Etiket arşivi: 4 + 4 + 4 eğitim politikası

​ZİYA SELÇUK BAKAN OLUNCA… EVDE BİR BAYRAM HAVASI! 

ZİYA SELÇUK BAKAN OLUNCA…
EVDE BİR BAYRAM HAVASI!
 

Konuk yazar : Nazım Mutlu
Ulusal Eğitim Derneği – Öğretmen Dünyası Dergisi adına
Ankara, 12.07.2018

(AS: Bizim kapsamlı katkımız yazının altındadır..)

8 Temmuz günü “yeni” dönemin “yeni” bakanları açıklanıp Prof. Dr. Ziya Selçuk’un Milli Eğitim Bakanı yapıldığı öğrenilince nedenini biraz anlayabileceğimiz ılık rüzgârlar esmeye başladı ortalıkta, eğitimin dincileştirilmesinden, sistemin keşmekeşe dönmesinden canı yananlar için. 16 yıldır adım adım ders programlarının din odaklı bir çizgiye gelişi, yandaş kadrolaşma, özellikle 2012’deki 4+4+4 darbesiyle şahlanan imamhatipçilik furyasıyla gelen “dindar-kindar” amaçlı insan yetiştirme programı, eğitim iklimine epeyce kara bulutlar indirdi. İktidar kadrolarının pervasız söz ve eylemleriyle canı burnuna gelen laik ve bilimsel eğitim yanlısı Cumhuriyetçi-Atatürkçü-ilerici-liberal-sağ çizgideki yurttaşların içlerine bir ferahlık gelmesini belki bir an için anlamak gerekir. Çünkü cidden çok bunaltıcı bir ortam yaratıldı.

Ama böyle bir atamayla rehavete kapılmak için vakit çok erken. Çünkü…

Gemi azıya almış bir dinci-Osmanlıcı rüzgârın dört bir yanı kuşattığı ortamda, Hüseyin Çelik, Ömer Dinçer gibi AKP ideolojisinin prototipi sayılabilecek kişiliklerle, öyle olmasalar da “otomatiğe bağlanan” “dindar-kindar” fırtınası içinde fazla ses çıkarmadan suyun akışına uyan, bir sürü velvele koparken evrak imzacısı olma işlevlerini layıkıyla tamamlayan Nimet Çubukçu, Nabi Avcı, İsmet Yılmaz gibi “evet efendimci” figürlerin üstüne “din”le ilgili bakışında ılımlı tutumlarından örnekler verilen Ziya Selçuk’un Milli Eğitim Bakanı yapılması, ev sahibinin baskısı ya da hatırına yenmek zorunda kalınan tatsız tuzsuz yemeklerin üstüne nasıl olduysa en lezzetlisi sunulan kaymaklı kadayıf etkisi yarattı, beri tarafta.  Selçuk’un, göz önünde değilken çok az kimsenin dikkatini çeken, ama bakan olunca şimdi piyasaya sürülen Cumhuriyet-Atatürk çizgisine olumlu bakışı, Gezi sürecine ilişkin yaklaşımı, siyasal İslam’a karşı demokrasi vurgusu gibi öne çıkarılan kimi tutumları üstünden adeta bir bahar havası esmeye başladı.

Böyle olunca 24 Haziran seçimleri sonrası doğan “Külliye” odaklı “yeni”liğin içinde adeta bir kurtarıcı beklentisiyle karşılanan Prof. Selçuk’un kim olduğundan biraz söz etme gereği doğdu ister istemez. Çünkü bizdeki “balık hafızalı”lık da arada bir ve pek yüksünmeden başvurduğumuz biricik özeleştirimizdir.

Toplumu yakından ilgilendiren görevlerin başındaki kişileri, çoğu kez dünya görüşlerinden ayrı tutularak ille de mesleğin içinden gelip gelmediğine göre terazinin “iyi-kötü” kefelerine koyma, ona göre sonuca gitme davranışı çok olur, nedense. Örneğin eğitimin başındaki bir bakan öğretmen kökenliyse sorun yoktur, iyidir! Eğitimci değilse, yani en yakın örneklerden Nabi Avcı gibi iletişimci ya da İsmet Yılmaz gibi denizci, hukukçu filansa, yandık! Oysa bu inanışa uymayan sayısız örnek var eğitim tarihimizde. Cumhuriyetin öncü üç büyük eğitim bakanlarından biri, Öğretim Birliği (Tevhid-i Tedrisat) Yasasının çıkmasında büyük emekleri olan, Millet Mekteplerini yaşama geçiren Mustafa Necati, hukukçudur. Görevde bulunduğu kısa süre içinde açtığı okullar yanında 1933’teki Üniversite Reformunda imzası bulunan Reşit Galip, hekimdir. Millet Mekteplerinin, Eğitmen Kurslarının mimarı, kız ve erkek teknik öğretmen okullarının kurucusu Saffet Arıkan ise subaydır.

