Etiket arşivi: Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi İbn-i Sina Hastanesi Hasan Ali Yücel Konferans Salonu

KEMALİST AYDINLANMA VE KÖY ENSTİTÜLERİ


KEMALİST AYDINLANMA VE KÖY ENSTİTÜLERİ

portresi

 

 

Altan ARISOY 

 

Ana çizgisini bağımsızlaşma, ulusallaşma, aydınlanma ve çağdaşlaşma olarak belirleyebileceğimiz Kemalist savaşımın içinde en çok bozulan, hırpalanan, oynanan, yozlaştırılan alan ulusal eğitimimizdir.

İnsanın doğa ile savaşımını kazanabilmesi, her deneyimden öğrendikleriyle yeniden üretmesine, yeni donanım ve üretim ilişkileriyle kendini geliştirmesine ve savaşımını sürdürmesine bağlıdır.

20. yüzyıl başlarında doğaya daha egemen olan toplumlar emperyalizm çağına ulaştı. Bu devletler yeryüzünün bütün kaynaklarını ele geçirmek amacıyla birbirlerini kırıp dünya halklarını sömürgeleştirirken ezilen ulusların emperyalizme karşı ilk bağımsızlık savaşı Anadolu’da kazanıldı.

On iki milyonluk bu topluluğa aydınlanma ve çağdaşlaşma yıldızlar kadar uzaktı.

Pazar için üretim bir yana, aileler kendilerine yetecek bir üretimden bile yoksundu.Üretici genç erkek nüfus azalmış, eldeki olanaklar tüketilmişti. Salgın hastalıklar ortalığı kavuruyordu. İnsanlar, virane haline gelmiş olan Anadolu’da yüzde doksan beşlere varan bir bilisizlik içinde ağaların, şeyhlerin, batıl İslamcılığın katı baskısı altında umarsız yaşıyorlardı. Gelenekleri ve inançları gereği yazgılarına boyun eğerek, Allah’ın bir mucize göstermesini bekliyorlardı.

Mustafa Kemal öncülüğünde bir avuç aydın bu kez sürekli kurtuluşun yolunu çizmeye çalıştı; Bağımsızlığı korumanın ve güçlü bir devlet olmanın tek ve en güvenilir yolu; ulusal birlik içinde, sadece kendi gücüne güvenerek aydınlanmak, ulusal ekonomiyi kurmak, varsıllaşmak ve çağdaşlaşmaktı.

Bunun için öncelikle ulusa güven vererek çalışmak, ulusa güvenmek, ulusal bilinci yaratmak gerekliydi. Bu yüzden, Atatürk’ün orduya ve özellikle Türk ulusuna sonsuz bir güven duygusuyla bağlanması, yaşamını onlara adaması, kendine hiçbir pay çıkarmadan onları her fırsatta yüceltmesi devrim hareketlerinin başarılmasında en önemli etken olmuştur.

Amaca ulaştıracak yol eğitimle açılacaktı. Kurtuluşun hemen ardından, orduların utkusunun geçici olduğunu, asıl kurtuluşun eğitim ordusuyla sağlanacağını söylemesinin anlamı budur. Daha Sakarya Savaşmasının sıcak günlerinde ( 16 Temmuz 1921) Ankara’da toplanan öğretmenler kongresinde, silahıyla savaşan Türk Ulusunun beyni ile de savaşmak zorunda olduğunu söyleyerek, yaratılacak yeni kültürün temel özelliğini belirtmişti :

Batıdan ve doğudan gelen bütün etkilerden uzak, ulusal özyapı ve tarihimize uygun bir kültür !.. “

1922’de anı defterine şu notları düşmüştü :

Okul sayesinde, bilim ve fen sayesinde Türk ulusu, Türk sanatı, Türk edebiyatı bütün güzellikleri ile kendini gösterecektir ! “

1924 Ağustosundaki “öğretmenler birliği” kongresinde, öğretmenlerin görevini açıklıyordu :

Öğretmenler, cumhuriyetin özverili öğretmen ve eğiticileri, yeni kuşağı sizler yetiştireceksiniz. Yeni kuşak, sizin eseriniz olacaktır. Eserin değeri sizin ustalığınız ve özveriniz derecesiyle orantılı olacaktır… Hiçbir zaman aklınızdan çıkmasın ki, cumhuriyet sizden fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür kuşaklar ister !.. ”

1924 Eylülünde ise Samsun’da öğretmenlere yaptığı konuşmada, Yeni Türk cumhuriyetinin yeni kuşağa vereceği eğitimin ulusal olacağını belirttikten sonra şöyle seslenmişti :

Dünyada her şey için, yaşam için, başarı için en gerçek yol gösterici bilimdir, fendir.Bilim ve fennin dışında yol gösterici aramak ahmaklıktır, bilgisizliktir, doğru yoldan sapmadır.Yalnız bilim ve fennin yaşadığımız her dakikadaki … evrimini algılamak ve ilerleyişlerini … izlemek gerekir. “

Ve eğitim konusundaki en güzel özdeyişlerinden bir başkası:

Eğitimdir ki bir ulusu ya özgür, bağımsız, onurlu, yüksek bir toplum olarak yaşatır; veya o ulusu köleliğe ve yoksulluğa sürükler… “

Atatürk’ün eğitim ve öğretmenlerle ilgili değerlendirmeleri bu sayfalara sığmayacak kadar çoktur. Ana konumuz olmadığı için hepsini belirtemiyoruz. Ancak, yaşamı boyunca en çok ilgilendiği konulardan birinin eğitim ve öğretmenler olduğunu, yakınlarının sorusu üzerine, asker olmasaydı öğretmen olmayı istediğini söylerken ne demek istediğini düşünmemiz ve önemini kavramamız gerekiyor.

