Etiket arşivi: “araştırmacı gazetecilik”

AYDIN CİNAYETLERİ STRATEJİSİ ve 21. ADALET-DEMOKRASİ HAFTASI


AYDIN CİNAYETLERİ STRATEJİSİ ve 21. ADALET-DEMOKRASİ HAFTASI..


Dostlar
,

Meş’um (Lanetli) 1993’ten bu yana 21 koca yıl geçti..

O yıl dikilen fidanlar gencecik – güçlü ağaçlar oldular.

O yıl doğan bebeler artık 21 yaşında birer fidan..

Türkiye Cumhuriyeti Devleti 70. yaşına girmişti, günümüzde 90 yaşını devirdi..

20. yy. bitti, 21. yy’a geçtik..

KüreselleşTİRme = Yeni emperyalizm iyice abandı ve

  • Türkiye ulusu ve ülkesiyle parçalanmanın eşiğine sürüklendi!..

Sevgili Uğur Mumcu 51 yaşında idi, 72 yaşına ulaştı..

Uğur Mumcu’nun sevgili evlatları Özgür ve Özge 16 ve 12 yaşlarında birer “çocuk” iken “babasız büyüyerek” birer genç yetişkin insan oldular O’na özlemle..

Sevgili Güldal Mumcu 42 yaşında dul kaldı ve yaşamının son 21 yılını
Sevgili Eşi “Uğur” olmadan tarifsiz acılarla sürdürmek zorunda kaldı..
Bir Onur anıtı gibi sürdürdü yaşamını, eşinin anısını ve felsefesini yaşatmak üzere Uğur Mumcu Araştırmacı Gazetecilik Vakfı‘nı (UM:AG) kurdu.

Bizler, Türkiye insanı ise, O’nun Cumhuriyet’teki GÖZLEM köşesinde her gün bizlere Liman Feneri gibi ışık tutan yazılarından yoksun kaldık.. O yazılar ki
her biri Türkiye gündemini belirler, hırsızın – uğursuzun – rüşvetçinin – ajanın – satılmışın – katilin uykularını kaçırır ve hain planlarını bozarak günyüzüne çıkarırdı. Her dizesi, her sözcüğü çok ciddi ve emekli araştırmacı – gazetecilik ürünü idi.

Ankara Hukuk Fakültesini 1965’te bitirmiş ve efsane İdare Hukuku hocalarından
Prof. Tahsin Bekir Balta‘nın asistanlığına kabul edilmişti .. Ancak bu alanda uzmanlaşmasına ve parlak bir kariyer yapması muhakkak olan gidişine (1969-72)
engel olundu. 12 Mart’ta, “Ordu Uyanık Olmalı” başlıklı bir makalesi yüzünden hapsedildi. Mamak Askeri Cezaevinde 1 yıl tutuklu kaldı, 7 yıl hapis cezası aldı ama Yargıtay hükmü bozunca serbest kaldı ve “SAKINCALI PİYADE” olararak
resmen damglandı, Patnos’ta “Rütbesiz er” olarak askerlik yaptırıldı.

O’nun aramızdan koparılmasının 10. yılında Türkiye AKP’ye teslim edileli 2,5 ay olmuştu.. 14 Kasım 2002’den bu yana Atatürk’ün mazlum Türkiye Cumhuriyeti adeta kuzunun kurda teslim edilmesi örneği birilerine ziyafet için sunulmuş bulunuyor.. Son 12 yıldır da bu bağlamda çok yönlü, açık – sinsi parçalanma operasyonlarına tabi tutulmakta..

Uğur Mumcu’nun yazdıkları birer birer doğrulanıyor..

Bereket, yazamadıkları da sonradan, son derece varsıl (zengin) arşivi taranarak
büyük emeklerle kitaplaştırıldı UM:AG tarafından. Bu çabalar tarihe ve ulusumuza
büyük ve çok değerli hizmetlerdir. Halen CHP adına TBMM Başkanvekili olan
Sn. Güldal Mumcu öncülüğünde UM:AG Vakfına şükran borçluyuz..

