Yazar arşivleri: Ahmet SALTIK

Ahmet SALTIK hakkında

Atılım Üniversitesi Tıp Fakültesi Halk Sağlığı Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Ahmet SALTIK’ın özgeçmişi için manşette tıklayınız: CV_Ahmet_SALTIK Hekim (Halk Sağlığı Profesörü), Hukukçu (Sağlık Hukuku Uzmanı) Mülkiyeli (Kamu Yönetimi - Siyaset Bilimci)

Aleviler eşitlik için buluşuyor

Aleviler eşitlik için buluşuyor

7 EKİM’DE SIHHİYE’DE, ‘AYRIMCILIĞA, ASİMİLASYONA, SAVAŞA HAYIR’ DİYECEKLER

Alevi Bektaşi Federasyonu (ABF) ve Alevi Dernekleri Federasyonu (ADF) tarafından düzenlenen “laik ve demok-ratik Türkiye için eşit yurttaşlık mitingi” yarın Ankara Sıhhiye Meydanı’nda yapılacak.

Avrupa’dan ve yurdun dört bir yanından gelen Aleviler yarın saat 10.00’da otogarda toplanarak Sıhhiye Meydanı’na yürüyecek. Saat 12.00’de “laik ve demokratik Türkiye için eşit yurttaşlık mitingi” ABF Genel Başkanı Selahattin Özel ve ADF Başkanı Hüsniye Takmaz’ın konuşmalarıyla başlayacak. Mitingde eşit yurttaşlık taleplerini dile getiren döviz ve afişler taşınacak. ABF Genel Başkanı Selahattin Özel başkanlığında oluşturulacak heyet, Alevilerin eşit yurttaşlık taleplerini içeren bir dosyayı TBMM Başkanlığı’na iletecek.

ABF Genel Başkanı Özel, AKP iktidarıyla birlikte Alevilerin inanç özgürlüklerinin muhafazakâr toplum destekli politikalarla hayatın her alanında ihlal edildiğini, Alevilere yönelik asimilasyon politikalarının hızlandığını, adeta Alevilerin ötelenip yok sayıldığını vurguladı. Özel, insan haklarından, laiklik ve demokrasiden, hukukun üstünlüğünden, barıştan yana olan her duyarlı vatandaşı mitinge katılmaya davet etti.

ADF Alevi Dernekleri Federasyonu Başkanı Hüsniye Takmaz da Alevilerin ret ve inkâr politikalarına, uygulanan baskılara güçlü bir şekilde “hayır” diyeceğini belirtti.

Hacı Bektaş Veli Anadolu Kültür Vakfı Genel Başkanı Ercan Geçmez ise “Bu ikinci mitingimiz. Alevilerin sorunları artarak sürüyor. Ayrımcılık ve ötekileştirme kamunun her alanında devam ediyor” dedi.

Alevi Kültür Dernekleri Genel Başkanı Engin Gündük de “Alevi örgütleri yaşanan hak ihlallerinin Avrupa’daki hukuk yöntemleriyle çözüleceği kanaatine varmıştır. Türkiye’deki Alevi örgütleri siyasetten, hükümetten, başbakandan, hukuktan ümidini kesmiş durumda.” diye konuştu.

Pir Sultan Abdal Kültür Derneği Genel Başkan Yardımcısı Muharrem Erkan da “Ayrımcılığa, asimilasyona, savaş kışkırtıcılığına, baskı ve ötekileştirme ve inkâr politikalarına karşı hayır demek için, eşit yurttaşlık için Ankara’da olacağız.” dedi.

Bekir Coşkun : Top…

Top…

Önce bakacaksın…
Düşen top mu?..
*

Sonra…
Nereye düştü?..
*

Hem düşüp hem patladıysa, demek ki top…
Ama ne yandan geldi?..
*

Köylü görmüş, “kıble tarafından” diyor…
İyi de, muhabir kıbleyi bilmiyor…
Külah, burun, namazlığın ucu koordinatlarını aldı, baktı bir başka top çıktı:
Top’rak Mahsulleri Ofisi…
*

Kaymakama gitti sormaya…
Kaymakam top’uklamış çoktan…
*

Bunun üzerine Ankara’da top’lantılar başladı…
Televizyonlar ilk haberi verdiler:
“Ağır top’lar Başbakanlık’ta…”
Herkes vardı, top’ların bağlı olduğu Milli Savunma Bakanı yoktu…
İyi mi?..
*

TBMM’de kapalı top’lantıya geçildi…
(Burası gizli.)
Neticede; top iktidara atıldı, savaş yetkisi veren tezkere çıktı…
Top’lum “Savaşa hayır” diye ayağa kalkarken, savaş tezkeresinin ne işe yarayacağını Başbakan açıkladı:
“Savaşacak değiliz…”
*

