Etiket arşivi: Prof. Dr. SELÇUK EREZ

İÇMEYELİM Mİ

İÇMEYELİM Mİ?

Ay geçmiyor ki bir ilçeden, bazen de bir ilden “şurada burada içki içilmez” gibi kısıtlama haberleri gelmesin. Eski bir yazımı anımsamamak elde değil… 
İslamiyetten önce yaşamış Arap şairi Ebu Tamam, içkiden bahsedermiş: 
“Kızarmış et ve şarap: Denenmiş ve emin / Binicisince mahmuzlanmış dişi bir devenin / Sırtında vadilerde ve düzlüklerde / Yalpalanarak yapılan bir gezidir..” 
İslamiyet şarabı yasak edince içkiden, deveden söz açıldığında Ebu Tamam’ın torunları artık başka şeyler düşüneceklerdi: “Kıyamette dağlar yok olacak ve karnı şişik dişi develer, doğumlarında başıboş bırakılacaklardı.” 
Yüz yıllar geldi geçti ve içkiden söz açılınca artık Arabistan’ın değil Hıristiyan âleminin şairleri geliyor aklımıza. Mesela ABD’li John Berryman: 
“Bol miktarda içkiyi uyuşuk şairler için / zihin dağıtıcı sanan eksantrik görüş konusunda /pek fazla bir şey söylemek güçtür.” 
Başka bir Amerikalı ozana, John Montagu’ya göre alkol, aslında Berryman’ın yaratıcılığını pekiştirirdi: “Rüya Şarkıları adlı nefis yapıtını bitirmeye yöneldiği günlerde içtikleri, beyninin engellerini aşmasını sağladı” demişti. 
Berryman kurtuluşu için, yaratıcı gücüne kavuşmak için içkiye sığınıyordu. Zamanla kötü politikacılar da aynı şeyi yapmaya başladılar: Mesela Sudan’ın başkanı Numeyri, güttüğü devletin ekonomisi çöktüğünde halkın desteğini yitirmemek için içkiye sığınmıştı. Bundan sonra İslamın yasalarını eksiksiz uygulayacağını ilan etmiş ve binlerce şişe alkollü içkiyi Nil Nehri’ne döktürmüştü. 
Aslında “Ben tümünüzden daha Müslümanım” oyununu oynamaya başlamıştı. 
Alkol Numeyri’yi kurtarabildi mi? Hayır! 1985’te darbeyle yitirdi iktidarını. Alkol, Berryman’ı da kurtaramadı: O da 1972’nin Ocak ayında Mississipi Nehri’nin üstündeki bir köprüden atlayarak intihar etti. 
İçki iyi midir, kötü müdür? “Sakın ha!” derlerse asla içmemeli miyiz? Götürüp Nil’e ya da Fırat’a mı dökmeliyiz içkilerimizi? 
Berryman’ın bu soruya cevabını Cevat Çapan’ın nefis çevirisinden okuyalım: 

“Ey ulu gölge, seni yıllarca önce iyi okumaya çalışmıştım.
Bakalım öğrenebildim mi verdiğin dersi? Görünümlerinden gerçeği bulabildim mi?” 

Şair, bilgi kaynağını (yani ünlü şair Yeats’i) neden unutmuş neden bir yana bırakmış? Bunu açıklıyor: “Nankörlük zorunlu belasıdır yeniyi yaratmanın!” 
Görüyoruz ki kurtuluşumuz, bugün kendini kaplumbağa terbiyecisi, bizi de tosbağa sananlara anlayacakları dilde “Yallah!” dememize bağlıdır ve bu tür nankörlük kınanacak bir şey değildir: 
Bunlar bize “iç” diyorlarsa şalgam suyuna yönelmeli, tersini dayatıyor ve “Sakın içme” diyorlarsa da kalecik karası, öküzgözü, boğazkere ve daha nice milli ve yerli üzüm çeşidinden yapılmış şaraplar ne güne dururlar? Hemen istemeli!

