Etiket arşivi: Zafer Arapkirli

“Hırsız Çuvalı”

Zafer ARAPKİRLİZafer ARAPKİRLİ
01 Eylül 2021
https://www.krttv.com.tr/hirsiz-cuvali-makale,87.htm

Ama, bu tabiri bizzat iktidar “ailesi”nin içinden biri kullandığı için rahatça aktarabiliyorum buraya. Malûm, 17 – 25 Aralık süreci olarak adlandırılan süreçte suçlanan 4 bakandan biri olan Erdoğan Bayraktar, son yaptığı sürpriz açıklamada Reis, sayın cumhurbaşkanım beni hırsız çuvalının içine koydu ve attı (…) FETÖ bana, hırsız, yolsuz ya da rüşvetçi diyememiş. Kahpe FETÖ’nün savcısı bile benim soruşturma dosyama rüşvet ve yolsuzluk kelimelerini koyamadığı halde beni rüşvet ve yolsuzluk çuvalının içine koydular. Beni de aynı çuvala koyunca liderim, dört tane bakan ile beni de hırsız diye tasvir ediyorsun…” ifadesini kullandı.

Bunun tercümesi rahatlıkla, “Birileri hırsızlık yapmıştır. Ama ben onlardan değilim. Beni ayrı değerlendirmesi gerekir” şeklinde yapılabilir. Devamında da “Ben olsa olsa görevi kötüye kullanma suçu işlemişimdir” anlamına gelecek sözler kullanıyor.

Devlette mevki, makam işgal eden insanların hırsızlık yapması, görevi kötüye kullanmış olması sanki birbirinden çok farklı şeylermiş gibi. Devlet yetkisi kullanan insanların, “suç sayılan” eylemlerinin, bütün milleti ve devlet mekanizmasını olumsuz etkilemesi nedeniyle, sanki bir “özrü” olabilirmiş gibi…

Aklıma hemen, yıllar önce İstanbul’un “Suçla anılan” bir mahallesinde narkotik şube ekiplerinin yaptığı büyük operasyon sırasında, ev ev zanlı ararken, pencerelerden birinden seslenen bir vatandaşın (malum şive ile) şöyle seslenmesi geldi:

“Memur abi. Bizde ‘ap işi olmaz. Biz ‘ırsızız, ‘ırsız…”

Daha güzel nazıl anlatılırdı?

Erdoğan Bey de, “Ben hırsızlık yapmadım. Hırsızlarla beni aynı çuvala koymayın” diyerek, “Sadece görevi kötüye kullanmış olabilirim” şeklinde “Sıyırmaya” çalışıyor anlaşılan. Var mı öyle yağma? Zaten 17 – 25 süreci patladığında yaptığı (sonradan çark ettiği) açıklamada da “Ne yaptıysam Başbakan’ın (şimdiki Cumhurbaşkanı RTE’yi kastediyor) talimatı ile yaptım. İstifam isteniyorsa, onun da istifası gerekir” demişti.

Burada bile devlet adamlığına, “Bakanlık mevkii – makamı” işgal etmiş bir insan ağırlığına yakışmayan bir “uyanıklık” vardı aslında. Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin bir bakanı, aslında bir “sıradan bürokratın – memurun” bile söylemeye hakkı olmayan bir savunma refleksine başvuruyordu.

Yasalar, “yasa dışı, hukuksuz, kurallara aykırı ve kamuyu zararı uğratacak” bir eylemin “emir olarak” verilmesi durumunda bu emre – talimata uyulmama hakkını veriyor insana. Uymasaydınız Erdoğan Bey… Baskı yaptılarsa da, istifa edip kamuoyuna durumu açıklasaydınız.

Yani, devleti hem (muhtemelen yüz milyarlarca lira zarara uğratacak) icraata imza atacaksınız, hem de “Ben hırsızlık yapmadım ki. Masumum” diyeceksiniz.

Milletin cebinden çalmakla, devletin kasasından çalmakla, görevi kötüye kullanarak devleti zarara uğratmak, kaynakların yanlış yere aktarılması arasında nasıl bir fark varsa?

Dolayısıyla, Erdoğan Bayraktar’ın bu savunması son derece ibretlik ve geçersiz bir savunma olarak boşlukta asılı kalmıştır. Şimdi Sayın Bayraktar’a düşen 2 önemli görev vardır.

  1. “Hırsız çuvalı” ifadesini bu kadar rahatlıkla kullanabildiğine göre, ortada bazı hırsızlar ve hırsızlıklar olduğunu biliyordur. O hırsızlıklarla ve hırsızlarla ilgili ne biliyorsa, gidip savcılara ve tabii ki kamuoyuna anlatmalıdır.
  1. Kendi ikrarı ile “görevi kötüye kullanma” suçunun da muhtevasını kuruş kuruş, belge belge yine savcılara ve kamuoyuna ayrıntılı biçimde beyan etmelidir. Demeç verip, mülakat verip köşeye çekilmek olmaz.

Bizim için 17 – 25 Aralık sürecinde bir yığın ses ve görüntü kaydı ile ortaya çıkan, (FETÖ tarafından çıkarılmış olsa da) pisliklerin hesabının sorulması ve muhatapları tarafından verilmesi, hâlâ önemli bir öncelik taşımaktadır. Bir suçun, bir ahlaksızlığın bir pisliğin (suçlularla zamanında işbirliği, ittifak, kankalık, yoldaşlık ilişkisi içinde olmuş olsa da) kim tarafından ifşa edildiği önemli değildir. Muteber olmayan biri, hatta bir sabıkalı, bir katil, gidip de karakola ya da savcılığa, bir suçu bir cinayeti ihbar etse, “Sırf o söyledi” diye peşine düşmeyecek miyiz?

Devletin görevi, o ihbarı yapanı da tutup “Sen nereden gördün? Nasıl biliyorsun?” diye ona da sormaktır. Belgeleri alıp incelemek ve eğer doğruysa gerçekse gereğini yapmaktır. Eğer o “çuval”ın içinde ihbar edene dair bir ipucu da varsa, onu da tutmaktır. Öyle ya, bir dönem işbirliği içinde olan iki “akraba” siyasi gruptan söz ediyoruz. Tabii bunu yapabilmek için de gerçekten tam bağımsız bir yargı aygıtı gereklidir. Bugün ise bunun bir imkanı görülmemektedir.

Yapılacak şey, Türkiye’nin bir an önce bu “Hırsız Çuvalı” muhabbeti yapılan ortamdan çıkarılması, bir erken seçimle iktidarın acilen değiştirilmesi, öncelikle yargının ve tabii medyanın, bürokrasinin, akademinin, topyekûn her şeyin bağımsız ve özgür olduğu bir hale evrilmesidir.

Yoksa, dünya âleme rezil olmamız anlamına gelen bu “Hırsız Çuvalı” söyleminin bu kadar rahat kullanılabildiği ve her ne hikmetse kimsenin de yüzünün kızarmadığı. Kızarmak bir yana, bu tabirle anılan bazı eşhasın Türkiye Cumhuriyeti’ni dışarıda “Büyükelçi” olarak temsil edebildiği bir “Ayıplı ortam” sürer gider.

“Büyükelçi” diyorum. Hani şu “Makam aracında Türkiye Cumhuriyeti’nin sembolü şanlı Ay Yıldızlı bayrağın dalgalandığı” insanlardan söz ediyorum.

Bayrağın şanının ve yüceliğinin yanında “çuval”ın pespayeliğini konuşuyoruz oysa…

Halimize bakar mısınız? 

Ne işimiz vardı?

Zafer ArapkirliZafer Arapkirli
Cumhuriyet
, 27.8.21
(AS: Bizim kısa katkımız yazının altındadır..)
Afganistan meselesi ile ilgili çok şey yazılıp çizildi. Hem sığ hem de derin ve bilgi dolu pek çok analiz dinledim ve okudum. Konunun ve bölgenin uzmanı değilim, ama benim baktığım açıdan konu “Emperyalizmin ve yedeğindeki güçlerin, yine darmadağın ettiği bir bölgede, yine içinden çıkılamaz hale getirilmiş bir kaotik yeni durum” olarak görülüyor.