İyi de…
Başka ne işe yarar?..
*

Bir:
Suriye’de süren iç savaşa; silah, para vererek, insan göndererek, binbir türlü burunlarını sokarak anayasa suçu işlediler top’yekûn…
Muhalefet partileri, bu nedenle top’unun Yüce Divan’da yargılanacaklarını söylemeye başladı son günlerde…
Ama artık tezkere var…
Top’u atarsın TBMM’nin tezkeresine…
*

İki:
“Gidecek” dediği Esad orada oturuyor…
“Bittin” dedi…
Meydana çıktı…
“Sen öldün” dedi…
Baktı, televizyonda…
Tabii bunun içi içini yedi…
Bundan böyle desteklediği suni isyancılar nerede zayıf düşerlerse, bir bahane bulunup bir iki top atılır Esad askerlerinin kafasına artık…
Hatta uçak bile gönderilir…
Tezkere cepte…

*
Yoksa ABD istemedikçe savaşa mavaşa kalkamayacağını bilmeyen mi var
*

Tüm bunlar, beş yoksulun canına mal oldu top’u top’u….
Mezarları var orada; top’rak…
*

Top seslerinin hazin hikâyesidir bu…

AKP Kongresine Alınmayan Gazeteciler ve Anayasa

Hukukçu Prof. Dr. Rona Aybay

Prof. Dr. Rona AYBAY

AKP Kongresine Alınmayan Gazeteciler ve Anayasa

Bir siyasal partinin, hele devlet yardımından (yani yurttaşların ödediği vergilerden) en büyük payı alan iktidar partisinin; liderinin, subjektif nedenlerle uygun görmediği basın kuruluşlarını, partinin politikalarının görüşülmesi beklenen en üst düzey organ olan genel kurulun açık toplantılarına katılmaktan yasaklama yetkisi olmamalıdır.

    İktidar partisi AKP’nin, geçen günlerde toplanan büyük kongresine, aralarında Cumhuriyet’in de olduğu bazı yayın organlarının temsilcilerinin “akredite” edilmemesi; yani kongre salonuna alınmaması, çeşitli çevrelerce eleştirildi. Bunun “basın özgürlüğü”ne aykırı olduğu, başka bir deyişle halkın anayasa ile güvence altına alınmış “haber alma” hakkını engellediği, haklı gerekçelerle dile getirildi.

    Sayın Başbakan, bu eleştirilere yanıtını, partisinin grup toplantısında şu sözlerle dile getirdi:

    “Güya bazı gazetelerin kongreye davet edilmemesi. Bu bizim sorumluluğumuz; mecbur muyum? Nereden çıkıyor bu? Her gün, her türlü hakareti yapacaksın, yalan yanlış her türlü her şeyi yazacaksın, söyleyeceksin ve buna rağmen biz yine davet edeceğiz. Yok böyle 25 kuruşa simit ya. Neymiş; ‘basına, medyaya engel konulmazmış’. Doğru konulmaz. Biz zaten koymuyoruz, öyle bir derdimiz yok. Ama o medya bize saygısızlık ettiği zaman, bize yalan yanlış her gün küfür yağdırdığı zaman, ona haddine bildirmek de bizim cevabımızdır.”

    “Anadolu’da, ‘misafir ev sahibinin kuzusudur’ sözü vardır. Seni ev sahibi davet ediyor, sen de kuzu kuzu gelirsin, orada oturursun. Ne ikram edilirse yersin, içersin, teşekkür eder, ayrılırsın.”

    Başbakan’ın, kendine özgü “ileri demokrasi” anlayışını yine kendine özgü üslubuyla dile getiren bu sözlerine Sevgili Şükran Soner, 4 Ekim 2012 günü yayımlanan “Siz Ev Sahibi, Biz Misafir Değiliz” başlıklı yazısında yanıt verdi ve önemli saptamalar yaptı. Sayın Soner, özetle şunları belirtiyordu, yazısında:

    “İktidarların parti kongresi asla bir özel alan değildir. Kongrenin izlenmesi için verilen giriş kartları ya da davetiyelerin anlamı, yine salon kapasitesi ile öngörülmüş, olabilecek en objektif kriterlerle salona girebilecek toplam gazeteci sayısını sağlıklı saptamayı öngörür. Başbakan’ın istemediği basın kuruluşlarına, gazetecilere haddini bildirme (yi…) demokratik düzen içinde akla bile getirememesi gerekir.”

