Etiket arşivi: Barolar Birliği Başkanı

Beştepe, Hakimler ve Avukatlar

Beştepe, Hakimler ve Avukatlar

Beştepe, Hakimler ve Avukatlar

Oysa Erdoğangiller “Bunda ne var, diyorlar; Beştepe milletin evi değil mi?”. İyi de, gazete haberlerine göre, ev sahipleri “evlerine” X Ray cihazıyla kontrol edilerek girmişler ve liste dikkatle incelendikten sonra bazı adlar da Tayyip Bey tarafından çizilmiş! Evet, sağımız solumuz terör deniyor; ama bu kadarı da hayli tuhaf değil mi?
***

Yine de tören öğretici oldu ve ülkeye hâkim “adalet” anlayışı en “yetkili” ağızlar tarafından her yönüyle sergilendi. Şahsen töreni bu duygular içinde, tecessüsle izledim. İşte konuşmaları izlerken aldığım bazı notlar ve bunlarla ilgili düşüncelerim.. Ne de olsa “adalet” hepimizi ilgilendiriyor…

***
Önce adaletle ilgili -ve altını çizdiğim- şu çarpıcı açıklamalar: “Zulüm ve haksızlık ile adaletsizlik eş anlamlıdır. Şayet insan adalet yerine zulüm yolunu seçiyorsa, bunu kendi iradesiyle yapıyor demektir. Dolayısıyla bu iradeyi kontrol altında tutacak zihnî ve fiilî bir düzene ihtiyaç vardır (…) Tarihin hiçbir döneminde zalimler eksik olmamıştır. Ama aynı şekilde zulüm de payidar olamamıştır. Günümüzün zalimlerinin yol açtığı adaletsizlikler elbet bir gün sona erecektir!”

Çok isabetli teşhisler değil mi?

Yine de yanlış anlaşılmasın, bu sözleri Barolar Birliği Başkanı değil de, Cumhurbaşkanı Erdoğan söyledi! Tam da “yargı reformu” gündemde iken! Üstelik Tayyip Bey, bu konudaki hazırlıklarda “son aşamaya” gelindiğini müjdeledikten sonra şu ikazı yapmaktan da kendisini alamamıştı: “Fakat asıl önemli olan uygulamadır. Ülkemizde kağıt üzerinde mükemmel duran nice düzenlemenin uygulamadaki çarpıklıklar sebebiyle nasıl sıkıntılara ve adaletsizliklere yol açtığını hepimiz çok iyi biliyoruz!”
***

Gerçekten de biliyoruz. Ve en iyi de Baro Başkanı Metin Feyzioğlu biliyor. 2014’te, Danıştay yıldönümünde bu gerçeği dile getirdiği için Tayyip Bey’in hışmına uğramış ve bir skandala yol açmıştı. Üstelik o sırada hiç de gerilemedi. Bakın, olaydan üç ay sonra yaptığı bir söyleşide bir gazeteciye neler söylüyordu:

  • “Ben Tayyip Erdoğan’ın zihnindeki Yeni Türkiye ile bizim arzu ettiğimiz Yeni Türkiye’nin aynı olduğunu hiç sanmıyorum. Biz kurumların yeniden tanımlanmasında insanın tartışmasız merkeze konması gerektiğini söylüyoruz. Oysa bugünün siyasi iktidarı kendi statükosunu yaratıp, insan yerine kendini gücünü merkeze koymayı tercih etti. Gerçekten demokratikleşmeyi hedefliyorlarsa her zaman hazırız. Ama yaptıkları yapacaklarının teminatıysa… Demokratikleşmeyi değil gücü tek elde toplamayı, kuvvetler ayrılığını yok etmeyi, basını sansürleyip bastırmayı, ancak istedikleri düşüncelerin ifade edildiği bir ortam yaratmayı istediklerini görüyoruz.” (Hürriyet, 25 Ağustos 2014).

İlginç değil mi? Üstelik o tarihte ne Beştepe Sarayı vardı, ne de Başkanlık sistemi! “Tek Adam” yönetimi henüz hukuki bir kılıfa bürünmemişti ve hapishaneler de hukukçular, gazeteciler, öğretmenler, subaylar ve emniyetçilerle dolmamıştı. Şimdi ise, bırakınız dört duvar arkasındakileri, umutsuzluğa kapılarak hayatına son verenleri sayıyoruz. Burada küçük bir parantez açmadan geçemeyeceğim
***