Amerika Birleşik Devletleri öncülüğünde NATO’nun orada “aldığından daha da fazla berbat ederek bıraktığı” bir kargaşa ortamı görüyorum. Dahası, “Çağdışı, insanlık dışı bir zihniyete sahip ve daha da kötüsü emperyalistlerin kendi üretimi bir terör teşkilatının” eline geçen bir ülke görüyorum.

Türkiye Cumhuriyeti’nin bir vatandaşı olarak da tek bir soru soruyorum:

  • “Orada, bu kaosun ve kanlı kapışmanın orta yerinde bizim ne işimiz var?”

Suriye meselesi gibi “Sınırdaş, bölgesel çıkarlarımız olan ve ülke güvenliğimizi ilgilendiren” bir uluslararası sorun da olmadığına göre, Türkiye’nin hem kendi evlatlarını yani Mehmetçiğimizi hem de milyonlarca dolara baliğ imkânlarımızı seferber etmesi için nasıl bir sebep var?

Bunun cevabı kocaman bir “boşluk”tur.

O yüzden de hükümetin, mevcut durumun da gerçekçi bir analizini yaparak Kâbil’i ve ülkenin neredeyse tamamını ele geçirmiş olan Taliban çapulcularından gelen tehditleri de ciddiye alarak askerimizi geri çekmesini doğru bir karar olarak değerlendiriyorum. Her ne kadar çarşamba gecesi “geri çekme kararı”ndan hemen sonraki bir başka açıklamada “Havalimanının korunması ve denetimi ile ilgili niyetlerimiz sürüyor” denilse de bunu İngilizlerin “face saving” dedikleri türden, yani “zevahiri kurtarma” yani “efelenerek çıkmak” niyetli bir söz olduğuna ihtimal vermek istiyorum. Gerçek amacın ABD’ye yine (anlamsız ve ezik bir) “selam çakmak” olduğunu bilsem de…

Bırakın, emperyalist güçler ABD, İngiltere ve NATO, kendi yarattıkları kaosu ve pisliği kendileri temizlesinler. Bizden binlerce kilometre ötedeki bir meseleye bizim askerlerimizin hayatlarını kurban etmenin bir âlemi yoktur.

O asker gelip, delik deşik olmuş sınırlarımızı beklesin. Onca kaynak ve para, ülkenin başka ihtiyaçları için kullanılsın. Bu kadar nettir sorun. Kimse macera aramasın. Kimse “emperyalistlerin dümen suyunda ve stepnesi konumunda küresel bekçilik, jandarmalık” hayalleri peşinde de koşmasın.

28 ŞUBATÇI KOMUTANLAR

Zamanın komutanlarından birinin, bence düşüncesizlik ederek “Postmodern darbe” adını koyduğu ama aslında bir askeri darbe ile alakası olmayan 28 Şubat olayı, sivil muhataplarının bile “Bize darbe yapıldı” diyemediği bir hadisedir. Zamanın başbakanı Necmettin Erbakan ve yardımcısı Tansu Çiller’in, zamanın bakanlarından Meral Akşener’in bile “darbe mağduru sıfatı” ile müdahil olamadıkları bir davadır. Bir intikam ve kumpas davasıdır. Sahte delillerle ve bir yığın “açığı” ile, aslında açılmamış bile olması gereken bir utanç dosyasıdır, utanç davasıdır. Zamanın Genelkurmay Başkanı Orgeneral İ. Hakkı Karadayı’nın Özel Kalem Müdürü Hulusi Akar’ın bile (o dönem emir-komuta zincirinde olmasına karşın) sesini çıkaramadığı bir olaydır.

Haksız verilmiş bir kararın, sırf bir inat ve intikam uğruna infazına kalkışılması ve yaşlı komutanların içeri tıkılması Türkiye hukuk ve adalet sistemi adına bir utançtır.

Bunları söylerken asla “affedilip salıverilmelidirler” anlamına gelen bir talebi dillendirdiğim sanılmasın. O onurlu ve başı dimdik komutanlar, bence af talebinde bulunmamalı, “Aslanlar gibi, gerekirse ömürlerinin sonuna kadar” orada yatıp bu utanca karşı başlarını asla eğmemelidirler.

Asker olmak, vatan hizmetine ömrünü adamak, zaten bu anlama gelir. Ölüm “cezaevi hücresinde de cephede de gelse” kabullenilmelidir.

  • Asla bir yanlış yapmamışlardır.
  • Vatanın savunmasına koca ömürlerini adamış şerefli askerlerdir.
  • Gurur duyarız.
  • Allah gecinden versin, cenazelerinde de gider al bayrağa sarılı tabutlarına omuz veririz.
    ===========================
    Dostlar,

Değerli gazeteci – yazar Sn. Zafer Arapkirli’nin yazdıklarında itiraz edilecek nokta yok! AKP’nin Afganistan politikası emperyalist uyduluktan başka bir şey değildir ve en çok isyan ettiren de Mehmetçiğin kanının dökülmesidir. Biz Mustafa Kemal ATATÜRK‘ün “askerleri” olarak, O’nun tanımı ile “Ulusun yaşamı tehlikeye düşmedikçe savaş bir cinayettir.” düşüncesindeyiz. Erdoğan 2 oğlunu da askere yollamadı, şehitlere “kelle” bile diyebildi, yer – gök çok utandı O’nun yerine!

  • Hele hele Bay RTE‘nin “Talibanla da zaten zihniyet farkımız yok…” anlamındaki sözlerini kesinkes reddediyoruz. Gerçekte Erdoğan bilinçaltını elevermiştir. Taliban kurucularından Gülbeddin Hikmetyar’ın dizinin dibinde çekilmiş gençlik fotoğrafları arşivlerdedir.


Yılların Erdoğan’ı ıslah ettiğini düşünmek için elde hiçbir veri yok; İTİRAF ORTADA!

Bu arada “yetmez ama evet” çi liberal dönek ve de işbirlikçi solcuların başımıza bela ettiği AKP iktidarı bağlamında çookk derin, kapsamlı, içten… ama NAFİLE özeleştiri yapmaları gerek. Hiç olmazsa Tarih babanın gönlü olsun (!) Yanılgı olağan da, şu “5. kol misyonu” içimizi kemiriyor. Bize sorarsanız, bağışlayası değiliz, ağzımızı doldurup “Allah belanızı versin!” diyesiyiz.
***
Ergenekon, Balyoz, OdaTV, Askeri Casusluk, Poyrazköy… ve Gezi davası olarak bilinen sahte (kurgu, kumpas, tertip, hileli, tuzak, intikam) “yargı süreçlerine” (!) 24 yıl sonra 28 Şubat dosyası da eklendi; yazık!

Emekli generaller Çevik Bir, Çetin Doğan, Hakkı Kılınç, Cevat Temel Özkaynak, Erol Özkasnak, Fevzi Türkeri, Yıldırım Türker, İlhan Kılıç, Aydan Erol, Kenan Deniz, Ahmet Çörekçi, Çetin Saner, İdris Koralp ve Vural Avar.. 14 yurtsever kahramanımız;

  • Hukuka apaçık aykırı olarak, sözde hukuk adına verilen kararlar sonucunda hapse atıldılar! Kin – intikam – gözdağı – gündem oyunu, SİYASAL İSLAM… her şey var ama ADALET yok! 

Emekli – yaşlı generallerimize yapılan insanlık dışı zulmü biz de şiddetle, esefle kınıyoruz.

Sorunu web sitemizde 21 Ağustos 2021 günü işlemiştik, okumak ve paylaşmak için lütfen tıklayınız..