YALANCIYLA KÖPEĞİ

YALANCIYLA KÖPEĞİ

 Prof. Dr. Selçuk EREZ
Cumhuriyet, 01.032018

1981’de ABD’de, Florida’da, Dillon adlı 22 yaşında bir genç, adam öldürme suçundan ömür boyu hapse mahkûm edilmişti. Sanık, duruşmalar boyunca suçsuz olduğunu ısrarla ileri sürmüş, ancak John Preston adlı bir eksper, yetiştirdiği köpeğin cinayetin işlendiği yerde bulunan eşyada Dillon’un kokusunu algıladığını söylediği için hüküm giymişti.

O günlerde, Preston ve köpeğinin yanılmaz olduklarına inanılmakta ve birçok cinayette bu ikiliye danışılmaktaydı. Preston, köpeğinin, su basan, fırtınayla altüst olan cinayet mahallerinde bile katillerin kokusunu algılayabileceğini söylüyor, çok kimse de bu adama inanıyordu. 
Preston, 1984’te şarlatanlığı anlaşıldığında, köpeğinin katillerin kokularını algılamak şöyle dursun, cinayet yerinde bulunan birçok nesnenin üzerine işediği fark edildiği zaman bile köpeğinin asla yanılmadığını ileri sürmüştü. 
Preston’un kurbanı olan Dillon, aslında işlememiş olduğu bu cinayetle suçlanıp 26 yıl hapis yattıktan sonra yapılan DNA testleriyle aklandı. Bugün Preston ve benzerlerinin yalanları ve onlara çıkarları ya da budalalıkları nedeniyle inanmışların ya da inanmış görünmüşlerin tutumları yüzünden çok sayıda insanın haksız yere yıllarca hapislerde kalmış oldukları biliniyor. 
Preston’a bunca zaman neden inanılmıştı? 
Yalancının âlâsıydı. Bunu arkadaşları da, yakınları da biliyordu ama bu gerçeği kimse yüksek sesle söylemiyordu. Neden? Belki de güzel yalan söylediğinden, “Helal olsun! Yalan dediğin işte böyle söylenir!” diye düşündüklerinden… Bazılarının işin Preston’un ve köpeğinin uygun gördükleri şekilde çözülmesinde çıkarları olduğu zamanla anlaşıldı. 
Preston, köpeğini, yalanı bir süre tek başına sürdürdükten sonra daha büyük işler çevirebilmek için edinmişti: Kocaman bir kurt köpeğini kaybolanları bulan, katilleri yakalayan, şaşmaz bir it olarak pazarladığında gelirinin artacağını düşünmüştü: Köpek, önüne iki kemik, bir bayat ekmek atılınca yaltaklanıyor, sahibinin haksızlıklara, hukuksuzluklara yol açacak yalanlarına destek olmakta sakınca görmüyordu. O kadar ki izleyenler bazen kimin yalancı, kimin köpek olduğunu ayırt etmekte zorlanıyorlardı. 
Yıllar sonra boyaları kabarıp foyası döküldükten sonra hilelerine, yalanlarına kurban gidenlere ne denebildi? “Yazık oldu!” denildi ama “yazık” kelimesi bu yalanlara kurban edilenlerin çektiklerini yansıtmaz, cılız kalır. Birçok dilde bu insanların çektiklerini eksiksiz yansıtacak kelime henüz icat edilmemiştir. 
Biz bu acıklı öyküyü bugün neden anlattık? Belki bunu okuyup başkalarına aktaracaklar, yalancılara artık öyle kolay kolay kapılmazlar, belki de böyle yalanlarla haksızlıklara uğramışlara, ezilmişlere karşı duyarlı olanların sayısı çoğalır diye yapmış olabiliriz.
===============================================

Teşekkürler Sayın Prof. Dr. Selçuk Erez hocam…
Dileyip umalım ki ülkemizde, çok gereksinimli kimileri bu yazınızı okur ve bir vicdan muhasebesi yaparlar…

Bu “Fetret devrinin – lanetli yılların” bir an önce sonlandırılması gerekiyor..

Sevgi ve saygı ile. 06 Mart 2018, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

Onur Hoca ile timsah

Onur Hoca ile timsah

 Prof. Dr. Selçuk EREZ
İstanbul Tabip Odası Başkanı
Cumhuriyet, 15.02.18

(AS: Bizim kapsamlı katkımız yazının altındadır..)