Daha bir ay önce CHP’nin yayınladığı bir raporda, (bilinen) intiharların sayısının elliye yaklaştığı açıklanıyordu. Şahsen ise, üç yıl önce, gazetelerin arka sayfalarında okuduğum iki satırlık bir intihar haberini hala unutamıyorum. 2016 Ağustos’unda görevine son verilen Ispartalı Sevgi Balcı hemşire depresyona girmiş ve en küçüğü üç aylık üç çocuğunu geride bırakarak canına kıymıştı. Adı, Başbakan’ın bile haberdar olmadığı bir darbeden sorumlu tutulan yüz binler arasında geçiyordu. Sevgi Hemşire, ne yazık ki “yargı reformu”nu göremeden aramızdan ayrıldı. Ve son intihar haberi de geçtiğimiz Haziran ayında Denizli’den geldi. Canan Hanım da bir sınıf öğretmeniydi ve bir KHK ile işsizliğe mahkûm edildikten sonra hayatına son vermişti. Arada da çok sayıda çiçeği burnunda araştırma görevlileri, asker-sivil memurlar, emniyetçiler.. İntihardan çok cinayet kurbanları..
***

İşte Barolar Birliği Başkanı da tam bu koşullarda umudunu “yargı reformu”na bağlamış görünüyor. Aslında hiç de Polyanna’cılık yapmıyor; gayet hesaplı-kitaplı ve daha çok da “Diriliş” dizisinden çıkmış bir kahraman edasıyla “Vatan söz konusu ise, gerisi teferruattır!” diyor. Heyecanla konuşuyor; “hazırlık aşamasındaki” yargı reformunu övüyor ve Erdoğan’a teşekkür ediyor. Söylediklerinde, “önemli olan uygulamadır!” diyen Tayyip Bey’in rezervi bile yok.. Konuşma adeta yeni bir “Yetmez, ama evet!” versiyonu.. Üstelik ilk versiyonda hapishaneler henüz dolu değildi; AB yandaşları “girdik; giriyoruz!” beklentisi içindeydiler ve iktidar da Çetin Altan’lara, Yaşar Kemal’lere ödüller dağıtıyordu. Şimdi ise her şey ortada; kral çıplak.. Üstelik Feyzioğlu’nu tebrik eden Başkan, boykotçu barolara değneği göstermeyi de ihmal etmedi. Ona göre önümüzdeki dönemde çözülecek ilk meselelerden biri “barolar başta olmak üzere tüm meslek teşekküllerinin seçim yöntemlerinin temsili demokrasiye uygun hale getirilmesi” olacakmış!? Anlaşılıyor değil mi? Bu da herhalde “yargı reformu”nun başka bir parçasını teşkil edecek? Eminim, Başkan Feyzioğlu bunu da dikkatle not etmiştir! Ne de olsa reformlar çağındayız!!

Yargıtay’ın Balyoz davası kararının düşündürdükleri

Dostlar,

Sayın Onur Öymen’den nefis bir derleme..
İçimize su serpen..

  • Unutulmamalıdır ki, dünyadaki en yüksek yargı organı tarihtir 
    ve en doğru hüküm tarihin vereceği hükümdür.

Sevgi ve saygı ile.
15.10.13, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

=======================================

Yargıtay’ın Balyoz davası kararının düşündürdükleri

onur_oymenOnur Öymen

Yargıtay Balyoz Davası denilen davada Özel Yetkili Mahkemenin 237 sanık hakkında darbeye teşebbüs suçundan verdiği hapis cezalarını onayladı. Mahkûm edilenler arasında eski Kuvvet Komutanları, Ordu Komutanları, üst düzeydeki amiral ve generaller de var.

Yargıtay’ın bu kararı Türkiye’de büyük yankı yaptı.
Başta Barolar Birliği Başkanı olmak üzere pek çok hukukçu, siyasal partiler,
basının bir bölümü bu karara büyük tepki gösterdiler.

İtirazla başlıca şu noktalara dayanıyordu:

-Sanıkların hiçbir eylemi yoktur.

-Bu denli çok sanığın cezalandırılması Türk Silahlı Kuvvetlerinde bir tasfiye yapıldığı izlenimi yaratmıştır.

Deliller yetersizdir, bir bölümü gerçek dışı bilgi ve belgelere dayanmaktadır.
Bilirkişiye başvurulması taleplerinden çoğu reddedilmiştir.

-Savunma hakkına yeterince saygı gösterilmemiş, bazı tanıklar dinlenmemiştir.
Gizli tanıklara başvurulması davanın hukukiliğini zedelemiştir.

-Aynı durumdaki sanıklardan bazıları cezalandırılmış, bazıları beraat etmiştir.

Cezaların şahsiliği ilkesine uyulmamış, topluca ceza verilmiştir.

-Beraat edenlerin büyük bir bölümü çok uzun süre tutuklu kalmıştır.