Sevgi ve saygı ile. 29 Ağustos 2021

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
Atılım Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı Anabilim Dalı
Sağlık Hukuku Uzmanı, Siyaset Bilimi – Kamu Yönetimi (Mülkiye)
www.ahmetsaltik.net          profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik     twitter  @profsaltik

#HALKBİLİYOR

Zafer ARAPKİRLİZafer ARAPKİRLİ
21 Ağustos 2021
https://www.krttv.co m.tr/halkbiliyor-makale,80.html

#HALKBİLİYOR

“Halk Biliyor”

Erken ya da zamanında yapılacak bir seçim kampanyasında, muhalefet tarafından harika bir seçim sloganı bile olabilir.

Gerçekten de;

Halk biliyor, işsizliğin ve pahalılığı, geçim sıkıntısının gerçek müsebbibini.

Halk biliyor, sınırlarımızın hemen ötesi dahil olmak üzere dünyanın neresinde bir “belâ” varsa, başımıza bu belaları sarmak için adeta uğraşanların kim olduklarını.

Halk biliyor, akılsız dış politika ve buna bağlı sığınmacı akını ile baş edemeyerek, bu ülkenin sosyal dokusunu bozanları, ekonomisini sabote edenleri, iç barışı imha edenleri ve bu yolla geleceğini karartanları.

Halk biliyor, Cumhuriyet düşmanı FETÖ ile ittifak yaparak bu memleketin tüm ATATÜRK’çü ve vatansever güçlerini etkisiz hale getirmek için yıllarca çaba gösterenlerin, kumpas davaları ile zulmedenlerin, 28 şubat davasında bu “bitmeyen kini” bir kez daha sergileyenlerin kim olduğunu.

Halk biliyor, en başta açılması bile abes olan bir davanın bunca yıl sürdürülmesinin ve sonunda, bu ülkeye en az 50 – 60 yıl hizmet etmiş vatanı hem dış düşmanlara, hem teröre, gericiliğe, yobazlara ve Cumhuriyet düşmanlarına karşı korumuş 80 küsur yaşında emekli generallerin cezaevine tıkılmasının ardındaki kinin ve nefretin kaynağını.

Halk biliyor, muhalefet partilerinin yönetici ve sözcülerine, muhalif gazetecilere, hükümete yönelik her türlü eleştiriyi yöneltme cesaretini ve cür’etini gösteren herkesin üzerine bir “it sürüsü” ya da bireysel bir “it terörü”nü sevkedenlerin kimler olduğunu.

Halk biliyor, Türkiye’nin cânım doğasını katledenlerin, doğal afetlere karşı bu ülkeyi hazırlıksız hale getirenlerin, deprem, sel, yangın gibi afetlere karşı önlem almayarak, mesela yangın uçaklarının “kanatlarını kırarak” sorumsuzluğun doruklarında dolaşanların kimler olduğunu.

Halk biliyor, akademiyi iğdiş ederek, var olan birkaç doğru dürüst üniversitemizi bile çalışamaz hale getirmek için rektör değil “kayyum atama” yöntemine başvuranların, üniversitenin taşının toprağının bile karşı olduğu adamları zorla, bir kin bir inat bir nefret uğruna atayanların kim olduğunu.

Halk biliyor, hilesiz hurdasız helal oylarla seçilmiş yerel yönetimlere ya kayyum darbesi ile ya da dalını budağını keserek, etkisiz bırakarak, yetkilerini kısıtlayarak, kaynaklarını keserek, kaynak bulmasını engelleyerek çalışamaz hale getirenleri.

Halk biliyor, pandemi ile mücadelede başarısızlığın kaç cana mal olduğunu, milletten gerçekleri gizleyerek işin içinden çıkılamaz hale getirildiğini.

Halk biliyor, eğitim sistemini neredeyse 50 yıl öncesinden beter seviyelere getirenlerin kim olduğunu.

Halk biliyor, çarşıdaki pazardaki yangının kundakçılarını.

Gayet iyi biliyor bu halk.

Ve bu vandallıkların faturasını çok yakında sandığa gittiğinde gayet güzel kesecek.

Hiç endişeniz olmasın.

Yahu, siz aklınızı mı yitirdiniz?

Zafer ArapkirliZafer Arapkirli
Cumhuriyet, 20 Ağustos 2021

Türkiye’de, son zamanlarda her kesimden gelen seslere kulak verdiğinizde, insan gerçekten bir rüyada, hatta bir kâbusun tam ortasında hissedebiliyor kendini. Öyle laflar edilebiliyor, öyle fikirler savunulabiliyor ve öylesine “akıl ve mantık sınırlarının dışına” çıkılabiliyor ki hani şu malum (buraya yazamayacağım) küfür ifadesinin “zekice” üretilmiş (masum) karşılığı ağzımızdan dökülüyor:

“Yok artık!..”

Mesela, önüne gelen bu Covid-19 pandemisi ve bununla mücadele konusunda bir şeyler söyleyebilme hakkını kendinde görüyor. Yahu, tıp biliminden, bunun Halk Sağlığı denen dalından, Epidemiyoloji denen yan dalından, tababetten, farmakolojiden, biyolojiden filan söz ediyoruz. Yani, en azından 6 – 8 yıl temel bir eğitim ve pratik sonrasında bile daha “başlangıç seviyesi”nde kabul edilip üzerine en az bir o kadar koyulmadan “yetkin” sayılmayan insanlardan söz ediyoruz. Bunların bile “bir konuşup üç sustuğu” yani son derece temkinli konuşabildiği bir alandan söz ediyoruz. Öyle, önüne gelen “her cahil nagehan”ın fikir yürütebileceği ve fetva verebileceği bir şeyden değil.

Kafayı mı yediniz kardeşim?

Mesela, Afganistan’da yönetimi ele geçiren ve sicili belli, niteliği belli, (kendileri gibi terör örgütleri dışında), tüm dünyanın terör örgütü olarak kabul ettiği bir katil ve caniler sürüsünün “Afgan kardeşlerimiz” diye tanımlanmasından söz ediyorum. Türkiye Cumhuriyeti’nin koskoca yöneticilerinin, (ki aralarından biri Ankara – Çubuk’taki terörist linç çetesine de “Arkadaşlar, mesajınızı verdiniz. Tamam” diye hitap etmişti)“Afganlı kardeşlerimiz” diye hitap etmesinden…

Aklınızı peynir ekmekle mi yediniz?

Mesela, bir yabancı heyetin başkanı ile birlikte yapılan basın toplantısında, konuk liderin Büyük reformcu Mustafa Kemal ATATÜRK dediğinde, ev sahibi devlet katında bu sözlerin “tercüme edilmesinden duyulmuş olabilecek korku”dan söz ediyorum. Bu nasıl bir iğrenç ve aşağılık korkudur?

Siz “kayışı mı” sıyırdınız birader?

Mesela, doğu sınırlarımızda yaşanmakta olan endişe verici bir göç dalgası karşısında, ülkenin sınırlarının “delik deşik olduğuna, yol geçen hanına döndüğüne” dikkat çeken bir grup gencin “Hudut namustur” diye pankart asması üzerine gözaltına alınmalarından söz ediyorum. Bundan daha da absürt ve vahim olmak üzere, Cumhuriyet Halk Partisi’nin bu slogana sahip çıkması üzerine “namus” sözcüğünü, ille de “bel altı” ve cinsellik bağlantılı bir kavram olarak algılanması pratiğine sahip çıkan “aklı başında sandığımız” (aklı evvel) sözüm ona aydın kadınlarımızın komik ve absürt tepkisinden söz ediyorum. “Namus” deyince, aynı “Cübbeli’nin anladığı” versiyona yazılanları kastediyorum.

Siz, ne dediğinizin farkında mısınız?

Yandaş, Yalaka, Yalancı, Yılışık, Yardakçı, Besleme 5Y1B medyasından bir köşe yazarının “Ellerinden gelse Erdoğan’sız bir Türkiye hayali kuracaklar” cümlesinden söz ediyorum. Herifin “abdüllük düzeyine”ne bakar mısınız? Recep Tayyip Erdoğan’ın yönetmediği bir Türkiye hayali kurmayı, adeta “suç” sayacak. Bu derece kendini bilmezlikten, bu derece bir hödüklükten söz ediyorum.

