yönetimi (Mülkiye)
www.ahmetsaltik.net         profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik    twitter : @profsaltik     

 

 

Ayran – tahtırevan

Zafer ArapkirliZafer Arapkirli
Cumhuriyet, 22.09.21

Riyaseticumhur’un “Tayyare-i Hümayunu”na doluşup New York seferine çıkan “Heyet-i Muktedir”in üyelerinden bir hanımefendi, dün sosyal medya paylaşımını bir de ünlü müzik parçası ile süslemişti. Hani “story” dedikleri paylaşımlar var ya. Geri planda çalgılı malgılı, şarkılı türkülü…

“New York New York…” diye çığırıyor.

En çok Frank Sinatra’dan dinlemeyi sevdiğimiz o “efsane” şarkının nakaratı şöyledir:

“If ı can make ıt there
I’ll make ıt practically anywhere
It’s up to you
New York, New York”

(Mealen – Burada başarabiliyorsam, herhalde nerede olsa yaparım. Artık gerisi sana kalmış. New York, New York)

Olayı daha iyi anlatamazdı, başka bir şarkı.

“Orada” yani New York şehrinde kendilerini nasıl hissediyorlarsa her yerde öyle hissedebileceklerine, daha da ötesinde “kendilerinden başka herkesin de öyle hissedebileceğine” inanan bir zihniyetle karşı karşıyayız.

Geride bıraktıkları Anavatan’da yaşayan insanların da bu “yapay coşkuyu” iliklerine kadar hissetmelerini istiyorlar adeta.

ABD’nin ve dünyanın en cafcaflı şehrinde, 36 katlı, 171 metre yüksekliğinde bir gökdelen dikince, bütün sorunların çözüleceğine, “kendin uydur kendin inan, kendin yarat kendin tapın, kendin pişir kendin ye” kabilinden bir yapay mutluluğun hem kendilerine hem de 20 yıldır daha da yoksullaştırdıkları bu ülkeye ve halkına “itibar” kazandıracağına inanıyorlar.

New York New York türküsünü mırıldandıkları sırada, Türkiye’nin büyük kentlerinin, ortanca ve küçük kentlerinin ve hatta bilcümle kentlerinin ıssız parklarında “mehtaba karşı” ama hiç de keyif içinde olmadan, tam tersine “ıstırap içinde” yatmakta olan öğrencilerin bulunduğu gerçeğini hiç hatırlamadan.

O türkünün nameleri ile dans ettiklerinde ve (muhtemelen Tayyare-i Hümayun’un kumandanına çaktırmadan) New York’un 55 yıldızlı otellerinin barlarında Martini’lerini yudumlarken ertesi sabah İstanbul’da bir ilkokul müdürünün istediği 2 top fotokopi kâğıdını ve 1 paket tuvalet kâğıdını yollayamadığı için, çocuğunun mahcubiyetinin hesabını yapan işçi babanın halini hiç düşünmeden.

Muhtemelen, “Selçuklu motifleri” (neresinde olduğunu ben göremedim. Belki de örtüyü kaldırıp iyice aşağı bakmak lazım) ile bezenmiş, “Lale Gökdelen’in” önünde çektirdiği fotoğrafın, gazetenin hangi sayfasında kaç sütun, kaç santim gireceğini ve bunun “Otağ-ı Hümayun” nezdinde ne kadar puan yapacağını hesap ediyordu bazı gazeteci kılıklılar. Ama aynı anda mesela Ankara’da bir semt pazarında akşam karanlığı basarken kenara atılan çürük-çarık domates, biber, patlıcanları ayıklamaya gelen orta yaşlı emekli hanımların, görünmemek için başlarındaki örtüyü gözlerini de kapayacak şekilde aşağı kaydırdıklarından haberleri bile yoktu.

Kısacası, utanmıyorlardı hiç.

New York’un ana caddelerinde 821 First Avenue adresine doğru “ciyak ciyak bağıran” milyonlarca dolara kiralanmış mavili-kırmızılı çakarlı eskort araçları içinde bizlerin vergileri ile hava basarken dilimizin o en “oturaklı” deyimlerinden “Ayran ve tahtırevan” içerikli deyimi akıllarına getirmişler miydi acaba bir an için?

“İçeride” mikrofonu ellerine aldıklarında “Valla ben esasen dikey yapılaşmaya karşıyım” diyenlerin, New York’ta “171 metrelik gökdelen dikmekle” nasıl övündüklerini yılışık bir hayranlık ve huşu içinde dinledikleri belliydi.

Ama mesela, o “Lale Gökdelen”e harcandığı söylenen 291 milyon dolar para ile kaç okula, kaç rulo tuvalet kâğıdı ve sabun alınabileceğini, kaç öğrencinin altına geceleri birer sıcak döşek ve üzerlerine kaç battaniye örtülebileceğini, kaç SMA hastası çocuğu hayatta tutabilecek bir kutu ilacın alınabileceğini, kaç emeklinin ay sonunda “maaşından insafsızca kesilen” ilaç parasının “devlet baba” tarafından karşılanabileceğini, kaç fedakâr hekim ve hemşireye (misal) 300’er TL ilave ödeme yapılabileceğini umursamıyorlardı bile.

Ama Martini, ayrandan daha lezzetliydi tabii.

Ama, “Heyet-i Hümayun”un konvoyundaki deri koltuklu serin klimalı kiralık limuzinlerinde kafalar öyle çalışmıyordu tabii ki. Ankara ile konuşurken muhtemelen “Ay şekerim. Öyle yoğun bir program var ki, senin o Fifth Avenue’daki tarif ettiğin dükkâna uğramaya hiç fırsatım olmadı. Dönüşte Duty Free’den bakarım. Modelini bana WhatsApp’tan bi daha yollayıver canikom. Öptüm Bye..” muhabbetinden, bu saydıklarıma vakit kalmıyordur.

Bazıları, “500 yılda bu toprakları yönetenlerin attığı en büyük adım olduğuna” bile inandırılmışlardı. Öyle bir rüya içindeydiler.

Dedim ya… “Landon”un (Tahtırevanların sonradan icat olunan tekerlekli bir üst modeli) konforu, ayran bulamamanın sıkıntısını unutturuveriyordu, o pırıltılı “Debdebe-i Hümayun” seansları sırasında.