Etiket arşivi: ahmet saltık

TÜM ÖĞRETİM ELEMANLARI DERNEĞİ BASIN AÇIKLAMASI

Dostlar,

Türkiye iyice kuralsız yönetilmeye başlandı..

Kuralsız yönetim olur mu, bu da ayrı bir semantik (dil mantığı) sorun.

Esat karşıtı Suriyeli öürencilerin özellikle HİÇBİR BELGE ARANMADAN, BİLDİRİMLERİNE BAĞLI olarak istedikleri bölüme yerleştirilmeleri ciddi sakıncalar taşımaktadır.
Öte yandan da Esat karşıtı olmayan örencierin kazanılmış hakları engellenerek ülkemizde eğitimleeini sürdürmelerine olanak verilmemesi kabul edilemez.

Adil değildir, hukuk dışıdır ve 2 ülke arasında ileriye dönük düşmanlık tohumlar.

AKP hükümetini sağduyulu davranmaya davet ederken, YÖK’ü de hükümetin yanlış kararlarına hemen teslim omamaya, siyasetçileri iknaya çaba göstermeye çğırıyoruz.

Bizim de üyesi olduğumuz TÜMÖD bu konuda bir basın açıklaması yaptı.

Seçkin aydın, yurtsever bilim insanı TÜMÖD Genel Başkanı Sayın Prof. Dr. Alpaslan IŞIKLI‘nın imzasını taşıyan basın açıklaması aşağıda..

Sevgi ve saygı ile.
Ankara, 28.9.12

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

======================================================

TÜM ÖĞRETİM ELEMANLARI DERNEĞİ BASIN AÇIKLAMASI

26 Eylül 2012, Ankara

TÜMÖD olarak, yeni bir eğitim-öğrenim yılının başladığı günümüzde olumlu bir gelişmeye tanık olamamanın üzüntüsünü duymaktayız. Buna karşılık olumsuzluklar birbirini kovalamaktadır. YÖK’ün Suriyeli öğrenciler konusunda aldığı karar bu durumun yeni bir örneğini oluşturmuştur.

Büyük Ortadoğu Projesi‘nin planlarına uygun yönde Esad karşıtı isyan safında yer alan Suriyelilerin herhangi bir belge aranmaksızın ülkemizde diledikleri üniversiteye girebilmelerine olanak sağlayan YÖK kararı, hükümetin Suriye konusundaki politikasına yeni ve düşündürücü bir boyut getirmiştir.

Öte yandan, rejim karşıtı olmayan Suriyeli gençlerin okumak amacıyla ülkemize giriş yapmak istemeleri durumunda sınırdan geri çevrilmeleri ve daha önce değişik üniversitelere kabul edilmiş olanların da, sınır dışına gönderilmeleri bu tabloyu büsbütün karanlıklaştırmaktadır.

Rejim karşıtı Suriyelilere kanat germenin hemen arkasından gelmesi beklenen adım PKK terör örgütü üyelerine ayrıcalıklar tanınması olabilir.

Nitekim bu da yapılmıştır. Günümüzde küresel güçlerin emrinde işledikleri cinayet ve bölücülük suçunun yaftasını boyunlarında taşıyarak dağdan inenlerin davul zurnayla karşılanmalarının ve ayaklarına gönderilen mahkemeler tarafından suçsuz ilan edilmelerinin başka ne anlamı olabilir? Bütün bu yapılanlar, Suriye ile aramızdaki uçurumun daha da derinleşmesine yol açmakla kalmamakta; son yıllarda birbirini izleyen adaletsiz uygulamalar zincirine ülkemizin geleceği açısından korkutucu bir halkanın daha eklenmesine neden olmaktadır.

Her şeye rağmen yeni eğitim- öğretim döneminin, üyelerimiz, tüm öğretim elemanları ve sevgili öğrenci arkadaşlarımız için başarılarla ve mutluluklarla geçmesini dileriz.

Prof. Dr. Alpaslan IŞIKLI
TÜMÖD Genel Başkanı

Türk Dil Devrimi


Dostlar,

Dil Devrimi’nin 80. yılını Dil Derneği’nin kuruluşunun da 25. yılını 26 Eylül 2012 günü, dün kutladık.

Bizim de üyesi olduğumuz Dil Derneği, size sitemizde dün sunduğumuz izlenceyi gerçekleştird.

26.9.12 günü büyük Atatürk ve İsmet İnönü Anıtkabir’de ziyaret edildi.

Akşam da Çankaya Belediyesi Çağdaş Sanatlar Merkezi’nde varsıl bir izlence sunuldu.

Türk diline emekveren dilseverler ödüllendirildi.. Mini bir konser izlendi..
www.dildernegi.org.tr adresinden ayrıntılar izlenebilir..

29.9.12 günü de Beşiktaş Belediyesi ve ADD Beşiktaş Şubesinin katılımıyla etinlikler İstanbul’da sürdürülecek.

Dil Derneği, Başkan Sayın Sevgi Özel ve çalışma arkadaşlarının yömetiminde çok başarılı bir çizgi izliyor.

Kendilerine teşekkür borçluyuz.

Dil Bayramımız hepimize kutlu olsun!

Aşağıda, “Türk Dil Devrimi” başlıklı bir yazıyı paylaşmak istiyoruz.
(Görseller tarafımızdan eklenmiştir..)

Bizim konuya ilişkin kapsamlı makalemiz dün, 26.9.12 günü sitemizde size sunmuştuk.

Sevgi ve saygı ile.
Ankara, 27.9.12

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

==============================================================

Türk Dil Devrimi

Ulusal Kurtuluş Mücadelesini başarıya ulaştırmış Türk Ulusunun ve Önder Mustafa Kemal’in önünde yeni bir mücadele alanı vardı, ulusal kuruluş sürecini başlatmak.

Bu kurtuluştan kuruluşa geçiş sürecinde Türk Devriminin ve aydınlanma mücadelesinin en vazgeçilmez araçlarından birisi de dil devrimidir. Aşağıda buna ilişkin genel bir değerlendirme yapılmıştır.

1. Bilim ve Kültür Alanında Bağımsızlık, Ulusal Eğitimde Ulusal Dil

Atatürk, Türkçenin ulusal nitelik kazanmasını aynı zamanda ulusal bağımsızlığında bir gereği olarak görmekteydi. Bağımsızlığı bir bütün olarak kabul eden ve tam bağımsızlık ilkesini benimseyen Atatürk bağımsızlığın yalnız siyasal alanda değil ekonomi ve kültür alanında da sağlanması gerektiğine inanıyordu. O’na göre ulusal bağımsızlık ancak böyle tamamlanabilecekti.