Ağabey Ceyhan Mumcu, kendi deyimiyle “Uğur” un katillerinin bulunması için
ömrünü adadı. Güldal Mumcu, Doğru – Yol hükümeti Emniyet Genel Müdürü
Mehmet Ağar
ile konuşurken gladyo cinayeti anlaşıldı bütün çıplaklığıyla..
Bayan Mumcu, “çekin tuğlayı, cinayet aydınlansın..” dedi. Genel Müdür Ağar ise, “..çekemem, duvar yıkılır, altında kalırız…” dedi.. (Bkz. dipnotu..)

Böylelikle Devletin, işin içyüzünü yani Mumcu cinayetini kontr-gerillanın işlediğini bildiği fakat uluslararası dengeler – düğümler bağlamında açıklamadığı – açıklayamadığı anlaşıldı. Mumcu’nun eşinin ziyaretleri sırasında dönemin Başbakanı Süleyman Demirel, Başbakan Yardımcısı Erdal İnönü ve İçişleri Bakanı İsmet Sezgin, “cinayeti çözmenin, devletin namus borcu olduğu”nu belirterek adeta namus sözü verdiler (1993) fakat failler yakalan(a)madı.. Dahası, kanlı cinayet alçakça bir komşu ülkeye
mal edilerek, üstüne üstlük halkın bu ülke halkına düşmanlaştırılması kozu bile oynandı..

Türkiye, yalvar yakar 3 yılın ardından ve muazzam Kore rüşveti sayesinde
(741 şehit, 2147 gazi : MEHMETÇİĞİN KANI VE CANI İLE RÜŞVET!)
4 Nisan 1952’de NATO’ya kabul edildikten sonra aydınlık öncü evlatlarını,
karanlıkta kalmaya bu sistem gereği mahkum gladyo cinayetlerine kurban vermeye başlamıştı.. Sözde Sovyet tehdidi (1945) ürküsüyle (paniğiyle) 4 nala NATO’nun kucağına atılırkan, T.C. Devleti, Devlet olarak en temel görevi olan yurttaşlarının can
ve mal güvenliğinden vazgeçmiş oluyordu.. Soyut “devlet bekası” kutsanarak
öne çıkarılmış, gerçekte devletin varlık nedeni olan vatandaş feda edilmişti.. Bu tercih, kritik “faşizm” eşiğidir ve Türkiye, NATO üyeliği ile gerçek bir demokrasi olma şansını yitirmiştir.

Dolayısıyla, her yıl bugünlerde, Adalet – Demokrasi haftalarında biz bu 2 güzel perinin ardında seraplar görmeyi sürdürürüz.. 1 hafta sonra da 31 Ocak 1990’da öldürülen ADD Kurucu Genel Başkanı Prof. Dr. Muammer Aksoy‘a
24 yıl sonra gene ağıtlar yakarız..

Sorun sistem sorunudur..

Türkiye’de halktan yana bir devrimci iktidar başa getirilemediği sürece bu alçakça cinayetler karanlıkta kalacağı gibi, yenileri de işlenmeye devam edilecektir..

Nitekim edilmektedir! Üstelik hızlanarak ve kapsamı genişletilererek..

Mumcu’nun öldürülmesinden 24 gün sonra işlenen Jandarma Gn. Komutanı
Org. Eşref Bitlis cinayeti
nereye konacaktır??

Mumcu’nun öldürülmesinden 6 ay kadar sonra 2 Temmuz 1993 Sivas toplu kırımı provokasyonu nereye konacaktır??

  • Aradan geçen 21 yılda açık – örtük yüzlerce gladyo / kontrgerilla cinayeti bu topraklarda NATO sayesinde işlenebilmiştir ve hiçbirinin de işleyeni yakalananamıştır!? (Ferit İlsever; Kontrgerilla 1-2)

“Faili meçhul” retoriği ile de zihinlerimiz tuzaklanarak cinayetlere
“öğrenilmiş çaresizlik sendromu” bağlamında boyun eğmemiz sağlanabilmiştir!?.

