Etiket arşivi: Mülkiye Haber

Beştepe, Hakimler ve Avukatlar

Beştepe, Hakimler ve Avukatlar

Beştepe, Hakimler ve Avukatlar

Oysa Erdoğangiller “Bunda ne var, diyorlar; Beştepe milletin evi değil mi?”. İyi de, gazete haberlerine göre, ev sahipleri “evlerine” X Ray cihazıyla kontrol edilerek girmişler ve liste dikkatle incelendikten sonra bazı adlar da Tayyip Bey tarafından çizilmiş! Evet, sağımız solumuz terör deniyor; ama bu kadarı da hayli tuhaf değil mi?
***

Yine de tören öğretici oldu ve ülkeye hâkim “adalet” anlayışı en “yetkili” ağızlar tarafından her yönüyle sergilendi. Şahsen töreni bu duygular içinde, tecessüsle izledim. İşte konuşmaları izlerken aldığım bazı notlar ve bunlarla ilgili düşüncelerim.. Ne de olsa “adalet” hepimizi ilgilendiriyor…

***
Önce adaletle ilgili -ve altını çizdiğim- şu çarpıcı açıklamalar: “Zulüm ve haksızlık ile adaletsizlik eş anlamlıdır. Şayet insan adalet yerine zulüm yolunu seçiyorsa, bunu kendi iradesiyle yapıyor demektir. Dolayısıyla bu iradeyi kontrol altında tutacak zihnî ve fiilî bir düzene ihtiyaç vardır (…) Tarihin hiçbir döneminde zalimler eksik olmamıştır. Ama aynı şekilde zulüm de payidar olamamıştır. Günümüzün zalimlerinin yol açtığı adaletsizlikler elbet bir gün sona erecektir!”

Çok isabetli teşhisler değil mi?

Yine de yanlış anlaşılmasın, bu sözleri Barolar Birliği Başkanı değil de, Cumhurbaşkanı Erdoğan söyledi! Tam da “yargı reformu” gündemde iken! Üstelik Tayyip Bey, bu konudaki hazırlıklarda “son aşamaya” gelindiğini müjdeledikten sonra şu ikazı yapmaktan da kendisini alamamıştı: “Fakat asıl önemli olan uygulamadır. Ülkemizde kağıt üzerinde mükemmel duran nice düzenlemenin uygulamadaki çarpıklıklar sebebiyle nasıl sıkıntılara ve adaletsizliklere yol açtığını hepimiz çok iyi biliyoruz!”
***

Gerçekten de biliyoruz. Ve en iyi de Baro Başkanı Metin Feyzioğlu biliyor. 2014’te, Danıştay yıldönümünde bu gerçeği dile getirdiği için Tayyip Bey’in hışmına uğramış ve bir skandala yol açmıştı. Üstelik o sırada hiç de gerilemedi. Bakın, olaydan üç ay sonra yaptığı bir söyleşide bir gazeteciye neler söylüyordu:

  • “Ben Tayyip Erdoğan’ın zihnindeki Yeni Türkiye ile bizim arzu ettiğimiz Yeni Türkiye’nin aynı olduğunu hiç sanmıyorum. Biz kurumların yeniden tanımlanmasında insanın tartışmasız merkeze konması gerektiğini söylüyoruz. Oysa bugünün siyasi iktidarı kendi statükosunu yaratıp, insan yerine kendini gücünü merkeze koymayı tercih etti. Gerçekten demokratikleşmeyi hedefliyorlarsa her zaman hazırız. Ama yaptıkları yapacaklarının teminatıysa… Demokratikleşmeyi değil gücü tek elde toplamayı, kuvvetler ayrılığını yok etmeyi, basını sansürleyip bastırmayı, ancak istedikleri düşüncelerin ifade edildiği bir ortam yaratmayı istediklerini görüyoruz.” (Hürriyet, 25 Ağustos 2014).