    Siyasal parti herhangi bir tüzel kişi değildir

    Sayın Soner’in, özetleyerek alıntıladığım gerekçeleri, bence de çok haklı ve yerinde. Cumhuriyet’in aynı sayısında Sayın Perihan Ergun da “AKP Kongresinin Önü Ardı” başlıklı yazısında, Gazetecilere Özgürlük Platformu’nun bildirisine de yer vererek, bu uygulamanın “basın özgürlüğü açısından kaygı verici olduğunu” belirtmişti. Kanımca, konunun sadece “basın özgürlüğü” bağlamında ele alınması ile yetinilmemesi; sorunun, Anayasa Hukuku ve Devlet Hazinesi boyutlarının da dikkate alınması da gerekiyor. 1961 Anayasası’ndan önceki dönemde, siyasal partilerle doğrudan ilgili bir yasa hükmü olmadığı için, partilere “Dernekler Yasası” uygulanıyordu. Oysa, Türk hukukuna 1961 Anayasası ile giren bazı ilkeler ve Siyasal Partiler Kanunu nedeniyle; siyasal partiler artık bir tür “kendine özgü”, “kamu tüzel kişisi benzeri” bir statü kazanmışlardır. Yani, siyasal parti, şirket, dernek, vakıf gibi herhangi bir tüzel kişi değil anayasanın 69. maddesinde “demokratik siyasal yaşamın vazgeçilmez ögesi” olarak kabul edilmiş bir kuruluştur. Parti kapatma davalarının Anayasa Mahkemesi’nde görülmesi gibi özellikler de, bu kuruluşların sıradan bir tüzel kişi olmadığının göstergesidir. Kısacası, bir siyasal parti kongresi, örneğin, herhangi bir anonim şirketin paydaşlarının katılacağı genel kurulundan çok farklı nitelikte bir toplantıdır.

    Anayasanın 69. maddesinin konumuz açısından önemli bir hükmü de şudur:

    “Devlet, siyasal partilere yeterli düzeyde ve hakça mali yardım yapar”. Partilerin mali denetimleri de,
    özel hükümler uyarınca Anayasa Mahkemesi’nce yapılır. Bu durum, devlet yardımı alan partilere ek bir sorumluluk getirir; çünkü harcamaların büyük bölümü ‘Devlet Hazinesi’nden karşılanmaktadır.

    Sonuç

    1961 Anayasası’ndan beri, “demokratik siyasal yaşamımızın vazgeçilmez ögeleri” sayılan siyasal partiler, bazı açılardan “kamusal” nitelikleri olan kuruluşlar haline gelmiştir. Siyasal partilerin içişlerine yani, politikalarını oluşturmalarına, görüşler geliştirmesine vb. etkinliklerine müdahale elbette kabul edilmez; ama her siyasal partinin, özellikle iktidar partisinin “demokratik siyasal yaşamın vazgeçilmez ögesi” olduğunun bilincini taşıması da gerekir. Basın yayın organlarının, parti etkinliklerini izleyip, yorumlaması da bu bağlamda değerlendirilmelidir.

    Bir siyasal partinin, hele devlet yardımından (yani yurttaşların ödediği vergilerden) en büyük payı alan iktidar partisinin; liderinin, subjektif nedenlerle uygun görmediği basın kuruluşlarını, partinin politikalarının görüşülmesi beklenen en üst düzey organ olan genel kurulun açık toplantılarına katılmaktan yasaklama yetkisi olmamalıdır.
    (Cumhuriyet 06.10.2012)

Mustafa BALBAY : Mevzubahis İktidarsa Vatan Teferruattır!

Mustafa BALBAY

Mevzubahis İktidarsa Vatan Teferruattır!

AKP 4. Olağan Kongresi’ni, daha doğru anlatımla Erdoğan’ın kongresini televizyon kanallarının yayımladığı ölçüde sonuna kadar izledim.

Medyanın genel görünümünü düşünürken sıklıkla aklıma gelen, “çok kanallı tekseslilik” tanımını iliklerime kadar duyumsadım.

Başbakan’ın konuşması boyunca tüm haber kanalları tek tip görüntüyü verdi. Hangi kanalı açsanız aynı görüntü vardı.

Partinin yönetim organlarına aday gösterilenlerin listesi açıklandığında tüm kanallar kesinleşmiş sonuç olarak duyurdu. Zira açıklanan listenin dışında başka birinin seçilmesi olanaksızdı.

Salonun iklimi, 1980’li yılların Demirperde ülkelerindeki komünist partisi kongrelerini anımsatıyordu.
Tek seçicinin her şeyi uzun uzun alkışlanıyordu, o kadar.

Medyaya uygulanan akreditasyonla ilgili söylenebilecek tek şey var:

Akredite bir medya isteniyor!

***

Başbakan’ın 3 saati aşan konuşmasından selamlamaları, şiirleri ve türküleri çıkardığımızda geriye partisinin Meclis’teki grup konuşmalarına benzer bir metin kalıyordu.

Ancak Başbakan’ın bu sözleri “2023 vizyonu” çerçevesinde söylediğini dikkate alıp, ona göre değerlendirme yapmak gerekir.

10 yıldır Türkiye’yi yöneten Erdoğan, en az bir 10 yılı daha sandıkta keklik görüp, bu sürecin tüm yönetim yapısını kendisine göre yeniden şekillendirmeye hazırlanıyor.

