Etiket arşivi: Musiki Muallim Mektebi

Ruhi Su’nun 35. ölüm yıl dönümü

Ruhi Su’yu 35. ölüm yıl dönümünde saygı ve özlemle anıyoruz…

Ruhi Su ve eşi Sıdıka Su türkü ve şiirlerle anılacak – Direnişteyiz!

O’nunla ilgili bir yazı paylaşalım…

SORARLAR BİRGÜN, SORARLAR

Yıl 1912.. Van’da doğdu..
Adı Mehmet’ti.. Mehmet Ruhi Su..
Küçük yaşta annesi ve babasını kaybetmişti..
Onları hiç tanımadı.. Neden kaybettiğini hiç bilmedi..
Kimsesiz kalmıştı.. Çünkü ne bir yakını vardı, ne akrabası..
Ne amcası, ne dayısı.. “İtten aç, yılandan çıplaktı..”
Ailesi artık Anadolu insanıydı.. “Hangi taşı kaldırsam anam babam..
Hangi dala uzansam Hısım akrabam..
Ne güzel bir dünya bu İyi ki geldim” derdi.
*  * *
Neden kimsesizdi?.. Neden tek bir yakını yoktu?..
Yıllar sonra Yalçın Küçük, Ruhi Su’nun Ermeni yetimi olabileceğini yazdı..
Bunun üzerine oğlu İlgin Ruhi Su, “Babamın 1912’de Van’da doğması, öksüzler yurdundan gelmesi, bugüne kadar hiçbir akrabasının çıkmaması düşünüldüğünde Ermeni olma ihtimali hayli yüksek” demişti.. Kendisi de yanıtını bilmediği bu soruyu “Birinci Dünya Savaşı’nın ortada bıraktığı çocuklardan biriyim.” diye yanıtlardı..
* * *
Ruhi Su’yu Adana’da çocuğu olmayan yoksul bir aileye verdiler..
1915 Ermeni tehcirinde ailesini yitirmiş yüzlerce “devşirme” çocuk gibi..
Bunlar amcan ve yengen dediler.. Onları öyle bildi..
Adana’nın İngiliz ve Fransız İşgalinde amcam ve yengem dedikleri Ruhi Su’yu terketti..
Bunun üzerine Öksüzler Yurdu’na verildi..
Müziğe meraklıydı.. Yurtta bağlama, keman çalardı..
* * *
Çok başarılıydı.. Öksüzler Yurdundan, önce Adana Öğretmen Okuluna, ardından Ankara’da Musiki Muallim Mektebi‘ne girmeyi başardı.
Yıl 1942.. Ankara Devlet Konservatuarını bitirdi..
Aynı yıl Hasanoğlan Köy Enstitüsü`nde müzik öğretmenliği yaptı..
Cumhurbaşkanlığı Orkestrası’nda görev aldı.. Devlet Operasında çalıştı..
* * *
Yıl 1951.. Devlet, türkülerinden rahatsız oldu..
Komünist diye içeri attılar.. Sansaryan Han’ın en alt katındaki hücrelerde ağır işkence gördü..
Tabutluğa kondu.. Beş yıl hapis yattı… Ama yılmadı..

“Mahsus mahal derler kaldım zindanda
Kalırım kalırım dostlar yandadır..
Dirliğim düzenim dermanım canım
Solum sol tarafım imanım dinim.” dedi.
* * *
Yıl 1957, cezaevinden çıktıktan sonra Ankara Radyosunda iş buldu..
İşi kısa sürdü.. Kovdular.. Kovulma nedeni şu türküydü..

“Serdari halimiz böyle n’olacak..
Kısa çöp uzundan hakkın alacak..
Mamurlar yıkılıp viran olacak..
Akıbet dağılır elimiz bizim.”
* * *
Türküleri ünlendikçe, milyonlara ulaştı.. Düşmanı da çoğaldı..
Devlet ve egemen sistem onu hiç rahat bırakmadı.. Uzun süre işsiz kaldı..
27 Mayıs darbesi kulüplerde yabancı şarkıların sahne almasını yasaklayınca, gece kulüplerinde türkü söyledi..
* * *
Yıl 1962..
Yapı Kredi Yayınları için 5 yıllık bir çalışmayı tamamlayıp, taslağı banka yetkililerine teslim etti..
Banka kitabı bastı ama kitabı hazırlayan ve yazan Sadi Yaver olarak görünüyordu..
İsyan etti.. Emeği sömürülmüştü.. Mahkemeye gitti, kazandı..
Ama Yapı Kredi Bankası kitabın 2’nci baskısını yapmadı.

“Bir gece kulübünde bugün
Kırk bin, elli bin liradır
Bir Zeki Müren dinletisi
Ve elbette güzeldir canım
Emeğin değerlendirilmesi

Ama benim memleketimde bugün
İnsan kanı sudan ucuz
Oysa en güzel emek insanın kendisi
Kolay mı kan uykulardan kalkıp
Ninniler söylemesi”
* * *
Yılmadı.. Türküleri sevdanın ve kavganın sesiydi..
Toplumsal olaylara duyarsız kalmadı..
Yıl 1969.. Kanlı Pazar..
16 Şubat’ta İstanbul Taksim Meydanı’nda ABD’nin 6. Filo’sunu protesto etmek için 76 gençlik örgütünün toplandığı sırada devlet tarafından öldürülen gençlere türkü yaktı..

“Bu Meydan Kanlı Meydan
Ok Fırladı Çıktı Yaydan
Kalkın Ayağa, Kalkın
Biz Şehirden, Siz Köyden.”

Halkı isyana teşvikten yargılandı..
* * *
Yılmadı.. Yıl 1975.. Dostlar Korosunu kurdu..
Anadolu Halk Müziğine büyük katkılar verdi.
Çok sesli müziğin gelişmesinde önderlik yaptı..
Başta Pir Sultan ve birçok ozanın deyişlerini türkü yaparak, Alevi kültürünü milyonlara sevdirdi..

“Benim kabem insandır
Kuran da kurtaran da
İnsanoğlu insandır.”

dedi, dinsizlikle suçlandı.
* * *
Yılmadı.. Yıl 1977.. 1 Mayıs katliamına haykırdı :

“Şişli Meydanında üç kız
Biri Çiğdem biri Nergis
Vuruldular güpegündüz
Sorarlar bir gün sorarlar.”

* * *
Yılmadı.. Kahramanlık türküleri çaldı.. Estergon Kalesi, Çanakkale içinde Aynalı Çarşı..
Ankara’nın taşına bak, Kuvai Milli destanı.. Ezilen Anadolu halkının sesi oldu..

“Dostlarım, kardeşlerim, canlarım
Kaldırın başlarınızı..
Suçlular gibi yüzümüz yerde
Özümüz darda durup dururuz
Kaldırın başlarınızı yukarı.”

* * *
Yıl 1980.. Türkiye’de 12 Eylül darbesi oldu..
Ruhi Su kemik kanserine yakalandı.. Tedavi için yurtdışına gitmesi gerekiyordu..
Pasaport vermediler.. Askerler yurt dışına çıkmasını engellediler..
“Ölsün” dediler.. 1985 yılında öldü..

“Ağaç demiş ki baltaya,
Sen beni kesemezdin ama
Ne yapayım ki sapın benden
Bak şu ağacın bilincine sen
Ölen ben, öldüren benden.”