Yukarıdaki alıntılardan anlaşılacağı üzere, ulusal eğitim dizgemizi Atatürk belirlemiştir, diyebiliriz. Bu sistem; ulusal, laik, bilimsel, üretici (pratik, uygulamalıüretime dönük), ve karma olmalıdır.

Böyle bir eğitim dizgesi nasıl yaratılacak; ülke çapında kimlerle, nasıl uygulanacak ve kökleştirilecektir?

Türkiye Cumhuriyeti’nin varlığı ve geleceği eğitim alanında verilecek savaşımı kazanmaya bağlıdır. En önemli işlerimizden biri milli eğitim işleridir, demesinin anlamı budur.

1924 yılında 12,5 milyon nüfus ve 10 bin öğretmen vardır. Bunların 7 bini alan dışından görevlendirilmişlerdir. Geriye kalanlar da medrese eğitimlidir. Yani, istenilen eğitimi kavrayıp verebilecek öğretmen sayısı hiç yok gibidir.

20 lisede 1000 kadar, 20 dolayındaki mesleki liselerde de 2500 öğrenci vardır.

İstanbul’da 16 tarikata ait 450 tekkenin bulunması başka bir gerçekliktir.

Darülfünun hocalarının hemen tümü saltanat ve hilafete eğilimlidir. Türk devrimini uzaktan izlemekte, yapılanlara katkı vermek yerine eleştiriler getirmektedirler.

Daha da önemlisi, Anadolu’daki birçok ilçe ve 40 000 köyde hiçbir okul ve öğretmen bulunmamaktadır.

İLKÖĞRETİMDE İLK GİRİŞİMLER

Bu denli olumsuzluğun, yokluğun, yoksulluğun ve halk arasında karşıdevrimci güçlerin etkin olduğu ülkelerde, laik, bilimsel ve ulusal bir eğitimi gerçekleştirmek hayal gibidir. Atatürk’e özenip denemek isteyenler oldu. Fakat, kısa bir sürede yok edildiler.

Atatürk, “ordumuz yok, paramız, silahımız yok” diyenlere aldırmadan savaş alanlarında ulusa utkular kazandırmıştı. Eğitim alanında da utku kazanmak zorunluydu. Yoksa, bütün kazanımların yitirilmesi kaçınılmazdı. Bu yüzden hiç duraksamadı.

3 Mart 1924 günü kabul edilen öğretimin birleştirilmesi (tevhidi tedrisat) yasası bu alandaki en önemli atılımdır. O denli ki, bugün bile karşıdevrimcilerle verilen savaşımın en önemli alanıdır. Günümüzde öğretim birliği artık yok edilmiştir. Bu birliğin yeniden sağlanması, yitirilen kalelerin yeniden kazanılması, ulusun geleceği için yapılması gereken en öncelikli görevdir.

Eğitim-öğretim, toplumun ulusallaşmasını, aydınlanmasını, çağdaşlaşmasını sağlayacak, ürünlerini on yıllar sonra verecek büyük bir savaşım alanıdır. Ulusun bir bütün olarak sahip çıkmasını gerektirir. Her şeyi devlet babadan bekleyen, eğitimin önemini kavramamış bir toplumda başarılması nerdeyse olanaksızdır. Devletin büyük bir kaynak ayırma olasılığı yoktur. Zaten yetişmiş insan gücü ve sermayesi yoktur. Her şeye sıfırdan başlanacaktır. Bu yüzden ilk yıllarda bakanlık örgütünün, var olan kadroların ve okulların düzenlenmesine önem verilmiştir. Bakanların kişisel çabaları öne çıkmıştır. Özellikle Mustafa Necati, eğitime ve öğretmene verdiği değerle iz bırakan milli eğitim bakanlarımızdandır

Eğitim ve öğretime maddi kaynak yaratmak amacıyla 13 Nisan 1925 te okul vergisi yasası çıkarıldı.

1926 yılında “maarif teşkilatına dair kanun” çıkarıldı. Köye nitelikli öğretmen yetiştirmek için Kayseri ve Denizli’de “Köy muallim mektepleri” açıldı.

1928’de okuma-yazma sorununa Türkçeye uygun ve kolay bir çözüm bulmak amacıyla “Yeni Türk Abecesi yürürlüğe kondu. Bir anda bütünüyle okuma- yazması olmayan bir toplum durumuna düştük. Kısa süre sonra açılan “millet mektepleri” aracılığıyla bu sorun çözümlendi. Atatürk “ başöğretmen” olarak görev üstlendi. Okur-yazar olmayan yüz binlerce kişi yeni abece ile okuma- yazma öğrendi.