Kimi “tarafsız AKP’liler”, özellikle ekonomi tablosuna bakıp, Başbakan’ın bu şekillendirmede haklı olduğunu söylüyor. Ekonomideki durumun genel özeti şu; olağanüstü kriz dönemleri dışında Türkiye ilk 20 ülke arasında. 15’in altına inemiyoruz, 20’yi de pek aşmıyoruz. AKP döneminde de bu gerçek değişmedi. Başbakan’ın verdiği ekonomi rakamları da bunun göstergesinden başka bir şey değildi. AKP’nin ekonomideki dervişi de Kemal Derviş’ten başkası değildi.

Kamuoyundaki genel beklenti Başbakan’ın Kürt sorunu konusunda yepyeni şeyler söyleyeceği yönündeydi.
Beklenti o kadar büyütülmüştü ki ne söylense içi dolmazdı. Başbakan da şunu söylemekle yetindi:

“Kürt kardeşlerimize sesleniyorum; bunca zamandır biz adım atıyoruz, bir adım da siz atın…”

Ardından da topu CHP’ye atıp başka konuya geçti.

Dış politikaya bakınca, AKP’nin diliyle, “nereden nereye” gelindiği sorusuna şu yanıtı verebiliriz:

Avrupa’dan Ortadoğu’ya!

Ortadoğu’ya gelişi kesinlikle bir küçümseme anlamında vurgulamıyoruz. Keşke, Ortadoğu’yu kucaklayan, geleneksel “bütün taraflarla görüşebilme” gücümüzü daha üst standartlara ulaştıran bir politika çizebilseydik. Tam tersine, bu anlamda geçmişteki gücümüzün de gerisindeyiz.

Söylemeye dilimiz varmıyor ama Ortadoğu’da çözümlerin değil sorunların parçası haline geliyoruz.

Ne yazık ki iktidar iç politikada olduğu gibi dış politikada da devletin yapısına göre değil, AKP’nin hedeflerine göre adımlar atıyor.

Hedef 2023 olunca yer yer Mustafa Kemal’den esinlenmeler varmış gibi bir hava vermeyi de ihmal etmemişler. Sanıyorum o ünlü sözünden esinlenip kendilerine şöyle bir yol haritası çizmişler:

Mevzubahis iktidarsa vatan teferruattır!

***

Kongre sırası ve sonrası yorumlarda tam resmi AKP yayın organlarının çoğu; Başbakan için “dünya lideri” sıfatına kadar gitti. Belki de “Türkiye lideri” diyemedikleri için böyle bir çıkış buldular.

Hiçbir muhalefet partisi temsilcisinin katılmadığı bir kongre için başka ne denebilir?

Bir güç ne kadar büyük olursa olsun, yalnızlaştıkça güçsüzleşir. AKP’nin son kongresi ne kadar büyük görünürse görünsün yalnızlaştığının fotoğrafıdır.

Bu, aynı zamanda düşüşe geçişin göstergesidir. Böyle bir aşamadan sonra artık sorun, yeni iktidar seçeneğinin nasıl oluşacağıdır.

Türkiye’nin en azından bugünkünden daha iyi yönetilmesini sağlayacak bir seçenek oluşturamazsak…

Yuh olsun bize!

Menopozda bile doğum şansı!

Menopozda bile doğum şansı!

Kökten döllenebilir yumurtalar

Japonya’da bilim insanlarının deri hücresinden aldıkları kök hücre ile dölledikleri yumurtadan yeni nesil fareler elde edildi.

Amerikan “Science” dergisinde yayımlanan makaleye göre, fareler üzerinde yapılan deney eğer insanlara da uygulanabilirse, çocuk sahibi olamayan çiftlere ve kadınların menopozdan sonra bile çocuk sahibi olmalarına yardımcı olabilecek.

Makaleye göre, Kyoto Üniversitesi’nde geçen yıl kök hücre kullanarak canlı spermler elde eden bilim insanları, bu kez benzer teknikle kök hücrelerden döllenebilir yumurtalar elde etti.

Embriyo ve deri hücresinden alınan kök hücrelerinden yumurta hücresi elde eden bilim insanları, bu yeni yumurtayı farede bulunan diğer yumurta hücreleriyle çevreledi. Olgunlaşan yumurta erkek farelerden alınan spermlerle döllendikten sonra taşıyıcı annenin rahmine yerleştirildi ve sağlıklı fare yavruları dünyaya geldi. “Nineleri” laboratuvarda bir hücre olan bu bebekler de daha sonra kendi bebeklerini üretti.

Araştırmanın çocuk sahibi olamayanlara yardımcı olacağı bildirilse de uzmanlar aşılması gereken hem bilimsel hem de ahlaki engeller olduğunu ifade ediyor.

Kök hücreler kandan kemiğe, saçtan deriye, vücudun her hücresine dönüştürülebiliyor.
(Cumhuriyet 06.10.2012)

Dil ve yaratıcılık..