Geride 16 adet 45’lik plak ve 11 adet uzunçalar, yüzlerce öğrenci, milyonlarca hayran bıraktı..
* * *
Cenaze töreni 12 Eylül’den sonra ilk toplumsal protestoya dönüştü..
Güvenlik güçlerinin tüm engellemelerine rağmen onbinler Şişli Camisi’ne aktı..
Medyanın cenaze törenini görüntülemesi engellendi..
Cenazesi Şişli’den Zincirlikuyu’ya giderken, onbinler haykırdı : “Ruhi Su’lar ölmez”
Ön sıralarda haykıranlar gözaltına alındı.. Tam 163 kişi hakkında soruşturma başlatıldı..
Devlet memuru olanlar işinden atıldı..
* * *
Yıl 1990.. Zincirlikuyu’daki mezarı kimliği belirsiz kişiler tarafından saldırıya uğradı..
Saldırganlar mezar taşını kırmaya çalıştı.. Başarılı olamayınca kurşunladılar..
Saldırganlar hakkında soruşturma bile açılmadı.. Dosya kapatıldı..
* * *
Yıl 2010..
Devletin el üstünde tuttuğu, Kaçak Saray’a övgüler yağdıran Hülya Avşar kendi TV programında Cem Karaca’nın eşi İlkim Karaca’yı konuk ediyordu.. İlkim Karaca, adının konservatuvarda Ruhi Su tarafından konduğunu söyledi. Bunun üzerine Hülya Avşar, “O’na da buradan selam yollayalım” dedi. Karaca’nın “Ruhi Su öldü, hem de 25 yıl önce” sözleri üzerine şaşkına dönen Avşar, “Aaaa öyle mi.. Nur içinde yatsın o zaman” diye konuştu..
* * *
Bugün 20 Eylül..
Ruhi Su’nun ölümünün 35. yıldönümü..
Nazım Hikmet‘in sözüdür :

  • “İnsanların türküleri kendilerinden güzel, kendilerinden umutlu, kendilerinden kederli,
    daha uzun ömürlü kendilerinden
    .”

Ruhi Su’nun türküleri ölümsüzdür..
Çünkü Ruhi Su, dev bir çınardır; kökü Anadolu topraklarındadır..
Çünkü Ruhi Su, ulu bir dağdır; Ağrıdır, Munzurdur, Erciyestir, Spildir..
Hasan Dağı gibi dimdik ve Anadolu’nun ortasında her an patlamaya hazır bir volkandır..
Çünkü Ruhi Su, sudur; Kızılırmaktır, Yeşilırmaktır, Sakaryadır..
Dicledir, Fırattır, Çoruhtur.. Anadolu’nun her yerinde gürül gürül akmaktadır…
Çünkü Ruhi Su, çeliktir.. .. ve çelik, aldığı suyu unutmaz..
Birgün mutlak hesap sorar..

“Sabahın bir sahibi var
Sorarlar bir gün sorarlar
Biter bu dertler, acılar
Sararlar bir gün, sararlar”

****
Ve bir ezgisini ekleyelim…

TÜRKİYE’DE SANATÇILAR, KÜLTÜR VE SANAT EMEKÇİLERİ

TÜRKİYE’DE SANATÇILAR, KÜLTÜR VE SANAT EMEKÇİLERİ

Image result for Refik Saydam

Refik Saydam
Aydınlık Gazetesi, 19.01.2020

KÜLTÜR ve sanat, bir ülkede yaşayan insanları ulus yapan en önemli değerler arasındadır. Ulusların aydınlık yüzüdür. Kültürün temel ögelerinden güzel sanatların toplumsal gelişmişlik düzeyi ve devrimlerin başarısı açısından anlamını büyük devrimci Mustafa Kemal Atatürk şu sözlerle vurgulamıştır:

  • “Güzel sanatlarda başarı, bütün devrimlerin başarıldığının en kesin kanıtıdır. Bunda başarılı olamayan milletlere ne yazıktır! Onlar, bütün başarılarına rağmen uygarlık alanında yüksek insanlık sıfatıyla tanınmaktan daima yoksun kalacaklardır.

MUSIKÎ MUALLİM MEKTEBİ

Cumhuriyetin ilanından kısa bir süre sonra 3 Mart 1924’te Üç Devrim Yasası yaşama geçirilirken Atatürk’ün gündeminde Müzik Devrimi de vardır. 1826’da kurulan Muzikayı Hûmayun’un devamı olan Saray Orkestrası 11 Mart 1924’te Ankara’ya getirilir, konserler verir. Orkestra, 27 Nisan’dan başlayarak “Riyaseti Cumhur Filarmoni Orkestrası” (Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası) adını alarak Ankara’ya taşınır. Aynı günlerde Orkestra Şefi ve İstiklâl Marşı’nın bestecisi Osman Zeki Üngör’le görüşen Atatürk, nitelikli müzik eğitimcisi ve sanatçısı yetiştirecek bir okul açma kararı alır. Türkiye’de henüz (Harf Devrimi dahil) pek çok devrim yapılmadan, okullar açılmadan önce Cumhuriyet’in çağdaş müzik eğitiminin ve sanatının temellerini oluşturacak olan Musıkî Muallim Mektebi, 1 Kasım 1924’te Osman Zeki Üngör’ün yönetiminde Ankara’da açılır.

Bugünkü müzik eğitimcisi ve sanatçısı yetiştiren eğitim öğretim kurumlarımızın, devlet senfoni orkestralarımızın, opera, bale kuruluşlarımızın, korolarımızın, bandolarımızın, tiyatrolarımızın, yetişen eğitimci ve sanatçı birikimimizin temelinde Musıkî Muallim Mektebimiz ve onu izleyen öbür kurumlarımız vardır. Müzik ve sahne sanatlarımızın yanında plastik sanatlar, sinema sanatı, yazınsal sanatlar ve güzel sanatların öteki alanlarında da çok önemli kurumlar yaratılmış, gelişme sağlanmıştır. Devletin sanatla ve sanatçılarla ilgili görevleri Anayasal düzlemde ifadesini bulmuştur. Yürürlükteki Anayasamızın “Sanatın ve sanatçının korunması” başlıklı XII. Bölümünde bu alanla ilgili aşağıdaki hüküm yer alır:

  • Anayasa madde 64 Devlet, sanat faaliyetlerini ve sanatçıyı korur. Sanat eserlerinin ve sanatçının korunması, değerlendirilmesi, desteklenmesi ve sanat sevgisinin yayılması için gereken tedbirleri alır.”

Bu Anayasa maddesi, sanatın ve sanatçısın korunmasının yanında aynı zamanda halkın nitelikli sanatı yaşama hakkının devlet tarafından güvenceye alınmasının somut ifadesidir.

EMEKÇİLERİNİN ÖRGÜTLERİ

Devlet kurumlarında veya özel sanat kurumlarında ücretli olarak görev yapan sanatçılarımız ve kültür sanat emekçilerimiz, ülke nüfusunun büyük çoğunluğunu oluşturan emekçi halkın bir parçasıdır. Geleceği, haklarının korunması ve kazanılması, hem kendi içinde örgütlenmesine hem de istemlerini emekçi halk ile ortaklaştırmasına ve dayanışmasına bağlıdır. Sanatçıların ve sanat emekçilerinin örgütlenmesinin önünde her bir sanat kurumunun bağlı olduğu yasalar, yönetmelikler, istihdam biçimleri, sendikaların işkolu sınıflaması vb. nedenlerden kaynaklanan önemli sorunlar vardır. Aynı türden sanat kurumlarında örneğin senfoni orkestralarında, bu orkestraların bağlı olduğu kurumlara (Kültür ve Turizm Bakanlığı, belediyeler, üniversiteler, özel kuruluşlar vb.) bağlı olarak; memur, sözleşmeli, işçi, öğretim üyesi sanatçı. geçici görevlendirme, konuk sanatçı vb. istihdam biçimleri vardır. Kültür ve Turizm Bakanlığına bağlı senfoni orkestraları, devlet opera ve baleleri, korolar, topluluklar, devlet tiyatrolarında kadrolu olarak görev yapan sanatçılar ve kültür sanat emekçileri; 4688 sayılı Kamu Görevlileri Sendikaları ve Toplu Sözleşme Kanununa göre “Kültür ve Sanat Hizmetleri İşkolu”nda kurulu bulunan kamu çalışanı sendikalarına üye olmaktadırlar.