Sizin beyniniz yüreğiniz ilaçlanmış mı?

Bir sporcu genç kadının, cinsel yönelimini “mangal gibi yüreğini” ortaya koyarak kamuoyunun önünde deklare etmiş olması karşısında, ona hakaret eden ve “ahlak” dersi vermeye kalkışan “badeci, sübyancı, ensarcı, pedofil, 4 eşlilik savunucusu” kerkenezlerden söz ediyorum.

Ne yer, ne içersiniz siz?

Mesela, Karadeniz’deki sel felaketinin, neredeyse her tekrarlandığında ortaya bir kez daha çıkan “Dere yatağına yapılaşma” hatasından kaynaklandığını bile bile buna karşı önlem almak yerine “E, biz demiştik yapmayın diye” diyen, ama iki cümle sonra, “Vatandaşın yıkılan evlerinin hızla onarılmasına yardım edeceğiz” diyen sorumsuz yetkililerden söz ediyorum. Yine bu sel felaketi üzerine “IBAN verelim, devlete yardım edin. Başka türlü altından kalkamayız” diyen, ama üç gün önce “Uçaklarımız yangına yetişmiyor Help Turkey” diyenleri neredeyse “ülkeyi güçsüz göstermeye çalışan vatan hainleri” diye karalayan minnacık beyinli kafadan söz ediyorum.

Hangi birini sayayım?

Siz çoğaltabilirsiniz.

Acıyarak bakıyorsun da…

Zafer ARAPKİRLİZafer ARAPKİRLİ

https://www.krttv.com.tr/aciyarak-bakiyorsun-da-makale,79.html, 18 Ağustos 2021

Zavallı insanların Taliban teröristleri tarafından kalaşnikofla infaz edilmelerinden tutun da, minicik kız bebelerin evlerinden ailelerinden zorla kopartılıp ırz düşmanı sakallı caniler tarafından tecavüze götürülmelerine, ülkeden kaçış paniği içinde uçakların tekerleklerine tutunmaya çalışan çaresiz insanlara kadar, binlerce yürek parçalayıcı görüntüyü artık neredeyse ezberledik.

Bu görüntülere ve oradan gelen haberlere bakarak, bir yandan da bunlara paralel şöyle (haklı) bir söylem yaygınlaştı:

“Yine de, ülkemizin kıymetini bilelim. Mustafa Kemal ATATÜRK ve arkadaşları, kurdukları Cumhuriyet ile bize çağdaş bir medeniyetin yolunu açmamış olsalardı, bizim kadınımız da bu durumda olacak. Ülkemiz de böyle taş devrinden fırlamış heriflerin eline geçmiş olacaktı…”

Bu söylem (ve önerme) ile, bir tür “öz-kutlama” (İngilizlerin “self-congratulation” tabirini ödünç aldım) yapıyoruz yapmasına da….

Acaba durum öyle mi? Yani tam olarak haklı mıyız bu konuda?

Yani, Mustafa Kemal ATATÜRK’ün o yüce mirasına sahip çıkabildiğimizi söyleyebilir miyiz, gönül rahatlığı ile?

Meselâ, eğitim alanında 1923 – 33 – 43 döneminde yapılan atılımları, Yüzüncü Yıl’ın, 2023’ün eşiğine ne kadar taşıyabildiğimizin samimi bir muhasebesini yapabilir miyiz?

Daha dün, benim için Taliban zihniyetinin çılgınca alkışladığı bir “İstanbul Sözleşmesi’nden çekilme kararına” ne kadar direnebildiğimizi, acaba “yüzümüz kızarmadan” gözden geçirebilir miyiz?

İmam Hatiplerin, ATATÜRK’çü çağdaş eğitim sistemi idealine galebe çalması anlamına gelen son 20 yıllık (hattâ Kenan Evren’le başlatırsak son 40 yılın – ki Cumhuriyet döneminin yüzde 40’ına tekabül eder) dört nala koşusunu ne kadar engelleyebildik?

İçki yasağı, eğlence yasağı, bazı yerlerde kılık kıyafete karışmalar, o karışmaların bizzat devletin en tepesindeki kişi tarafından dillendirilmesi (“Kadıköy vapurundan inenlere bakıyorum da…”) İnkılap Tarihi derslerinin ufaktan ufaktan “iğdiş edilmesi” girişimleri. Temel eğitim kitaplarına takkeli sarıklı, cüppeli figürlerin, kadını ve kız çocuklarını aşağılayan unsurların hızla iliştirilmesine ne kadar direnebildik?

Cüppeli – Takkeli Amiral’e ne yapabildik? Huzur içinde şimdi orduevinde kahvesini yudumlamasına ve tavlasını oynamasına giden yolu açanlara öfkemizi ne kadar dillendirebildik? Ayasofya’da ATATÜRK’e küfretme cür’etini gösterebilen (mesele bu cür’ette gizli zaten) alçağa ne yapıldı? Kaç kuruşluk ceza aldı? Yarın, bunun gibilerin on binlercesi sokağa çıkıp topluca küfrettiklerinde şaşıracak mıyız, meselâ? YouTube’da yapmıyorlar mı zaten her gün? Oyun çağında bebelere, kız çocuklarına sulanmıyorlar mı, o pis ağızlar?

On yıllardır, (sadece AKP ile koalisyon yaptıkları – ve hala tam olarak bozulduğundan emin olamadığım –  son 20 yılda değil) bütün iktidarlar döneminde adım adım iktidarı ele geçiren, örgütün başındaki Ağlak Hain Vaiz Fetullah’ın ifadesi ile “Harbiye’yi, Mülkiye’yi, Adliye’yi, Maarif’i, Tıbbiye’yi ve bilcümle Cumhuriyet Kaleleri’ni” fetheden FETÖ belası karşısında ne kadar etkili olabildik?

Taliban’dan daha mı masumdu, bu Cumhuriyet Düşmanı alçak örgütlenme? Kozmik Oda’ya bile girdiklerinde tek bir engelle karşılaştı mı bu hainler? Yani, “Taliban ne kadar da hızla teslim aldı Kabil’i?” diyenler, bu karşılaştırmayı yaptıkları zaman ne düşünürler? Harp Okulları, Harp Akademileri, Kuleli’ler, Kozmik Oda’lar filan, çok mu kararlılıkla direnebildiler FE-TALİBAN’a?

Bence hiçbir zaman söz konusu olmayan “Başörtüsü esareti” diye bir mit uydurup, onu “Siyasal simge” (“velev ki siyasal simge” sözünü bizzat bu ülkenin başbakanı, bugünün cumhurbaşkanı etmedi mi?) yaparak, bayrak haline getirerek, kamusal alana sonunda egemen kılarak, Cumhuriyet’in burçlarına dikerlerken ne kadar siper ettik gövdemizi? Tek tek, kişisel direnişleri saygı ile anarak söylüyorum bunu. Ama çarşaflılara ATATÜRK’ün partisinin rozetini takarak, “üç oy üç oydur abi…” hatalarını (bence suçlarını) işleyenler de bugün Taliban esaretindeki Afgan Milleti’ne “acıyarak” bakarken hiç mi sıkılmayacak? Hiç mi utanmayacaktır?

Bugün çarşaflılara rozet takarak oy hesabı yapan, yarın da burkalı hakimi, burkalı subayı, burkalı doktoru baştacı etmez mi? Kadınına bunu layık görmek, sizce sadece “simgesel – şekilsel ve anlamsız” bir jest miydi?

Nerelere geldiğimizin farkında mısınız?

Yani Cumhuriyet Gazetesi’nin o meşhur kapağındaki gibi “TEHLİKENİN” farkına varabildik mi gerçekten?

Ezcümle…

Afganistan’a ve Afganlara “acıyarak” bakmak, biraz kendimizi “samimi bir testten geçirmeden ve fazla üsttenci” bir tavır değil mi?

1923 Türkiye’si ile, Mustafa Kemal ATATÜRK’ün çizdiği rota ile ne kadar alâkamız kaldığını, üstelik onların bir “ATATÜRK’ü bile olmadığını” düşünürseniz…

‘Alarm zili’ mi dedin?