Davanın gizliliği korunmamış, soruşturma safhasında bile birçok bilgi
basına sızmıştır.

-Basının bir bölümü dava süresince taraflı yayın yapmış ve sanıkların cezalandırılması için kamuoyu oluşturmuştur.

-Bazı davalarda, en üst düzeyde görev yapmış komutanların terör suçu işlemekle
itham edilmeleri kamuoyunun vicdanını rahatsız etmiştir.

  • Türkiye’den bu tepkiler gelirken yabancı ülkelerin genelde sessiz kalmaları dikkatlerden kaçmadı.

Kıbrıs harekâtından sonra

  • Türk ordusu ileride Kıbrıs’ın esiri olacaktır,”

diyen yabancı devlet adamlarının, 1 Mart Tezkeresinin Meclis’te reddinden sonra (2003) “Sorumluluk askerlerindir, Türk ordusu liderlik görevini yapmadı,” diyen
yabancı siyasetçilerin sözleri unutulmadı. Şimdi Türkiye’nin bir terör örgütüne müsamaha göstermesine alkış tutan o ülkelerin çok sayıda üst rütbedeki subayın cezalandırıldığı son yargı kararından pek de rahatsız olmadıkları izlenimi alınmaktadır.

Bu durum karşısında sorulması gereken soru bence şudur:

Başka ülkelerde bu kadar çok sanıklı benzeri davalar görülmüş müdür?
Siyasetin adaleti etkilediği durumlar olmuş mudur?
Büyük adli hatalar yapılmış mıdır?

İşte bazı örnekler:

Teymurtaş’ın yargılanması

Abdülhüseyin Teymurtaş İran’ın yetiştirdiği en önemli devlet adamlarından biriydi. Bakanlık görevlerinde bulunmuş, ülkesinin çağdaşlaştırılması için büyük çaba göstermiş, 1925 –  32 arasında Rıza Şah’ın en yakın ve en etkili çalışma arkadaşı durumuna yükselmişti. O sırada İran petrolleri, Kaçar hanedanı tarafından yüzyılın başında verilen imtiyazlar nedeniyle Anglo-İranian Petrol Şirketinin elindeydi.
Petrol gelirlerinin çok büyük bölümü İngiltere’ye gidiyor, İran’a sadece % 16’lık bir pay düşüyordu. Teymurtaş İran’ın payını artırmak için büyük çaba gösterdi. Bu nedenle İngilizlerin husumetini çekti. İngilizler Teymurtaş’ı Rıza Şah’a şikâyet ederek
O’nun bir darbe hazırlığı içinde olduğunu söylediler. Bunun gerçekle hiçbir ilgisi yoktu.
Amaç böyle asılsız bir iddia ortaya atarak Şah’ı etkilemekti. İngiltere’nin işbaşına getirdiği ve onların sözünden çıkmayan Şah, Teymurtaş’ı görevden azletti.
Teymurtaş yargılandı ve 5 yıl hapis cezasına çarptırıldı, hapse girdikten birkaç ay sonra öldü veya öldürüldü.  Teymurtaş’ın görevden ayrılmasından sonra Şah İngiltere’yle
60 yıllık bir petrol imtiyazı antlaşması yaptı ve İngilizlerin isteklerinin büyük çoğunluğunu yerine getirdi. Teymurtaş’ın cezalandırılması hedefine ulaşmıştı.

Dreyfüs davası

Alfred Dreyfus Yahudi asıllı bir Fransız subayıydı. Vatana ihanet suçundan yargılandı. Ömür boyu hapis cezasına çarptırıldı. Fransız Hükümeti usul konularında mahkemeye baskı yaptı. 19 Aralık 1894’de başlayan dava sadece 4 gün sürdü. İddianame tek bir belgeye dayanıyordu. Dava gizli görüldü. Bir yalancı tanık Dreyfüs’ü casuslukla suçladı. İlgili Fransız makamlarının mahkemeye sundukları gizli dosyada Dreyfüs’ün Almanya Büyükelçiliğine gizli belgeler verdiği iddia ediliyordu. Dreyfüs mahkemede oy birliğiyle mahkûm edildi. Davanın yeniden görülmesi talebi reddedildi. Halka açık bir törende rütbeleri söküldü, kılıcı kırıldı. Halk “Dreyfüs’e ölüm” diye bağırıyordu. Gazetecilerin çoğu O’nu hain olarak nitelendiriyordu. Dreyfüs, mahkûmiyet yıllarını
çok kötü koşullarda sürgün edildiği bir adadaki hapishanede geçirdi.
Ailesiyle görüşmesine bile çoğu zaman izin verilmedi. Ünlü Yazar Emil Zola
“İtham ediyorum” başlıklı bir beyanname yayınlayarak Dreyfüs’ün suçsuz olduğunu savundu. Basın ikiye ayrıldı. Yahudi düşmanı gazeteler Dreyfüsü suçladı, laik eğilimli olanlar savundu. Dreyfüs 1896 yılında 2. kez yargılandı. Bu kez 10 yıl hapis cezasına çarptırıldı ve tahliye edildi. 1906’da Dreyfüs’ün suçsuzluğu anlaşıldı.
Orduya döndü, 1. Dünya Savaşında savaştı ve Yarbaylığa kadar yükseldi.