İstanbul Tabip Odası geçen yıl Haldun Taner’in “Timsah” adlı bir oynununu İstanbul, Eskişehir ve İzmir’de sahneledi. 
Taner, 1960’ta 147 öğretim üyesinin askeri yönetim tarafından üniversitelerden gerekçesiz uzaklaştırılmasını eleştirmek için yazmıştı bu oyunu. “Timsah”ın 2017 yılındaki oyuncuları, elli küsur yıl önceki gibi üniversitelerden uluslararası hukuk kurallarına aykırı uzaklaştırılmış olan akademisyenler oldu.. 
Bu oyunda, üniversitedeki görevinden uzaklaştırılan vatandaşı, bir sirkte kayıp düştüğü çukurdaki timsahın yuttuğu İvan adlı bir karakter simgeliyordu: Görevinden, yaşadığı ortamdan böylece uzaklaşmış olan İvan, oyun boyunca timsahın içinden konuşuyor, yutulmasına değişik tepkiler sergileyen insanlar konusundaki düşüncelerini açıklıyordu. 
Oyunun sonunda timsahtan çıkan İvan şöyle diyordu: 
-Ben otuz yılını memuriyete adayan ve son on beş gününü timsahın midesinde geçiren İvan İvanoviç.. İnsanlara tuhaf bir yerden seslendim.. Koşup geldiler. Başına felaket gelmiş bir insanın neler söyleyeceğini merak ettiler. Bu yolculuk bana kırk seyahatte öğrenebileceğimden fazlasını öğretti: Timsahın içinde otururken ülkemin insanlarını, insanlarıyla beraber ülkemi tanıdım. 
Timsah oynunu yaratıcı bir şekilde yöneterek başarısını sağlamış olan Orhan Alkaya’nın başrole yani İvan rolüne en uygun oyuncuyu seçmesi gerekiyordu. Alkaya, bu rol için Onur Hamzaoğlu’nu seçmişti. Seçim isabetliydi: Onur Hoca rolünde çok başarılı oldu. 
Neden? Adaylar arasında timsahlarla en çok cebelleşmiş akademisyen Hamzaoğlu’ydu da ondan. 
Onur Hoca, çevre kirliliğinin doğmamış bebekleri bile zehirlediği Dilovası’nda, annelerin ilk sütünde ve bebeklerin dışkısında Dünya Sağlık Örgütü’nün belirlediği sınırın üzerinde ağır metal bulunduğunu kanıtlayan bir araştırmayı yöneltmişti. 2011’den beri bu nedenle üniversitesi ve Belediye Başkanlığı tarafından adeta bir timsahın ağzına doğru itilmişti: Soruşturmalarla, yargılamalarla uğraşmakla geçti yılları: “Böyle bir kirlilik yok” deniyordu, “şarlatanlık”la suçlanıyordu. 
Onur Hoca, bir taraftan bu davalarla uğraştı, bir taraftan öğrencilerini yetiştirmeyi, bilimsel yayınlarda bulunmayı sürdürdü. Davaların tümünde aklandı, timsahın içinden çıkmasını bildi
Bir zaman sonra, Barış Bildirisi’ni imzaladığından Kocaeli Üniversitesi Tıp Fakültesi’nden uzaklaştırılanlardan biri de Prof. Hamzaoğlu oldu: Hamzaoğlu yeniden dönmüştü timsahın midesine. Olanlara depresyona girerek değil, 2017 model timsahın içinden gerçekleri söylemeyi sürdürerek tepki gösterdi. 
Geçenlerde eşsözcüsü olduğu kuruluşun birçok üyesiyle beraber yeniden itiliverdi timsahın midesine. Timsahın onu sindiremeyeceğini iyi biliyorum. Ancak Timsah oyunun provalarına kadar insan sağlığı ve hakları mücadelesini hayranlıkla izlediğim, yakından tanıdığımda “Onun gibi daha birkaç yüz akademisyenimiz olsaydı dünya demokrasi indeksinde böyle düşük bir yerde mi olurduk?” diye düşündüğüm meslektaşımın bir an önce aramıza dönmesini istiyorum.
========================================
Dostlar,