AKP dönemiyle birlikte köklü bir strateji değişikliği yapılmış ve asker – sivil öncü aydın kadroların tertip davalarla, sahte – düzmece iftira belgeleriyle hapse konularak tasfiyesi yöntemi uygulanmaya konmuştur.. Ergenekon, Balyoz vd. oyunlar bu iğrenç stratejinin türevidir ve bizzat Başbakan R.T. Erdoğan’ın Başdanışmanı AKP Ankara Milletvekili Doç. Dr. Yalçın Akdoğan tarafından apaçık itiraf edilmiştir : 25 Aralık 2013, Star gazetesindeki köşe yazısı ;

  • ” …Kendi ülkesinin milli ordusuna kumpas kuranların
    bu ülkenin hayrına bir iş yapmış olmayacağını…”

Sonuç                         :

Yineleyerek bağlayalım..

Sorun sistem sorunudur..

Türkiye’de halktan yana bir devrimci iktidar başa getirilemediği sürece
bu alçakça cinayetler karanlıkta kalacağı gibi,
yenileri de işlenmeye -türlü yollarla- devam edilecektir..

(Yazının pdf formatı aşağıda)
AYDIN_CINAYETLERI_STRATEJISI_ve_21._ADALET-DEMOKRASI_HAFTASI

Sevgi ve saygı ile.
23 Ocak 2014, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

Dipnotu      :

Mehmet Ağar o sırada Erzurum Valisi’ydi. 6 ay kadar sonra Emniyet Genel Müdürü oldu. Ertesi yıl, 24 Ocak 1994’te Güldal Mumcu’yu evinde ziyaret etti.
Bu olayı çözebilmek için özel bir ekip kurdurdum.” dedi. Bayan Mumcu
5 Şubat 1997 günü, TBMM Araştırma Komisyonu’nda o görüşmeyi anlattı.

“Bu işin arkasındakileri ortaya çıkarın, tuğlayı çekin.” dediğini, Ağar’ın ise.
Yapamam, tuğla çekilirse duvar yıkılır, biz de altında kalırız.
dediğini söyledi. Soruşturmayı yürüten savcının da kendisine
“Bu işi devlet yapmıştır.” dediğini aktardı.

Reyhanlı-Washington Hattında Yaşanan Siyasal Sefalet


Dostlar
,

YURT Gazetesi yazarlarından Sayın Merdan Yanardağ, son derece namusulu ve derin birikimi olan bir yazar. Haftanın yorumu yazısını paylaşmak istiyoruz.
Çok öğretici ve düşündürücü bir kaynak yazı olarak okunmalı ve üzerinde düşünülmeli. Rahmetli Uğur Mumcu geleneğine uygıun “araştırmacı gazetecilik” çizgisi
Sn. Yanardağ’da egemen.

  • Reyhanlı-Washington Hattında Yaşanan Siyasal Sefalet

Sevgi ve saygı ile.
25.5.2013, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

=========================================

Reyhanlı-Washington Hattında Yaşanan Siyasal Sefalet

Merdan YANARDAĞ

Reyhanlı saldırısının Türkiye’nin Suriye’ye doğrudan askeri müdahalede bulunmasını isteyen güçlerin düzenlediği bir provokasyon olduğundan hiç kuşkumun olmadığını daha önce de yazdım. Olayların akışı, elimize ulaşan bilgiler, Ortadoğu ve Suriye haberleri konusunda uzman olan arkadaşımız Ömer Ödemiş’in bölgeden gönderdiği haberler, bu analizi (çözümlemeyi) yeniden ve yeniden doğruladı. Bu gerçeği görmek için yüksek bir analiz yeteneğine sahip olmak gerekmiyordu. Biraz analitik düşünmek, bilimsel kuşkuculuğa sahip olmak ve eleştirel aklı devreye sokmak yetiyordu.