Dil ve yaratıcılık

Dil; insanın konuşma ve düşünmesinin temel aracıdır.
İsmini ağızdaki organdan alır, bu Türkçede olduğu gibi başka dillerde de benzerdir.
Dil organının konuşmadaki önemine uygun olarak dille yapılan iletişim de dil adını almıştır.
Dil hem bir iletişim aracı hem de düşünceyi oluşturan temel maddedir.

    Prof. Dr. Mustafa Yıldız
    Kocaeli Üniv. Tıp Fak. Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı

    myildiz60@yahoo.com

    İnsan içinde doğduğu toplumun dilini öğrenir, ailesinden duyduğu ve öğrendiği dil anadilidir. İlk seslerden ilk sözcüklere, ilk cümlelere, ilk kavramlara hep anadili ile öğrenir ve konuşur. Dünyayı, kendisini ve çevresini agılaması anadili ile oluşur. Temel öğrenmeler, temel tepkiler, temel duygulanımlar, temel inançlar hep anadilde şekillenir. Beynindeki düşünce kalıpları, zaman ve mekân algısı, dilbilgisi ve yorum biçimi anadili ile oluşur. Kendi toplum ve ekin yapısına uygun olarak anadili ile oluşturduğu kendisi ile dünyada o topluma ve ekine özgü bir varlık olarak kimlik kazanır. Kişinin dili onun ruhudur ve aynı zamanda kendisinin ve ulusunun tarihidir.

    Toplumlar doğaları gereği kapalı kalamadıklarından dilleri de kapalı devre çalışmamıştır. İlişkide olduğu başka dillerden sözcük, kavram ve deyimler almış onlara da kendinden vermiştir. Dil durağan, oluşmuş bitmiş bir varlık değil, kendisini yenileyen, sürekli çoğalan ve zenginleşen bir varlıktır. İnsan düşüncesi geliştikçe dil de gelişecektir. Ne var ki bu gelişim kendisini kullananlar aracılığıyla olacaktır, kendisini kullanan olmadığında da tarihin raflarında yerini alacaktır.

    Dillerin birbirlerine üstünlükleri yoktur. Her dil onu kullanan topluluklar için en iyi dildir. Kendi toplumsal doğasına özgün bir gelişim göterdiği için o toplumun bireyleri için en güzel dil kendi anadilidir.

    Binlerce yıllık geçmişi olan anadilimiz Türkçe ulusumuzun farklı uygarlıklarla birlikte yaşamları sonucunda Arapçadan, Farsçadan, Moğolcadan, Çinceden, Yunancadan, Fransızcadan, İtalyancadan, İngilizceden ve diğer dillerden etkilenmiş bir dildir. Yüzyıllar içerisinde zenginleşen Türkçe, Selçuklu ve Osmanlı dönemlerindeki ağır etkilenmeler ve ihmale rağmen kendi özgün yapısını korumuş, zengin eylem hazinesi ve türetme gücü ile varlığını sürdürmüştür.

    KENDİNE GÜVENSİZLİK

    Bir dildeki sözcük sayısı o dilin zenginliğidir, ancak gerçek zenginlik sözcüklerin taşıdığı anlamların zenginliğidir. Sözcükler taşıdıkları, tarihten getirdikleri anlamlar ve kendilerine yüklenen yeni anlamlarla düşünceyi zenginleştirirler. Dilin güzel ifade edilmesi, özgün düşünceler üretmesi, çokça kullanılması, bilim, teknik ve sanat alanlarında varlık göstermesi, meslek öbeklerinin özel terimlerini anadilden oluşturması o dili zenginleştirir ve yayar.

    Kullandığı dilin zenginliği kişiyi de varsıl yapar. Kişinin özgüveni neredeyse anadilinin kimliğinde tuttuğu yer kadar artar ya da azalır. Kendi diliyle varsıllaşan bir birey daha fazla söz üretir ve çevresini de zenginleştirir. Yaşadığı ortamda kendi dili giderek daha az kullanılan bir birey de fakirleşmeye başlar.

    Özgüveni azalır ve sanki “ben yokum, başkaları çokça varlar, beni de onlar yönetiyorlar” düşüncesine kapılır. Ben zengin değilim, başkaları çok zengin, başkalarının düşünce gücü ve mali gücü benden çok fazla, ben onların yanında bir hiçim duygusu ya da düşüncesinin yerleşmesi (aşağılık karmaşası) o ulus için yokoluşa geçişin başlangıcıdır. O zaman başka dillerde eğitim yapma düşüncesi ağırlık kazanır, çünkü onlar zengindir, bizim dilimiz yetersizdir dolayısıyla bizler yetersizizdir. Günlük hayatta kullanılmayan bir dilin yeterli olduğunu nasıl iddia edebilirsiniz?

    Büyük işletmeleriniz başkaları tarafından işletiliyorsa, içinde sizler çalışsanız bile, mali açıdan bağımsız olduğunuzu söyleyebilir misiniz? Kendi düşünür ve yazarlarınızı okutamadığınız genç kuşaklara başka ulusların düşünür ve yazarlarını okutuyorsanız ekin olarak bağımsız olduğunuzu söyleyebilir misiniz?