Zafer Arapkirli
13 Ağustos 2021, Cumhuriyet

 

Ankara Altındağ’da yaşanan, Suriyeli ve Afgan göçmen ailelere yönelik utanç verici, buram buram faşizm kokan “Pogrom”un ardından, bazı yandaş ve yalaka yazarlarla, onların gönüllü yardakçısı “YetmezAmaEvetçi” liboşlar, “alarm zili” tanımı yapıyorlar.

Ne “alarm zili”nden söz ediyorsunuz?

Biz o zilin ilk “tını”larını 10 yıl önce duyup da avazımız çıktığı kadar bağırmaya başladığımızda, biz o zilin ilk “çınlamaları” karşısında “yapmayın etmeyin, büyük bir felaketin eşiğindeyiz” diye sütunlarımızda uzun uzun yazılar döşediğimizde, ekranlarda adeta yalım yalım yalvardığımızda, kulağınızın üzerine yatmaktaydınız.

Derin bir uykudaydınız, hepiniz.

Kiminiz “Reis”in ve Davutoğlu Ahmet’lerin “Fetihçi” hayallerinin peşine takılmış, “Ortadoğu haritasının yeniden tasarlanması” planlarının çizimine mürekkep taşımaya koyulmuştunuz. Kiminiz, “Türkiye, bölgedeki endişe verici gelişmelere duyarsız kalamaz” bahanesi ile bu millete yutturulmaya çalışılan ve yüzlerce askerimizin hayatına mal olan maceralara “mehtervari – milliyetçi soslu fon müzikleri” bestelemenin çabasındaydınız.

İlk tüfek patladığında, ilk şehit haberleri gelmeye başladığında, bölgesel yangına ilk benzin bidonları döküldüğünde ve bunun sonucu olarak ilk sığınmacı kafilesi sınırdan (Hatay, Ş. Urfa, G. Antep) girdiğinde, bunun “yüksek desibelli bir alarm zili” sayılması gerektiğini söylemiştik.

Ama düzenin dümen suyunda yol alan teknelerinizde rahatınız bozulmasın diye, malum “DokuzSekiz Ahmet gibi patronlarınıza viski servisi yaparken tekne sallanmasın da viski dökülmesin, tavla zarları yer değiştirmesin diye” sesinizi çıkarmadınız.

Bugün tüm yandaş, yalaka, yılışık, yalancı, besleme tayfası ile onlara takviye gücü olarak koşturan, “eski Suriye politikası savunucusu – şakşakçısı” liboş tayfası, kalkmış bu ülkenin vatanseverlerine, demokratlarına “akıl hocası” kesiliyor.

“Aman efendim. Pogrom’a benzin dökmeyelim” yazıları yazanlar mı istersin?

Sığınmacı sorununun artık bir milli güvenlik sorunu olduğuna dikkat çekenleri (milli kelimesini kullandığımız için) “ırkçı koroya dahil olmakla” suçlayanlar mı (bize solculuk dersi verecek) ararsın?

Hatta ve hatta, bu kavgaların ve ırkçı – faşist saldırıların yaşanacağı uyarısında bulunanları “saldırıları mazur göstermekle” suçlayanlar mı?

Düzensiz ve kaotik (AS: karmaşalı) sığınmacı akınını, delik deşik hale gelmiş sınırlardan neredeyse her dakika başı binlerce Afgan (ve hâlâ Suriyeli) göçmenin girip çıkmasını (mesela bayram ziyaretlerini) savunanları, bu durumu “ABD’nin, Almanya’nın, Fransa’nın geçen yüzyılda yaptıkları düzenli – sistematik – kayıtlı – kuyutlu göçmen emeği ithalatı” ile bir tutan zekâ özürlüleri saymıyorum bile.

Hangisini sayayım?

Bu arada, ortalıkta dolaşmaya başlayan “Düzensiz sığınmacıları ve bunlar üzerinden bozulan demografik yapıyı, kaotik bir hale gelmiş olan asayiş ortamını istismar ederek silahlı – silahsız güç ya da seçmen olarak kullanma planları yapıldığı” senaryolarını da ciddiye alıyorum.

Niye?

  • İktidarını sürdürebilmek ya da iktidara gelebilmek için yabancı güçlerden destek almayı mübah sayan bir siyasi zihniyeti gayet iyi tanıdığımızdan.

ABD ile yapılan gizli görüşmelerin içeriği, Suriyeli “karanlık cihatçı unsurlarla” yapılan (Libya’ya, Azerbaycan’a kadar uzanan, Afganistan’a kadar uzanma niyeti taşıyan) kanlı işbirliği protokollerini tam olarak bilmediğimiz müddetçe de maalesef bu kokular burnumuzdan gitmeyecek.

Onun için…

Birileri “alarm zili” filan dediğinde, gülelim mi, ağlayalım mı şaşırıyoruz.

Tekrar ediyorum.

Bu konu ciddi bir milli güvenlik sorunudur ve “İçişleri Bakanı ile Dışişleri Bakanı’nın bile (Cumhurbaşkanı talimatıyla) katılmadıkları gayrı ciddi MGK toplantılarında bile ne kadar ele alındığı” kuşkuludur.

En vahimi de budur.

Rehber belli: Bilim

Zafer ArapkirliZafer Arapkirli
06 Ağustos 2021, Cumhuriyet

Sadece, boğuşmakta olduğumuz yangın felaketi ile mücadelede değil, “afet” boyutundaki tüm olaylarda hep aynı yoldan ilerleyerek daha doğrusu hep aynı hataları yaparak doğru sonuca ulaşacağımızı zannediyoruz. Tekrarladığımız hatamız şu:

Her defasında “Kaynaklarımız, önlemlerimiz, araç gerecimiz, alet edevatımız, mücadele organizasyonumuz yani hazırlık düzeyimiz neden yetersiz? Şurada yetki kimin? Burada yetki kimin? O, neden devreye girmiyor? Bu, niye ilgisiz kalıyor? Yağmur duasına mı çıksak? Tekbir mi getirsek? Şunu neden harekete geçirmiyoruz? Sen niye bunu dedin? O neden şunu yaptı?..” gibi bir sarmalın içine giriyor, kendi başımızı ve birbirimizin başını döndürüyor ve gereksiz bir enerji kaybı ile ne mücadeleyi becerebiliyoruz ne de ağır kayıplara mani olabiliyoruz.

Oysaki pek çok başka alanda olduğu gibi “Bilimin ipine sarılarak” bu gereksiz ve zararlı sarmaldan kurtulmak mümkün. “Bilimin rehberliği” ile bu işlerin üstesinden gelebilen ülkelerin deneyimlerini, internetten açıp okumak bile kısmen de olsa bu işin çözümüne yarar sağlayabilir. Kaldı ki bu alanda eğitim veren pırıl pırıl üniversitelerimiz, kürsülerimiz, yurtdışında bu konuda uzun yıllarını vererek çalışmalar yapmış değerli hocalarımız var.

“Afet Yönetimi” diye bir alan var. Afetlerin, hatta daha küçük boyutta kaza ve felaketlerin “olmadan önce” önlenmesini, yaşandığı anda da neler yapılması gerektiğini, bu alana yapılacak yatırımları, önlemleri, arama-kurtarma faaliyetini, sonrasında da onarım ve yeniden yapılanmayı en ince ayrıntısına kadar bilimsel hesaplarla planlamayı konu alan bir bilim dalı bu.

Dün deprem, yakın bir geçmişte peş peşe sel felaketleri, bugün de orman yangınları…

Yıllar önce, 1995 tarihinde (İBB Başkanı Recep Tayyip Erdoğan zamanında) İstanbul’da Ayamama Deresi’nin taştığı felaketi hatırlarsınız. Aynısını bu kez yine AKP’li bir başka belediye başkanı (Kadir Topbaş) devrinde 2009 yılında yaşamış ve geriye dönüp “14 yılda neden ders almadık?” diye dizlerimizi dövmüştük.