Atatürk’ün değişik biçimlerde de olsa birçok kez yinelediği bu görüşü, onun tarih ve dil çalışmalarının başlıca nedenlerinden biri olmuştur.

Yakup Kadri Karaosmanoğlu bu konuda; “Atatürk, bu çabasıyla ulusal kurtuluş mücadelemizin ikinci bir dönemini açmıştır. Bu mücadelenin birinci dönemi siyasal ve ekonomik bağımsızlığımızla sonuçlanmıştır. İkinci dönemin amacı kültürel bağımsızlığımızdır. Bunu elde etmedikçe, yani Türk Ulusu çağdaş uygarlık dünyasının bilim ve kültür alanında yeni bir zafer kazanmadıkça uygar uluslar sıralamasındaki yüksek yerine geçemeyecektir…” demiştir.

Kültürel bağımsızlık için dilin de bağımsız olması gerekirdi ve uluslararası ilişkilerde öz benliğini bulmuş zengin bir Türkçe yer alabilirdi. Atatürk, yeni Türk abece‘sinin kabulünden sonra 1 Kasım 1928’de Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin yeni çalışma dönemini açış konuşmasında bunu şöyle dile getirmişti:

“Büyük Millet Meclisi’nin kararıyla Türk harflerinin kesinlik ve yasallık kazanması, bu memleketin yükselme uğraşında başlı başına bir geçit olacaktır. Uluslar Ailesine, aydın, yetişmiş bir ulusun dili olarak elbette girecek olan Türkçeye bu canlılığı kazandıracak olan Büyük Millet Meclisi, yalnız sonsuzluğa varacak Türk tarihinde değil, bütün insanlık tarihinde seçkin çehre olarak kalacaktır.”

Öte yandan, yeni Türk Devleti’nin izleyeceği eğitim; ulusal eğitim, ulusal eğitimin dili de ulusal dil olmak zorundaydı. 22 Eylül 1924’te Samsun’da öğretmenlerle konuşmasında eğitimi; amaç ve içerik yönünden dinsel, ulusal ve uluslararası diye “üç” e ayıran Atatürk, Ulusal Kurtuluş Savaşı’ndan doğan ulusal devlette izlenecek eğitimin türünün ulusal eğitim olacağını belirttikten sonra şöyle devam etmişti;

“Ulusal Eğitimin ne demek olduğunu bilmekte artık hiçbir kuşku kalmamalıdır. Bir de, ulusal eğitim temel olduktan sonra, bunun dilini, yöntemini, araçlarını da ulusallaştırma zorunluluğu tartışma götürmez.”

2. Türkçeyi Yabancı Dillerin Boyunduruğundan Kurtarma

Ulusal dilin bağımsızlığı, dilin kendine özgü niteliklerini koruması ve yabancı baskısından kurtulmuş olması demektir. Bir bakıma kaçınılmaz olan diller arası etkileşimin çok ötesinde, yabancı dillerin ağır baskısı altında benliğini yitirmiş olan Türkçenin bu durumdan kurtulması için büyük bir silkinme, büyük bir çaba gerekliydi. Atatürk, Sadri Maksudi Arsal’ın “Türk Dili İçin” adlı yapıtına yazdığı değerlendirmede, zengin bir dil olan Türkçenin yeniden bu niteliğini kazanması için izlenecek ilkeyi açık seçik belirtmişti.

“Ulusal duygu ile dil arasında bağ çok kuvvetlidir. Dilin ulusal ve zengin olması, ulusal duyguların gelişmesinde başlıca etkendir. Türk dili, dillerin en zenginlerindendir. Yeter ki bu dil bilinçle işlensin.
Ülkesini, yüksek bağımsızlığını korumasını bilen Türk Ulusu, dilini de yabancı diller boyunduruğundan kurtarmalıdır.”

    3. Ulusal Dili Yaratmak

    Çeşitli nedenlerle dilin ulusçuluk ve ulusalcılık içerisindeki önemli yerini belirtmeye çalışan Atatürk, ulus yaşamında ulusal dilin egemen olması zorunluluğuna da dikkat çekmiştir. 6 Şubat 1933’te Anadolu Ajansında yayımlanan demecinde ”Kesin olarak bilinmelidir ki, Türk Ulusunun ulusal dili ve ulusal benliği bütün yaşamında egemen ve asıl kalacaktır” demiştir.

    O tarihten kısa bir süre sonra Türkçenin özleştirilmesi yönündeki çalışmalarından ötürü İstanbul’daki Milli Türk Talebe Birliği’ne yönelik kutlama yazısında, ”öz dil”i ”ulusal ülkü”ye giden bir yol olarak nitelemişti.

    Ulusal dil, ”öz dil”e dayanacağından, dili ulusallaştırmak için halkın konuştuğu öz Türkçeden yararlanmak kadar doğal bir şey olamazdı. Bu yüzdendir ki Türk Dili Tetkik Cemiyeti adı ile kurulan Türk Dil Kurumu’nun 26 Eylül 1932’de toplanan ilk Kurultayını açan Başkan Samih Rıfat, Bu gereksinimi ve olanağı vurgulamak gereğini duymuştu; “Dilimizi ulusallaştırmak ve halka yaklaştırmak için bizim yararlanacağımız kaynaklar bütün dünya dillerinden çoktur. Elimizde kim bilir kaç yüzyıllık bir ana dil, her türlü yeteneği ve birçok lehçeleriyle girişimlerimize yardım edecektir. Her şeyde olduğu gibi, sevgili halkımızla dilde de birleşeceğiz. Tutacağımız yol, bilim ve deneme yoludur.”

    İşte yıllardan beri ortaya atılan bütün bu görüşlerin ve süregelen tartışmaların ışığı altında toplanan Birinci Dil Kurultayı’nda seçilen Yönetim Kurulu, Atatürk’ün başkanlığında yaptığı oturumdan sonra Dil Devrimi’nin amacını, 17 Ekim 1932’de yayımlanan bildiride şöyle açıklamıştı;

    “1-Türk dilini ulusal kültürümüzün eksiksiz bir anlatım aracı durumuna getirmek. Türkçeyi çağdaş uygarlığın önümüze koyduğu bütün gereksinmeleri karşılayacak bir yetkinliğe erdirmek,

    2-Bunun için, bugün yazı dilinden Türkçeye yabancı kalmış öğeleri atmak. Halkçı bir yönetimin istediği biçimde, Halk ile aydınlar arasında nitelikçe ayrı iki dil varlığını ortadan kaldırmak. Ana öğeleri Öz Türkçe ulusal bir dil yaratmak.”