Bu dava hala adli hataların vahim bir örneği olarak anılır.

Hitler ve Stalin dönemindeki yargılamalar ve tasfiyeler:

2. Dünya Savaşından önceki dönemde kimi ülkelerde devlet adamlarının etkisi altındaki bazı mahkemelerin acımasızca davrandıkları görüldü. Örneğin Hitler döneminde
Alman mahkemeleri hukuku bir yana bırakarak tümüyle Hitler’in buyruğuyla hareket ettiler.  Sovyetler Birliği’nde de özellikle 1930’lu yıllarda yargı Stalin’in denetimindeydi. O dönemde yargı yoluyla, devlet yönetiminde, Partide ve Orduda büyük tasfiyeler yaşandı. Binlerce kişi baskı altında itirafta bulunduktan sonra idama gönderildi.
Kızıl Ordu mensuplarından birçoğu (casusluk, sabotaj, Anti-Sovyet propaganda
ve darbe hazırlığı) gibi suçlardan yargılandılar. Ordudaki 5 Mareşalden 3’ü,
Ordu Komutanlarından 13’ü, 9 Amiralden 8’i, 57 Korgeneralden 50’si,
186 Tümen Komutanından 154’ü tasfiye edildi. 1920-24 arasında 2,000 aydın, yazar
ve sanatçı tutuklandı. Bunlardan 1,500’ü hapiste veya toplama kamplarında öldü.
1937-38 yıllarında 1,5 milyon kişi tutuklandı ve 681,692 kişi idam edildi.

Bütün bunlar demokrasinin öncüsü sayılan Amerika’nın ve İngiltere’nin savaşın sonuna dek Stalin’le dostluk ve işbirliği yapmasına engel sayılmadı.

Nürnberg ve Tokyo Mahkemeleri:

2. Dünya Savaşından sonra savaş suçlularının yargılandıkları Nürnberg ve Tokyo mahkemeleri bazılarının beklediğinden daha ölçülü davrandılar. Nürnberg mahkemesinde ana davada sanık sayısı 24’ten ibaretti. 3’ü yargılama sırasında
intihar etti veya öldü. 21’i yargılandı. Yalnızca Hitler’in en yakın yardımcılarından
vahim insanlık suçu işleyenlere idam cezası verildi. Bazı sanıklar hapis cezasına çarptırıldı. Birkaç sanık da beraat etti.

Tokyo Mahkemesinde de ana davada 19’u asker olmak üzere 80 kişi yargılandı.
25’i suçlu bulundu 7 kişi idam edildi. 16 kişi müebbet hapse çarptırıldı,
gerisine çeşitli hapis cezaları verildi. Bunlardan 13’ü 1954-56 yıllarında affedildi.

Savaştan sonra Batıda, Türkiye’de son zamanlarda görüldüğü gibi çok sayıda askerin yargılanıp cezalandırıldığı bir dava örneğine rastlamadım.

Türkiye’deki davalar bu genel çerçevenin neresine oturuyor?
Kuşkusuz demokratik ülkelerde askeri darbeleri de darbe girişimlerini de
savunmak mümkün değildir. Avrupa’da son 30 yılda askeri darbe girişimi olmadı
ama Avusturya, Slovakya ve son olarak da Macaristan’da seçimle gelen bazı liderlerin otoriter yönetimler kurmaya çalıştıkları görüldü. Bu girişimlere karşı Avrupa kuruluşları ve kamuoyu büyük tepki gösterdi.

  • Demokrasiye inanan insanların askeri darbelere olduğu gibi
    sivil darbelere de karşı çıkmaları ve demokrasiyi yaşatmaya çalışmaları esastır.

Siyasette ve basında bu gibi davalar değerlendirilirken de, tarihi örneklerin gösterdiği gibi, bir adli hata olabileceği ihtimalini kimse gözden uzak tutmamalı,
herkes vicdanının sesini dinlemelidir.

  • Unutulmamalıdır ki, dünyadaki en yüksek yargı organı tarihtir
    ve en doğru hüküm tarihin vereceği hükümdür.

Saygılar, sevgiler.
14.10.13