Bir TV programında rahmetli Kadir Topbaş’a bu seli ve neden gereken araç gerece sahip olmadığımızı sorduğumda aldığım yanıt (mealen), aklımdan hiç çıkmaz:

“Bu kadar ekipmanı satın alıp bekletmek çok masraflı bir yatırım. Bilmem kaç yılda bir yaşanabilecek böyle olağanüstü ve beklenmedik bir durum için bunca yatırımı yapmaya değer mi?..”

Bu yanıtta tabii ki “Kurtarma ve felaketle baş edebilme aşamasının sorunları” vardı. Ama en başta, (şu an çözülmüş durumda) o derenin taşmasını önleyecek çevresel önlemlerin alınmasına yapılacak belki de çok daha az miktarda akıllı yatırımın, yani “önleyici” tedbirlerin işi kökten çözebileceğini, neden düşünmez yönetenler?

Taşma riski olan dere yatağı ile binaların ve yolların ilişkisini akıllı biçimde düzenlemek 3 – 5 milyonluk yatırımla mümkün iken, afet anında 30 – 40 milyonluk zarar.

Gelelim bugüne.

Orman alanlarını (bunlara yakın yerleşim birimlerinin ve sanayi / enerji tesislerinin konuşlandırılmasını)  düzenleme işi, orman fakültelerinin yani bilimin öncülüğünde planlama ile Tarım ve Orman Bakanlığı’nın uhdesinde değil mi? Yerel yönetimlerle eşgüdüm içinde bunu beceremediğinizde ne oluyor?

Oturup günlerdir yaptığımız gibi “Kaç uçak lazım? THK uçakları neden atıl? Neden dışarıdan kiralıyoruz? Uçaklar yeterli değil. Şuraya kaç sorti yapıldı? Buraya neden hiç uğramadılar?” tartışması ile zaman (ve tabii buna bağlı orman alanı ve insan – hayvan canı) yitiriyoruz.

Deprem ve selde de aynı değil mi?

Hepimizin bildiği şeyler. Kent planlaması, doğa ile bilinçsiz biçimde kavga etmeyen ve yenileceğimizi bile bile meydan okumadan “afet öncesi” önlemleri almaktan söz ediyorum.

Bugün kalkmışız, nelerle uğraşıyoruz?

Muhalefeti “hainlikle ve teröristlerle birlikte ormanları yakmakla” suçlayan mı ararsın?

“#HelpTurkey” diye etiket açarak sosyal medyadan dünyaya yardım çağrısında bulunanları “alçak ve vatan haini” diye suçlayan salaklar mı ararsın?

“Bütün bunların arkasında bir darbe hazırlığı seziyorum. Bir hareketlilik var ama…” diyen geri zekâlılar mı ararsın?

Bilimden uzaklaştıkça, Absürdistan sınırlarına yaklaşır, hatta zamanla o garip memlekete yerleşir ve oranın vatandaşı haline geliriz.

Kim bilir kaçıncı defa hatırlatmak isterim.

Yangın yeri…

Zafer ARAPKİRLİZafer ARAPKİRLİ
03.08.21
https://www.krttv.com.tr/yangin-yeri-makale,72.html

Ancak, her yıl bu mevsimde tek tük rastlansa da, bu kez hepsi aynı anda patlak veren orman yangınlarını, daha doğrusu “Topyekûn yangın felaketini” bu boyutta beklemiyorduk.

Girişte kısa bir liste halinde hatırlattığım diğer “yangınlarda” olduğu gibi bu yangın felaketinde de, ülkeyi yönetiyor gibi yapıp da yönetemeyen kadroların yetersizliği, yeteneksizliği, beceriksizliği, bilgisizliği ve ferasetsizliği bir kez daha ortaya çıkmış oldu.

Orman yangını denen şey, bize özgü bir felaket değil. Kışın bile çıkabiliyor. Ama özellikle de Akdeniz iklimi özelliklerinin görüldüğü bizim gibi ülkelerde her yaz, ciddi bir risk ve ciddi bir bela olarak, yüzyıllardır birlikte yaşamak zorunda kaldığımız bir olgu. Yüz binlerce kilometrekarelik bir “yanıcı” bitki örtüsünden, kupkuru ve yağışsız hava koşullarının, üstelik küresel ısınmaya bağlı olarak giderek daha artan sıcaklıkların etkisiyle her an patlamaya hazır  “dinamit fıçısı” gibi bir coğrafi yapıdan söz ediyoruz.

Ama, diğer tüm felaketlerde olduğu gibi, yani sel veya deprem gibi felaketlerde olduğu gibi, insanoğlunun aklı ve zekası ile alt edemeyeceği bir şey de değil. Hani hep denir ya: “Deprem öldürmez binalar öldürür…” diye. Sağlam binalar yapar ve felaket anında nasıl hareket edeceğinize ilişkin bir hazırlık içinde olursanız, bunun zararlarını asgariye indirirsiniz. Yapan ülkeler var. Ders almalı.

Yine, sel felaketine karşı alınacak önlemler de belli. Dere yataklarından, doğanın aşırı yağışlarla akıntıyı gerçekleştireceği güzergahlardan uzak durursunuz. Oralarda yapılaşmaya izin vermezsiniz, setler inşa edersiniz. Olur, biter.

Yangının da çıkmasını önleyemezseniz bile, çıktığında vereceği zararı, büyümesini önlemenin yolları var. Neticede, şunu unutmamak lazım: Orman kendiliğinden yanmaz.. Doğal başka faktörler ve tabii ki insan yakar ormanı. Orman alanlarını düzenlemek için bir mühendislik dalı var. Orman yangınlarına müdahale, neredeyse dünyanın tarihi kadar eski bir alan. Dünyada, bu konuda muazzam bir bilgi ve teknoloji birikimi var. Aracı belli gereci belli uçağı helikopteri belli. Bunların tedariki, konuşlandırılması, kullanma stratejileri vs. belli. “Atomu parçalamaktan” söz etmiyoruz. Mesela ABD’nin bu konudaki tecrübelerini azıcık araştırdığınızda, “Yangınlarla mücadelede varılan noktada, yangın söndürme uçağı filolarını küçültme” noktasına bile geldiklerini görürsünüz.

Elbette, en basit bir trafik kazasının ya da bir ev yangınının bile önlenemediği ve can aldığı koşullar vardır. Ama felaketin önlenmesi için alınacak önlemlerin doğru planlanması ve icrası, kayıpları minimuma (AS: en aza) indirebiliyor.

Burada, yani ülkemizin karşı karşıya kaldığı son felakette (afette) ise “yönetemeyen yöneticilerin” (kesik başlı tavuk misali çırpınan) tam bir çaresizlik hali içinde olduklarını görüyoruz. Yangınlardaki terör-sabotaj ihtimaline ilişkin olarak bile, 7 günde 7 farklı açıklama yapmalarından belli değil mi? Bu çaresizlik hali, bir aşamada otobüs üzerinden oyuncak ve çay paketleri fırlatma şeklinde yansıdı maalesef. Bir yönetim nasıl bu kadar düşüncesiz ve nasıl bu kadar çaresizlik içinde olabilir?

Zaten THK’nin uçaklarını devre dışı bırakarak ve bu konudaki eleştirilere kulak asmayarak yıllardır bu konuda “sıfır” çekmiş bir yönetimden söz ediyoruz. Afet anında da farklı davranmalarını beklememiştik doğrusu. Bununla da kalmayıp, “Yangın bize oy vermeyen bölgelerde nasılsa” gibi bir ruh halini iyice hissettiren bir yönetim anlayışının tezahürü tavırlar görüyoruz.

Bununla da kalmayıp her eleştiriyi, her öneriyi, değerlendirmek ve kulak vermek bir yana “Karşı saldırı, hakaret ve tehditle” göğüslemeye çalışmak gibi, akıl almaz bir ruh hali içindeler. Yönetenler (yönetemeyenler savrulanlar diyelim) bu tür durumlarda hep yaptıkları gibi trollerinin tasmalarını çözüp, eleştirenlerin yol gösterenlerin üzerlerine salmak, küfür ettirmek, hakaret ettirmek gibi bir “ilkel” seçeneğe de başvuruyorlar ne yazık ki.