    Açıkça görüldüğü gibi bu bildiri; toplumsal ve kültürel gereksinmelerden kaynaklanan Türk Dil Devriminin, Türkçeyi ulusal kültürün eksiksiz bir anlatım aracı durumuna getirmek ve onu çağdaş uygarlığın ortaya çıkardığı bütün kavramları karşılayacak bir yetkinliğe kavuşturmak amacının yanında, bu amaca ulaşabilmek için izlenecek yolu da bütün boyutlarıyla saptamıştır.

    TÜRKÇEMİZE VE ATATÜRK DEVRİMLERİNE SAHİP ÇIKALIM.

    Atatürkçü Düşünce Derneği Genel Merkezi, wwww.add.org.tr, 27.9.12

    KAYNAKÇA
    Lord KINROSS. ATATÜRK Bir Milletin Yeniden Doğuşu. 9. bs., Sander Yay., syf. 700-711
    Prof.Dr. Şerafettin Turan. Atatürk ve Ulusal Dil, Cumhuriyet Yay., syf. 21-26, 57-63
    Uriel HEYD. Türk Ulusçuluğunun Temelleri, Kültür Bakanlığı Yay., 2. Bs. syf. 55-61, 116-121

ATATÜRK, TÜRK DİLİ ve Günümüz Kültür Emperyalizmi

Dostlar,

Bu gün, 26 Eylül 2012, Dil Bayramımızın 80. yılı..

Bu sitede 5 Temmuz 2012 günü aşağıdaki başlıkla yayımladığımız kapsamlı yazımızı (7 sayfa) bir kez daha paylaşmak istiyoruz..

Yazı kapsamlı olduğundan, yazım formatını da korumak amacıyla pdf olarak aşağıda sunujyoruz.

Okumak için lütfen erişkeyi (linki) tıklar mısınız??

ATATURK_TURK_DILI_ve_Kültür_Emperyalizmi

ATATÜRK, TÜRK DİLİ ve Günümüz Kültür Emperyalizmi

Bu yazımızı, Mustafa Kemal Paşa‘nın sözleriyle aşağıdaki gibi bağlamışız :

 “Öyle istiyorum ki, Türk dili bilim yöntemleriyle kurallarını ortaya koysun ve her dalda yazı yazanlar, bütün terimleriyle çoğunluğun anlayabileceği güzel, ahenkli dilimizi kullansınlar.”

 “Ülkesini, yüksek istiklâlini korumasını bilen Türk milleti, dilini de yabancı diller boyunduruğundan kurtarmalıdır.” (Sadri Maksudi Arsal, Türk Dili İçin)

Bir de önerimiz var :

Ve LÜTFEN,

“www..” ile başlayan internet adreslerini “dabılyu, dabılyu, dabılyu” yerine;

insaf ederek, kendimize ve Türkçe‟ye eziyet etmeden,

“3 çift ve” diye okuyalım..

Sevgi ve saygı ile.
Ankara, 26.9.12

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

80. DİL BAYRAMI ETKİNLİKLERİ

Dostlar,

80. DİL BAYRAMI ETKİNLİKLERİ
DİL DEVRİMİNİN 80. YILINDAYIZ!
80. DİL BAYRAMI

Etkinlikleri için, bizim de üyesi olduğumuz DİL DERNEĞİ’nin kutlama ve ödül programını aşağıda sunuyoruz..

26 EYLÜL 2012 ÇARŞAMBA

“Türk Milleti’nin dili Türkçedir. Türk Dili, Türk Milleti için kutsal bir hazinedir.

Çünkü Türk Milleti, geçirdiği nihayetsiz felaketler içinde; ahlakını, törelerini, hatıralarını, menfaatlerini, kısacası bugün kendi milliyetini tamamlayan her şeyini dili sayesinde muhafaza etmiştir.

Türk Dili, Türk Milleti’nin kalbidir, zihnidir.”

Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK

Katılımınız güç verecektir.

Sevgi ve saygı ile.
19.9.12, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
Dil Derneği Üyesi
www.ahmetsaltik.net
==============================================

80. DİL BAYRAMI ETKİNLİKLERİ
DİL DEVRİMİNİN 80. YILINDAYIZ!
80. DİL BAYRAMI

1. TÖREN: 26 EYLÜL 2012 ÇARŞAMBA
ANKARA

14.30 – ANITKABİR’DE ATATÜRK’E SAYGI SUNUMU

* * *

18.00 – 80. DİL BAYRAMI TÖRENİ

Sunan: Aslı GÖKDEMİR TEKELİ

Açış Konuşmaları
Sevgi ÖZEL – Dil Derneği Başkanı
Bülent TANIK – Çankaya Belediye Başkanı
Konukların Konuşmaları
* * *
Ödül Törenleri
DİL DERNEĞİ ÖMER ASIM AKSOY ÖDÜLÜ TÖRENİ
DİL DERNEĞİ KERİM AFŞAR ÖDÜLÜ TÖRENİ
* * *
Onur Ödülleri
Prof. Dr. Yener AYTEKİN, Rutkay AZİZ, Deniz BANOĞLU, Ahmet CEMAL,
Yusuf ÇOTUKSÖKEN, Yılmaz DAĞDEVİREN, Prof. Dr. Ömer DEMİRCAN,
Prof. Dr. Aysel EKŞİ, Prof. Dr. Ahmet ERCAN, Prof. Dr. Cem EROĞUL,
Yaşar KEMAL, Ufuk KARAKOÇ, Prof. Dr. Türker MİRATA,
Prof. Dr. Z. Gökalp MÜLAYİM, Zeynep ORAL, Prof. Dr. Tuncer ÖREN,
Prof. Dr. M. Zaman SAÇLIOĞLU, Şükran SONER, Emin TUNÇBİLEK.
* * *
Dinleti
Ufuk KARAKOÇ
* * *
Ağırlama
* * *
Düzenleyenler
Dil Derneği * Çankaya Belediyesi
Katılımcı Kuruluşlar
Cumhuriyet Gazetesi * Atatürkçü Düşünce Derneği
Çağdaş Gazeteciler Derneği * Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği Ankara Şubesi
Cumhuriyet Kadınları Derneği * Köy Enstitüleri ve Çağdaş Eğitim Vakfı
Türk Hukuk Kurumu * Ulusal Eğitim Derneği
* * *
Yer: Çankaya Belediyesi Çağdaş Sanatlar Merkezi
Kenedi Cad. No. 4 Kavaklıdere

Adalet perisi.. Kanlı zulmün nağmeli keyif çığlıklarıyla..