KÖY ENSTİTÜLERİNE DOĞRU

Tüm bunlara karşın, köylerin eğitim ve bilim ışığıyla aydınlatılması en önemli sorun olarak duruyordu. 1931 Kurultayında konu tartışıldı. Köye öğretmen yetiştirmek amacıyla kurulan bir kurulun raporunda ( 1933) köy öğretmeninin niteliğini şöyle belirtiyordu:

“ Öyle bir köy öğretmeni tipi yaratmalıyız ki; o, yalnız köylünün inançlarını işlemek, toplumsal kurumlarını etkilemekle kalmasın. Köyün yüzünü ve ekonomik yaşamını da değiştirsin… “

Bu rapor Köy Enstitülerine giden yolun habercisi oldu. 1935 kurultayı sonunda Köyün okuma- yazma öğrenmesini bir an önce çözmek amacıyla, askerliğini onbaşı ve çavuş olarak yapmış, okuma-yazma bilen köy gençleri arasından seçilenlerin kursa tutularak köye gönderilmesi uygun görüldü. Köy gençlerinden ilk grup Eskişehir- Mahmudiye Devlet üretme çiftliğinde kursa alınarak üretici durumuna getirildi. Köylerine gönderildi. Uygulama ertesi yıl üç üretme çiftliğinde sürdürüldü. Bu gençler köyde tarımsal öncülük yapacaklar, okuma-yazma öğreteceklerdi. Eldeki olanaklar ancak bu kadarına izin veriyordu. Böylece “köy eğitmenleri projesi “ Milli Eğitim ( kültür ) Bakanı Saffet Arıkan tarafından gerçekleştirilmiş oldu.

Bu kurslar 1937 yılında çıkarılan 3704 sayılı yasa ile “Köy Öğretmen Okulları”durumuna getirildi. Eğitmen yetiştirmeye de devam edildi.

Birkaç yıllık uygulamanın sonuçları yüzleri güldürmüştü. Soruna daha kökten bir çözüm üretmek gerekiyordu.

İlköğretim genel Müdürü Tonguç bu konuda şunları söylüyordu:

Kanımızı ve iliklerimizi isteyerek köyün içine akıtmadıkça, kırk bin köyün kenarına aydın insanın mezarı dikilmedikçe köyün sırlarını anlayamayız. Onunla kucak kucağa, nefes nefese gelmek lâzımdır… “

1938 yılının son günlerinde Milli Eğitim Bakanlığı’na Hasan Ali Yücel getirildi.

İsmet İnönü:

Özgür vatandaşlardan birleşik bir ulus olmanın çaresi ilköğretimdir.
İlköğretim sorunu insan olmak, ulus olmak sorunudur”

Diyerek bakandan yeni çözümler istedi.

KÖY ENSTİTÜLERİ KURULUYOR

Bu eğilim üzerine,1936 yılından beri ilköğretim genel müdürlüğü yapan ve köy eğitmenleriyle Köy öğretmen Okulları projelerinin mimarı olan İsmail Hakkı Tonguç geliştirdiği “Köy Enstitüleri” tasarımını açıkladı.

17 Nisan 1940 tarihinde yapılan oylamada 3803 yasa ile Köy Enstitüleri resmen kurulmuş oldu. Oylamaya 148 milletvekilinin katılmaması dikkat çekicidir. Bunun anlamı tek partinin üçte birlik bölümünün yasaya karşı olduklarıdır. Görüşmeler sırasında bu tasarının Köy eğitmenleri ve Köy öğretmen okullarının geliştirilmesi olduğu açıklandı. Buna karşın büyük toprak ağaları ve tutucu görüş sahipleri kuşkuluydular.

Tasarım şöyleydi: Her 15-20 köye uygun yerlerde bir Bölge okulu açılacak.10-15 Bölge okulu bir baş öğretmenlik’e bağlanacak. Yine her 15-20 Başöğretmenlik bir köy enstitüsü ile çalışacaktı. İvedilikle Türkiye’deki 40 000 köy için 4000 Bölge ilkokulu yapılacak, bu okullara yetecek kadar öğretmen yetiştirmek için Köy Enstitülerinin sayısını çoğaltma yoluna gidilecekti. Böylece 15-20 yıl içerisinde Türkiye’de ilk okuma-yazma sorunu çözülecekti. Öğretmen gereksinmesi tamamlandıktan sonra enstitüler köylere tarımcı, sağlıkçı gibi teknik elemanlar yetiştirecekti.

Yıllar içinde olgunlaştırılarak geliştirilen bu tasarım tam olarak gerçekleştirilememiştir. Köy enstitülerine en baştan karşı çıkanların engellemesi, paylaşım savaşının yol açtığı sorunlar, iktidar içindeki hoşnutsuzluklar nedeniyle bu büyük eğitim tasarımı tamamlanamamıştır.

1940 yılında 10 köy Enstitüsü daha açılarak sayı 14’e çıkarıldı. Bu sayı 1946’da 20’ye, 1948’de 21’e çıktı. 1943 yılında Hasanoğlan’da Yüksek Köy Enstitüsü açıldı. Başarılı öğrenciler daha sonra orada öğrenim görerek enstitülere, orta öğrenim kurumlarına öğretmen olarak atanıyorlardı.