Sevgili kardeşimiz Prof. Dr. Onur Hamzaoğlu‘nu GATA Tıp Fakültesi Halk Sağlığı Anabilim Dalı’nda asistan olduğu yıllardan beri tanırız. Genç bir teğmen… yüzbaşı…. 12 Eylül faşist yönetiminin 6023 sayılı Türk Tabipleri Birliği (TTB) Yasasında yaptığı bölücü – parçalayıcı değişiklik nedeniyle TTB’ye asker hekim olarak üye olamıyordu ama Halk Sağlığı çalışmalarına şevkle, iştahla, coşkuyla katılıyordu. Ad – Soyadında minik bir değişiklik yapmıştı; Hamza Onuroğulları… (diye anımsıyoruz??..)

Onur Hamzaoğlu Kimdir | Neden Tutuklandı

Zamanla akademik yükselmesi oldu.. Halk Sağlığı uzmanlık eğitimine ek olarak Epidemiyoloji alanında yandal eğitimi aldı.. Çok başarılı bir hekim akademisyen oldu. 28 Şubat sürecinde “solcu” olduğu için görevinden uzaklaştırıldı.. Birkaç yıl kamu görevi dışında kaldı. Daha sonra merhum Prof. Dr. Baki Komsuoğlu Kocaeli Üniversitesine rektör olduğunda, Doçentlik kadrosuna atanma kapısı aralandı. Ne var ki, 28 Şubat sürecinin askerlikten attığı birisi için Doçentlik kadrosuna atanmak üzere bilimsel rapor düzenleyecek profesör bulmak kolay değildi. Rektör Baki hoca, 2547 sayılı yasa uyarınca 5 profesörü kendisi belirleyip Onur hocanın bilimsel eserler dosyasını yollayabilirdi ama bunu Onur’a bırakmıştı centilmenlik göstererek. Sevgili Onur kardeşimiz o sırada Trakya Üniversitesi’nde görevli iken bizden jüri üyesi olup olamayacağımızı sordu. Hiç çekincesiz “derhal” dedik ve 2 aylık süreyi kullanmadan, bilimsel çalışmalarını zaten bildiğimizden, çok olumlu bir rapor vererek Rektörlüğe yolladık, Onur kardeşimiz Doçent kadrosuna atandı.

Başı dertten kurtulmadı siyasal görüşleri ve Halkın sağlık hakkını savunduğu için. Kocaeli’nde hakkında açılan davaları izledik, Ankara’dan gidilip geliniyor ve “Onur’umuzu koruyor – savunuyorduk”.. Tüm davalardan aklandı, hatta kendisine “şarlatan” diyen Kocaeli Belediye Başkanı cezalandırıldı.

Barış bildirisine imza ile bir darbe daha aldı Onur hoca ve kamu görevinden dışlandı..
Prof. Dr. Hamzaoğlu, Ocak 2016’da yayımlanan “Bu suça ortak olmayacağız” başlıklı Barış Bildirisini imzalayan 1128 akademisyenden biri olduğu gerekçesiyle, 1 Eylül 2016 Dünya Barış Gününde, Kanun Hükmünde Kararname ile Kocaeli Üniversitesi’nden ihraç edildi
Geçtiğimiz günlerde Halkların Demokratik Kongresi Eş Sözcüsü olarak kimi demeçleri nedeniyle Ankara’da gözaltına alındı ve tutuklandı, şimdilerde hapiste..

  • O’nun hapiste değil, Anabilim Dalı’nın başında olması gerek.

Son derece nitelikli bir bilim insanı olarak Halk Sağlığı bilim alanlarında yan dal uzmanı olduğu Epidemiyoloji birikimini de kullanarak araştırma yapmalı, bilim üretmeli.. Öğrenci ve asistan yetiştirmeli.

  • Türkiye, Onur hocayı hapiste tutarak gerçekte kendini mahkum etmemeli ve ülkemizi bu seçkin bilim insanının hizmetlerinden yoksun bırakmamalı.

Onur hoca ayrıca TTB’nin 40 yıldır dirençle çıkarageldiği bilimsel hakemli saygın TOPLUM VE HEKİM dergimizin çok başarılı başeditörü idi. O’nun bu hizmeti de çok değerli ve vazgeçilmez.. Onur’a reva görülen ceza kişisel kalmıyor..