Adalet perisi..

Kanlı zulmün nağmeli keyif çığlıklarıyla..

Balyoz Davası kararının açıklanması üzerine, 21.9.12

Derin acıyla..

Ankara Barosu Başkanı : Prof. Dr. Metin Feyzioğlu :

“Bu dava hukuki bir dava değil, siyasi bir davadır.
Aynı Plan semineri, ABD’de de, NATO’da da kezlerce yapılmıştır.
Yaşanan hukuksuzluklar, hukuk devletine ve özgürlüğümüze demokratik yöntemlerle sahip çıkma kararlılığımızı daha da artırmıştır.” (ANKA ve SÖZCÜ Gazetesi)

Sevgi ve saygı ile.
25.9.12, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

‘Düşman’ Ceza Hukuku..

Dostlar,

Ersan Barkın ile daha hukuk öğrencisi olduğu yıllarda ADD’de Genel Yönetim Kurulu’nda aynı masanın çevresinde yıllarca birlikte çalıştık.

O şimdi genç, yetenekli ve birikimli bir hukukçu..

Bu yazısının yüksek niteliği açık kanıt değil mi?

Daha çok yazabilmesi dileğiyle..

Kalemine ve yüreğine sağlık sevgili kardeşim Ersan..

Sevgi ve saygı ile.
25.9.12, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

===================================================================

‘Düşman’ Ceza Hukuku

Av. Ersan Barkın
ADD GYK Üyesi
www.add.org.tr, 24.9.12

Türkiye’nin son beş yılı, siyasal yargılamaların en yoğun biçimde yaşandığı, bu yargılamalar yoluyla ülke silahlı gücünün işlemez kılındığı, aydınların önemli bölümünün dayanaksız gözaltılar ve tutuklamalar yoluyla siyasal/bilimsel süreçten dışlandığı bir görünüm arz etmektedir.

Bu sürecin doğrudan yargı eliyle yürütülmesi ve yargılama sürecinde hukukun evrensel ilkeleri göz ardı edilerek toplumun önemli bölümünün ‘düşman’ olarak algılandığı gerçeği, Jacobs’un ‘düşman ceza hukuku’ tanımlamasını hatıra getirmektedir.

Zira Jacobs’un tasnifiyle olağanüstü dönemlerde/savaş koşullarında hukuk iki şeritli bir yola dönüşür. Bir taraf “vatandaşlara” ayrılmışken, diğer taraf “düşmanlara”, sistemin düşman olarak algıladıklarına ayrılmaktadır.

Bu bağlamda ilkesel sapkınlık ve tüm siyasal baskıya karşın, karşıt olduğu konusunda tereddüt olmayan süjeye “kişi” olarak değil ancak “düşman” olarak bakılabilir.

Bu anlayışa göre ceza hukukun temel amacı, yargılamak, isnat edilen temelli ya da temelsiz savlar çerçevesinde göstermelik de olsa bir muhakeme yürütmek değil; düşmanın tehlikeliliğini ortadan kaldırmak ve hatta “ihraç” etmek, hatta “imha” etmektir ki, hukuk bu sürecin aktörü değil, enstrümanıdır.

Cezalandırılmanın öncelenmesi, usulün esasa üstün gelmesi, usul kurallarının düşmanla savaşımın amacına uygun biçimde güvenlik tedbirleri ya da tutukluluk hukuku haline gelmesi, sürecin anahtarları ve aynı zamanda silahlarıdır
.
İşte bu süreçte savunma hakkı bir terör eylemidir, imha edilmesi gereken bir düşmandır. Ergenekon yargılamalarının son oturumunda sanıkların savunma haklarının ellerinden alınması, bu durumun en açık göstergesidir.

Bu sürecin yaşandığı, Tocqueville’nin ifadesiyle çoğunluk diktatörlüğü sistemlerinde yargılamayı etkilemek mesleğinin en önemli gereği olan avukatlara, “adil yargılamayı etkilemek” suçu isnat edilerek, hükümeti yıkmak en meşru siyasal amacı olan siyasal parti temsilcileri de “Türkiye Cumhuriyeti Hükümetini ortadan kaldırmaya veya görevlerini yapmasını kısmen veya tamamen engellemeye teşebbüs” isnadıyla yargılanırlar.

Oysa her iki suç da ceza hukuku açısından işlenemez suçlardır.

Darbe dönemlerinde sıklıkla bu yargılamalarda savunman (müdafi) ya da sanık olarak bulunan, yine rastlantısal olarak bugünkü “demokratik süreçte” de savunma hakkını kullanırken adil yargılamayı etkilemek suçundan hakkında dava açılan Turgut Kazan’ın Erzurum Ağır Ceza Mahkemesi’ndeki savunmasında ifade ettiği gibi, bu süreci yaşayan savunmanlar (müdafiler) için savunma yaptıkları mahkemelerde sanık sıfatıyla bulunmak değildir utanılacak olan! Ülkelerinin bu bayağılık, pespaye, aşağılık komedyanın sahnesi haline gelmesidir.

Yalnızca Türk siyasal tarihi değil, Dünya tarihi de aslında siyasal davalar tarihinin yörüngesinde ilerler. Bu davalar da neredeyse tümüyle yürütülen savunmalarla anılır, tarihe iz bırakır.

Daha eskilere gitmek olanaklıysa da, Yıldız yargılamalarından başlayarak, Barış davası, Madanoğlu davası, 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 yargılamaları / Sıkıyönetim Mahkemesi yargılamaları siyasal tarihin anahtarlarıyla yüklüdür.

Nihayet, 2007’den başlayarak ülke siyasetini tek başına belirleyen, dalga sayıları ve dava adları karmaşası yanında, alışılmışlığın getirdiği ürkütücülükle sıradan biçimde algılanan Ergenekon, Balyoz, Andıç, …davaları.

Bu tür yargılamaları bizim ülkemizde yaşandığı ölçüde kayıtsız biçimde izleyen, hatta yaşanan siyasal, sosyolojik linç ve katil davalarını kimi zaman bir siyasal öç biçiminde algılayan ileri demokrasi ülkesi var mıdır, bilmiyorum. Ama özellikle son siyasal yargılamalarda, siyasal davaların genel karakterinin, DNA’sının da değiştiği netlikle gözlemlenebilmektedir.

Erem’in Jaffe’den aktarmasıyla, iktidarın baskısını artırdığı ve karşıt potansiyeli taşıyan toplumsal kesimlere abandığı dönemlerde, toplum sağlığını siyasal davalardan ayrı tutabilmek görevli süjeler, yargıç, savcı ve avukat, arasında ortak sorumluluktur.