Aile Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanlığının Temmuz 2019 İstatistiklerine göre bu işkolunda görev yapan 16.844 sanatçının ve kültür sanat emekçisinin %66.84’ü bir kamu çalışanı sendikasına üyedir. Kültür sanat çalışanlarının üye olduğu sendikalar arasında %32.94 oranla Kültür Memur Sen, %16.72 oranla Kültür Sanat Sen, % 14.40 oranla Türk Kültür Sanat Sen, % 1.25 oranla Kültür Sanat İş ve % 0.83 oranla öbür 4 sendika bulunmaktadır. İşçi kadrosuyla devlet kurumlarında veya özel kurumlarda görev yapan kültür sanat emekçileri de 6356 sayılı Sendikalar ve Toplu İş Sözleşmesi Kanununa göre, “Ticaret, Büro, Eğitim ve Güzel Sanatlar İşkolu”nda kurulu bulunan sendikalara üye olabilmektedir. 2019 verilerine göre işkolundaki toplam 3 587 328 emekçinin ne kadarının güzel sanatlar alanında çalıştığı açıklanmamıştır.. Bu nedenle müzik, sinema, oyunculuk gibi yalnız güzel sanatlar alanında çalışan emekçileri örgütleyen sendikaların, 6356 Sayılı Sendikalar ve Toplu İş Sözleşmesi Kanununun 41. Maddesinde öngörülen “Kurulu bulunduğu işkolunda çalışan işçilerin en az % 1’inin üyesi bulunması şartı”nı yerine getirebilmesi olanaklı görülmemektedir. Sendikaların dışında dernekler, vakıflar, meslek birlikleri de sanatçıların ve kültür sanat emekçilerinin örgütlendiği kuruluşlar arasında yer almaktadır.

KURUMLARIN GERÇEK SAHİPLERİ

Cumhuriyetimizin özellikle kuruluş döneminde kültüre ve sanata verdiği öneme ve yukarıda vurgulanan Anayasa hükmüne karşın bugün sanat kurumlarımız hem sayıca yetersizdir hem de bu kurumlara yıllardır yeterli sayıda kadro istihdamı yapılmamıştır. Bu durum doğal olarak sanatsal gelişmenin ve sanatçı yetiştiren kurumlardan mezun olan gençlerin istihdamının önünde engel oluşturmaktadır. Siyasal iktidar bu sorunlarla ilgilenmek, halkın sanatı yaşama hakkını geliştirmek bir yana belirli aralıklarla ısıtıp gündeme getirdiği yasa taslaklarıyla sanatçıların var olan iş güvencelerini ortadan kaldırma, sanat kurumlarını devletin sorumluluğundan çıkararak adeta yok etme girişimlerinde bulunmuştur. Bu girişimler sanatçıların ve sanatsever örgütlerinin platformlar (AS: örgütler) kurarak yürüttüğü kitlesel mücadelelerle durdurulmuştur. 2004-2007 arasında yaklaşık 20 kuruluştan oluşan Kamu Kültür ve Sanat Platformu ile 2014-2017 arasında 35 kuruluşun girişimiyle yaratılan Türkiye Sanatçılar Hareketi, sanat kurumlarını tasfiye etmeye yönelen TÜSAK vb. yasa girişimlerini önleyebilmiştir.

Bugün de sanat kurumlarıyla ilgili yönetmelik ve “gerekli görülmesi halinde yeni Kanun ve Yönetmelik taslağı hazırlığı yapmak” gündemdedir. Bu konuyla ilgili olarak Kültür ve Turizm Bakanlığı Güzel Sanatlar Genel Müdürlüğü içinde oluşturulan bir komisyon çalışmalarını sürdürmektedir. Var olan yasaların, yönetmeliklerin günün gereksinimleri doğrultusunda gözden geçirilmesi, geliştirilmesi elbette düşünülebilir. Ancak burada öncelikle yapılması gereken, alanda görev yapan tüm sendikaların, demokratik kitle örgütlerinin, sanat kurumlarının temsilcilerinin katılımlarını sağlamak olmalıdır. Yine aynı öncelikle Anayasa’nın 64. maddesi ve Cumhuriyetimizin hedefleri doğrultusunda 657 sayılı yasada ve özel yasalarda var olan haklardan, özellikle iş güvencesi hakkından asla geri adım atılmamalıdır.

Kültür ve sanata ayrılan bütçe artırılmalı, özellikle büyük kentlere açılacak yeni sanat kurumlarıyla, yaratılacak yeni istihdamlarla kültür ve sanatın gelişmesinin önü açılmalıdır. Bu konuda öncelikle 2002 öncesinde Sayın Hüseyin Akbulut’un Müsteşar yardımcılığı döneminde açılma kararı ve kadroları verilen Gaziantep, Van ve Sivas Devlet operaları, daha çok bekletilmeden hizmete açılmalıdır. 21. Yüzyılın ilk çeyreğinde bir üretim devriminin eşiğine gelmiş bulunan ve Cumhuriyetimizin; yarattığı çok önemli bir kültür ve sanat birikimine sahip olan Türkiye’ye yakışan da bu olacaktır.

https://www.aydinlik.com.tr/turkiye-de-sanatcilar-kultur-ve-sanat-emekcileri-refik-saydam-kose-yazilari-ocak-2020

Hasan Ali Yücel : Tiyatro, Orkestra, Opera ve Bale Medeniyet Meselemizdir

Hasan Ali Yücel : Tiyatro, Orkestra, Opera ve Bale Medeniyet Meselemizdir

İŞİN ÖZÜ

portresi

Hüseyin Akbulut
Kültür Bakanlığı Eski Müsteşar Yrd.

Cumhuriyetin kuruluşundan hemen 6 ay sonra, saray orkestraSInın Ankara’ya getirilerek Cumhurbaşkanlığı titriyle donatılması ve halka konserler vermek üzere yeniden örgütlenmesi, bir yıl geçmeden Musiki Muallim Mektebi’nin Cumhuriyetin kurduğu ilk yüksek öğretim kurumu olması konusunda, Atatürk’ün; kendisini ziyaret eden genç bilim insanlarına yaptığı bir değerlendirme çok aydınlatıcıdır.
Değerlendirme şöyledir:

En güç devrim müzik devrimidir. Çünkü müzik devrimi, kişiye, önce kendi
iç dünyasını unutturmayı, sonra da onu yeni bir aleme yöneltmeyi gerektirir,
onun için çok zordur. Çok zordur ama behemehal yapılacaktır.”

Mustafa Kemal Atatürk; sanatın ve sanat alanı içinde özellikle müzik sanatının insanı “değiştirme, geliştirme” gücüne vurgu yapmaktadır.