Köy Enstitülerine 5 yıllık ilkokul öğrenimini bitirmiş köy çocukları alındı. Öğrenim süresi de beş yıldı. Enstitüler ülkenin bütün bölgelerine eşit olarak dağıtılmıştı. Yapımını planlayan mimarlar enstitülerin kurulacağı yerlerde yaşayarak, o yörenin gereksinmesine göre planlar yaptılar. Henüz ergenliğini yaşayan ( 12-17 yaş arası) erkekler ve kızlar, ustaları ve öğretmenleriyle dershane işlik, hamam, yatakhane, yemekhane, ahırlar yaptılar. Uzaktan kanallarla sular getirip, elektrik ürettiler. Tarımsal ürün yetiştirip, hayvan beslediler. İşliklerde tarımda ve çeşitli zenaatlarda kullanılacak araç- gereçler yaptılar. Her enstitü kendine yetecek bir ekonomik birim olduktan sonra ürünlerini pazarladı. Bu paralarla enstitüler donatıldı. Yeni birimler yapıldı.

Köy enstitülerinde eğitim haftada 44 saatti. 22 saat kültür dersleri, 11 saat işliklerde iş içinde öğrenme, 11 saat ise tarım etkinlikleri yapılıyordu. Öğretmen ve öğrenciler bir bütündü. Öğretim ortamında demokratik ve diyalektik anlayışlar egemendi. Sorular sorulur, araştırılır, yanıtlar aranırdı. Hafta sonlarında bir haftalık çalışmalar değerlendirilir, sonuçlara etki eden nedenler tartışılırdı Öğrenciler eleştirildiği gibi öğretmenler de öğrenciler tarafından özgürce eleştirilirdi. Hazırlanan halkbilim, temsil, müzik, şiir ve yazın etkinlikleri öğrenci- öğretmen bütün enstitülüler tarafından izlenerek eğlenilirdi.

Ulusal kültür öğrenilir, benimsenir, çeşitli yollarla öteki enstitülerle paylaşılarak çoğaltılır ve paylaşılırdı.

Talip Apaydın, “köy Enstitülerinde sanat Eğitimi” yazısında bu paylaşımı anlatır :

Çeşitli enstitülerin birbirlerine yapı yardımı için gönderdiği ekipler, oraların türkülerini, oyunlarını buralara taşıdılar. Buralardakileri öğrenip kendi enstitülerine götürdüler. Çok anlamlı bir alışveriş oldu. Kars’ın türküleri Antalya’da, Egenin zeybekleri Hasanoğlan’da, Sivas’ın halayları Kepirtepe’de, Karadenizin horonları Pazarören’de. Tüm ülkenin folklor zenginlikleri toplandı. Genel bir beğeniye dönüştü. Ulusal kültürün tüm yurt köşelerine ulaşmasına Köy Enstitüleri öncülük etti… “

Kitap okumak bir yarıştı. Yeni Türk Abecesi ile yazılan ulusal eserlerin sayısı azdı. Bu yüzden 1940’larda çevrilmesine başlanan dünya klasikleri yaygın olarak okunuyordu. Öylesine ki bir teftiş sırasında çobanlık görevindeki bir kız öğrencinin torbasında, sadece kuru bir ekmekle Antigone adlı yazın yapıtının görülmesi büyük ilgi toplamıştı ! Grek-Latin yapıtları yerine özgün Türk yapıtlarının okunması ulusal kültür açısından yeğlenecek bir durumdu.. Sonradan Köy enstitülü aydınlar bu alandaki boşluğu doldurmada önemli bir işlev göreceklerdir.

Köy enstitüsü mezunları köylerine 20 lira maaşla atandılar. Atandıkları köylerde 20 yıl görev yapmaları zorunluydu. Kendilerine tarım uygulaması yapacak kadar toprak, tarım araç- gereçleri, işlik malzemeleri verildi. Görevleri köy çocuklarını eğitmek, köylüye teknik üretim yöntemlerini öğretmek, köye önderlik yapmak, köy ekonomisini canlandırarak pazara açmak ve Kemalist aydınlanmayı köye yerleştirmekti.

Tonguç bir yazısında şöyle diyordu:

Köy öylesine canlandırılmalı ve bilinçlenmeli ki; onu hiçbir güç yalnız kendi çıkarına insafsızca sömürmesin. Köylüye köle ve uşak muamelesi yapmasın. Köylüler bilinçsiz ve bedava çalışan iş hayvanı durumuna gelmesinler… “

Cumhurbaşkanı İnönü Köy Enstitülerinden övgüyle söz ediyordu.:

“ Köy enstitülerini cumhuriyetin eserleri içinde en kıymetlisi sayıyorum. Buradan yetişecek evlatlarımızın başarısını ömrüm oldukça yakından takip edeceğim. Enstitülerle yeni bir millet yaratıyoruz.”