İlginç değil mi? Üstelik o tarihte ne Beştepe Sarayı vardı, ne de Başkanlık sistemi! “Tek Adam” yönetimi henüz hukuki bir kılıfa bürünmemişti ve hapishaneler de hukukçular, gazeteciler, öğretmenler, subaylar ve emniyetçilerle dolmamıştı. Şimdi ise, bırakınız dört duvar arkasındakileri, umutsuzluğa kapılarak hayatına son verenleri sayıyoruz. Burada küçük bir parantez açmadan geçemeyeceğim
***

Daha bir ay önce CHP’nin yayınladığı bir raporda, (bilinen) intiharların sayısının elliye yaklaştığı açıklanıyordu. Şahsen ise, üç yıl önce, gazetelerin arka sayfalarında okuduğum iki satırlık bir intihar haberini hala unutamıyorum. 2016 Ağustos’unda görevine son verilen Ispartalı Sevgi Balcı hemşire depresyona girmiş ve en küçüğü üç aylık üç çocuğunu geride bırakarak canına kıymıştı. Adı, Başbakan’ın bile haberdar olmadığı bir darbeden sorumlu tutulan yüz binler arasında geçiyordu. Sevgi Hemşire, ne yazık ki “yargı reformu”nu göremeden aramızdan ayrıldı. Ve son intihar haberi de geçtiğimiz Haziran ayında Denizli’den geldi. Canan Hanım da bir sınıf öğretmeniydi ve bir KHK ile işsizliğe mahkûm edildikten sonra hayatına son vermişti. Arada da çok sayıda çiçeği burnunda araştırma görevlileri, asker-sivil memurlar, emniyetçiler.. İntihardan çok cinayet kurbanları..
***

İşte Barolar Birliği Başkanı da tam bu koşullarda umudunu “yargı reformu”na bağlamış görünüyor. Aslında hiç de Polyanna’cılık yapmıyor; gayet hesaplı-kitaplı ve daha çok da “Diriliş” dizisinden çıkmış bir kahraman edasıyla “Vatan söz konusu ise, gerisi teferruattır!” diyor. Heyecanla konuşuyor; “hazırlık aşamasındaki” yargı reformunu övüyor ve Erdoğan’a teşekkür ediyor. Söylediklerinde, “önemli olan uygulamadır!” diyen Tayyip Bey’in rezervi bile yok.. Konuşma adeta yeni bir “Yetmez, ama evet!” versiyonu.. Üstelik ilk versiyonda hapishaneler henüz dolu değildi; AB yandaşları “girdik; giriyoruz!” beklentisi içindeydiler ve iktidar da Çetin Altan’lara, Yaşar Kemal’lere ödüller dağıtıyordu. Şimdi ise her şey ortada; kral çıplak.. Üstelik Feyzioğlu’nu tebrik eden Başkan, boykotçu barolara değneği göstermeyi de ihmal etmedi. Ona göre önümüzdeki dönemde çözülecek ilk meselelerden biri “barolar başta olmak üzere tüm meslek teşekküllerinin seçim yöntemlerinin temsili demokrasiye uygun hale getirilmesi” olacakmış!? Anlaşılıyor değil mi? Bu da herhalde “yargı reformu”nun başka bir parçasını teşkil edecek? Eminim, Başkan Feyzioğlu bunu da dikkatle not etmiştir! Ne de olsa reformlar çağındayız!!

El çek yaramdan kapitalizm

El çek yaramdan kapitalizm

mühdansağlamçevirerek bu sorulara yanıt vermeye çalışacağız.