Olguyu, önemli bir müzikçinin değerlendirmesiyle de verelim. Ünlü orkestra şefi
Ernest Ansermet, müziğin bu gücünü, derinlikli bir çözümlemeyle ve şöyle anlatıyor:

Duygu etkinliği, insanın kendi oluşunu sağlayan ilk şeydir. İnsan, kendi ve
dünya için başka her şeyden önce, evrende düşünen ve davranan bir ‘ben’ olmadan önce duygusal (psişik) bir varlık olarak vardır. Bunun özü, var oluşumuzun çıkış noktası, duygusal bilinçtir…”

 “Müzik faaliyeti boyunca müzikçi de, dinleyici de müziksel imgelerin açık, kendilerinin bilinçsiz bilinci olurlar. Başka deyişle kendilerini unuturlar ve müziğe dönerler…”

“Müzik, böylece bizi gerçek dünyadan çıkartarak çevremizdeki uzay içinde,
fizik dünyamızın bir izdüşümü olan imgesel bir uzay-zaman dünyasına götürür.
Bu müziksel zaman, bizim iç zamanımızın bu ses dünyası üzerindeki izdüşümünden başka bir şey değildir. Duygu faaliyeti ile iç dünyamız bu olayla değişmiş ve zenginleşmiş olarak gene kendimize döneriz. İşte müziğin mucizesi budur…”

Ernest Ansermet de çok daha sonra 1963’te, Mustafa Kemal Atatürk gibi müziğin değiştirici, geliştirici bu mucizevi gücünden söz etmektedir. Cumhuriyeti kuranlar,
çağcıl yeni bir insan ve yeni bir toplum inşa etmek istediler. İnsanı değiştirme gücü nedeniyle de sanat, özellikle müzik sanatı, kuruluşta ussal (rasyonel) bir anlayışla,
bu nedenle önemle ele alındı.

Özetlersek; Musiki Muallim Mektebi’nin, müzik eğitimcisi yetiştirme görevi yanında yaratıcı icracı sanatçı yetiştirme işlevi yetersiz kalınca, Milli Musiki ve
Temsil Akademis’ine yöneliş, deneme niteliğindeki ilk Türk Operası Öz Soy’un icrasında yaşanan sorunlar ve görülen yetersizlik üzerine, acilen Konservatuvarın kurulması kararı ve konservatvuar bünyesinde kurulan Tatbikat Sahnesi çabalarıyla Operanın, Tiyatronun, Balenin kuruması.

Tarihsel değerlendirmeyi, 1941 yılında, ilk opera temsilinden sonraki konuşmasıyla Hasan Ali Yücel yapıyor:

  • “Gözden uzak tutulmamasını özellikle istirham ederim ki;
    insanlığın en müthiş savaşlarından birini yaptığı böyle bir devirde ve
    harp yangınının dumanları ve kızıllıklarının göklerimize vurduğu
    böyle bir zamanda tiyatro ile, opera ile meşgul olmamız;
    güzel sanatlar davasına nasıl ciddi bir mana verdiğimizin
    kuvvetli bir işareti sayılmalıdır.
    Biz, tiyatro ve opera şeklindeki temsil sanatını,
    uygarlık sorunu (medeniyet meselesi) olarak alıyoruz…”

Cumhuriyeti kuranlar tiyatroyu, orkestrayı, opera ve baleyi bir “uygarlık sorunu” olarak gördüler. 90 yıl sonra bugünün sorusu ise, “medeniyet meselesi”ni sürdürüp sürdüremeyeceğimiz sorusudur?

Yeni Yıla Girerken Kültür – Sanat Yaşantımız Ne Durumda?

Dostlar;

Sayın Hüseyin Akbulut keman sanatçıcı ve Kültür Bakanlığı Müsteşar Yardımcılığı yapmş bir kültür – sanat üst düzey yöneticisi, kıdemli bir T.C. yurttaşıdır. Bu sitede daha önce, hepsi de birbirinden öğretici ve düşündürücü 4 yazısına ve bir de kitap yanıtımına yer vermiştik.. (Daha fazlasını aşağıdaki kitapta bulabilirsiniz..)

Turkiye'nin_Kultur_ve_Sanat_Siyaseti

 

 

 

 

 

Aşağıdaki yazı da öyle..
Bir sanat – kültür adamının, aydın bir Cumhuriyet yurttaşının deyim yerinde ize feryadıdır, çığlığıdır.

Sn. Akbulut, tüm Türkiye’yi uyarmak istemektedir, alarm çanları çalmaktadır.

Biz de apaçık uyaralım               :

  • AKP, bilerek ve isteyerek Cumhuriyetin sanat – kültür temelini çöketmek stemektedir!
  • Çünkü kurmak istediği Anadolu Federe İslam Devleti için gereksinim duyduğu “mürit” tir; Cumhuriyetin sanat – kültür -bilim kurumlarının yetiştirdiği aydın yurttaş değil!

Bu bağlamda AKP’nin Cumhuriyet’e, başlattığı tehlikeli satrançta “Şah” dediği bile savlanabilir.

Bu bağlamda AKP iktidarını bu tehlikeli oyundan geri çekilmeye ve

“Türkiye Sanat Kurumu ile Sanatın Desteklenmesi Kanun Tasarısı” (TÜSAK) nı hemen geri çekmeye çağırıyoruz.

AKP’nin bunu kendiliğinden yapacağını umacak denli saf da değiliz.

Tolumsal direnişi bu hatta da örmek zorundayız..

Sayın Akbulut bu savaşımı ile bize kadim Melih Cevdet Anday’ın “Uyuyamayacaksın..” şiirini çağrıştırdı..

Uyuyamayaksin_Melih_Cevdet_Anday

Sayın Akbulut “uyumuyor”, “Uyuyamıyor..”

Bir sis çanı gibi gecenin karanlığında

Sade, vakur, metin, dirneç ve onurla “çalıyor”..

Ya Türkiye??

Sevgi ve saygı ile.
02.01.14, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net

============================

Yeni Yıla Girerken
Kültür – Sanat Yaşantımız Ne Durumda?

portresi
Hüseyin Akbulut
ADD Bilim Danışma Kurulu Üyesi

 

 

Yeni bir yıla girerken kültür ve sanat alanımızı irdeleyen bir yazıyı iki, üç sayfalık bir makaleye sığdırmak kolay değildir. Çünkü söz konusu bu alan yaşantımızın tümüdür, ürettiğimiz her şeydir.

Buna, bir de ülkenin içinden geçtiği ve her şeyin tersine çevrildiği bugünkü süreci eklersek durumun zorluğu daha da anlaşılır.

Ancak biz yine de düşüncemizi özetle ve belli spotlarla aktaralım. Kuşkusuz bunu yaparken de öncelikle yaşamsal değerdeki alanın önemini veCcumhuriyetin gerçekleştirdiği “devrimi” ortaya koyarak, sonunda da günümüzdeki yıkımı aktaralım.

Başlık “kültür ve sanat” olunca, konu daha da önem kazanıyor. Kültür; sanıldığı gibi yaşantımızı dekore eden, günlük haftalık işlerimizden sonra gereksinim duyup başvuracağımız bir nesne (obje) de değildir, insan ve toplum için merkezi bir alandır.

  • Kültür; biz nasıl bir insan olacağız,
    nasıl bir ülke olacağız, nasıl bir toplum inşa edeceğiz sorunudur.