Meslekten geliyor olmak, ülke geleceğini aydınlatmaya yarayacak bir dünya görüşüyle kaynaşmamışsa, mesleğin içinden gelmiş olması neyi değiştirir!

Bugünlerde Prof. Dr. Ziya Selçuk’la estirilen bahar havasının gerekçelerinden biri olarak bu söyleniyor: Öğretim görevlisi, öğretmen yetiştiren bir üniversitede akademisyen olması.

Selçuk Kimdir?

Öğretmenliğiyle, akademisyenliğiyle ilgili bir araştırma ya da gözlemimiz yok. Alanının iyi hocalarından olabilir elbette. Konulara yaklaşımı, onları ele alışı, anlatım biçimi… çok iyi olabilir. Bunlar, eğitim sorunlarına/konularına bütüncül yaklaşım, çözümler geliştirmek için avantajdır elbette, iyi değerlendirilirse.

Ancak bizler Ziya Selçuk’u yeni tanıyor, onun eğitimle ilgili neleri yapıp neleri yapmadığını tümden bilmiyor değiliz ki… Bilenler bilir, Sayın Selçuk, mevcut iktidarın ilk Talim Terbiye Kurulu Başkanıdır. Mustafa Necati’nin Bakanlığı sırasında kurulan (1926) ve “eğitimin beyni” olarak bilinen bu birimde 2003-2006 arasında Başkanlık görevini yürüten Selçuk, anımsanacağı gibi o yıllarda “eğitimde devrim”(!) olarak sunulan “müfredat reformu”nun başındaki kişidir. 2005’te ilköğretim, 2006’da da ortaöğretim ders programlarını “ezbercilik bitiyor, yapılandırmacı eğitim geliyor, çoklu zekâ kuramına göre hazırlanıp uygulamaya konacak yeni ders programlarıyla artık araştıran, merak eden, sorgulayan, irdeleyen insan yetiştireceğiz” gibi bir dolu propagandayla piyasaya süren… Bunu da “küreselleşmenin ihtiyaçları” doğrultusunda yapmakla övünen, o süreçte Cumhuriyetin eğitim devrimleri için “Küreselleşmeye demode arabayla gidemeyiz” (Yeni Şafak, 26.09.2018) diyen kişidir.

Gerek Öğretmen Dünyası dergisinin 2005, 2006 ve 2007 yıllarına ait çeşitli sayılarında, gerekse Ulusal Eğitim Derneği yayını olarak çıkan Zeki Sarıhan imzalı Emperyalizm Ulusal Eğitime Meydan Okuyor (Mayıs 2005) ve Hüseyin Canerik imzalı Küreselleşmenin Eğitim Programı (Haziran 2005) adlı kitapçıklarda ayrıntılarıyla belgelendiği gibi, Selçuk, emperyalizmin “küreselleşme” ambalajlı, yeryüzünde Soros eliyle sürdürülen ulus-devlet yıkıcılığının Türkiye ayağını oluşturan türlü “sivil toplum kuruluşları”yla (ya da ünlü NGO’larıyla) el ele, kol kola, AB’den alınan hibeleri yabancı uzmanlara maaş olarak ödeyip “eğitimde devrim”(!) yapan bürokratımızdır!

Selçuk’un başını çektiği ve hatta onun eğitim ayağındaki büyük çabalarıyla 2007 sonbaharında “Avrupa Birliğine girişimizi” Ankara-Kızılay’da 101 pare havai fişek atışıyla kutladığımız günleri de anarak bir küçük ayrıntıya daha değinelim:

2006’da hazırlanan ortaöğretim ders programlarından biri olan; ne amaçla bölündüğü hâlâ bilinmeyen, geçen yıl ve bu kez yeniden neden birleştirildiği de bilinmeyen Türk Dili ve Edebiyatı derslerinin Türk Edebiyatı ve Türk Dili programlarını hazırlayan ekibin, gündüzleri programlar için, geceleri de aynı derslerin kitaplarını yeni döneme yetiştirmek için nasıl yoğun mesai harcadıklarını, okullar açıldığında da yasal gereklilikleri tamamlanmadan, ayrıca başka yayınevlerinin hazırlamasına fırsat verilmeden piyasaya sürülen bu kitaplarla kaldırılan hasadın hesabı o günden bugüne verilmeden, en azından bir özeleştiri bile yapılmadan, Selçuk’la ilgili olumlu değerlendirmeler gerçekçi olmaz.