    Kurduğunuz devlet dizgesinde kendinize özgü yöntemler kullanmıyorsanız, bakanlıklarınız başka ulusların ya da uluslararası kuruluşların önerileri ile çalışıyorlarsa bağımsız olduğunuzu ve kendinize yetebildiğinizi söyleyebilir misiniz? Üniversitelerinizde (düzgün olmayan Türkçe ile) çeviri kitaplar okutuyor, bilimsel çalışmalarınız başkalarının yaptığı çalışmaları taklit etmekten öteye geçemiyorsa özgün bilimsel varlığınızdan söz edebilir misiniz?

    Caddelerinizde dolaşan milyonlarca taşıt aracını siz üretmiyorsanız, savaş araçlarınızın programlarını siz yapamıyorsanız, dünyada ses getirecek özgün sanat eserleri ortaya çıkaramıyorsanız bağımsız ve kimlikli bir duruştan bahsedebilir misiniz?

    YARATAMIYORSANIZ YOK OLURSUNUZ

    Eğer yaratamıyorsanız yok olursunuz. Başkalarının yarattıkları arasında kaybolur gidersiniz. Dünyada etkin bir öğe değil edilgen bir varlık halinde yaşarsınız. Türk ulusu binlerce yıllık güçlü varlığına rağmen bugünlerde malesef dünyadaki etkinliğini yitirmek üzeredir. Dil kirlenmesi bu durumun en önemli nedenlerinden aynı zamanda sonuçlarından birisidir. Çünkü insan dille varolur, dille düşünür, dille üretir, dille yaratır.

    Özgün düşünceler kişinin kendi benliğinden yani özgün dilinden çıkar. Başka sözcük ve kavramlarla düşünenler ezberci bir zihin tembelliğine tutulurlar. Ve sadece çevirmekten ve başkalarının peşinde koşmaktan kurtulamazlar. Siyasetçileri ve devlet adamları tam olarak anlayamadıkları ve kavrayamadıkları terimlerle konuşmaya devam ettikçe, bilimcileri halkının anlayamayacağı dili kullanmayı sürdürdükçe Türkiye’de bilimsel bir anlayışın ve ileri düzey bir siyasal anlayışın gelişmesini beklemek de hayalcilik olur.

    Burada günlük yaşamda sıkça kullanılan üç temel kavramı hatırlatarak konuya açıklık getirmek istiyorum. Demokrasi, kültür ve depresyon. Bizler gerçekten demokrasiyi içine sindiremeyen, ileri uygarlıklar düzeyinde kültürlenemeyen ve de sıkça depresyona giren bir milletizdir.

    Peki neden? Çünkü demokrasi sözcüğü Türkiye Cumhuriyeti yurttaşının zihninde bir şey çağrıştırmaz. Ne demo ne de krasi Türkçe değildir ve ancak sözcük ezberlenerek öğrenilebilir. Ezber de kullanılmazsa çabuk unutulur.

    Sağcısıyla solcusuyla yurttaşlarımızın gerçek bir demokrat olamamalarının nedeni demokratlık kavramının onların zihinlerinde tam olarak oturmaması ve başka anlam çağrışımları yapmamasındandır.

    Ama bir Türk cumhuriyetçi olabilir. Kısa cumhuriyet tarihi geçmişimizle biraz da olsa cumhuriyetçi olabilmemizin nedeni ise bir Türkün zihin yapısında cumhuriyet sözcüğünün cumhur/halk deyimiyle anlamlı bir çağrışım yapmasıdır. Cumhuriyetin halkın yönetimde etkili olması anlamına geldiğini herkes kolayca öğrenebilmekte, günlük yaşamında kullanabilmekte ve cumhuriyetçiliği savunabilmektedir.

    Ve bir Türk adaletli olmayı, eşitlikçi olmayı, toplumcu olmayı öğrenilebilir içine sindirebilir ve uygulamaya geçirebilir. Çünkü bu terimleri daha çocukluğundan öğrenmiştir. Kültür konusu bizde hiç bitmeyen bir yaradır. Bir türlü genel kültürümüz gelişemez, yayılamaz. Kültür Bakanlığı bile kurmuş olmamıza rağmen bir türlü yeterince kültürlenemeyen bir ulusuzdur.

    Çünkü kültür sözcüğü de bizim zihnimizde bir çağrışım yapmaz. Kül ve tür farklı çağrışımlar yapar. Onu da ezberlemişizdir. Ekin ekmek, üretmek anlamına gelen kültür sözcüğüne Fransızların tanıdığı terim olma hakkını biz en güzel sözcüklerimizden olan ekin sözcüğüne tanımamışız.

    Nedense kültür sözcüğünü alıp aynen benimsemişiz. Halbuki ekin eken ulusumuz aynı zamanda iyi ürün almak için tarlayı bellemektedir. Yani ekinin gelişmesi ile bellek arasındaki ilişki doğal olarak zihinde canlanmaktadır.