Ancak böyle olmadı; yandaş, muhafazakâr ve iktidar yanaşması holding medyası tam anlamıyla bir bilgi kirliliği yarattı. Gerçeğin ve olguların üzerini örttü. İktidarın açıklamalarını doğrulayacak haber yapmak için adeta bir biriyle yarıştı. Ortada gerçek bir rezalet ve gazetecilik sefaleti vardı.

Oysa Reyhanlı katliamının siyasal sorumlusu AKP iktidarıydı. Bu nedenle suçüstü yakalanan hükümet büyük bir telaşla gerçeklerin üstünü örtmeye çalıştı. Bir yandan Reyhanlı için yayın yasağı koyarken, öbür yandan da 30 yıldır hiçbir faaliyetinin bulunmadığı ve dağıldığı Emniyet raporlarıyla sabit olan  Marksist sol bir örgütü, 24 saat içinde saldırıların faili ilan etti. Ancak iki gün içinde anlaşıldı ki, asıl “Acilci” olan AKP Hükümeti’ydi.

Çünkü Emniyet ve MİT’ten gelen açıklamalar, Reyhanlı katliamının THKP-C Acilciler örgütüyle hiçbir ilgisinin olmadığını, bu örgütün artık faaliyette bulunmadığını ve dağıldığını bir kez daha teyit ediyordu.

Bu pis oyunu YURT Gazetesi bozdu. Yayın yasağı ile hükümetin suçunu örtmeye çalıştığı, haberin ve bilginin karartıldığı bir dönemde YURT, gerçeğin sesi oldu.  Reyhanlı’yı kana bulayan güçlerin siyasal İslamcılar, küresel cihatçı teröristler ve ortaçağ artığı Selefiler olduğunu ortaya çıkardı. İsrail’in MOSSAD’ı gibi istihbarat örgütlerinin rollerine işaret etti ve nedenlerini açıkladı.

***

Dolayısıyla AKP Hükümeti’nin hem Suriye hem de Reyhanlı fiyaskosu büyüyor.

İki yıldır beklediği ABD gezisine çıkan ve  ABD Başkanı Barack Obama ile Beyaz Saray’da toplam 5,5 saat görüşen Başbakan Tayyip Erdoğan, büyük bir hayal kırıklığı ile dönüyor. Çünkü Beyaz Saray’da AKP heyetine tam bir ‘Suriye ayarı’ verildi.

Ganimetten pay kapma açgözlülüğü ve kendisini iktidara taşıyan efendisine diyetini ödeme gayretiyle Suriye’de kirli savaşı bütün gücüyle destekleyen AKP, tam bir dış politika iflası yaşıyor. Çünkü Obama yönetimi, Suriye’ye doğrudan bir askeri müdahale yapılamayacağını görmüş ve bu niyetinden vazgeçmiş durumda.  Ancak, imam hatip tedrisatıyla malûl olan AKP Hükümeti ve onun Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu bu değişimi hiçbir zaman kavrayamadı. Bu nedenle Başbakan Erdoğan, “Batı bizi yalnız bıraktı.” diye sızlanmaya başladı.

Beyaz Saray’da ortak basın toplantısı yapan Obama ve Erdoğan fotoğrafı görülmeye değerdi. ABD televizyonları Erdoğan konuşurken kendi olağan yayın akışlarına dönüyorlar, Obama’yı ise canlı yayınlıyorlardı. Kimsenin Erdoğan’ı ve taşeron hükümetini “iplediği” yoktu.

Obama konuşmasında Suriye’ye bir askeri müdahale seçeneğinden söz etmediği gibi,

“Elimizde sihirli bir formül yok” diyordu. Yanında MİT Müsteşarı Hakan Fidan’ı götürerek
Suriye’de Esad yönetiminin kimyasal silah kullandığını kanıtlamaya çalışan Erdoğan’a Obama, “Bu bilgi kesin değil, araştırmalarımız sürüyor.” diye yanıt veriyordu.