Konunun öbür önemli yanı, kültürün ulusal kimliğin ve birliğin oluşumunda başta gelen etmen olduğu geçeğidir. Her toplum sahip olduğu kültür değerleriyle kimlik kazanır ve ancak bu ortak değerler paylaşılınca toplumsal birlik sağlanabilir. Şimdi yaşandığı gibi Cumhuriyet kültürümüze yönelik bu saldırılarla ortak kültürümüz ortadan kaldırılarak toplumun kimliği ve birliği yok edilince, konunun yaşamsal değeri daha da açıklıkla
gün yüzüne çıktı.

Cumhuriyet, bu gerçeklerle kültür – sanat alanına olağanüstü bir duyarlılıkla yaklaşmış, alana olağanüstü önem vermiştir. Cumhuriyetin kuruluşunda yeni bir toplum
inşa ederken de, işe her şeyden de önce kültür – sanat atılımıyla başlanmıştır.

  • Cumhuriyet bu yönüyle büyük bir “kültür devrimi” gerçekleştirmiştir. 

Yeni bir toplum inşa etmekten söz etmişken, kültür tarihimizin öbür toplumların tarihlerine benzemeyen niteliğinden söz etmek gerekiyor.

Özgün ve katmanlı bir kültüre sahibiz.

Uzun bir tarihsel yürüyüşümüz vardır. Bu yürüyüş aşamalarında yarattığımız ve etkilendiğimiz sayısız kültürler vardır. Orta Asya’da yarattığımız kültürler ve orada etkilendiğimiz Çin ve Hint kültürleri, İslam dini ile aldığımız İslam kültürü ile etkilendiğimiz Arap, Fars kültürleri, Anadolu’ya yerleşirken karşımızda bulduğumuz
yerel Anadolu kültürleri ile Avrupa diye adlandırdığımız Batı kültürü…

Bu uzun tarihsel yürüyüşümüz ve katmanlı kültürümüz gerçeğiyle de öz yitmiştir.
Bu nedenle, Cumhuriyetin kuruluşundaki kültür anlayışı; yitirilen “özü arayış”, “
öz”den yola çıkarak “çağdaşlaşmayı” öngören bir kültür anlayışı olmuştur.

Cumhuriyet; Arap Abecesi yerine yeni Türk Abecesini alırken, Türk Dili’ni Arap ve Fars dillerinin etkisinden kurtararak arı Türk Diline yönelirken, dini – inancı hurafelerden, Arap ve Acem kültüründen kurtarmak için Kuran’ın Türkçe tercümesini yaptırırken,
Türk Tarihi üzerindeki çalışmalarıyla da sürekli bir biçimde yitirilen özü aramış,
öze ve kaynağa dönmeyi amaçlamıştır.

Bu kültür anlayışında; özellikle vurgulamak istediğim 4 ana başlık bulunmaktadır :

1. Bunlardan birincisi ‘öz’ü arayış ve ‘öz”e dönüş’ anlayışıdır.

2. İkincisi; özden yola çıkarak “çağdaşlaşma, çağın üzerine çıkma” anlayışıdır. Bu kavram uygarlığın gelişimine kayıtsız kalmayı değil, ona katılmayı, ondan feyiz almayı ve onu geliştirerek, çağdaşlaşarak ilerlemeyi tarif etmektedir.

3. Üçüncüsü; kültür- sanat alanında “kurumlaşmaya” olağanüstü önem verme yaklaşımıdır.

4. Dördüncüsü ise bu kurumlaşmayı; üniversitenin kurulması, demiryollarının inşası, demir – çelik sanayisinin kurulması, sanatın kurumsallaşması, kadınlara seçme ve seçilme hakkının verilmesi vb. anlayışı ile birlikte gerçekleştirmeye çalışan
“bütüncül bakış” anlayışıdır.

Cumhuriyet; kuruluş tarihi 1923’ten başlayarak kültür ve sanat alanında hızlı ve yoğun bir kurumlaşmaya sahne olmuştur.

Türk Dil Kurumu,
Türk Tarih Kurumu,
Musiki Muallim Mektebi,
Üniversite,
Konservatuar,
Halkevleri,
Köy Enstitüleri,
Devlet Tiyatroları,
Devlet Operası,
Devlet Balesi,
Senfoni Orkestrası…

gibi kültür – sanat alanındaki hızlı ve yoğun kurumlaşma atılımı, bu anlayışın
ve Cumhuriyetin kültür temeli üzerinde yükseldiğinin en belirgin ölçütüdür.

  • Atılımlar içinde; kültürün yaratıcı çalışmalar bütünü “sanat”a verilen değer
    dikkat çekicidir.

Kuruluşundan 6 ay sonra Ankara’ya getirilerek yüce makama bağlanan bugünkü Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası saltanattan alınan tek kurumdur
(Mızıkayı Hümayun)..

  • Musiki Muallim Mektebi Cumhuriyetin 1924’te kurduğu ilk yüksek okuldur. 

Yaratıcı, icracı sanatçı yetiştirmede yetersiz kalınınca 1934’te Milli Musiki ve
Temsil Akademisine yöneliş, İlk Türk Operası Öz Soy’un icrasında yaşanan yetersizlik üzerine 1936’da Ankara Devlet Konservatuvarı’nın kuruluşu ve Konservatuvar kaynağından tiyatronun, operanın, balenin doğuşu sanata verilen değerin örnekleridir.

  • Cumhuriyeti kuranlar;
    sanatı toplumsal değişmenin,
    gelişmenin ve ilerlemenin vazgeçilmez etmeni olarak düşündüler.

Bu kültür anlayışıyla ve kurumlaşmayla da “uluslaşmanın” ve “laik – çağdaş toplumu yaratmanın” yolu açılmıştır. Laikliğe yol açan bu Aydınlanma anlayışı 1937’de
Anayasa’ya girse de, çok daha önce 1926 yılında yürürlüğe konan ve yaşamı doğumdan ölüme dek miras hukukunu da düzenlediği için ölüm sonrasını da düzenleyen
Yurttaşlık Yasası”nda (AS: Meceller  yerine Türk Kanun-u Medenisi,
4 Ekim 1926) tanımını bulmuştur.

Konuya o denli önem verilmiştir ki, Atatürk 9 Mart 1935’te partinin dördüncü kurultayında yaptığı konuşmada, gerçekleştirilen kültür devrimini, cumhuriyetin
“varlık nedeni” görüyor:

  • “Geçen kurultaydan bugüne başardığımız işler; Türkiye Cumhuriyeti’nin ulusal çehresini kesin çizgileriyle ortaya çıkarmıştır. Yeni harfleri,
    ulusal tarihi, öz dili, güzel sanatlar, bilim; müzik ve teknik kurumlarıyla kadını erkeği her hakta eşit, modern Türk sosyetesi bu son yılların eseridir. Türk Ulusu, ancak varlığını derin ve sağlam kültür sınırları ile çevreledikten sonradır ki, onun yüksek kapasitesi ve erdemi uluslar arasında tanınır.”
    diyordu.

Kısa zamanda Ankara’da yoğunlaşarak süren bu kültür – sanat hareketi,
ilerleyen zamanla ne ne yazık ki aynı hızla sürdürülemedi ve giderek bir karşı harekete dönüştürüldü. Aslında kültür başkenti Ankara’da başlatılan bu hareket,
yeniden inşa edilen Türkiye’ye örnek olmak üzere gerçekleştirilmekteydi.