    DEPRESYON ÇÖKÜNTÜ DEMEKTIR

    Gelelim depresyona. Depresyon çöküntü demektir. İnsan ruhsal alanda çöküntü yaşayabilir, çöküntü hissedebilir ve bu çöküntüsünü de tedavi ettirebilir. Yıllarca depresyon diye öğrettiğimiz halkımız her doktora gidişinde “depresyon ne demektir” diye sormaktan kendisini alıkoyamaz.

    Çünkü depresyon sözcüğü onun zihninde hiçbir çağrışım yaptırmaz. Çöküntü giderici ilaçlar yerine de yine ne demek olduğunu bilmediği antidepresan ilaçları almaya devam eder.

    Ne yazık ki çöküntü sözcüğüne terim olma hakkı tanımamış olduğumuz için de “depresyondayım” şarkı sözü oluverir. Günlük yaşamda çokça kullanılan bu kavramlara bile karşılık bulmamış, kendi diline yeterince güvenmeyen, yabancı terimleri halkına ezberletmekten çekinmeyen siyasetçilerin, bilimcilerin ve aydınların (ya da aydıncıkların) olduğu bir ülkede özgün düşüncelerin üretilmesi, yeni yaratıların ortaya çıkması ve yeni keşiflerin olması beklenebilir mi?

    Kendi diliyle yazıp konuşamayan, kendi dilinden terimler türetemeyen, üniversitelerinde yapılan ya da öğretilen bilimi halkına yansıtamayan bir ulus gerçekten de yalnızca bir taklit ulus olabilir.

    Bilimin dili evreseldir, onu herkes anlayabilir, sadece yapılması gereken kendi diliyle düşünmeye ve yazmaya başlamaktır. Toplumun her bireyi genel bilgiyi öğrenip düşünmeye başladığı zaman da o toplumun düşünür ve yazarları daha fazla düşünme ve çaba gösterme gereği duyacaklardır. Çünkü eleştiri geleneği de böylece yayılacak ve bilgi toplumuna geçiş mümkün olabilecektir.

    Özgün yaratıya ve bağımsızlığa geçişin en önemli yolu özgün düşüncenin geliştirilmesidir. Bunun için yapılacak tek şey de Türkçe kullanmanın yaygınlaştırılması ve Türkçenin bilim, siyaset ve ekin dili olarak günlük yaşamda canlı kalmasının sağlanmasıdır.

    Ancak Türkçe sözcüklerle ve terimlerle üretilen düşünceler zihinlerde yeni çağrışımlara ve yaratılara yol açabilir. Bunlar gerçekleştiğinde üniversitelerde eğitim dili İngilizce olsun mu olmasın mı tartışması da kendiliğinden ortadan kalkacaktır. (Cumhuriyet Bilim Teknik 05.10.2012)

İmam Hatip Okullarını Halk mı Dayattı?

POLİTİK BİLİM : Aykut Göker
http:/www.inovasyon.org;hagoker@ttmail.com
Türkiye’nin seyir defteri: Yıl 2012… Sonbahar…

Ülke imam-hatip zonunda…
İmam Hatip Okullarını Halk mı Dayattı?

Eğitimde dinsel dogmayı esas alan okullaşma sürecinin ilk tohumlarının 1940’lı yıllarda atıldığı; imam-hatip kurslarının açılmasıyla başlayıp 50’li yıllarda imam-hatip okullarının kurulmasıyla devam eden bu sürecin giderek hızlandığı; özellikle 80’li yıllarda tırmanışa geçtiği; sonuçta da bugünlere kadar gelindiği biliniyor.

Günümüzde artık, ulusal eğitim sisteminin kökten değiştirildiği, eğitim programlarına din motifinin yerleştirildiği ve mezunlarına kamu yönetiminde, eğitim dâhil bütün kamu hizmet kadrolarında görev verebilmek için olağanüstü çaba gösterilen imam-hatip okullarının normal liselerin yerine geçirilmek istendiği bir sürece tanıklık ediyoruz.

Mübeccel Kıray, 1980’li yılların başlarında kaleme aldığı bir makalesinin sonuç bölümünde,
“Son derece temelde ve geniş değişmelerin yer aldığı Türk toplumunda dinselliğin değişmesi de kaçınılmazdır.” der.
Bu hükme varırken ortaya koyduğu güçlü kanıtlardan biri de“eğitim gibi bir konuda dinselliğin çözülmesi”dir.

Kıray, bu konuda şöyle diyor:

“Olanak varsa önce laik okullara gidilmektedir. Bu tür eğitime talep inanılmaz boyutlardadır. Sonra dinsel eğitim gelmektedir. Bunun da içeriği 19. yüzyıl dinsel eğitiminden çok farklıdır. Ayrıca istenen, arzu edilen meslekler içersinde her yerde kırda-kentte mühendislik, doktorluk en önde gelirken imamlık en gerilerden gelmektedir.”( Kıray, Mübeccel B. (1981, 1982), “Toplum Yapısı ve Laiklik”, ‘Toplu Eserleri 4, Bağlam Yayınları, 1999.’ içinde.)