Verilmek İstenen Mesaj Ne Olabilir?

Elbette o yıllardan bu yana köprünün altından çok sular aktı. Okullardan Atatürk köşelerinin kaldırılmasını, “sınıfların duvarlarından o resimlerin indirilmesini” üyelik koşullarına ekleyen Avrupa Birliği fırtınası dindi. Küreselleşmenin uygarlaşmak için tek seçenek olduğunu ekranlardan, gazete köşelerinden toplumun beynine boca eden iç’li – dış’lı koronun sesi kesildi; o dalganın kuramcılarıyla avukatları bile yalanlarını itirafa durdular bir süredir. Yani takke düştü, kel göründü ve halkımızın AB ile ABD’ye bakışında ibrenin yönü değişti.

Durum böyleyken, var olan toplumsal iklimde, liberal eğilimleri ağır basan yeni Bakan üzerinden içeriye-dışarıya verilmek istenen mesaj ne olabilir?

Bir daha vurgulayalım      Kabul, Selçuk, iktidarın yarattığı İslâmcı imajla birebir örtüşen bir kişilik değildir. Ama en az bir o kadar göz ardı edilmemesi gereken bir olgu daha var ki, o da iktidarın özelleştirmeci yanıdır. 2002’lerde genel eğitim içindeki payı %2-3 dolaylarında olan özel okulların payı bugün %15’leri bulmuştur. Özellikle 4+4+4 yasasıyla “kolej” ambalajlı özel okullar hızlı bir artışa geçti ve bu artış, hızını kesmiş değil. Sayın Selçuk’un, sıkı kadrolaşmayla konumlanışını tamamlamış din odaklı içerik yapılanmasına yeni ayarlar vermek için değil, neredeyse başıboş yürüyen ve bir anda şişen özelleştirmeye daha planlı programlı bir düzen vermek için tercih edildiği kanısındayız. Buna, 16 yıldır liyakat yoksunu kadrolar elinde yerlerde sürünen eğitimi, bundan böyle, dünyadaki gelişmeleri yakından izleyen, öncekiler gibi İslamcı kimlik taşımayan, üstelik mesleğin içinden gelen bir bakan eliyle yürütüleceği izlenimi yaratma amacını ekleyebiliriz. Çünkü seçmenleri de içinde olmak üzere iktidara yönelen eleştirilerin başında eğitimdeki çöküş vardır.

Dileriz yanılırız, ama unutulmasın ki uzun süredir zaten evrak imzalamaktan öte yetkileri olmayan, bir gün sonra bile yukarıdan gelen hangi kararla karşı karşıya kalacaklarını kendileri de bilmeyen bakan örneklerini gördükten sonra, üstelik bütün yetkilerin tek kişide toplandığı bir sistem kurgusu içinde, bütün alanlarda olduğu gibi, eğitimde de bugüne kadar izlenen politikalardan farklı bir uygulama beklemek, boş bir avunma olur.

Bu metinle Sayın Selçuk’un geçmişteki uygulamalarından örnekler vererek bellekleri tazeleme gereği duyduk. Daha fazla bilgi için yazının başında sözü edilen kaynakların da içinde bulunduğu yayınlara bakılabilir. Sayın Selçuk, her şeye karşın, yine de bizleri şaşırtacak işler yapar mı?…  Bekleyip göreceğiz.
===================================
Dostlar,

Bizim de üyesi olduğumuz Ulusal Eğitim Derneğinin genel başkanı ama bu sanını (unvanını) Derneği adına yazdığı makalesinde bile kullanmayan alçakgönüllü bir insan Sayın Nazım Mutlu’dan bu önemli yazıyı paylaşıyoruz… Sayın Mutlu, bizim de sürdürümcüsü (abonesi) olduğumuz 36 yıllık dergi (kurucusu Sn. Zeki Sarıhan dostumuz..) Öğretmen Dünyasının da yükünü omuzluyor son yıllarda..