1946 yılının Ekim ayında verdiği bir demeçte de övgüsünü sürdürmüştü:

Benim askeri ve siyasi hayatımdaki vazifelerin hiçbirini kale almadan diyebilirim ki; öldüğüm zaman Türk milletine iki eser bırakmış olacağım. Bunlardan biri Köy Enstitüleri, diğeri de çok partili hayattır… “

Oysa, 1946 sonlarında Köy enstitülerinin de sonu görünmeye başlamıştı.

KÖY ENSTİTÜLERİNİN SONU

1945 yılında kurulan DP, muhalefetinin ana eksenlerinden birini Köy enstitülerine dayandırdı. Tefeciler, ağalar, şeyhler ve komprador işbirlikçiler ittifakı Köy enstitülerini hedef tahtası yaptı.

Bu okullara köy çocuklarının alınarak köy-kent ayrımı yapılmasından, karma eğitime; okullarda öğrencilerin çalıştırılmasından, köylülerin okul yapımındaki yükümlülüklerine; 20 yıl zorunlu hizmetin bir mahkûmiyet olmasından, enstitülerin dağ başlarında olduğu, öğretim kadrolarının cahilliğine ve komünist yetiştirdiğine kadar sayısız saldırılar yapıldı. Enstitülü öğretmenlere büyük yetkiler verildiği, kaymakamlara ve diğer bürokratlara karşı geldikleri, otoriteyi sarstıkları söylendi.

Dönemin bazı solcuları da bu eleştirilere bir başka yönden katılıyordu. “Altyapı hizmetleri olmadan enstitülerin köye girmesi ve tutucu köylülerle işe başlaması yanlıştır. Kalkınma bütünüyle ele alınmadıkça okuma-yazma bir anlam taşımaz” diyorlardı.

Devrimin dişle tırnakla kazılarak yükseltilebileceğini unutuyor, Kemalist devrimi savunmak yerine Sovyet propagandasının etkisine giriyorlardı. Oysa, toplumsal, tarımsal ve sanayi altyapısının gökten indirilemeyeceğini biliyorlardı. Günümüzde solun bir kesiminde sürdürülen, söze ve yazıya dayalı romantik kağıt-kalem solculuğu yapılıyordu.

Köy enstitülerinin sonu görünüyordu. Önce enstitülerde komünizm propagandası yaptırdıkları gerekçesiyle Hasan Ali Yücel ve İsmail hakkı Tonguç görevlerinden alındılar. Her ikisi hakkında da davalar açıldı. Yücel, bakanlıkça bastırılan kitapta milli eğitimin niteliklerini milliyetçi ve hümanist olarak gösterdiği ve hümanizmin aslında komünizm demek olduğu savıyla yargılandı. Daha sonraları ise Tonguç bir öğrenciye İtalyan yazar İgnazio Silona’nın Fontamara adlı romanını vermekten komünizm propagandası yapmakla yargılandı. Tasfiye furyası giderek artan bir şekilde sürdürüldü.

M. Eğitim Bakanı R. Şemsettin Sirer 1951 yılında yaptığı açıklamada “500 kişilik kadrodan 400 zararlı” kişiyi temizlediğini itiraf etmiştir.

Dönem koşulları düşünüldüğünde bu sayı oldukça kabarıktır.

Oy kaybetmemek ve DP iktidarına engel olabilmek amacıyla 1950 seçimlerine değin Köy enstitüleri projesinden ödünler verilmeye devam edildi. Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsü kapatıldı. Karma eğitime son verildi. Öğretim programlarında değişiklikleri yapıldı. Yenileri açılmadı. Bütün eğitmen kursları kapatıldı. Köylülerin okul yapımındaki yükümlülükleri kaldırıldı. Kasaba çocukları da enstitülere alınmaya başlandı.

Kısaca daha DP iktidara gelmeden köy enstitülerinin özgün nitelikleri CHP tarafından yok edilmişti

DP iktidar olunca tartışmalar ve karalamalar yine alevlendi. Eski suçlamalar yinelendi .Köy enstitüleri kötü amaçla kurulmuşlardı. Bakan Tevfik İleri sorunun komünizmle mücadele sorunu olduğunu vurgulamıştı.

Bu arada Marshall ve Truman doktrinleri uygulanıyordu. Türkiye, Batı İttifakı ile bütünleşerek yardımlar alıyordu. Bu planlar çerçevesinde 12 yeni eğitim projesi geliştiriliyordu.

Sonunda 27 Ocak 1954 tarih ve 6234 sayılı yasa ile Köy Enstitüleri kapatıldı. Hepsi birden İlköğretmen Okulları’na dönüştürüldü.

SONUÇ

Köy enstitüleri kaynağından 17 bin öğretmen, 7.500 sağlık memuru, 9 bin kadar eğitmen yetişti. Bunlar o günlere kadar okul, öğretmen görmemiş binlerce köye ışık oldular. Feodal toplumun üretim ve yaşam biçimini ve toprak rejimini değiştirmeye, Atatürk’ün özlediği devrimi köylere yerleştirmeye çalıştılar. Köylüyü sömüren zorbalara, eşraf ve simsara, dinsel bağnazlığa, köylüye yukarıdan bakan bürokrasiye, mistisizme karşı çıktılar.(*)

Köy enstitüleri, köy çocuklarına açılan okul kapısı oldu. Ben değil, biz diyerek tüm etkinlikleri bir bütünün parçaları olarak yaptılar. Köy enstitülerinden yetişen öğretmenler, sanatçılar ve aydınlar, yapıtlarıyla, yaptıkları toplumsal önderliklerle kalıcı izler bıraktılar.