Türkiye, bugün 5–6 il merkeziyle sınırlı bir kültür – sanat yaşamına mahkûm edilmiştir.

İlçelerimizi, köylerimizi biryana bırakalım, geride kalan yaşamdan kopartılmış 70’i aşkın il merkezimiz bile çağdaş kültür – sanat yapılanmasından yoksundur.
Oysa Cumhuriyet; kasabalarda bile kültürel çalışmaları içinde barındıran
4710 Halkevi ve Halkodası açmıştı.

  • 90 yıl sonra, 2014 yılına girerken, büyük emeklerle yaratılan kültür – sanat yaşantımızın yok edildiği bir süreci yaşıyoruz.

– Cumhuriyete ve kurucularına yöneltilen akıl almaz saldırılar,
– Uulusal bayramlara getirilen utanç verici yasaklar,
– Her gün karalanan ve unutturulmaya, yok edilmeye çalışılan tarihimiz,
– Siyasallaştırılan din ve inanç sistemi ve
– 4+4+4 gerici medrese eğitimiyle, dine ve etnik yapıya dayalı bir Ortadoğu devleti, bir Ortaçağ toplumu yaratılmak istenmektedir.

Kuşkusuz bu saldırıdan sanat alanı da payını almaktadır.

Yaşanan bu süreci, “Tturizm”e eklenen “Kültür Bakanlığı” anlayışıyla, yıkılmasına
karar verilen Atatürk Kültür Merkezi örnekleriyle, Mehmet Aksoy’un “İnsanlık Anıtı”na yapılan utanç verici saldırıyla, yayınlanmamış kitabı toplayan iktidarın sanat anlayışı örnekleriyle çoğaltabiliriz.

Günümüzün iktidarı, hazırladığı Türkiye Sanat Kurumu “TÜSAK” yasa tasarısıyla ülkenin sanat varlığını; tiyatroyu, operayı, baleyi, orkestrayı, geleneksel koroları,
güzel sanatları kapatabilme eylemine dek vardırmıştır.

  • Cumhuriyeti yıkmak için onun üstünde yükseldiği kültürü ve sanatı
    ortadan kaldırılmaktadır.

Bu yıkımla ulusal ortak tarihimiz, dil birliğimiz, ortak inanç sistemimiz, bizi çağa taşıyan bilim ve sanatımız yok edilerek; kimliğimiz, birliğimiz ve geleceğimiz yok edilmektedir.

Yaşanan süreci birkaç örnekle ortaya koyalım:

Adalet ve Kalkınma Partisi’nin işbaşına geldikten sonra, bu alanda kurumsal anlamda attığı ilk köklü adım, Kültür Bakanlığı’nı kapatıp, bu alanı turizme eklemek olmuştur.

Bağımsız Kültür Bakanlığının kapatılması tam anlamıyla bir darbedir.

Doğu ve Batı olarak adlandırılan tüm kültürlerin kesiştiği bu coğrafyada,
dünyanın en zengin ve katmanlı kültürüne sahibiz. Bu gerçeklikle dünyada
Kültür Bakanlığı’nı özenle ve önemle yapılandıracak birkaç ülke varsa,
bunlardan birincisinin Türkiye olması gerekirken, kültür ve sanatı ortadan kaldırmak için bu alan kapatılmıştır.

Kültür ve sanat alanını turizm ile birleştirmek ise büyük yanlıştır.

Çünkü kültür de, turizm de yürütmede bağdaşmaz iki alandır.
Birisi sanat, öbürü ticarettir. Birisi duygu ve düşünce dünyamızdır; öbürü maddedir, paradır. Birisi korumacılıktır, öbüründe ise korunacak yere bile tesis yapmaktır.

Bu nedenlerle bağdaşmaz iki alandır. Bu işleyişle Bakanlık, kültür ve sanatı
görev alanından çıkartmıştır.

Bu dönemde kültür – sanata indirilen darbenin başka bir örneği,
İstanbul Atatürk Kültür Merkezi’ni (AKM) yıkma kararı ve bu alanda yaşanan faciadır:

Atatürk Kültür Merkezi (AKM); 1 Haziran 2008 tarihinde kapatılmıştır.
Kapatma kararı ile birlikte AKM’ de görev yapan tüm sanat kurumları; sanatçıları ve çalışanları ile birlikte adeta sokağa bırakılmıştır. Dahası, Türkiye’nin en büyük kentinin ana arterinde sergilenen kültür sanat etkinliklerini izleyen, her yıl yaklaşık bir milyon insan kültür- sanat yaşamından uzaklaştırılmıştır.

Tam da bu dönemde, Türkiye’nin kültür sanat alanı daha da büyük bir yıkıma sahne oldu ve sıra Ankara’daki AKM’ yi yok etmeye geldi!

Yıkım; TBMM’ye sunulan “Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkında Kanuna” sıkıştırılan bir iki madde eliyle gerçekleştirilmektedir.

AKP’nin çıkarttığı “Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Kanunu” ile ülkenin tüm alanları, kültür ve tabiat varlıkları ile yasanın gerekçesiyle hiçbir ilgisi yokken Ankara Atatürk Kültür Merkezi alanı da temizlenerek Şehircilik Bakanlığı’na,
TOKİ’ye ve Büyükşehir Belediyesi’ne sunulmaktadır.

2013 yılının Mayıs ayı ortalarında icra sanatları bağlamında, günümüze dek eşi görülmemiş bir yasal düzenleme daha ortaya çıktı. Müzik ve sahne sanatları alanında bugüne dek yarattığımız tüm sanat varlığımızı ortadan kaldıracak bu yeni yasa taslağı,

  • “Türkiye Sanat Kurumu ile Sanatın Desteklenmesi Kanun Tasarısı” (TÜSAK) başlığını taşıyor.

Türkiye Sanat Kurumu Yasa Tasarısı (TÜSAK); sanat alanı bağlamında, Cumhuriyet tarihimiz süresince gündeme getirilebilen en korkunç, en ağır bir düzenlemedir.

Gündeme getirilebilmesi bile cesaret isteyen bir tasfiye tasarısıdır.
Tiyatroyu, orkestrayı, operayı, baleyi, koroları, güzel sanatları ortadan kaldıran tasarı yasalaşırsa, olay

  • “Cumhuriyetin Kültür ve Sanat Devrimi”ni ortadan kaldırmak,
    Cumhuriyet öncesine dönmek anlamındadır.

Olay, yakın zamanda Afganistan’da yaşanan çağdışı anlayışı ve bu anlayışı anımsattı. Dünya kültür mirası antik anıtları bombalarla, toplarla yıkan Taliban iktidardan indirilince, radyolarda ilk kez müzik yayını başlamıştı. Bilindiği gibi, Taliban ülkede müzik yayınını da yasaklamıştı. Çünkü müzik Dünyalı yapar, insan yapar.

Kültür – sanat alanındaki bu yıkımı, bir de kamunun bu yaşamsal alana ayırdığı bütçe verileriyle, dünya ve Türkiye örnekleriyle ortaya koyarsak, alana verilen değer ve
kültürel yıkım daha da anlaşılır:

2011 yılında Almanya’nın kültür hizmetlerine ayırdığı bütçe 8,3 milyar Euro, Fransa’nın 12 milyar, İtalya’nın 6,7 milyar, İspanya’nın 5,1 milyar, İngiltere’nin 8,8 milyar Euro dur. Bu rakamlar; Almanya’nın kültür harcamaları için kişi başına 101 Euro, Fransa’nın 197 Euro, İtalya’nın 112 Euro, İspanya’nın 119 Euro, İngiltere’nin 143 Euro kamu kaynağı harcama ayırdığını ortaya koyuyor.