İLAÇ ENDÜSTRİSİNİN SÜVARİLERİ

İlaç endüstrisi; araştırma, deney ve patent, pazarlama, satış süreçlerini içeren, yaklaşık 900 milyar dolarlık bir piyasa. Her sektörde olduğu gibi sağlık sektöründe de gelişmişler, az gelişmişler ve bağış yapmak zorunda hissedilen ülkeler var. Endüstri, araştırma ve geliştirme aşamasında yüksek teknoloji, kaliteli girdi, alanında iyi uzmanlar istiyor. Bu ise kalifiye işgücüne ve yüksek teknolojiye sahip ülkelerin üretimde baskın olması demek. İşte bu noktada firmalar ülkeler üzerinden sıralanıyor. Piyasa gücü ve değeri üzerinden Forbes 2016 En Büyük İlaç Firmaları Listesinin ilk beşi şöyle:

  1. Pfizer,
  2. Johnson & Johnson,
  3. Roche,
  4. Novartis,
  5. Merck.

    Bunu Bayer ve Allergan izliyor. Listede ilk 25’te yer alan firmalar menşei (AS: kaynağı) bakımından sekiz ülkeye dağılıyor. ABD, 15 şirketle ilk sırada. Onu ikişer şirketle İngiltere, Almanya ve İsviçre takip ediyor. Fransa, Japonya, İsrail ve Danimarka birer şirketle listede “ben de varım” diyor. Bu firmalar piyasanın % 30’una yakınını elinde tutuyor. ABD, 350 milyar dolarlık bir pazar olduğu için en büyük rekabet de burada yaşanıyor. Bunun dışında bine yakın ulusal ve uluslararası firma var. Ancak gelir ve pazar gücü açısından ilk beşin çok uzağındalar.

DERDİM ÇOKTUR HANGİSİNE YANAYIM?

Kapitalizmi bulunduğunuz konuma göre farklı şekillerde tarif edebilirsiniz. Bununla beraber en derli toplu ve anlaşılır tanım, Karl Marx’ın Kapital’inde ifadesini bulmaktadır:

  • Kapitalizm : Üretim araçlarına sahip olmak ve artı değere el koymaya dayanan kâr odaklı üretim.

Aynı eserde şu tahlil de var: Sermayedar üretmekle, kâr için üretmekle yükümlüdür. Sermaye birikimi temel önceliğidir, öyle keyfince kazandığını harcayamaz. Yani kapitalist mantıkla örülü bir sistemde faaliyet yürüten sermayedarın önceliği kârdır. Üstelik bunun hangi sektör olduğu, ne kadar ahlaklı olduğu tali (AS: ikinci) sorulardır. Dolayısıyla ilaç sektörüne buradan bakmak en derli toplu çerçeveyi sunuyor. İlaç sektöründe değinilen firmalarda billurlaşan ve üretim dinamiklerine şekil veren sistem iki boyutla açıklanabilir.

İlk olarak; AIDS’e, kansere, koleraya, zatürreye, dizanteriye çare arayışı kimsenin gül hatırı, insanlığın geleceği için değil, kâr için gerçekleştirilir. Tam da bu nedenle söz konusu arayış ucuz araştırma ve iş gücüne ihtiyaç duyar. Dolayısıyla “küresel çapta kaldırın sınırları, taşıyın laboratuvarları” denebilir. Nitekim son dönemde Çin’de kanser araştırmalarının revaçta olmasında bu yönelim etkili. Kalifiye ve ucuz çalışanlar için hükümet göçmen karşıtı politikasını hal yoluna koymakta zorlanabilir. Dahası ucuza üretimin yanında şayet söz konusu patent sistemiyle formüle sahipseniz, ürettiğiniz ilacı ederinin üzerinde fahiş fiyatlara satabilirsiniz. Dikkat edilmesi gereken burada “olmasa da olur” diyebileceğiniz bir lüksünüzden bahsetmediğimiz. Deva arayışınız sizi bu ilacı aramaya mahkum kılar, mecbursunuzdur. Burada mecburiyetten nasıl kazanç sağlandığı açık. Oysa sistem bize bunu bir tür seçme şansımızın olduğu bir alan gibi sunar. Öyle ya kimse sizi zorlamıyordur, almayabilirsiniz. Alım gücünüzün buna yetmemesi de kimseyi ilgilendirmez, çünkü toplumsal ve bireysel yoksulluğunuz kâr aracı olmadığı sürece kulak verilmeye değer değildir.