Ancak bu davalarda özellikle avukatın bu sağduyuyu yürütmesi kolay değildir. Bir de, avukatın da profesyonel dürtülerden (saiklerden) öte, vekaletini üstlendiği davanın siyasal neferlerinden olması durumunda, doğrudan avukat tarafından siyasal davalar, siyasal propaganda aracı haline getirilir ki, eleştirilemez.

Ancak bugünkü siyasal davalara baktığımızda genel kuralın aksine davaları siyaset dışı tutmayanlar, hatta siyasal propaganda aracı durumuna getirenler, doğrudan yargıç / savcı örgütüdür. Doğrudan yargıç / savcı örgütü, yaşanan köklü siyasal dönüşüme toplumsal taraftar yaratmaya çabalamaktadır. Yargılamanın tarafı olan savunmanın yarattığı siyasal propaganda ne denli olağansa, yargıç / savcı örgütünün yarattığı siyasal propaganda o ölçüde olağandışıdır ki; bu sürecin aktörleri olan yargılama makamı ancak “mürit” diye tanımlanabilir.

Bugün Türk yargısı, hemen her kademesinde doğrudan müritlerin yürüttüğü bir platformdur.

Siyasal davalarda yargıçların iktidar temsilcisi olarak gözükmesi, avukatı kaçınılmaz olarak bunun karşısında olmaya zorlar. Yürütme organının istihbarat gücünü örtülü / hukuka aykırı biçimde sürdürmeleri, savunmayı zorlayacak doğrudan ya da dolaylı tehditler, savunma sırasında makul karşılanabilecek davranışların davanın kişiselleşmesi ve yargıcın da davanın tarafı halinde gelmesiyle makama hakaret olarak algılanması, avukatların savunma yürüttükleri davalarda sanık konumuna gelmesine yol açar.

Siyasal davalarda, davanın tarafı olmaktan kurtulabilen ve yasallık (kanunilik) kurallarına saygı gösteren devlet, kendi, hatta temsil ettiği ulusun onur duygusunu ve ulaştığı uygarlık derecesini kanıtlamış olur.

Aksi, ulusal onuru yerle bir ettiği gibi çoğu zaman siyasal davalardan medet umanların bir süre sonra, davanın bumeranga dönüşmesine ve iktidarın yarattığı Frankeştayn’ın hedefi haline gelmesine yol açar.

Yarattığı siyasal gerilim nedeniyle yargılamanın ya da siyasal çatışmanın tarafı olmayan toplumun derin sarsıntılar yaşamasına, ikiye bölünmesine yol açar ki, bu sistemler sürekli bir siyasal nefret sahnesi haline gelirler ve o sistemlerde insan yığınının ulus olarak tanımlanması olanaksızdır. Türkiye bugün tam da bu cenderenin içindedir, tarihte hiç olmadığı kadar hem de.

Bu tür yargılamalar siyasal tarih boyunca hatırlanır ancak Dreyfus, Zola, Sokrates, Bruno hatta savcı Danilo Anderson, Savcı Doğan Öz toplumsal aydınlanmanın kahramanları olurlarken, yargılayanlar faşizmin aktörleri olarak ellerindeki kanla hatırlanır. Yazık ki, bugün bu ülkede “kan”, siyaseti yönlendirenlerin ve yağdanlıklarının suratlarına dek sıçramıştır.

Ergenekon yargılamaları, dayanakları, dayanaksızlığı, hukuksuzluğuyla türlü biçimlerde anlatılabilir.

Ancak davanın ardındaki siyasal amaç değerlendirilerek irdelenmeye çalışıldığında, ortak demokratik cephenin ana ögelerinin birbirine kırdırılması çabası ilk göze çarpan niteliklerdir.

Sürecin etkin siyasal aktörlerinin, karşıtlarının oyun dışında tutulması, kalanlarının tan ağarırken çalan zille uyanma korkusunun bilinçatına işlenmesiyle etkisizleştirilmesi yanında; ilk kez “ağabeyime söylersem seni fena yapar!” söyleminden ve temelsiz inancından kurtularak kendi ayakları üzerinde yükselen bir hareketin yarılmasına yol açmıştır, başarılıdır.

Ergenekon davası, ortak demokratik cephenin mücadele arkadaşlarının müşteki/müdahil-sanık biçimde karşı karşıya getirildiği, bu yönde tahrik edildiği bir davadır.

Siyasal davaların tipik özellikleridir; ortada yargılanır görünen birileri vardır ancak sürecin asıl ögeleri gerçek biçimde yargılanamaz, kimi zaman sahnede ufak bir mağdur rolü verilse de işin sonunda mutlaka payelendirilir, ‘gizli tanık’lık gibi ‘apoletlerle’ adam kılığında dolaşırlar..

Aynı kazanda kaynıyoruz. Yaz sıcağında serinlemek için bile kazan suya balıklama atlayan kurbağacıklar, artık kaynayan suyun yarattığı Karacabey Hamamı gevşekliğiyle, olan bitenin farkında olabilecek durumda değiller, namlu artık kendilerine de yönelmiş olmasına karşın.

Bu süreci tersine çevirebilmek Kemalistlerin önce kendilerini sorgulayarak, tarihte en mağrur/egemen gösterildiği dönemlerde dahi örselenerek, ezilerek, öldürülerek kabullendirildiği ezberinden arınmakla olanaklıdır.

Baskı, siyasallaştırır. Bugün Türkiye’nin en politika dışı kitlesi Atatürkçülerdir.

Çünkü yaşadığını düşündüğü “rejim” tüm siyasal gücünden arındırılmış, yozlaştırılmıştır (karaktersizleştirilmiştir).

Buna Atatürk Türkiye’si değil, Uzaylı Zekiye Türkiye’si denebilir ancak.

Süreç, kaçınılmaz olarak, Kemalistleri de politikleştirecektir, sivriltecektir.

Balbay ile cezaevinin nemini böbreklerimizde hissedeceğiz, Perinçek yerine dizlerimiz sızlayacak, Özkan’ın kızına baba olacağız..

Belki Mustafa Kemal’in siyasal cevherini öylece anlayabileceğiz, ilk kez.

O zaman, kazanacağız.

=============================================

Eğitim Öğretim Nereye?

Prof. Dr. Süleyman Çelik
Samsun Akademik Elemanlar Derneği Ynt. Krl. Adına, Başkan
22 Eylül 2012

Eğitim Öğretim Nereye?