Köy enstitüleri kapatılalı yarım yüzyılı geçti. Günümüzde her yıl artan bir şekilde anılıyor. Bunun nedenlerinden biri eğitim alnında içinde bulunduğumuz kargaşa çıkmazdır. Özellikle eğitim birliği ilkesinin- bir devrim yasası olarak- bozulması, yabancı misyon okullarının, yabancı dille eğitimin, kuran kursları ve mahalle mektebi niteliğindeki geri dönüşlerin yoğunlaştırılmasıdır. Öte yanda üretim için eğitim yapılmamakta, liseleri ve üniversiteleri bitiren gençlerimiz niteliksiz işgücü olmaktan kurtulamamaktadırlar.

Köy enstitüleri konusunun güncel tutulmasının bir nedeni de yerlerine kurulan 1954-1974 öğretmen okullarının Köy enstitülerinden izler taşımasıdır. Enstitüler öğretmen okullarına dönüştürülse de birtakım özellikleriyle öğretmen okullarının içinde yaşatılmışlardır. Enstitü öğretim kadrolarının göreve devam etmesi, müzik- folklor çalışmaları, işliklerde ders araç gereci yapımı, tiyatro ve diğer sanatsal etkinlikler sürdürülmeye çalışılmıştır.

Öğretmen okulları köy enstitülerinin son kalıntılarıdır.

Öte yandan bugünkü eğitim sorunlarımıza da ışık tutacak niteliktedirler. Köy enstitüleri uygulamalarından şu sonuçları çıkarabiliriz:

  • Eğitim insanı bir bütün olarak, her yönüyle geliştirmelidir.
  • En iyi ve en başarılı eğitim yöntemi iş içinde, (yaparak ve yaşayarak) , üretim için eğitimdir.
  • Eğitim; ulusal, bilimsel, laik, demokratik ve karma olmalıdır.
  • Kemalist aydınlanma devrimi eğitim yoluyla tamamlanmalıdır.

Köy enstitüleri yarım kalmış bir düştür.

Türkiye cumhuriyeti, geleceğinin aydınlık olmasını ancak tarihten, bilimden ve deneyimlerinden alacağı derslerle sağlayabilir.

Hiçbir yabancı tasarıma araç olmakla değil…

Çünkü, yabancıların bizim sorunlarımızı dert etmeleri için hiçbir neden yoktur.
Onlar, kendi sorunlarını fatura edecek toplumlar ararlar. Bu dersi onlardan aldık.

Kendi tarihimiz daha ötesini de öğretiyor. Yeter ki öğrenmesini bilelim.

Geleceğe ilişkin düşlerimizi daha uzağa ertelemek, dünyamızın bütünüyle kararmasına yol açabilir.

Geleceğimizi popülist siyasetlere kurban edemeyiz.

Yediden yetmişe ayağa kalkmak zamanıdır.

SAVAŞTEPE KÖY ENSTİTÜLÜ HÜSEYİN KOCAKÜLAH’tan Dersler ve Zeytinin Teri


Dostlar
,

Bir 17 Nisan daha geldi.. KÖY ENSTİTÜLERİ‘nin sevgin (aziz) anıları ve acısı yüreğimizde tazelenir hep.. Aşağıdaki yazı bir meslektaşımızdan bize yıllar önce ulaşmıştı ve yazan bu anısını yazarak paylaşan sevgili meslektaşımız
Dr. Mehmet Uhri ile telefonla görüşerek kendisine teşekkür etmiştik.

Yazı 31 Temmuz 2006’da “benimturkiyem@yahoogroups.com” üzerinden paylaşılmıştı ve “Zeytinin Teri” başlıklı idi. Bu güzelim anı, bugünlerde gene dolaşımda..
İyi ki öyle.. Dr. Uhri’ye çok teşekkür edeiz bu anısını yazdığı ve paylaştığı için.. Savaştepe Köy Enstitüsü bitirenlerinden, bu yazının kahramanı “Hüseyin Kocakülah” amca, dileriz yaşamda ve esenlik içinde olsun.. Aşağıdaki fotoğrafta 90 yaşında iken kendisi ile söyleşi yapan Dr.Yasemin BRADLEY ile birlikte.. (25.7.2013)

Sevgi ve saygı ile.
15 Nisan 2014, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

===========================================

SAVAŞTEPE KÖY ENSTİTÜLÜ HÜSEYİN KOCAKÜLAH’tan Dersler ve
Zeytinin Teri

Dr. Mehmet UHRİ

Aklın yolu birdir. Aşağıda yazılanlar bire bir yaşanmış bir olay. Yine aynı yönü işaret ediyor. Cehalet her kötülüğün anasıdır, deriz. Ülkemizde cehaletin aşılıp, üstüne kültür de eklenmedikçe bir değişimin olmasını beklemek, abesle iştigalden başka bir şey değildir.