Değinilen durumu bir örnekle açıklamak yerinde olacak. Geçtiğimiz yıl Sınır Tanımayan Doktorlar (Medecins Sans Frontiers-MSF), kendilerine 1 milyon dolar değerinde zatürre aşısı bağışlamak isteyen çok büyük bir firmanın bu girişimini geri çevirdi. MSF’den gelen açıklama bu kararın nedenini ortaya koyduğu gibi firmaların insafına ilişkin de bir ifşaydı. Bağış üç gerekçeyle reddedilmişti. Birincisi söz konusu firmadan bağış değil, ulaşılabilir fiyatlardan aşı talebi için. Aşının bir dozluk fiyatı 3.5 dolar, hastalığın tamamını kontrol etmek için gerekli olan doz içinse 19 dolar gerekiyordu. MSF, az gelişmiş ülkeler ve gelişmekte olanların pek çocuğunun bireysel ve devlet olarak bu gideri karşılayamayacağını, yardım kuruluşlarının da bütçeleri yetmediği için indirim istediklerinin altını çizdi. Yaklaşık dört yıldır da söz konusu firmayla müzakerede bulunduklarını ve sadaka değil “erişilebilir fiyatlar” istediklerini yeniledi. İkincisi, firmanın bağışla vergiden kurtulma çabası ve bağışların koşullarına dikkat çekiyordu. Şöyle ki; şayet söz konusu ilaç devi 1 milyon dolarlık aşı satmış olsaydı bunun bir bölümünü vergi olarak ödemek durumunda kalacaktı. Ancak firma böylece bağış yaparak vergiden kurtulmuş oluyordu. Ayrıca bir anda gelen aşı bir anda gidebilirdi. Vurgulanan can yakıcı son noktaysa bağışın “hangi ülkelerde, hangi olgularda, kaç yaşındaki çocuklara uygulanacağına dek” pek çok ayrıntının firma tarafından belirlenmesiydi. Yani firma insan seçiyordu. (AS: ilaç devi deney yaptırıyor bir tür!) Söz konusu olan ilaç devi aşıda indirime gitmedi. Bu esnada çaresi olan bir hastalıktan binlerce çocuk yaşamını yitirdi/yitiriyor.

İkinci öge kapitalizm ve mülkiyet ilişkisinin bir yansıması olan patent sistemi. Mülk ve üretim araçlarının sahipliği kapitalizmin temel dinamikleri arasında sayılıyor. İlaç sektöründeyse bunun dolayımı patent sistemiyle sağlanıyor. Şöyle ki; bir ilaç firması herhangi bir hastalığın tedavisinde kullanılmak üzere bir ilaç geliştirdiğinde, bunu hangi firmanın, hangi laboratuvarın geliştireceğini tayin etmek için patent kurumuna başvurup patent alıyor. Yani formülün beş ile yedi yıl (AS: 20 yıl + 5 yıl dolayında veri koruma imtiyazı ile çeyrek yüzyıl!) arasındaki mülkiyeti. Böylece söz konusu firma ilacın üretimi, dağıtımı ve piyasanın denetimini bir süreliğine ele geçiriyor. Genellikle küçük yeniliklerle de patentin süresini uzatabiliyor. MSF örneğinde de bu boyut bulunuyor. Örgüt, patent sistemi nedeniyle zatürre aşısını başka bir firmadan alamıyor, üretemiyor.

Patent pek çok ülkeden alınabilir. Ancak en sert önlemleri alan ve sözü geçen hangi ülkeyse şirketler onun kurumlarını tercih ediyor. Halihazırda patentlerin neredeyse % 70’i ABD’den alınıyor. Ayrıca Amerika Gıda ve İlaç Dairesi (Food and Drug Administration-FDA) dünya genelinde kalite standartları enstitüsü muamelesi görüyor. FDA patent vermiyor, söz konusu ilacın denetimini yapıyor. Pek çok ülke de dağıtım şirketi FDA onaylı olmayan ilaçları güvenilir bulmuyor. Bu noktada ABD iki kurumuyla sektörde büyük bir iktidara ve yönetim kapasitesine sahip. Küresel piyasa da buna göre konumlanıyor, bir yer dışında: Küba.