Pahalı uçak ve araç filoları ile sürdürdükleri saltanatı, her “ağız sulandırıcı koya, beldeye bir yeni saray inşa ederek” içine düştükleri utanmazca israf girdabını yüzlerine her vurduğumuzda “küfür kıyamet” faslına girişmeleri de işin cabası.

Kısacası…

Bu yangınlar bir şekilde sönecek. Ama geride, sadece yangının harap ettiği hektarlarca arazi parçası, yiten canlar ve tüten dumanlar kalmayacak. Diğer tüm alanlardaki (bkz. yazının birinci paragrafı) yangınlar gibi, geriye gitmiş bir ülke, tamiri imkansız (AS: onarımı olanaksız), telafisi güç ağır bir hasar tablosu da kalacak.

Bunlara layık değiliz.

Bunların yaşanmamasının formülünü de biliyoruz.

Türkiye’yi daha iyi, bilime dayalı çözümlerle, akla dayalı politikalarla, soğukkanlı, kendi halkına duymayan olmayan, kendi milletini küçük görmeyen ve her şeyi kendisinin bildiği kompleksi içinde olmayan yöneticilerin yönetebileceği bir gelecek istiyoruz.

Ülkeyi zaten büyük bir yangın yerine çevirmiş olan bu kadroların bir an önce değişmesi. Tek çözüm budur.

 

Niye ‘sondan’ başlıyoruz?

Zafer ArapkirliZafer Arapkirli
Cumhuriyet, 30 Temmuz 2021
Her sorunda yaptığımız gibi, bu olayda da yine “yanlış iliklenmiş son düğme”yi suçlayarak ve koparmaya çalışarak sorunu çözebileceğimizi sanıyoruz. Oysa ki “sondan başlayarak” suçlu aramanın ve o “suçlu düğme”yi koparmanın, düğmeye de gömleğe de zerre kadar bir faydası olmaz.

Mahut “kaçak göçmen-sığınmacı-mülteci” (adını ne koyarsanız koyun) sorunundan söz ediyorum. Gelin, birbirimizi yemeden, tabii ki o perişan (Evet, perişan. Siz hepsini ticarethane kurmuş milyonlar kazanan, Range Rover’larla gezen minik bir azınlık göçmen nüfustan mı sayıyorsunuz?) insanları da “yemeden” soğukkanlılıkla değerlendirip sorunun nereden kaynaklandığını ve çözümün ne olması gerektiğini masaya yatırıp öyle tartışalım. Sonra da gerekirse “yeriz” birbirimizi.

Bir kere, ortada kolektif bir hata olduğunu kabullenelim. Toplumsal meselelerin olumsuz etkileri de aynı bir takım oyununda (örneğin 11 kişilik bir ekiple oynanan futbol oyunu) olduğu gibi, oyunun ve organizasyonun tüm bileşenlerinin (yöneticisinden teknik direktörüne, malzemecisinden futbolcusuna kadar herkesin) yaptıkları tek tek hataların bileşimi ile galibiyet ya da yenilgi ve hatta hezimet gelir. Gol üstüne gol yersiniz.

Suriyeliler meselesinin kaynağı ne? Tabii ki o ülkede, emperyalist güçlerin doğrudan ve bölge ülkelerini (mesela Türkiye’yi) işin içine sokarak utanmazca müdahalesi değil mi?

Orada kanlı bir iç savaş çıkarıp her geçen gün, hatta dakika o yangının üzerine benzin dökerseniz, bu ülkede yaşayan zaten mutsuz ve umutsuz insanların göçüne zemin hazırlarsınız. Bunun üzerine bir de Türkiye’yi yönetenlerin iki büyük hatasını da ekleyin:

1. Oradan, Esad hükümeti muhalifi cihatçı düzensiz askeri unsurları eğitmek ve Esad’a karşı kullanmak üzere sorumsuzca kendi sınırlarımızı yolgeçen hanına dönüştürüp binlerce kişilik kafileler halinde istedikleri gibi geçmelerine izin vermek.

2. Bu göç dalgasının, sivil halkı da içerecek şekilde milyonlara ulaşmasına da göz yummak. Bunu yaparken de “E, ne yapsın zavallılar Esad zulmünden kaçıyorlar. Biz de öyle âlicenap bir devlet ve milletiz ki yapılacak tek şey kollarımızı açıp, onları alıp baştacı etmektir” (dini tarihe atıfla Ensar, yani mağdura kucak açan) demek. Bu kadar denetimsiz bir göç akınını başlattıktan sonra artık hiçbir çare kalmamıştır sorunun çözümü için.

Hani hep soruyoruz ya: “Asker, polis, bunların büyük kentlere kadar gelip bunca denetimsiz dolaşmalarına neden göz yumuyor?” diye… Zaten sınırı geçiren de aynı ülkenin, bu iktidarın askeri polisi değil mi? Nasıl ve neden soracak? Sorumsuzluğun ve ihanetin menşei bu tavır değil mi? Evet, ihanet diyorum. Daha ağırını yazamayacağım için. Çünkü bu bir milli güvenlik suçu, bir ağır ihanettir.

Kolektif hatalar dedik ya. Şimdi işin orasına gelelim. Bunca insan kentlerimize, kasabalarımıza denetimsiz biçimde geldiklerinde ilk işleri ne olmuştur? Doğal olarak, barınacak bir çatı altı, bir dam altı (ev, apartman dairesi, gecekondu vs.) bulmak. Sen, ben, bu ülkenin vatandaşı bir ev bulabilmek için bin bir türlü sınavdan (emlakçıdan başlayarak ev sahiplerine kadar) sorgudan denetimden geçerken bu insanlara (5- 6 milyon diyorum) bunca evi nasıl sattı ya da kiraladı?

Cevabı hepimiz biliyoruz: “Ben parama bakarım abi…”

İkinci olarak ne yapar insan? Bir iş arar. Peki, iş ararken hiçbir referans ya da geri plan araştırması yapmadan, “T.C. vatandaşının 10 TL’ye yapacağı işi (misal) 3 TL’ye yaptıran” her sektörde ve her seviyede, her çapta işyerinin sahipleri, bu insanlara yerleşik duruma geçebilmeleri için (aradaki o misal 7 TL’lik açgözlülük uğruna) en önemli hayat öpücüğünü sağlamış olmadılar mı?

Parası olanlar da büyük kentlerimizin her bir köşesinde, üstelik kendi dillerinde tabelalarını asıp “aslanlar gibi” kendi ticarethanelerini açmadılar mı? Yerel yönetimler de bunlara gereken izni sağladı mı, sağlamadı mı? Bunları yapabilen insanlar neden geri dönsün ki? Sonrası?.. Sonrası, büyük bir “geçmiş olsun”dur. Kimse kusura bakmasın. Hani yukarıda dedim ya “Takım oyununda tek tek her mevkide yapılan hatalar” hezimeti getirir.

Şimdi, biz (yukarıda anlattığım kolektif suçları işleyen ev sahibi, emlak sahibi, işveren tayfası da dahil olmak üzere) ne yapıyoruz?

Efendim, orada burada olay çıkarıyorlarmış da (biz çok kendi halinde mazbut bir milletizdir zaten. Aslında Fin ya da Norveç kökenliyiz de Türk zannediyorlar bizi), kentlerimizi kirletiyorlarmış da, her yere çöplerini atıyorlarmış da (caddelerimiz piknik yerlerimiz “bal dök yala” misalidir), kadına kıza sarkıyorlarmış da (asla görülmemiştir bizim ülkenin erkeğinin böyle huyları), kendi ülkelerinde savaş varken burada denize giriyorlarmış eğlenceler tertip ediyorlarmış (senin Almancın, senin İngiltere’ye, Hollanda’ya, Fransa’ya kaçak giden mülteci akrabaların, komşuların, dostların, hafta sonlarında gelip burada faşizme ve AK zulme karşı demokrasi mücadelesine omuz veriyorlar değil mi?)..