Türkiye’de durum nasıldır? 2012 yılının Kültür ve Turizm adındaki 2 bakanlığın bütçesi
1 510 066 000 TL, yani yaklaşık 690 milyon Euro’dur. Kısaca Türkiye kültür ve turizm gibi iki alan için kişi başına yalnızca 9 Euro’dan da az kaynak ayırıyor.
Yıkımı anlamak için başka bir örnek gerekir mi?

2014’e girerken Türkiye siyasetinde ortaya çıkan geçek gün gibi ortadadır.
Kültür ve sanat alanına yapılan saldırılarla, hazırlanan yasa tasarıları ve tasfiyeyi öngören düzenlemelerle, günümüzün siyasal iktidarı cumhuriyet kültürünü yok ederek;
kültürsüz ve sanatsız bir Türkiye yaratmak, çağdaş Cumhuriyeti ortadan kaldırmak istemektedir.

Atatürk’ün Dehasına Bir Örnek: “İlk Türk Operası ‘Öz Soy’un Ders Veren Öyküsü”


Dostlar
,

Sayın Akbulut’un bu sitede daha önce en az 3-4 yazısına, kitap tanıtımına yer verildi.

AKP kükümeti ise TÜSAK (Türk Sanat Kurumu) yasa tasarısı ile
Ulusun sanat – kültür alanını ve yaşamını çökertme girişimini sürdürüyor..

Çok yazık..

Her tarafı yolsuzluklara bulaşmış bir siyasal kadro, uygarlık adına ülkemizde
Cumhuriyet devrimi ile ne biriktirilmişse “tar-u mar etme” vahşetini sürdürüyor..

Sayın Akbulut’un aşağıdaki makalesi bu bağlamda çok düşündürücü ve yol gösterici.

Büyük ATATÜRK‘ün devrimlerinin yaşamın hemen her alanına dönük olmak üzere bütünselliğini ve kapsayıcılığını da izliyoruz bu değerli derleme ile..

Sayın Akbulut’a teşekkür ederken,

  • AKP iktidarını Türk sanat – kültür yaşamını yıkıcı girişimlerden
    geri durmaya bir kez daha çağırıyoruz..

Öncelike ellerini temizlesinler..

  • Bakanların oğullarının evlerinde ayakkabı kutusu içinde 5 (beş!) milyon dolara yakın paranın – servetin ne aradığını ve kaynağını açıklasınlar..

Ortalık çok iğrenç kokuyor ve mide bulandırıyor; feci düzeyde asap bozuyor.. 

Çekip gidin artık..

Sevgi ve saygı ile.
19 Aralık 2013, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net 

=========================================

Atatürk’ün Dehasına Bir Örnek: 

“İlk Türk Operası ‘Öz Soy’un Ders Veren Öyküsü”

portresi

Hüseyin Akbulut
ADD Bilim Danışma Kurulu Üyesi

 


Atatürk’ün sanata, müzik sanatına ve özellikle de “opera”ya olan ilgisini biliyoruz.

Bu alana o denli önem vermektedir ki,

  • “Bir ulusun yeni değişikliğinde ölçü, musikideki değişikliği alabilmesi kavrayabilmesidir.” (TBMM 1934)

sözüyle, müzikteki değişikliği, ulustaki tüm değişikliğe, yenileşmeye ve gelişmişliğe
ölçü olarak görüyor.

Anlayış; 2500 yıl önce yaşamış Çin bilgini Konfüçyüs’ün

  • “Bir ülkenin genel durumunu mu öğrenmek istiyorsunuz? Onların müziklerine bakınız. Eğer müzikleri bozulmuşsa orada her şey bozulmuş demektir.”

özdeyişindeki anlayışla da çok uyumludur. 

İlk kez izlediği Carmen operası Atatürk’te derin iz bırakmıştır. Mustafa Kemal 14 Ekim 1913 / 7 Kasım 1914 arasında Sofya’da askeri ataşedir. Fethi Bey (Okyar) ile
düpedüz birer sürgündürler. Orada yalnızdır ve kırgındır, biraz da unutulmuştur.
Aslında istenen de, o tarihte O’nu gözlerden uzak tutmak ve unutturmaktır.

Atatürk; operayı ilk kez bu duygular içinde Sofya’da izler. İzlediği opera, G. Bizet’nin ünlü Carmen operasıdır. Operadan çok etkilenmiştir, temsilden sonra yakın arkadaşı Şakir Zümre’ye duygularını aktarırken söyledikleri, O’nun sanata olan yaklaşımını
ortaya koyuyor:

“Balkan savaşında neden yenildiğimizi bugün daha iyi anladım. Bak Şakir, bizim çoban millet gördüğümüz Bulgarların, orkestrası, operası, sanatçıları, şarkıcıları varmış.”

Atatürk daha o gün, sanatı (operanın varlığını) gelişmişliğe ölçü olarak görüyor, toplumsal yaşamda sanatın işlevine ve önemine vurgu yapıyordu.

  • Bugün artık biliyoruz ki; sanat gelişmişliğin ve çağdaşlığın en belirgin ölçütüdür.

Vurgulanacak önemli nokta, Cumhuriyetin kuruluşundan hemen sonra Atatürk’ün;

  • sanatı ve özellikle müzik sanatını, opera ve baleyi toplumsal değişmenin, gelişmenin ve ilerlemenin önemli bir aracı olarak değerlendirdiği gerçeğidir.

Yeni bir toplum yaratılacaktır…

Duygu ve düşünce dünyamızı değiştirme gücü ve işleviyle sanat alanındaki yoğun kurumlaşmaya bu nedenle önem verilmiştir.

Büyük Atatürk düşüncesini şu şekilde ifade etmektedir:

  • En güç devrim müzik devrimidir. Çünkü müzik devrimi, kişiye, önce kendi
    iç dünyasını unutturmayı, sonra da yeni bir âleme yöneltmeyi gerektirir.
    Onun için çok zordur. 
    Çok zordur ama mutlaka yapılacaktır.”

Cumhuriyeti kuranların müzik sanatına ve özellikle de opera sanatına olan ilgilerini, günün tanığı Cevat Memduh Altar’dan aktaralım:

“…Atatürk’ün operaya büyük ilgisi vardı.
Kendilerini çok yakından tanıyabilmenin mutluluğuna erdiğim o büyük insan,
adeta akademi niteliğini taşıyan sofralarına da katıldığım, tarihe sığmayan o büyük insan, operayı çok seviyordu. Yurt dışında seyrettiği operaları hiç unutmamıştı.
Örneğin Tosca operasını ve bu operadaki aryaları çok seviyordu. Günün birinde, 1936’da batıdan davet edilen Prof. Carl Ebert ve zamanın Milli Eğitim Bakanı
Saffet Arıkan
Beyle Cebeci’deki Musiki Muallim Mektebi’nin müdür odasındaydık. Başbakan İnönü de oraya geldiler. Saffet Arıkan Bey Prof. Ebert ile opera konusunda konuşuyordu ve Carl Ebert’e şöyle dedi:

“Sayın Cumhurreisimiz soruyorlar, Türkçe metinle bir opera ne zaman oynanacak?” Ankara’ya Carl Ebert yeni gelmişti, henüz bir sene olmamıştı çocuklarımızla uğraşalı. Ebert şöyle bir durdu, cevap verdi: “Beş yıl sonra”. Saffet Arıkan Beyin:
“Bunu Cumhurreisimize söyleyebilir miyim?” cevabına “Söyleyebilirsiniz.” dedi
Carl Ebert…”

Ben, sanat alanındaki uzun sayılacak yöneticiliğim döneminde, onlarla çok da iyi ilişkiler kuran bir sanatçı-bürokrat olarak, bakanıyla, başbakanıyla, cumhurbaşkanıyla, Cumhuriyetin çok daha varlıklı olduğu günümüzde sanat alanına bu boyutta bir duyarlığa sahip olunduğuna tanık olmadım. 