Erdoğan’ın daha önce “İpe un sermek” dediği, Cenevre’de Rusya’nın inisiyatifiyle düzenlenecek Suriye görüşmelerine de “evet” diyordu. Cenevre’de Rusya ile görüşmeleri sürdüreceklerini de belirten ABD Başkanı şöyle devam ediyordu :

“Bunun yerine yapacağımız şey, uluslararası baskıyı artırmak, muhalefeti güçlendirmektir.”

Tablo açıktı; AKP’nin de bir parçası olduğu küresel gerici koalisyon ve emperyalist kuşatma yenilgiye uğramıştı. ABD yeni duruma uygun bir politika oluşturuyordu.
Tablo böyle olduğu halde, yandaş Türk basınının tutumu yine utanç vericiydi. Bazı gazetelere ve televizyonlara bakılırsa, ABD ve müttefikleri neredeyse bu hafta sonu Suriye’ye gireceklerdi.

BEYAZ ADAM ve UŞAKLARI

Türkiye’de 1. Cumhuriyet’in tasfiye edilmesi ve bir ılımlı İslam rejiminin kurulması, entelektüel düzeyde Müslüman toplumlardaki Batı tipi modernleşme girişimlerinin başarısızlıkla sonuçlandığı varsayımına dayandırılıyor.

Amerikan dış politikasına yön veren yeni muhafazakâr ekip, laik ve cumhuriyetçi Türkiye’nin İslam dünyasını etkileyemeyecek kadar ondan uzaklaştığını düşünüyordu. Dolayısıyla Müslüman toplumlara bir model oluşturabilmek için “İslamla demokrasiyi birleştirecek” bir ılımlı İslam ülkesi yaratmak gerektiği tezini de sıkça işliyorlardı.

New York Times Gazetesi’nin uzun süre Türkiye ve Ortadoğu muhabirliğini yapan Stephen Kinzer, Türkiye’nin neden bir ılımlı İslam ülkesi olması gerektiğini şöyle anlatıyor:

  • “Türkiye’nin modern tarihinin büyük bir bölümünde Müslüman dünya onu bir dönek olarak görmüştü. Atatürk’ün reformları Türkiye’yi İslam’ın o kadar uzağına taşımıştı ki, dinsel meşruiyeti kaybolmuş gibi göründü. Bunun yanı sıra Washington’un uşağı gibi algılanmış ve birçok Müslümanın nefretle karşıladığı Amerikan politikalarını benimsiyor diye damgalanmıştı. … Günümüzde bu itirazlar Türkiye için geçerliliğini yitirmiştir. Dindar Müslümanlar tarafından yönetilmektedir ve kendi dış politikası vardır. (…) Türkiye yeni arzusuna karşı hemen hiç direnişle karşılaşmadı. Sadece kendisinden istendiğinde müdahale ederek ve geniş yelpazedeki hükümetlerle ve hiziplerle iyi ilişkiler kurarak başka hiçbir ülkenin oynayamayacağı bir rolü oynamaktadır. (…) Osmanlı geçmişi ona büyük bir tarihi ağırlık vermektedir.”
    (Stephen Kinzer. Türkiye, İran ve Amerika’nın Geleceği, İletişim Yay., Mart 2011 İstanbul, syf. 217)

Kinzer gibi gazeteci ve siyaset yapıcılarının yaklaşımına göre; İslam dünyasına model olacak ve bu dünyaya liderlik yapacak, “Dindar Müslümanların yönettiği” bir Türkiye, ABD’nin uzanamadığı coğrafyalara ve kültürlere erişim yeteneği nedeniyle Washington’un küresel amaçlarına çok daha iyi hizmet edecektir.