Geçiniz, hanımlar beyler. Sonuçla ve o “son düğme” ile uğraşmayı bırakın. Bolu Belediye Başkanı’nın aldığı ırkçı, ayrımcı, insan haklarına taban tabana zıt önlemleri (suyu, elektriği vb. daha pahalıya satmak) ve bu tür ortaçağ kafasına ait çıkışları saymıyorum bile.

Yapılacak tek şey vardır            :

Sorunun müsebbibi olan bu iktidarı bir an önce değiştirip “yanlışı doğruya dönüştürme” sürecini bir an önce başlatmak. Yani, önce iktidarın 20 yıllık milyonlarca yanlışı, vebali ve suçlarını sandıkta ağır biçimde cezalandırıp yeni gelecek olan yönetime de bu anlamda görevler yüklemek ve bu görevlerin takipçisi olmak.

  • Kaçak sığınmacı sorunu, gerçekten de ağır bir milli güvenlik sorunu haline gelmiş ve ülkeyi için için kemirmektedir. Birbirimizle ve bu mağdur insanlarla kavga ederek çözemeyiz bunu.

İktidar değişikliği… Hemen!

Şiraze ‘fena halde’ kaydı…

Çünkü, Cumhurbaşkanı bir iki gündür ortalıkta yoktu ve hiçbir konuda hiçbir söz söylememişti. Çünkü, o hiçbir konuda hiçbir söz söylemediğinde, kimse ne yapacağını bilemiyor ve söylediğinde de, hiç tartışılmadan ya da muhakeme edilmeden, sadece onun dediği oluyor.

TRT haberlerinde (doğal olarak) ilk haber, diğer medya mecralarında olduğu gibi Türkiye’yi kasıp kavuran orman yangınlarıydı. Bu yangınları tabii ki iktidar çıkarmadı. Ama birinci derecede sorumlusu, bu ülkeyi yönetirken aldıkları yanlış kararlarla, sadece ülkenin on milyonlarca insanının değil, belki on milyonlarca ağacının da canını riske atan bu iktidardır. En basit ve somut örneği de, 20-25 milyon hektara varan bir orman varlığnı koruyabilmek için yeterli önlemlerin olmamasıdır. Türk Hava Kurumu’nun (THK) uçaklarına yangın söndürme görevini kasten vermemek için 100 litrelik bir farkla ihale düzenleyen, 4,900 litre kapasitesi olan THK uçaklarını, ihale şartını 5,000 litre olarak koyarak atıl durumda bırakmak, düpedüz vatana ihanettir.

Kıbrıs’a anma-kutlama ziyaretlerine, neredeyse devlet ricalinin her bir ferdinin “altına” bir makam uçağı tahsis edebilecek zenginlikte bir devlet, sarayın VİP filosu kadar bile yangın söndünme uçağına sahip değildir.

  • Bu ağır bir ayıp, gaflet, dalalet ve ihanettir. Yangınlara davetiyedir.

Bu kararlara imza atanlar, bu kararları destekleyenler, bu kararları uygulayanlar, adeta “bırakınız yansınlar” diyerek, bugün yaşamakta olan ağır felaketin baş sorumlularıdırlar.

Şu anda on binlerce insanın canla başla savaşmasına rağmen bir türlü tam olarak kontrol altına alınamayan yangınları, “teröristler mı çıkardı acaba?” diye abuk sabuk teorilerle uğraşanlar, öncelikle bu ihaneti görmek zorundadırlar.

Cumhurbaşkanı, sonunda ortaya çıkıp cuma namazı çıkışında “THK uçakları zaten bu yangınları söndüremez” diye akıl almaz açıklamasını yaptıktan sonra TRT haberlerinde yine “ilk cümlenin ilk sözcüklerindeki” yerini alacaktır belki. Ama soruna çare olmayacağı kesindir.

Tam da bu saatlerde, İstanbul Valiliği aldığı komik bir kararla “1 ay boyunca (30 Ağustos’a kadar) İstanbul ormanlarına giriş yasağı” koymuştur. Tam bir rezalet anlamına gelen bu karar, “Ben bu felaketleri önleme ve başgösterdiğinde de üstesinden gelebilme kapasitesine sahip değilim” demektir. Bir itiraftır.

Aynı zamanda da bir haksızlıktır. Yani, insanlara “ormanda davranma bilincini, gerektiğinde zorlayıcı önlem ve denetimlerle” aşılayarak pekala orman pikniklerine devam edilebilecekken, “girmesinler, dolayısıyla çözmüş oluruz” demektir bu. Akıl dışıdır. Çaresizliğin ve basiretsizliğin, iktidarsızlığın tipik bir örneğidir.

Daha da ilginci, bendeniz bu kararı eleştiren bir tweet attığımda bu tepkime karşı çıkanların, “girmesinler tabii ki” diye alkış tutmasıdır. Umarım bu alkışı tutanlar, Ege ya da Güney sahillerindeki otellerinden veya yazlık evlerinin sitelerinin havuz başlarındaki şezlonglarından tutmamıştır bu alkışı. Çünkü, İstanbul’da ormana giderek serinlemek veya piknik yapmak durumunda olanlar, bu toplumun “Ege-Güney-Yazlık-Havuz-Şezlong” nimetlerine uzak kitlelerdir. Fatura onlara mı çıkmaktadır?

Peki ya ormanlık alanların tam ortasında inşa edilmesine sorumsuzca izin verilen “zengin ghettolarının” sakinlerine nasıl bir yasak gelecektir? Onların bisiklet gezilerine, golf turnuvalarına, “barbecue partylerine de müdahale edilecek midir?

Şiraze iyice kaymıştır. Hem de fena halde.

Bir yandan pandeminin en azgın olduğu bir dönemde, bilim insanlarının tüm uyarılarına ve verilerdeki alarm verici gelişmelere rağmen “açılalım, saçılalım, turist gelsin, Ruble gelsin, Euro gelsin Dolar gelsin, esnafın gazını alalım, bize öfkesini yumuşatalım” diye Covid-19’un yayılmasına neden olacak kadar pervasız davranacaksın, bir yandan da, “Manavgat’ta orman yanıyor, söndüremiyoruz, o zaman İstanbul’un ormanını da kapatalım” demek, iyice yönünü pusulasını kaybetmektir.

  • Covid salgınının vardığı nokta ortadadır. Bunu yaratan da aynı “ne yaptığını bilmeyen, pusulası bozulmuş” iktidardır.

Aynı, göçmen sorununda yaptıkları hatalarla ülkeyi yol geçen hanına çeviren, sınırları delik deşik eden, bir büyük milli güvenlik sorunu yaratan, toplumsal ve ekonomik sorunların üzerine benzin döken, toplumsal barışı imha etmeye yol açan politikalarda olduğu gibi.

Türkiye, bu iktidarın elinde adeta haylaz bir çocuğun hassas oyuncaklara davrandığı bir ortama sürüklenmiştir. Sürekli kırılıp dökülmektedir. Oysaki, bu ülke bir “oyuncak” durumuna sokulmayacak kadar kutsal bir emanettir bizler için. Atalarımızın, kurucularının kutsal emaneti. İnsanı ile, doğası ile ağacı ile.

Bu pervasızlığa bir dur demek artık şarttır.

Canım ülkemin her bir yurttaşının, her metrekare toprağının ve ağacının korunması ve bekası için bu iktidarın değişmesi şarttır.

Sandık, bir an önce ortaya gelmelidir. Bunun yolu da bir erken seçimi zorlamaktır.

Muhalfetin elinde bunu yapabilecek anayasal araçlar vardır. Sadece oturduğu yerden, ve hatta çarşı pazar gezerek, “gidin artık” demekle olmaz bu iş.

Sadece “2023’ü beklemeyin” diye sızlanmakla olmaz.

Sandık… Hemen şimdi!..