Prof. Dr. Onur Hamazaoğlu‘nun serbest bırakılması ve düşünce özgürlüğü kapsamındaki söz ve eylemleri nedeniyle suçlanmaması gerektiği inancındayız. Yine de aleyhinde dava açılacaksa, hiç olmazsa yargılamanın tutuksuz sürdürülmesini, kamu görevine iadesini bekliyoruz..

Sevgi ve saygı ile. 23 Şubat 2018, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

Heykel meykel istemem!

Heykel meykel istemem!
Prof. Dr. Selçuk Erez
Cumhuriyet, 21 Eylül 2017
Bumburuşuk bir gazete, sararmış, yarısı yırtık: Bir dostum, Bulgaristan’dan getirip hediye ettiği erik rakısı şişesini buna sarmış. Çöpe atarken İngilizce yayımlanmış olduğunu fark ettim, nedir, ne yazıyor diye baktım . Bir söyleşi: “Heykel meykel istemem!”

Merakım katmerlendi, okumayı sürdürdüm. Muhabir, başkana hava meydanına dikilecek heykelinin yerinin bunca zamandır neden boş olduğunu sormuş.
– Heykelimin dikilmesini doğru bulmuyorum.
Acaba hangi ülkenin gazetesi? “Bak yeryüzünde ne demokratik devlet başkanları var” diye düşünüyorum ama az sonra gerekçenin bu olmadığını anlıyorum:
– Başlarına kuşlar pisler diye mi istemiyorsunuz?
– Hayır, her yaratığın pisliği kahverengidir ama kuşlarınki beyazdır. Beyaz ise uğurdur…
– Öyleyse?
– Gerekçem Bizans’a dayanır: Bizans İmparatoru III. Leon, Arapların Bizanslıları sürekli olarak yenmesini, Bizans’ta Tanrı yerine Tanrı’nın tasvirlerine tapılmasına bağlamış, “Bundan böyle biz de Araplar gibi resim, heykel yapmayacağız!” demiş. Ben de yurdumda bu kadar fazla AIDS olgusunun görülmesini bu şekilde yorumluyorum.
– Başka?
– Saddam’ın heykelinin başına gelenler… Bir Alman antikacı Saddam’ın Bağdat’ın Firdevs Meydanı’nda 2003’te parçalanan heykelinin sol bacağını edinmiş. Heykelin başını biri el arabasına koyup götürmüş; şimdi nerede olduğu bilinmiyor. Irak’tan dönen bir İngiliz askerinin, heykelin “Saddam’ın kıçı” bölümünü satmaya kalktığını ama alıcı bulamadığını da biliyoruz.

Diktatörlerin heykel diktirmeleri iyi bir şey değil.

Bu hangi ülkenin diktatörü acaba? Gazete parçasında başka ipucu yok… Demokratik ülkemde Google yasak olmasaydı bakardım: AIDS en çok hangi ülkelerde yaygın?
Eskiden yaptığım gibi ansiklopedilerde aradım. Swaziland’ın kralı Üçüncü Mısvati olabilir diye düşünüyorum. Bu, hastalıkların kol gezdiği fakir ülkenin kralı en lüks arabalarda gezermiş ama arabalarının resminin yayımlanması yasakmış.
Ülkenin resmi simgesinde bir kalkan var; tepesinde kralın bayramlarda kafasına geçirdiği tüylerden oluşmuş başlık, kalkanın sağında bir fil, solunda da bir aslan… Aslan diktatörü, fil de anasını simgelermiş. Ulusal simge her meydanda, her hükümet dairesinde, her istasyonda halka kendilerini koruyanın Mısvati ile annesi olduğunu anımsatıyormuş.
Diktatörün heykel istememesinin asıl nedeni bence budur: Her köşe başında, her sokakta onu aslan olarak gösteren simgeleri dururken heykele -ve Ayşegül Aldinç’in şarkıda güzel söylediği gibi söze- ne hacet?

Vaginofobi..