İlköğretimden yükseköğretime, tüm eğitim kurumlarımızda 2012-2013 eğitim-öğretim yılı başladı. Klasikleşmiş söylem, “yeni eğitim-öğretim yılının öğrencilerimize, eğitimcilerimize, ülkemize, ulusumuza ve insanlığa hayırlı olmasını” dilemektir. Ancak ne yazık ki, eğitim sistemimizde yapılan köklü değişiklikler nedeniyle, bu yıla buruk başlıyoruz.

2012-2013 Eğitim-Öğretim yılının başında, Samsun’dan baktığımızda eğitim sistemimiz ve dolayısıyla ülkemizin geleceği nasıl görülmektedir?

Eğitim-öğretimde bugünkü duruma gelen yol, aslında 12 Eylül Askeri Darbesiyle 1980’lerde açılmıştır. 1982’de YÖK’ün kurulmasıyla plan uygulanmaya başlamıştır. Çağdaş/Atatürkçü öğretim üyeleri uzaklaştırılmış, üniversiteler dinci/Türk-İslam sentezcilere teslim edilmiştir. Yeni kurulan üniversitelere öğretim üyesi yetiştirmek amacıyla yurtdışına doktora yapmak üzere gönderilen öğrenciler, YÖK tarafından, genelde dinciler arasından seçilmiştir. TÜBİTAK, YÖK, ÖSYM, Üniversitelerarası Kurul ve TÜBA’da gerçekleşen son yönetim değişiklikleriyle kadrolaşma ve dönüşüm artık tamamlanma aşamasına gelmiştir.

2008’den sonra atanan rektörler, yardımcı doçent atamalarında bilimsel yeterliliği değil, ideolojik yandaşlığı esas almışlardır. Çok daha fazla bilimsel yayını ve akademik puanı olan adaylar, fakülte yönetim kurullarınca önerilmiş olsalar bile rektörlerce atanmamışlardır.

Son yıllarda çağdaş/Atatürkçü profesörlere doçentlik jürilerinde yer verilmediği görülmektedir. Bu şekilde doçentlik sınavları şaibeli hale gelmektedir. Profesörlüğe yükselme jürilerini rektörler, zaten keyfi olarak belirlemektedirler. Bu koşullara karşın doçent olabilmiş çağdaş bilim insanları, bırakınız profesörlüğe yükselmeyi, doçent kadrosuna bile atanmamaktadırlar. ÖSYM’de son yıllarda yaşanan kopya, şifreleme ve bilgi sızdırma gibi skandallar, kadrolaşmanın üniversitelere girişe kadar inmeye başladığını düşündürmektedir.

Aklı ve bilimsel düşünceyi savunan çağdaş/Atatürkçü öğretim üyeleri, kadro verilmeyerek ve hukuk dışı soruşturmalarla sürekli taciz edilip bezdiri (mobbing) uygulanarak üniversitelerden ayrılmaya zorlanmaktadırlar. Ne yazık ki son günlerde mahkemelerin de bu tür hukuksuzlukları destekledikleri, hatta mağdurları cezalandırdıkları görülmektedir. Ondokuz Mayıs Üniversitesi’nden Prof. Dr. İsmet Şenel, Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi’nden Prof. Dr. Sevinç Özer ve Ege Üniversitesi’nden Prof. Dr. Esat Rennan Pekünlü bu konuda herkesin bildiği örneklerdir.

Üniversitelerde felsefe, sosyoloji, psikoloji, tarih ve hatta hukuk gibi sosyal bilim dalları, ilahiyatçı öğretim üyeleriyle doldurulmaktadır. Kaldı ki yukarıda söz ettiğimiz, 12 Eylül’den sonra uygulanmaya başlanan plana göre yetiştirilen, ilahiyat dışındaki bilim dallarına mensup öğretim üyeleri de aynı ideolojik kalıba göre eğitildikleri için tüm üniversitelerin ilahiyatlaştırılması söz konusudur. Nitekim son yıllarda, “bilimin akılla değil, vahiyle yapılabileceğini” ya da “bilimin Allah’tan kaynaklanıp insana yönlendirildiğini” öne süren fenciler, “hastalığı veren de, iyileştiren de Allah’tır. Biz sadece aracıyız” diyen sağlıkçılar çoğalmıştır. Fakat “bu vahiylerin neden hep Müslüman olmayanlara geldiğini” ya da “Allah’tan kaynaklanan bilimin neden Müslümanlara yönlendirilmediğini” kimse sorgulamamaktadır.

Bu gelişmeler sonucu, üniversitelerimizde aklı ve bilimi savunmak artık suç olmuştur. Örneğin, Evrim Kuramından söz ettiği için Prof. Dr. Sevinç özer hakkında, Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi Rektörlüğünce soruşturma açılmıştır. Buna karşılık dogmalar üzerinde akıl dışı bilimsel(!) toplantılar yapılabilmektedir. Örneğin, daha yenilerde Marmara Üniversitesi’nde yapılan “İslami Bisiklet” çalıştayı, üniversitelerimizin geldiği yeri göstermesi bakımından ibret vericidir. Yakında cinlerin, meleklerin cinsiyeti tartışılmaya başlanacaktır.

Bilim karşıtlığının bir diğer göstergesi fen fakültelerinin durumudur. YÖK’ün aldığı kararlar nedeniyle fen fakülteleri sürekli kan kaybetmektedirler. Öğrenciler artık fen fakültelerini tercih etmemektedirler. Yaptığı araştırmalar ve yayınlar bakımından Türkiye birincisi olan Ondokuz Mayıs Üniversitesi Fen Fakültesi Fizik Bölümüne, bu yıl YÖK tarafından kontenjan verilmemiştir. Fen, bilim demektir. Batı’da fen fakültelerinin adı, bilim fakültesi (faculty of science)’dır. Fen bilimleri, bilimlerin temelidir. Fen bilimlerinin gelişmediği ülkelerde tıp, mühendislik gibi uygulamalı bilimler de gelişmez. Böyle ülkeler teknoloji üretemezler. Ancak gelişmiş ülkelerin teknoloji çöplüğü olurlar.

İlk ve ortaöğretim eğitim sisteminde bu yıl köklü değişiklikler yapılmıştır. Medyamızda aylardır bu değişiklikler tartışılmaktadır. Değişikliklere karşı olanlar tarafından, “Atatürkçü eğitim sisteminden uzaklaşıldığı”, “eğitimde Cumhuriyet öncesine ya da Osmanlı dönemine dönüldüğü” gibi iddialar öne sürülmektedir. Bunlar yanlış söylemlerdir.