Ancak bütün bunların gerçekleşmesi için İslam dünyasından uzaklaşan laik bir cumhuriyet değil, ılımlı da olsa bir İslam devleti olmak gereklidir.

İşte bu nedenle Türkiye’de 1. Cumhuriyet tasfiye edildi.

Yine bu nedenle kurucu ideoloji diyebileceğimiz Kemalizm de Ergenekon soruşturmaları üzerinden bir “suç ideolojisi” haline getirilmek istendi.

***

Bu siyaset planlaması, genel olarak Müslüman ve Arap toplumlarındaki “modernleşme” hamlelerinin başarısızlıkla sonuçlandığı varsayımına dayanır. Modernleşme girişimlerinin yenilgiyle sonuçlanması, burjuva anlamda da olsa demokratik ve laik bir hukuk devleti olma projelerinin de çökmesi anlamına geliyordu. İşte bu nedenle Ortaçağ artığı Körfez Emirliklerine ve Suudi diktatörlüğüne hiç ses çıkarmadıkları halde, Arap dünyasının yarı laik cumhuriyetlerini yıktılar. Batılı ‘beyaz adam’ modernitenin kendisine zemin bulamadığını ileri sürdüğü bu toplumlara büyük bir yalan ve ikiyüzlülükle bir kez daha uygarlık ve demokrasi götürmeye soyundu. İşte BOP ve onun 2. etabı olan “Arap baharı” tam olarak bu anlama gelmektedir.

Amerika’da Ortadoğu ve İslam dünyasına ilişkin konulardaki tartışmasız “bilirkişi” sayılan
Prof. Bernard Lewis şöyle yazıyor:

  • “Neredeyse bütün İslam dünyası yoksulluk ve zulüm koşullarında yaşıyor. Bu sorunların ikisi de dikkatleri özellikle başka yerlere çekmek isteyenler tarafından ABD’ye fatura ediliyor. (…) Müslüman dünyada sadece Batı’yla değil Doğu Asya’nın hızla gelişen ekonomilerine kıyasla, giderek iflas eden ekonomik durum bu hayal kırıklığını körüklüyor.“ (…) Arap ülkeleri Batı türü modernleşme kervanına daha geç bir tarihte katılan Kore, Tayvan ve Singapur gibi ülkelerin de gerisinde kalıyor.”  (Bernard Lewis, İslam’ın Krizi, Çev. Abdullah Yılmaz, Literatür Yay., 2003, İstanbul, syf. 101-102)

Durum böyle olunca, ABD dış politikasına yön veren ideologlara göre, Müslüman toplumlar seküler bir ülke olmak hedefini bir yana bırakmalıdır. Çünkü Müslüman toplumlarda bu yöndeki bütün girişimler başarısızlıkla sonuçlandı. Bu yaklaşıma göre demokrasi ve laiklik gibi kurumlar Batı kültürünün ürünüdür ve ancak orada başarılı olabilirler.

Dolayısıyla, Doğu’da (İslam dünyasında) yumuşatılmış, radikalizm ve Batı düşmanlığından arındırılmış bir İslam anlayışının gelişmesini desteklemek gereklidir. Uygun model budur.İşte AKP, ABD ve Batı ile çatışarak değil, onlarla uzlaşarak iktidar olunabileceğini gören, toplumun dinselleştirilmesinin ancak emperyalizmin çıkarlarıyla uyumlu bir siyasal programla mümkün olabileceğini düşünen siyasal İslamcı kadroların kurduğu bir partidir.

Bu nedenle Necmettin Erbakan’a ihanet ederek O’nun Milli Görüş Hareketi’yle yollarını ayırdılar.

Soğuk Savaş döneminde NATO’nun “Yeşil Kuşak” stratejisinin kurbanı olan
“Modern Türkiye”, ne yazık ki 21. Yüzyılın ilk çeyreğinde de “ılımlı İslam” stratejisine kurban edilmiş görünüyor. (Yurt Gazetesi, 19.05.2013)