Prof. Dr. SELÇUK EREZ


www.selcukerez.com  

Vaginofobi

Oğlunun vajinadan, yani kadın dölyolundan, sadece gerçeğinden değil, resminden ve hatta sözünden bile korktuğunu, duyduğunda çok irkildiğini, ipe sapa gelmez sözler söylemeye başladığını anlatan bir okurumuz bize soruyor:

– Bu zamanla geçer mi?

Sayın okurum, bu, genç yaşlarda giderilmesi gereken bir sapkınlıktır.
Vaginofobi, bir psikologun yardımıyla giderilmezse oğlunuz evlendiğinde ve sonraki yaşamında çok sıkıntı çeker. İleride kürsü dokunulmazlığı ile donatılsa bile bu illetten kurtulamaz.

Açıklayalım: Ülkemizin birçok yerinde gerdek gününde gelinle damat bir araya geldikten sonra damat pencereye çıkıp havaya ateş eder ve kanlı çarşafı sağdıçlarına vererek gelinin bakireliğini belgeler.

Çoğu kez kızın bakire olmamasından değil, her ikisinin gerginliğinden
ya da damadın vaginofobisi yüzünden çaputu, çarşafı renkleyemezler…
İşin uzaması felakettir; sağdıçlar komşuda, köy halkı sokakta boşuna bekler.

O zaman ne olur?

Mahmut Makal’ın “Bizim Köy”ü‘nde vardır: Damadın babası gider oğlanı alır, köyün imamına götürür ve okutur… Buna rağmen sonuç alınmazsa?

Birkaç yıl önce gazetelerde okumuştuk: “Konya’nın bir ilçesinde 3 gün 3 gece düğün yapılmıştı… Evlendiği amca kızıydı… 23 yaşındaki damat gerdeğe girdi Sabaha karşı pompalı tüfekle intihar etti.”

Okurumuz bu bozukluğun nedenini de sormuş:

– Bu sıkıntı bende de vardı acaba kalıtımsal mıdır?

– Biyolojik anlamda kalıtımsal değildir ama sosyal nedenlerle oluştuğundan,
belli saplantılar aşılmadıkça geçmez, kuşaktan kuşağa sürer: ABD de Bush’çuların partisi, Kandehar’da Taliban, yani yeryüzünün tutucuları, yobazları, kadınların giderek bilinçlenmesinden, daha fazlasının okumaya başlamasından korkmakta
ve onları baskılayarak, korkutarak bu uyanışı engellemeye çalışmaktadır.

Kürtajı yasaklamaya kalkmaları da kadına ait olması gereken bir hakkı,
yasa ile onun elinden almaya çalışarak onu ürkütme girişiminden başka bir şey değildir.

  • Aslında vajinadan değil, kadınların uyanmaya,
    boyunduruklarını kırmaya başlamış olmalarından korkmaktadırlar!

Bu kusur oğlunuza geçmiş, pek yazık! Hiç olmazsa torununuzu kurtarmak istiyorsanız, kendi eşinizi, kızınızı baskılamaktan hemen şimdi vazgeçin,
onların her bakımdan sizinle ve oğullarınızla eş düzeyde insanlar olduklarını
kabul edin ve bu kabullenişinizi, dört bir yana gazete ilanları ve havai fişekler eşliğinde anonslarla hemen duyurun! (Cumhuriyet Pazar eki, 6.1.13)

==========================================

Dostlar,

Kadın Hastalıkları ve Doğum hocası Sn. Prof. Dr. Selçuk Erez’den
önemli bir yazı daha..

Usta mizah yeteneğini de katarak konuyu işlemiş.

Sorun aslında çok da ender değil.

Bizim de bir deneyimimiz oldu bu bağlamda.

80’li yılların ortalarında Elazığ’da muayenehanemizde çalışırken akşam saatlerinde düzgün giyimli efendi bir genç gelmiş ve çok sıkılgan tutumlarla, epey süre rahatlatma çabamızdan sonra açılabilmşti. Yeni evliydi, eşiyle birbirlerini seviyorlardı ama 3 gündür ilk cinsel ilişkilerini kuramamışlardı! Oysa aileler “kanlı çarşafı” bekliyorlardı. Ciddi baskıyla kilitlenmişlerdi..

Sorun cinayete dek gidebilirdi!

Bizden bir “çare” umuyordu..