Atatürk, yeni bir eğitim sistemi icat etmemiştir. Uygarlık tarihinin yarattığı son sistem olan “akılcı/bilimsel” eğitim sistemini, ülkemizin koşullarına uyarlayarak uygulamaya koymuştur. Avrupa bu aşamaya, Rönesans-Reform-Aydınlanma Devrimi sonucu, Ortaçağın dogmatik/dinsel eğitim sistemini yıkarak gelmiştir. Bu bakımdan son değişiklikle Atatürkçü eğitim sisteminden değil, akılcı/bilimsel eğitim sisteminden uzaklaşılmış, dogmatik/dinsel eğitim sistemi uygulamaya konmuştur. Başka bir deyişle eğitim sistemi ortaçağlaştırılmıştır.

Eğitimde Cumhuriyet öncesine ya da Osmanlı dönemine dönüldüğü iddiası da Osmanlı’ya haksızlıktır. Çeşme Deniz Savaşında donanması Rus donanması tarafından yok edilen Osmanlı, bilgili deniz subayları yetiştirmek üzere, 1773’de Mühendishane-i Bahri Hümayunu, bugünkü adıyla Deniz Harp Okulunu kurmuştur. Bunu, bugünkü Kara Harp Okulu olan, Mühendishane-i Berri Hümayunun kurulması izlemiştir. Ardından ilk ve orta dereceli okullar ile tıp, hukuk gibi yüksekokullar açılmaya başlanmıştır. Bu okullarda, medreselerdeki gibi dogmatik/dinsel değil, laik/bilimsel eğitim yapılmaktaydı. Bu nedenle “din elden gidiyor” diyen gericiler, Kabakçı Mustafa’nın başkanlığında isyan ederek 3.Selimi öldürmüşlerdir. Bu okullarda din eğitimi verilmediği için kâfir yetiştirildiğini öne süren Said-i Nursi, Abdülhamit’in huzuruna kadar çıkarak okullara din dersleri konulmasını istemiştir. Abdülhamit, “bu adam deli” demiş ve tımarhaneye atılmasını buyurmuştur. Bunun üzerine Said-i Nursi Toptaşı Akıl Hastanesine atılmıştır. Bu bakımdan, eğitimde Cumhuriyet öncesine değil de, 1773 öncesine dönüldü demek, daha doğrudur.

Akılcı/bilimsel eğitim sistemi, aklına güvenen, analitik düşünen ve kendi başına karar verebilen özgür birey/yurttaş yetiştirir. Bu şekilde eğitilen insanlar aldatılamaz. Buna karşılık dogmatik/dinsel eğitim sisteminde doğası gereği kuşkuya, sorgulamaya, eleştiriye, neden-sonuç ilişkisi kurmaya, analitik düşünceye yer yoktur. Bu sistem kendi aklına güvenemeyen, dolayısıyla kendi kararını veremeyen ve onun bunun peşinden giden, mürit/kul/köle yetiştirir. Bu şekilde eğitilmiş insanlar, okur-yazar olmayan cahillerden daha da tehlikelidir. Cahil insan, bazen aldatılabilse de sonunda, sağduyusuyla çıkış yolu bulabilir. Özellikle genlerinde binlerce yıllık uygarlık birikimi taşıyan, bağrından Yunus gibi, Veysel gibi okur-yazar olmayan bilge insanlar/ filozoflar çıkarmış Türk halkı, her zaman sağduyusuyla doğru yolu bulmuştur. %93’ü cahil olan bu insanlar, yedi düvele karşı ilk ulusal kurtuluş savaşını kazanmıştır. Buna karşılık aklını ipotek ettirmiş insanların, düşünme, algılama, karar verme yetileri körelmiş olduğu için kolaylıkla kullanılabilirler. Bu nedenle bu sistem insanları (ve ülkeleri) sömürmek isteyenlerin tercih ettiği bir sistemdir.

Said-i Nursi’nin Abdülhamit’e kabul ettiremediğini, 1948’de yapılan Marshall yardımı anlaşmasıyla ABD Türkiye Cumhuriyeti’ne kabul ettirmiş ve 1949’da ilkokullara din dersleri konulmuş, imam-hatip okulları açılmıştır. Kırılma burada başlamıştır. Üniversitelerin bugün geldiği durumun başlangıcı olduğunu söylediğim 12 Eylül 1980 Askeri Darbesi de, bilindiği gibi bir ABD projesidir. ABD, Müslümanlığı çok takdir ettiği ve Türk halkını çok sevdiği için mi Türkiye Cumhuriyeti’nin laiklikten vazgeçerek ılımlı İslam devleti olmasını istemektedir? Bunu sorgulayabilmek ve doğru yanıtını bulabilmek için akılcı/bilimsel eğitim almış olmak gerekir.

Sonuç olarak ilköğretimden üniversiteye kadar, uygulamaya konulan bugünkü eğitim sistemini, ülkemizin geleceği açısından çok sakıncalı bulduğumuzu bildirmek isteriz. Ancak, kitle iletişim araçlarının aşırı uyutma girişimlerine, Amerikan tarzı uyuşturucu reklamlara ve dağıtılan sadakalara rağmen engin sağduyusuyla ulusumuzun bu gidişi önleyeceğine inanıyoruz.

===========================================

Teşekkürler değerli meslektaşım Prof. Dr. Süleyman Çelik..

Sevgi ve saygı ile.
Ankara, 25.9.12

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

Askerimize / Askerine selam duran simitçi çocuk..

Dostlar,

Eğitim sistemimiz böyleydi..

İnsanımıza ulusal değerleri kazandırıyordu iyi kötü.

Ama “Milli Görüş gömleğini çıkarttıklarını” övünçle söyleyen Erbakan’ın talebeleri,

eğitim sistemimizi “Milli” olmaktan çıkarttıkları gibi, “Düşişleri” (Dışişleri değil!) Bakanı Davutoğlu ağzıyla da ulusalcılıkla savaş başlattı..

Yapılanlar hep emperyalistlerin işine yarayacak ve onların arzuladıkları şeyler.

Bu durumda bunları yapanlara hangi sıfat yakışır??

Söylesek suç olur mu??

Selam sana, askerine selam duran simitçi çocuk!

Sevgi ve saygı ile.
Ankara, 25.9.12

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

Misak-ı Milli Kutsalımızdır, Tabudur, Dokundurtmayız

Dostlar,

Misak-ı Milli; adı üstünde Ulusal Andımızdır, milli yeminimizdir..

Misak-ı Milli Erzurum, Sivas Kongrelerinin kararıdır.

Misak-ı Milli Lozan’da onaylatılmıştır Batı emperyalizmine..