Eğitim politikalarında gericileştirme – dincileştirme ve sonunda baklayı ağzından çıkaran Erdoğan’ın itirafıyla “DİNDAR ve KİNDAR”, “dinini ve kinini eksik etmeyen” kuşaklar yetiştirmek, AKP’nin en temel stratejilerinden bir olagelmiştir 16 yıldır.

  • Denebilir ki, ekonomi ile atbaşı giden, belki daha da ağır yıkım ulusal eğitimde yaşanmaktadır.

Zorla imamhatipleştirme, “4+4+4” denen dünyada örneği olmayan ucube sistemin dayatılması, tüm üniversite öncesi okullarda yetişek (müfredat) ile oynanarak ağır dinci içerik yükleme..
Liselere ve üniversiteye geçişte sınavlarda yaygın hileler ve sistemi alt üst etme;
Eğitimi dincileştirip – gericileştirerek yandaşları pekiştirme (tahkim, konsolidasyon) sürdürülürken, bu kuşatmadan kurtulmak isteyen laik – çağdaş kesimin salt özel okullar seçeneğine mahkum edilmesi ve bu yolla eğitimde ciddi oranda dolaylı özelleş(tir)me..

Ve Uluslararası PISA yarışmalarında dibe vurma, üniversitelerin de gerile(til)mesi..

16 yılda bilerek ve isteyerek özellikle yükseköğrenimde olmak üzere ve öncesinde öğrenci yurdu gereksinimini karşılamayarak çocukları – gençleri tarikat / cemaat yurtlarına ve medreselerine.. teslim etmek..

Ama TOKİ ve beton sektörüyle 15 yılda 500 milyar Dolar serveti betona gömerek 2,2 milyon dolayında giderek lüksleşen konut fazlası yaratmak!

Bu yapılanların 1/1000’i vatana ihanet suçunun içini doldurabilir..

Sitemizde bu gün (17.7.18) Sayın Ayşe Kulin’in partili CB Erdoğan’a eğitim temalı açık mektubunu da yayınladık..

Bizlerin karşıtlığı (muhalefeti), tüm bilimsel dayanaklarına karşın, AKP = Erdoğan açısından bir değer taşımayabilir; görüyoruz ki taşımıyor da.. “4+4+4” ucubesi TBMM’de anamuhalefet CHP milletvekilleri dövülerek – tartaklanarak.. sopa zoruyla geçirildi.. Utanç belgeleri bunlar..

Ne var ki; bir de yaşananların öğrettiği acı gerçekler olmalı. AKP = Erdoğan‘ın hiç olmazsa onlardan ders çıkarmalarını diliyor ve hala umuyoruz..  Tersi durumda, genç kuşakları Küreselleşme cangılında rekabet edemeyecek bir Türkiye’de Erdoğan Sultan / İmparator  / Başkan ve de Halife… olsa ne yazar, olmasa ne yazar.. Elde kalan kağıttan kaplan ise.. Ülke içten işgal edilmiş ve tam sömürgeleştirilmiş ise, Osmanlı’nın son onyıllarında olduğu gibi..

Sevgi ve saygı ile. 17 Temmuz 2018, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

 

 

 

 

 

Yeni Yıla Girerken Cumhuriyetimizin Değerleri


Yeni Yıla Girerken Cumhuriyetimizin Değerleri

portresijpg

Prof. Dr. Kemal Arı

2013 yılını bitirmek üzereyiz… Bir yıl içinde olanlara baktığımız zaman; Türkiye’de yaşanan hızlı dönüştürme ve evirme politikalarının; Türkiye’nin kuruluş felsefesi, amacı ve hedeflerinden nerelere geldiğimizi açıkça görebiliriz.


Cumhuriyetimiz niçin ve nasıl kuruldu?