” Arabamız su kaynatmasa durmayacaktık, o sıcak yaz günü Balıkesir’in Savaştepe ilçesinde. Yola çıkmadan önce arabaya bakım yaptırmış, hararet sorunu olduğunu söylememe karşın arıza bulamamışlardı. Dağda su kaynattıktan sonra motorun soğumasını bekleyip ancak Savaştepe’ye dek gidebilmiştik. Birlikte yolculuk ettiğim eşim ve kızımın da canı sıkkındı.
Günlerden pazardı ve her yer tatildi. Sanayi sitesinde arabaya baktıracak birilerini aradık, bulamadık. Can sıkıntısı ve çaresizlik içinde söylenirken tamirci aradığımızı duyan birileri aracılığıyla tanıştık Hüseyin amcayla. Elinde küçük bir alet çantası vardı. Yardımcı olmak istediğini söyledi. Motora yaklaştı, sesini dinledi. Kontağı kapatıp tekrar açtı. Hiçbir yere dokunmadan uzun uzun motoru ve çalışmasını izledi.

“Motorun soğutma sisteminde sorun görmediğinden” söz etti.
Bir süre daha bakındı.. Sonra “buldum galiba” diye haykırdı.

“Her şey normal görünüyor ve su kaynatıyor ise araba su eksiltiyor demektir. Muhtemelen kalorifer peteği delinmiş, su kaçırıyordur.
O takdirde döşemelerin ıslak olmalı” dedi.. Gerçekten de onca uzmanın çalıştığı servisin bulamadığı sorunu kısa sürede görmüştü. Arabanın kalorifer sistemi su kaçırıyor eksilen soğutma suyu yüzünden araba hararet yapıyordu. Kalorifer sistemini devre dışı bırakıp geçici bile olsa su kaçağını önleyip sorunu çözdü, Hüseyin amca.

Teşekkür edip borcumu sordum. Arabanın camındaki tıp armasını gösterdi;

– Doktor musun?
– Evet.
– Bizim hanımın yıllardır geçmeyen ağrıları var. Gelip bakarsan ödeşiriz. Ben de hanıma doktor götürmüş, gönlünü almış olurum.
Hem de çayımızı içer soluklanırsınız. Hep beraber, Hüseyin amcanın evine gittik. Tek katlı bahçeli şirin bir evdi. Hanımının yakınmalarını dinleyip, muayene ettim. Çoğu yaşlılığa ve menopoza bağlı yakınmaları için tavsiyelerde bulunup iki de ilaç yazdım. Kadıncağızın yüzü güldü. Teşekkür etti. Çay hazırlamak için izin istedi. Bu arada ilkokul çağındaki kızım boş durmuyor odaları karıştırıyordu. Bir şey kırıp dökmesin diye yanına gittiğimde evin bir odasının duvarlarının kitapla dolu olduğunu gördüm. Şaşkınlığım daha da artmıştı.

Muhabbet ilerleyince, tamirci sandığım Hüseyin amcanın gerçekte emekli ilkokul öğretmeni olduğunu 39 yıl devlet hizmetinde Ege’nin köylerinde çalışıp emekli olduktan sonra Savaştepe’ye yerleştiğini anlattı. Çocuklarının okuyup büyük şehre gittiğini burada hanımıyla
baş başa yaşadığından dem vurdu. – Neden buraya yerleştin?

– Ben okumayı, yazmayı, hayatı burada öğrendim. Sizler bilmezsiniz, unutuldu gitti. Ben Savaştepe Köy Enstitüsü‘nün ilk mezunlarındanım. Hasan Ali Yücel Maarif Vekili iken ilk köy enstitüsü burada açıldı. Burada öğrendim ben hayatı, bir şeyler öğretmenin nasıl mutluluk verdiğini. Ayrılamadım buralardan.

– Peki bu tamircilik işi nereden çıktı? – Dedim ya, bilmezsiniz sizler, Köy Enstitüsü mezunu olmanın ne demek olduğunu? O zamanın okulları sanırsınız. Halbuki orada bu toprağın çocuklarına okuma yazmanın yanı sıra çiftçiliği, hayvancılığı, inşaat yapmayı, yemek yapmayı, bozulanları tamir etmeyi, örgü örmeyi hatta az buçuk hekimlik yapmayı bile öğrettiler. Hayatı öğrendik ve öğretmen olup hayatı öğrettik çocuklara.
– Yani elinizden çok iş geliyor.
Köy enstitülerinde bilmeyi, öğrenmeyi, düşünmeyi, soru sormayı, aklını kullanmayı öğretiyorlardı. Zaten bu yüzden yaşatmadılar ya…