Konumuza dönelim, görülen; o gün, sanat alanındaki kurumlaşmada yoğun çalışmalar gerçekleştirilirken, bütün amacın bir an önce Türk Operasının kurulmasına hedeflendiği gerçeğidir. “Musiki Muallim Mektebi”nin, müzik eğitimcisi yetiştirme görevi yanında, besteci ve icracı sanatçılar yetiştirme uygulaması yetersiz kalınca,“Milli Musiki ve Temsil Akademisi”nin kurulmasına yöneliş, deneme niteliğindeki ilk Türk Operası
“Öz Soy”un icrasında yaşanan sorunlar ve görülen yetersizlik üzerine, ivedilikle “Konservatuvar”ın kurulması kararının alınması ve daha sonra Konservatuvar bünyesinde kurulan “Tatbikat Sahnesi” çalışmalarındaki başta gelen amaç,
adeta bir an önce “Türk Operası”nın kurumsallaşması içindir.

Bu olağanüstü ilgi, sonuçta ilk Türk Operasının bestelenişini de getirmiştir. Aktaracağımız örnek, 1934 yılında bestelenen ve seslendirilen Öz Soy Operasının renkli, bir o denli de ders veren öyküsüdür.

İran Şah’ı, 1934’te Türkiye’yi ziyaret edecektir. Atatürk, bu ziyarette Şah’ın huzurunda sergilenmek üzere bir opera yazılmasını ister. Opera, yurtdışındaki eğitiminden
yurda yeni dönen Ahmed Adnan Saygun tarafından bestelenecektir.

Operanın konusu da Atatürk tarafından özenle belirlenmiştir. Konu, Firdevsi’nin ünlü Şehnamesindeki “Kral Feridun Destanı”dır. Librettonun konuya uygun olarak yazılması için Münir Hayri Egeli görevlendirilmiştir. Librettonun hazırlanışında Atatürk’ün
sürekli uyarıları ve denetimi vardır.

Destanın kısa özeti şöyledir  :

Kral Feridun’un eşi Hatun doğurmak üzeredir. Bunun için bir şölen düzenlenmiştir. Gelen haber, Feridun’un Tur ve İraç adlı ikiz çocuklarının doğduğunu muştular.
Herkes neşe içindedir. Ancak şölene çağrılmayan kötülük tanrısı Ahriman çok kızgındır ve ikiz kardeşleri, sonsuza dek birbirlerinden ayrı yaşamaya ve birbirlerini tanımamaya ve birbirleriyle savaşmaya mahkûm eder.

Uzun yıllar geçmiş, savaşlar yaşanmıştır. Sonunda Anadolu’da barış dönemi gelmiş, düşmanlıklar bitmiş, Tur ve İraç’ın kardeş oldukları anlaşılmıştır. Operanın bitiş notalarında Tur’dan Türklerin, İraç’dan İranlıların doğduğu vurgulanmaktadır.
Özetle yazılan yapıt, Türkiye ile İran’ın dostluğunu, kardeşliğini vurgulamayı amaçlamaktadır.

Burada bir ayrıntıyı da verelim : Firdevsi’nin destanında doğan çocuklar aslında üçüzdür. Günün anlamına, senaryoya uygun olması bakımından
Atatürk’ün müdahalesiyle ikiz yapılmıştır.

Operanın bestelenmesinde de sergilenmesinde de zorluklar yaşanmıştır.
Çünkü zaman darlığı nedeniyle yapıt iki ayda yazılıp seslendirilecektir.
O yıllarda ülkenin opera sahneleyecek sanatçısı da yoktur.
Koro, Ankara Kız Lisesi ile Gazi Terbiye (Eğitim) Enstitüsü’nün öğrencilerinden oluşacak, orkestra, Riyaset-i Cumhur Orkestrası olacaktır.

Yapıtın seslendirilmesi çalışmalarında büyük sıkıntılar yaşanmıştır.
Yapıt aleyhinde söylenen sözler Atatürk’ü rahatsız etmiş olmalı ki;
provaları izlemeye, önce müzik zevkine güvendiği bir arkadaşını, sonra yabancı bir büyükelçiyi göndermiş, son olarak da kendisi gitmiştir. (Demek ki sanat çevresindeki bitmeyen çekemezlikler ve dedikodular o gün de varmış..)

Yaşanan sorunlar nedeniyle orkestra değiştirilmiş, yapıtın seslendirilmesinde güçlükler çıkartıldığına tanık olunca, Osman Zeki Üngör orkestra şefliğinden alınmış,
yerine Ahmed Adnan Saygun getirilmiştir.

Sonunda, deneme niteliğinde, ancak tarihsel değerdeki ilk Türk operası “Öz Soy” yaratılmış ve 19 Haziran 1934 günü Atatürk ve İran Şah’ının huzurlarında sergilenmiştir. Şah’ın çok etkilendiği olaya Atatürk’ün tanısı ise çok daha derindir.
Cumhuriyetin sanat alanındaki atılımlarına göndermede bulunarak şöyle demektedir:

  • “Bu bir devrim hareketidir.”

Yaşanan bu olayda, Atatürk’ün müzik sanatına, operaya verdiği öneme ve O’nun
sanatı diplomaside kullanmadaki ustalığına tanık olmaktayız.

İran Şehinşahı‘nı bu denli özenle konuk ederken Atatürk, Türkiye ve İran’ın
dostluğunun da ötesinde kardeşliğine vurgu yapıyor, onu kazanmak istiyordu.
Bunu gerçekleştirirken de sözle anlatım yerine bir sanat olayını, müziği tercih ediyordu.

Sonuçta Atatürk, müziğin sözden daha güçlü bir ifade aracı olduğunu biliyor,
duygu ve düşüncesini sözle anlatmak yerine, sanatla ifade ederek etkiyi artırmak istiyordu.

Atatürk’ün doğu kültüründen, İslam coğrafyasından gelen bir devlet adamını
bir opera temsili ile karşılaması ise,

kurulan modern cumhuriyetin Dünyaya çağdaş sanatla tanıtımıdır.

Yaşanan öykünün siyaset kurumuna da ders veren boyutu ise, Atatürk’ün sanata verdiği değer ve sanatı diplomaside kullanabilmesindeki inceliği ve dehasıdır.

1934 yılında bestelenerek sahnelenen ilk Türk Operası “Öz Soy”un tarihsel öyküsü,
sanat kurumlarımızı, tiyatroyu, opera ve baleyi, orkestrayı “özelleştirme, iş yasası ve
iş akdi” söylemleriyle boğdurmak isteyen günümüz siyasal iktidarına ve anlayışına
ders verir niteliktedir.

Biz ülkemize,

  • kültür – sanatı yaşamın merkezine yerleştiren Mustafa Kemal Atatürk
    gibi önderler dileyelim.

Hüseyin Akbulut
ADD Bilim Danışma Kurulu Üyesi