Hemen bir durum saptaması yapalım:
Türkiye Cumhuriyeti, Sanayi Devrimi sonucu palazlanan yayılmacı kapitalist-emperyalist politikaların, Türk Ulusal varlığını ortadan kaldırmak için, Sevr Projesi’ni
(10 Ağustos 1920) Osmanlı Devleti’ne dayatması üzerine Türkleri bu
yok oluş projesine razı etmek için Anadolu’ya sürülen işgal ordularına karşı, Büyük Atatürk’ün önderliğinde Türk Ulusu’nun bir bağımsızlık savaşı vermesi sonucunda kuruldu. Bu bağımsızlık savaşı, Türk Ulusu’na modern anlamda bir ulus/ millet bilincini kazandırdı. Bu bilincin temelinde

– kökleri binlerce yıl geriye uzanan ortak yaşanılmış tarih;
– horlanıp dışlanmış olmasına karşın varlığını sürdürebilmiş Türkçe;
– ortak bir bilinç etrafında kümelenmiş Türkiye halkının, gelecekte de birlikte,
bütünleşik ve kaynaşık biçimde yaşama istenci bulunuyordu.

Bu zorlu süreç; Mustafa Kemal Atatürk’ün olağanüstü dehasıyla savaşın kazanılmasından sonra; önce “Yurtta Barış Dünyada Barış” felsefesiyle biçimlenen dış politikaya dayandırıldı. Buna koşut olarak;

– ulusal kimliğin güçlendirilmesi,
– tarihsel zamanda kaçırılmış olan Aydınlanma sürecine yönelerek bir Aydınlanma
Devrimi
ne dönüştürülmesi,
– tarım toplumlarının bir göstergesi olan feodal yapının dağıtılarak
ulus kimliğinin güçlendirilmesi..

gibi bir dizi çalışma içine girildi. Aydınlanma Devrimi’nin öz değerleri ve kurumları olan

– Millet mektepleri,
– Halkevleri,
– Köy enstitüleri,
– Devrim ocakları,
– Üniversiteler ve öbür eğitim kurumları ile
– Dünya klasiklerinin yaygın çevirisi ve dağıtımı..

gibi birçok işler başarıldı. Temel amaç, önce bireyin ilk başta kendisinin değerli olduğunu kabullenmiş bir Rönesans (Yeniden doğuş) yaşaması; sonra Aydınlanma değerleriyle aklı ve bilimi yaşamın bütünü içinde kullanması;
bu algılar dünyasında modern anlamda önce birey, ardından feodal ilişkilerin yıkılmasıyla gerçekleşmeye başlayan uluslaşma sürecinde kendini yurttaş olarak görmesini sağlamaktı.

Çünkü gerçek ulus devletleri; ancak akılcı ve bilimin üstünlüğünü benimsemiş; dogmalara ve feodal ilişkilere kendini kaptırmamış bireylerle oluşturulabilirdi.
Bunun için de laiklik ön koşuldu.

– Yurttaşlar topluluğu ulusu oluşturacak;
– Ulus kendi istencine ve egemenliğine dayanarak Cumhuriyeti en yüksek değer olarak görecek onu demokrasiye taşıyacak ve öte yandan da
– ulusal ve üniter yapısını koruyacak ve geleceğe öylece yürüyecekti.

Cumhuriyet tarihi boyunca, Türk Aydınlanma Devrimi’nin getirdiği kazanımlardan sayısız ödünler verildi. 2013 yılı içinde yaşananlara bakıldığında; önce Türkiye’nin yaşadığı terör sorununun bir uzantısı olarak, bu zamana değin hiçbir ülkede görülmemiş ölçüde, devleti oluşturan resmi kurumlar ile terör odakları arasında bir diyalog süreci yaşandı. Terörün ortaya çıkmasında baş sorumlu olan Abdullah Öcalan’la oraya gönderilen kurullar arasında kimi mutabakat metinleri oluşturuldu. Türkiye’nin sözde çözüm sürecini oluşturacak temel dayanaklar doğrudan terör örgütünün kaleminden çıktı ve bu kamuoyunun bilgisine sunulduğu gibi; Diyarbakır’da düzenlenen büyük bir toplantıda, Türkiye Cumhuriyeti’nin parlamentosunda Türkiye milletvekili olan kişiler tarafından, farklı bir dil ve lehçe ile okundu.

Buna koşut olarak; çözüm süreci adına, modern ve demokratik anayasa masallarıyla, Türkiye’nin üniter yapısını ortadan kaldıracak anayasa çalışmaları yapıldı. Türk Ulusu/ Milleti; Türk, Türkiye Cumhuriyeti, Türk Kültürü, hatta Türk bayrağı ve Türk Vatanı gibi kavramlar tartışmaya açıldı. Sözde akil adamlar korosu, değişik görüşmeler yaparak, milletin genel arzusunu hiç de yansıtmayan raporlar hazırlayarak, bu sürece temel oluşturma çabası içine girdiler. Kamuoyunda Atatürk’ü, ulus kimliğini ve bu kimliğin değer ve simgelerine karşı yoğun bir nefret kampanyası başlatıldı.