KANSERE UMUT, SEKTÖRE KABUS: KÜBA

Küba, 1959’da Fidel Castro öncülüğünde Fulgencio Batista rejimini devirdi. Ardından sosyalist ilkeler üzerinden yoluna devam etti. Sosyalizmin en görünür olduğu alanların başında da sağlık sektörü geliyor. Tümden devlet sorumluluğundaki sağlığa, bir sektör olarak değil, halkın mutlu ve uzun yaşaması için bir araç olarak bakılıyor. Kâr beklentisiyle üretim yapılmıyor. Bunun en bilinen örneği, kanser aşısında yaşandı. Akciğer kanserinde tümörün büyümesinin durması ve küçülmesini sağlayan aşının formülü tüm dünyaya ücretsiz ya da bir dolar gibi bir ücrete satılırsa işbirliğine açık olacaklarını söylediler. FDA, Obama döneminde Havana-Washington Hattı’ndaki yumuşama paralelinde Kübalı yetkililerle görüştü. Ancak Küba’ya daha çok yaptırım diyen Trump yönetimiyle ilişkilerde yeniden soğuk rüzgarlar egemen. Küba’nın halktan yana insani önerisi de havada kaldı, ambargo altındaki ülke aşıyı tek başına dünyaya iletmekte zorlanıyor. Yani tıbbın çaresi, bu kez de küresel politik hesaplara ve Trump yönetimin pek istikrarlı “herkese veryansın” politikasına takıldı. Elbette bu süreçte küresel ilaç piyasasının süvarileri, Trump’ın sırtını sıvazlayıp bu hamlenin önlenmesi için çok çabaladı.

Küba’daki alternatif sağlık sistemini bir yana bırakırsak, ilaç sektörü genel olarak olarak kapitalist motivasyonla karakterize oluyor (AS: niteleniyor). Elbette sektörün süvarileri şifa bulmanızı ister, yeterli bakiyeniz (AS: birikiminiz) varsa tabii. Sosyal devletin artık mumla arandığı bir çağda, Havana’dan yükselen başka bir sistemin olanaklarına kulak vermek gerekiyor. Özetle ya başınızın çaresine bakacaksınız ya da varolan sistemin.  (https://www.gazeteduvar.com.tr ‘den alınmıştır)

Akademisyenlere güvenlik soruşturması!

Akademisyenlere güvenlik soruşturması!

Gelir dağılımı AKP döneminde bozuldu


Gelir dağılımı AKP döneminde bozuldu

Yazar: Mülkiye Haberon: Aralık 06, 2014

Portresi
Prof. Dr. Korkut Boratav,
Türkiye ekonomisinde yaşanan gelişmeleri mulkiyehaber.net’e anlattı. Boratav,
“Bölüşüm açısından, emek gelirlerinin göreli durumunun AKP’li yıllarda bozulduğu söylenebilir” dedi.

AKP hükümetlerinin en çok övündüğü konuların başında “ekonomik istikrar” geliyor. Gerçekten de son 10-15 yıl, Türkiye ekonomisinin bir başarı öyküsü müdür?

İdeal istikrar, bitkisel hayat veya yarı-ölüm halidir. Milli gelir ve nüfus artış hızları ve enflasyon sıfırdır; milli gelirden sınıfların aydıkları paylar da değişmez. Böyle bir toplum hedefini, başarı göstergesi olarak göremeyiz.

Bir ekonominin başarısının ölçütleri nedir? Emperyalist bir dünyanın bağımlı kutbunda yer alan Türkiye’de sol perspektifle (her birinin ayrıca tanımlanması, açıklanması koşuluyla) üç ölçüt akla gelir: Büyüme, bölüşüm, bağımsızlık. Diğer göstergeler
(örneğin enflasyon) bunları etkileme doğrultusuna, derecesine göre değerlendirilmelidir.