Bu arada çaylar geldi. Çayın yanında ekmek peynir ve zeytinden oluşan kahvaltı da hazırlamıştı Hüseyin amcanın hanımı.
Emekli olduktan sonra zeytinciliğe başladığını sofradaki zeytinin de kendi ürünleri olduğundan söz etti. – Zeytinin hikmetini bilir misin? Meyveleri ile karnımızı doyurmuş, yağını çıkarmışsız. Kandillerde yakıp aydınlanmışız, odunu ile ısınmışız. Giderek ona benzemişiz.
– Nasıl yani?
– İnsan da doğanın meyvesi değil mi? Sofradaki zeytin çanağından aldığı zeytini ışığa doğru tutup; – Doğup büyüdüğünde zeytin tanesi gibi acı, yeşil bir meyve insan. Çoğunu sıkıp yağını çıkarıp posasını da sabun yapıyoruz. Yani heba olup gidiyor. Bir kısmını sofralık ayırıyor selede tuza yatırıp acı suyunu atmasını buruşup bu hale gelmesini sağlıyoruz. Veya salamura yapıp olduğundan daha şişkin gösterişli hale getiriyoruz. İnsanlara da böyle yapmıyor muyuz? Okullarda okutup okutup hayata hazırladığımızı sanıyor ya şişiriyor ya da buruşturup atıyoruz insanları.
– “Sizin köy enstitülerinde yaptığınız da böyle bir şey değil miydi?” diye soracak oldum.. Hanımına baktı gülüştüler.
– Hurma zeytini bilir misin?
– Bilmem. Hiç duymadım.
– Ege’nin kimi yerlerinde olur. Ağaç aynı ağaçtır ama her yıl kasım ayı sonu gibi denizden karaya esen rüzgar ile zeytin ağaçlarına bir mantar bulaşır. Bu mantar zeytinin terini giderir, acısını dalında alır. Dalında olgunlaşır zeytinler. Toplandığında yemeğe hazırdır anlayacağın.
– Eeee.
– Köy Enstitüleri de böyleydi. Dalında olgunlaşan zeytinler gibi insanları oldukları yerde yetiştirmeye, onların bilgilerini de öbür insanlara bulaştırmayı amaçlamıştı. Doğup büyüdüğü ortamda olgunlaştırıyorlardı, insanı. Yaşama hazırlıyorlardı.

Sustuğumu görünce, Hanımından boşalan bardakları doldurmasını
rica etti.
– “İşte bu yüzden, öğrendiklerimin zekatını vermek, zeytinin terini hatırlatmak için buradayım, doktorcuğum, unutulsun istemiyorum.” dedi. Kitaplığından çıkardığı iki kitabı kızıma hediye etti. Vedalaştık. Arkamızdan bir tas su döküp, uğurladılar.

Dr. Mehmet Uhri

Not  : Bu yazı, emekli öğretmen Hüseyin Kocakülah ve Köy Enstitülerine emek verenlerin anısına adanmıştır. 

” Dünyada her millet, icraatına tahammül ettiği hükümetin sorumluluğuna ortak sayılır.”  /  Mustafa Kemal ATATÜRK

” İnsanın kazandığı paradan değil, paranın kazandığı insandan korkulur.” Atasözü

“TANRI, istencini egemen kılmak için yeryüzündeki iyi insanları kullanır; yeryüzündeki kötü insanlar ise kendi istençlerini egemen kılmak için TANRI’yı kullanırlar.”  Giordano Bruno

“Adaletsizliği önleyecek gücümüzün olmadığı zamanlar olabilir ama; Adaletsizliğe itiraz etmeyi beceremeyeceğimiz bir zaman asla olmamalıdır!..” Elie Wiesel (Nobel Barış Ödülü Sahibi)

Ankara Tabip Odası Seçmen Listesi Askıda : Seçim 13 Nisan 2014’te


Ankara Tabip Odası Seçmen Listesi Askıda : Seçim 13 Nisan 2014’te

ATO_logosu

 

 

Sayın Üyemiz;

Ankara Tabip Odası’nın 6023 Sayılı Türk Tabipleri Birliği Yasası kapsamında gerçekleştireceği olağan Seçimli Genel Kurulu 5 Nisan 2014 günü 09:00 – 17:00 saatleri arasında Ankara Tabip Odası’nın Mithatpaşa Cad. No:62/18 Kızılay adresinde; çoğunluk sağlanamadığı takdirde,
çoğunluk aranmaksızın yapılacak olan ikinci toplantısı; 12 Nisan 2014 tarihinde, 11:00 -17:00 saatleri arasında Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi İbn-i Sina Hastanesi Hasan Ali Yücel Konferans Salonu’nda
 gerçekleştirilecektir.

  • Seçimler, 13 Nisan 2014 tarihinde 09:00 – 17:00 saatleri arasında
    AÜTF Morfoloji Binası Kafeteryası’nda
     olacaktır.

13 Nisan 2014 tarihinde oy kullanacak olan üyelerimizin listesi T.C. Çankaya
1. İlçe Seçim Kurulu Başkanlığı’na iletilmiş ve tasdik edilmiştir. Tasdik edilen üyelerimizin listesi 29-30-31 Mart 2014 tarihlerinde 09:00 – 17:00 saatlerinde Ankara Tabip Odası’nda askıda kalacaktır.

Üye listesine itirazları olan üyelerimizin, ilan süresi içinde doğrudan
T.C. Çankaya 1. İlçe Seçim Kurulu’na itirazlarını yapmaları gerekmektedir.

Bilgilerinize sunarız.

Saygılarımızla. 25.3.14

Ankara Tabip Odası 
Yönetim Kurulu