Atatürk heykellerine saldırılar arttı; çöplerden Atatürk poster ve çerçeveli resimleri toplandı. Sivil toplum hareketlerinde iş, üzerinde Atatürk’ün resmi olan flama ve bayrakların toplanmasına kadar gitti. Türkiye Cumhuriyeti’nin
en temel kurumlarından “T.C.” logosu çıkarıldı. Devlet kurumları, resmi bayramlara ve kutlamalara gereken ilgiyi göstermediği gibi; sivil kurumların ve sivil toplumsal örgütlerin öncülüğünde toplumun kendi kutlama ve anma toplantılarına fütursuzca müdahaleler söz konusu oldu. Ulus devleti ve onun değerlerini savunan kişilere ve kurumlara yoğun baskılar gözlemlendi. Okullardan Atatürk Dönemi’nden beri okutulan “Andımız” yasaklandı. Okullarda din derslerinin sayısı arttığı gibi; 4 + 4 + 4 eğitim politikasıyla; bilinçli biçimde İmam Hatip Liseleri’nin sayısı alabildiğine çoğaltılarak, okul yaşındaki çocukların bu okula gitmesi için yönlendirmeler yapıldı.

Düzenlenen Kuran okuma yarışlarıyla çocuklara bilgisayar dağıtımları;
Hac ziyaretleri gibi ödüller resmi ve yarı resmi kurumlar tarafından konuldu.
Yazılan ders kitaplarında ve Milli Eğitim Bakanlığınca önerilen yardımcı kitaplarda
ulusal kimliği küçümseyici; buna karşın cihadı, laik devlet ilkesine aykırı olarak,
bir dinin tek bir mezhebinin inanç kalıpları yer aldı.

Onca Anayasa Mahkemesi kararına karşın, türban bütün kamu kurumlarında serbest bırakıldı. İş, kişilerin özel yaşamlarının gizliliğine kadar uzatılarak,
bir toplumsal psikoloji ve nefret duygusu yaratıldı. Gezi Olayları’na karşı aşırı polis gücü kullanılarak; toplum kesimlerini karşı karşıya getirecek;

“Yüzde elliyi zor zaptediyorum”..

gibi sözler en üst makamlarca dile getirildi. Çok sayıda insanın ölümüne yol açan olayların temelinde ne gibi etkenler olduğunu araştırmak yerine; bu olaylara katı bir ideolojik duruşla ve polisiye tepkilerle karşılık verildi. Cemaatçilik ruhu, devletin
en mahrem kurumlarının en üst düzeylerine dek örgütlenmeyi başardı.

Bütün bu olaylar zinciri içinde 2013 yılı sonunda ulaşılan sonuç da şudur:

Millet, bütün bu olan bitenler karşısında, şiddetli bir yanıltma politika ve yandaş basının yoğun biçimde bu yönde kullanılmasına karşın, olayların nereye gittiğinin büyük ölçüde farkına vardı. Milli günler milyonlarca kişinin katılımıyla anılmaya ve kutlanmaya; cumhuriyetçi güçlerin dayanışmasına yol açtı. Ulus/ Millet, yaşanan olaylara bakarak, Atatürk’ün ve cumhuriyetin değerlerini daha iyi kavramaya başladı.
Terör gruplarının savunduğu düşüncelerin, milli değerler üzerine oturtulduğunu görerek; Atatürkçülük bilinci daha yaygın bir durum aldı. Resmi günleri anma törenlerine, örneğin 10 Kasım 2013 günü düzenlenen Atatürk’ü anma toplantı ve yürüyüşlerine milyonlarca kişi katılarak, toplum bu olup bitenler karşısında huzursuzluğunu açık biçimde ortaya koydu. Toplum bir yandan ayrıştırılırken;
öte yandan yine toplumun kendi öz istencinden kaynaklanan etkenlerle,
ulusal güçlerin birliği gibi arayışlara yöneldi.

Bütün bu olup bitenler karşısında,

  • 2014 yılının bir derlenme ve toparlanma yılı olacağı; 
  • Cumhuriyetimizin kendi öz değerlerine yeniden dönüş süreci yaşanacağı 

umudu artmıştır.