Son 10-15 yılda, büyüme ölçütlerinin seyrini aşağıda tartışıyorum. Bölüşüm açısından, emek gelirlerinin göreli durumunun AKP’li yıllarda bozulduğu söylenebilir.
Ekonomik bağımsızlık açısından ise, hangi gösterge kullanılırsa kullanılsın, Türkiye’nin emperyalist sisteme bağımlılığı, dünya ekonomisinde meydana gelebilecek olumsuz çalkantılar karşısındaki kırılganlığı belirgin boyutlarda artmış olduğu belirlenecektir.

Yine son 10-15 yılda “sosyal devlet” iddiasından vazgeçilirken,
“sosyal yardımlar” artmış görünüyor. Bu amaçla bir bakanlık bile kuruldu.
Kömür, yiyecek paketleri gibi “destekler” ne anlama geliyor? Bir yandan da
bu “yardımların” artması yoksulluktaki artışla da bağlantılandırılamaz mı?

Son 10-15 yılda sosyal devlet kurumlarında ve bunların katkılarında önemli aşınmalar gerçekleşti. Farklı bir ifadeyle, merkezi devletin, insanlara salt yurttaş oldukları için, ve/veya sosyo-ekonomik konumlarına göre yasal yükümlülüklerden kaynaklanan katkıları aşındı. Oluşan boşluk, yerel yönetimler, dernekler, cemaat toplulukları tarafından “yoksul” olarak tanımladıkları kişilere aynî veya parasal yardımlar biçiminde telafiye çalışıldı. Nesnel/yasal ölçütler tanımlanmadığı için, keyfilik öne çıktı;
dağıtım, iktidar partisi tarafından yönlendirildi, kullanıldı. Bu, kapitalizmin erken dönemlerine özgü “yoksul yasaları” uygulamalarını andıran bir düzenlemedir.
Sosyal devletin muhatabı, “yoksul kişi” değildir; işsiz, işçi, emekli, hasta, çocuk, özürlü konumları ile yurttaştır. Bu dönüşüm, yalnızca toplumsal refah açısından değil,
siyasal, ideolojik yansımaları ile de geriye dönüştür.

Kısa süreli de olsa dünya ortalamasının üzerinde bir büyüme hızı yakalandığına yönelik iddialar var. Ancak son yıllarda bu süreç oldukça yavaşladı.
Önümüzdeki yıllarda nelerle karşılaşabiliriz?

            Neo-liberal yılların alt dönemlerine ait ortalama büyüme hızları aşağıdadır:

  Yıllar Büyüme (%)
Neoliberal Dönem 1980-2013 4,3
12 Eylül-Özal yılları 1980-1988 4,9
Neo-popülizm 1989-1997 4,3
Beş kayıp yıl 1998-2002 1,0
AKP: Lale devri 2003-2007 7,3
AKP: Normale dönüş 2008-2013 3,7

portresi1
AKP Türkiye’de kişi başına milli gelirin düştüğü
(%1 tempolu büyüme hızının nüfus artışlarının gerisinde seyrettiği) beş kayıp yıl sonrasında iktidara geldi.
Atıl kapasiteden ve dünya ekonomisinde sermaye hareketlerinin canlandığı bir konjonktürden yararlanarak 2003-7’de yüksek bir büyüme temposuna ulaşabildi.
Bu sonuç konjonktüreldir; siyasal iktidarın geçmiş neo-liberal politikaları olduğu gibi sürdürmesi dışında özel bir katkısı söz konusu değildir. Sonraki yedi yıl (%3,7’lik büyüme karnesi) AKP’nin gerçek bilançosunu yansıtır. Bu iniş-çıkış dönemini birlikte
ele alırsak, 2003-2013’ün ortalama büyüme hızı % 4,5’tir. Bu büyüme bilançosunu
Batı ülkeleriyle değil, bizim de dahil olduğumuz “yükselen ekonomiler” (yani büyük
çevre ülkeleri) ile karşılaştırmak uygundur. Örnek olarak, aynı dönem (2003-13) için Asya’nın en büyük 7 ekonomisi (Çin, Endonezya, Filipinler, Hindistan, Malezya, Tayland, Vietnam) ile karşılaştıralım. Bunların (ağırlıklandırılmamış) ortalama
büyüme hızları %6,3’tür. Yalnızca Tayland (%4,1 ile) Türkiye’nin gerisindedir.
Sonraki yedi yılın büyüme bilançosuna da bakalım: Türkiye %3,7, Asya’nın 7 büyük ekonomisi: 5,9…