Kol damarından 2 cc kadar kan alarak pıhtılaşmasını engelleyici % 3,8’lik Na sitrat eklemiş (1,6 cc kan + 0,4 cc anti koagülan madde) ve kendisine vermiştik.

Geribildirim de rica etmiştik..

Ertesi gün telefonla teşekkür ediyordu bize..

  • Çocuklarımızın eşitlik içinde cinsel eğitimini aile içinde ve okullarda vermeliyiz.

Sağlıklı cinsel yaşamı olmaksızın insanın dengeli bir yaşam kurması çok güçtür.

  • Toplumsal barışın arkaplanında büyük ölçüde “cinsel doyum” bulunuyor!

Sevgi ve saygı ile.
Ankara, 7.1.13

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

Sovyet-Fin Savaşı

Prof. Dr. SELÇUK EREZ
www.selcukerez.com

Sovyet-Fin Savaşı

Çoğumuz bilmez, azımız hatırlar. Oysa, “Sovyet-Fin Savaşı”nı, nedenlerini, sonuçlarını bilmemizde ve anımsamamızda yarar vardır.

Sovyet ordusu, 2. Dünya Savaşı’nın başlarında, 1939 sonbaharında, Finlandiya’ya saldırmıştı. “Finlandiya’nın, topraklarında Sovyetlere askeri üs vermeyi ve Rusya ile sınırında değişikler yapılmasını kabul etmemesi” bu saldırının gerekçelerindendi.
Dört Rus hudut koruyucusunun ölümüne yol açan top ateşinin Finlandiya’dan geldiği de ileri sürülmüştü. (Sonra bunun Rusya’dan atıldığı anlaşıldı.)

Sovyetler’in Finlandiya’nın üç misli kadar askeri, otuz misli uçağı, yüz misli de
tankı vardı. Stalin, Finlandiya’nın en fazla iki hafta içinde bir baştan diğerine işgal edileceğine inanmaktaydı. Sovyet askerleri, hızlarını alamayıp Finlandiya’nın ötesinde yer alan İsveç’e girmemeleri konusunda resmen uyarılmışlardı.

Bütün bu avantajlarına rağmen savaş iki haftada bitmedi, üç ay sürdü.
Finlilerin savaşta yiten 26 bin askerine karşı 127 bin Sovyet askeri öldü.

Finlandiya baştan başa işgal edilemedi, topraklarının % 10 kadarı Rusya’ya bırakıldı ama bu ülke varlığını sürdürmeyi başardı.

Koskoca Sovyetler Birliği’nin ufak ve cılız bir ülke karşısında beklenmedik boyutta bocalaması nedendi?

Stalin’in ordunun komutanları arasında yaptırmış olduğu “temizlik”ti:

Sovyet ordusu’nun 5 mareşalından 3’ü, 15 ordu komutanından 13’ü, 9 amiralden 8’i, düzene karşı darbe tasarlamak, düşmanla işbirliği ve casuslukla suçlanarak öldürülmüş ya da hapislerde çürütülmüştü.

En seçkin komutanlarını yitirmiş ordu, ufacık bir düşman karşısında bile bu boyutta fire vermişti.

O zamana ait arşivler açıldığından, bugün komutanlara yönelik suçlamaların düzmece olduğunu, (Brezezinski ve birçok araştırıcının yorumlarına göre) Stalin’in yurttaşlarını korkutarak kontrol altında tutmak için böyle davrandığını bilmekteyiz. Sadece komutanlar değil, Osip Mandelstam, Boris Pasternak, Isaac Babel gibi önemli yazar ve V. Mayerhold gibi tiyatrocuların da benzer suçlamalarla karşılaşmış olmaları bu görüşü pekiştirmektedir.*

Bugünü doğru yorumlamanın yolu, tarihi iyi bilmek ve tarihten gereken dersleri almaktan geçer. l

* Bu kıyım sırasında suçlanmış, sonra da öldürülmüş olan Gürcü şair Titsian Tabitze’nin, “Kimlerle işbirliği yapıyordun, açıkla!” dediklerinde,
“18. yy’da yaşamış olan şair Besiki’nin adını vermiş olması da kayda değer.

(Cumuriyet PAZAR Dergi 23.09.2012)