Misak-ı Milli’nin dönüşü yoktur tabudur; dokunulmazdır..

Misakı Milli kutsalımızdır..

Misakı Milli’den tek bir çakıl taşı bile koparılamaz..

Ülkemiz ve ulusumuz bölünmez bir bütündür..

Böl – dür – me- ye- ce- ğiz!

Bin kez daha duyurulur..

Sevgi ve saygı ile.
24.9.12, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

Çetin Doğan’ın Harvard’lı damadı Prof. Rodrik’ten Washington Post’ta Balyoz makalesi

Dostlar,

Em. Org. Çetin Doğan paşamız maalesef Balyoz Davası’nda 20 yıl hapis cezası aldı.

Damadı, Harvard’da İktisat (Ekonomi) Profesörü Dani Rodrik, kararın açıklandığını izleyen gün (22.9.12)
ABD’nin en önemli gazetelerinden biri olan The Washington Post‘ta konuya ilişkin dramatik bir makale yayımladı.

Yazının başlığı da çok çarpıcı : Turkey’s miscarriage of justice

Türkiye’de Adaletin Ölümü / Sonu.. diye Türkçeleştirebiliriz.

“Miscarriage” sözcüğü tıpta “düşük”, “gebeliğin düşükle sonlanması” anlamındadır.
Dolayısıyla, büyük umutlarla bebek bekleyen aile, bu muradına eremeden, gebelik ürünü düşmekte, telef olmakta, ölmekte ve büyük umutlar boşa çıkmaktadır.. Böylesi bir etimolojik kökeni ve anlam yükü vardır. Hüsrandır, acıdır, elemdir, düş kırıklığıdır… derinlemesine duyumsananlar..

Usta ve duyarlı kalemi için, sorunu dünya kamuoyuna taşıdığı için Prof. Rodrik kardeşimize (damadımıza!) teşekkür ederiz.

Sahi; AB’nin – ABD’nin insan hakları ve demokrasi kurumları ve şampiyonları neredeler?
Yerin dibindeler mi??

Sevgi ve saygı ile.
24.9.12, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

========================================================================

Prof. Dr. Dani Rodrik, Harvard’lı ekonomi hocası, E. Org. Çetin Doğan’ın Yahudi asıllı damadı..

Prof. Dani Rodrik

Turkey’s miscarriage of justice

By Dani Rodrik, Published: FRIDAY, SEPTEMBER 21, 7:32 PM ET

After a patently sham trial, a Turkish court on Friday handed down lengthy jail sentences to more than 300 military officers convicted of planning a coup, code-named Sledgehammer, in 2003.

Turkey’s courts have been working overtime to throw government opponents of all political stripes behind bars. Since 2007, the government has run a series of trials against an alleged ultra-nationalist terrorist organization called Ergenekon, charging lawyers, politicians, academics, journalists and military officers with plotting to overthrow the government. In separate cases, thousands of Kurdish politicians and activists are on trial — nearly 1,000 among them detained — for alleged links with terrorist activities. Turkey holds more journalists in jail than China and Iran combined.

In terms of sheer drama, few match the Sledgehammer case. In a trial that began in 2010, 365 serving and retired high-ranking military officials — including my father-in-law, Çetin Dogan — and two civilians are charged with planning the coup. Prosecutors allege that the plotters planned to bomb mosques, down a Turkish fighter jet in a false-flag operation, take over hospitals and pharmacies, close nongovernmental organizations, arrest journalists and politicians, and ultimately appoint a handpicked cabinet.

Yet the “incriminating documents” the court relied on to issue Thursday’s verdict were forged and have been used to frame the defendants. American, German and Turkish forensic analysts hired by the defense have independently confirmed the forgery.

The prosecution asserted that the coup was planned in 2003, citing unsigned documents on compact discs it claims were produced by the defendants at the time. However, even though the last-saved dates on these documents appear as 2002-2003, they were found to contain references to fonts and other attributes that were first introduced with Microsoft Office 2007. Hence the documents could not have been created before mid-2006, when the software was released. The handwriting on the CDs was similarly found to be forged. In addition, many defendants have proved that they were outside Turkey or hundreds of miles away from work at the time they are alleged to have prepared these documents or attended coup-planning meetings. The documents also contain countless anachronisms, such as names of organizations and places that didn’t yet exist in 2003 or were changed after that time.

All this evidence leaves room for only one conclusion:

The alleged coup plot is fabricated.

This conclusion has long been obvious to the Turkish military. In response to the mass arrest of their colleagues, the chief of Turkey’s armed forces and the heads of Turkey’s army, navy and air force resigned together on one symbolic day last summer. The case is widely seen as the means by which Prime Minister Recep Tayyip Erdogan has decapitated the military, a powerful institution that has long opposed Islamist forces in Turkish society.

Most alarming is the Turkish court’s evident complicity with the forgery. In violation of both Turkish and international law, the court rejected all defense requests for independent authentication of the evidence, ignoring the numerous anachronisms and other indications of forgery. It refused to allow the defense to call key witnesses, including the former commander of the land forces whom the prosecution credited with preventing the coup even though he has publicly denied any knowledge of it. It violated attorney-client confidentiality by installing microphones on courtroom ceilings. Of the 365 defendants, 250 were held in prison; most have been jailed since the trial started 20 months ago.

Beyond preventing defendants from establishing their innocence, the judges have lodged criminal complaints against defendants and their lawyers for statements they made during trial that the judges disliked, leading to additional indictments against several. The wives of two defendants have been indicted for a peaceful demonstration outside the prison compound where the trial has been held. And the Turkish government has publicly acknowledged its real motives by forcing 34 defendants to retire from the military before the judges reached a verdict.

Outraged at these abuses, family members of the defendants have filed a petition with the U.N. Working Group on Arbitrary Detention, seeking a declaration that the 250 imprisoned defendants have been detained in violation of international law. Given the weight of the evidence, I believe the working group, composed of experts in international law, will conclude that the defendants have been detained illegally and will call for their release. As redress doesn’t seem possible in Turkey, the working group could provide the independent and impartial review that is urgently needed.

I hope that the world will more closely focus on the gross miscarriage of justice taking place in Turkey. While Turkey touts itself as a leader of democratic freedoms in the Middle East, its actions in this and similar cases indicate otherwise. Let us hope that shining a light on these flagrant manipulations will hasten the day that the rule of law becomes more firmly established in Turkey.

http://m.washingtonpost.com/opinions/turkeys-miscarriage-of-justice/2012/09/21/e2125276-033d-11e2-8102-ebee9c66e190_story.html