Kısacası, Türkiye’nin büyüme temposunu, ağır bir krizden geçmekte olan
Batı ekonomileri ile değil benzer çevre ekonomileriyle karşılaştırırsanız,
ortada başarı söz konusu değildir. Gelecek için ne öngörebiliriz?
Geçmiş on beş yıl boyunca sermaye birikim oranı %20’ler dolayında seyretmiş;
AKP’li yıllarda da artmamıştır. Bu olgu, artan dış kırılganlıklarla birleştirilirse,
2007-13’teki ortalama büyüme temposunun yakın gelecekte de aşılmayacağını sanıyorum. Ancak, sert iniş (hatta küçülme) ve çıkış yılları içeren bir ortalama
söz konusu olacaktır.

Sürekli borçlanma ve sıcak para akışından beslenmenin ülkenin bağımsızlığı bağlamında ne tür sonuçlar doğurması beklenir?

Bunlar, yukarıda “kırılganlık” diye adlandırdığım durumun göstergeleridir.
Bunlara, kısa vadeli borçların toplam dış borçlara ve rezervlere oranını da ekleyebilirsiniz. Türkiye’ye dönük dış kaynak hareketlerinde ani bir durma veya
tersine dönme geçekleşirse, ekonomi hızla durgunlaşır; daralma, hatta
finansal krizler gündeme gelebilir.

Thomas Piketty’nin “Yirmi birinci yüzyılda KAPİTAL” adlı kitabı son aylarda yoğun olarak tartışılıyor. Siz de bu konuda yazılar yazdınız, konferans ve panellere katıldınız. Özellikle gelir adaletsizliği üzerine söylediklerini nasıl değerlendiriyorsunuz? Örneğin Türkiye’de bu konuda artan dengesizliğe karşı bir tür servet vergisi önerdi. Bu tür öneriler Türkiye ekonomisinin karşı karşıya olduğu sorunlar için çözüm mü?

Türkiye’de vergi sisteminde, 1980’li yılların başlarındaki duruma dönüş önemli bir iyileşme sağlayacaktır. Örneğin o dönemde gayrimenkul satışlarındaki değer artışları vergileniyordu; servet, gelir vergisi matrahının kontrolünde kullanılıyordu ve çeşitli gelir türlerini birleştiren beyannameli mükellefiyet yaygındı. Piketty’nin önerdiği servet vergisinden önce, sadece bu mütevazi düzenlemeler bile, vergi adaleti doğrultusunda önemli bir gelişme olacaktır.

Türkiye’de, üniversitelerdeki iktisat eğitimini nasıl buluyorsunuz?

Yalnızca Türkiye’de değil, tüm Batı dünyasında son kriz, iktisat öğretiminde
neo-klasik iktisadın hegemonik konumunu ciddi boyutlarda sarstı;
iktisat öğrencilerinin önerdiği revizyonlar tartışılmaya başlandı.
SBF’de iktisat eğitiminin, Batı’dakilere (hatta Türkiye’deki benzerlerine) göre
biraz daha plüralist olduğunu düşünüyorum.

Büyük değişiklikler zaman alır;
Batı’da ciddi revizyonlar gerçekleşirse Türkiye’ye de er-geç yansıyacaktır.