Kıray, bu tespitini, daha ziyade, sonuçları 1970-71 yıllarında yayımlanan monografik araştırmalar[ın]a dayandırmaktadır. Demek ki, 40’lı yılların ikinci yarısında başlayan, halkı dinsel eğitime yönlendirme çabalarına rağmen, 70’li yıllarda, ‘kırda-kentte’ halkın eğilimi hâlâ, kendisine tanınan lâik eğitim imkânlarından yararlanma yönündeymiş. Halk, eğer genç Cumhuriyet’in eğitimdeki atılımının önü kesilmeden, okul seçiminde kendi hâline bırakılsaydı, bu eğilim günümüze dek de böyle sürüp gelebilirdi.

Bugün bile, imam-hatip okullarının yaygınlaştırılması ve öğrenci sayısının artırılması için her türlü imkânın seferber edilmiş olmasına ve devleti ardına alan bütün zorlamalara rağmen halk kesimleri çocuklarını bu ‘mekteplere’ göndermekte çok da istekli değillerdir. Ama eğitim konusunda dışa vuran “Türk toplumunda dinselliğin değişmesi” ihtimali, siyasette giderek öne çıkan bazı sınıfsal güçlerce de tam zamanında görülebildiği içindir ki, bu gidişe, halkın aydınlanmasına, devlet eliyle müdahale edilmiştir ve 40’lı yılların ikinci yarısında başlayan bu müdahale 1980’li yıllarda, döneme damgasını vuran generallerin açtığı yolda hızla ilerleyen Özal tarafından, istenen sonucun alınabileceği bir düzeye taşınmıştır.

Gerçekten de, ‘eğitimde dinselliğin çözülmesi’nin önlenmesi bir yana, ‘eğitimde lâikliğin çözülebilmesi’nin sağlam temelleri de 80’li yıllarda atılmıştır. Mübeccel Kıray bu gerçeği de görmüş olmalıdır ki, 1995’te yazdığı bir makalesinde şu tespiti de yapmıştır:

“1979-1994 arası Türk toplumunun siyasal değişmesinde yeni bir aşamadır. Topraktan kopma, şehre göç her şeye rağmen devam etmektedir. Öte yandan Özal iktidarı, batının istediği sosyo-ekonomik politikaları ve muhafazakâr dinsel davranışları yerleştirmeye gayret etmiştir. [atç]” (Kıray, Mübeccel B. (1995, 1996), “Kentleşme ve Yeni Siyasal İslam”, age. içinde. )

Sözün kısası 1940’lar, 50’ler karanlığıyla başlayan süreç, geleceğin Türkiye’sinin hangi yönde inşa edilmek istendiğinin güçlü işaretleridir ve o geleceği inşa etme peşinde olanlar, kendileri açısından işe çok doğru bir noktadan başlamışlardır; eğitimden, öğretimden… Ama denetimi elden kaçırmışlardır. Kurdukları iktisadî-siyasî sisteme bağlı ‘muhafazakâr, itaatkâr, mütevekkil’ bir oy tabanı yaratabilmek için yetiştirdikleri kadrolar şimdi iktidardadırlar ve önce onların has partilerinin üzerinden silindir gibi geçmişlerdir. (Cumhuriyet Bilim Teknik 05.10.2012)

ILIMLI İSLAM VE ÖRGÜTLÜ CEHALET : TEHLİKE NEREDE ??


Dostlar,

Prof. Dr. Doğan Kuban‘dan günümüzü değerlendirebilmek ve çıkış yılları üretebilmek için çok değerli bir haftalık yazı daha..

ILIMLI İSLAM VE ÖRGÜTLÜ CEHALET : TEHLİKE NEREDE ??

Cumhuriyet’in Bilim ve Teknik ekinde 5.10.12 günü yer aldı.

Biz de sayfa yapısını korumak için aynen pdf olarak sizlerle paylaşmak istiyoruz.

Okunsun, okutulusun dileriz.

Sevgi ve saygı ile.
Ankara, 6.10.12

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

========================================================

Sayın Kuban’ın yazısını okumak için lütfen tıklar mısınız ??

ILIMLI_ISLAM_VE_ORGUTLU_CEHALET

Doç. Dr. BAHRİYE ÜÇOK’u anıyoruz.

Doç. Dr. BAHRİYE ÜÇOK’u anıyoruz.

6 EKİM 2012, CUMARTESİ
Öldürülüşünün 22. yılı..

1-Karşıyaka Mezarlığı Gömütü Başında, saat:11.00

2-CKM Cumhuriyet Kültür Merkezi, saat:14.00 – 16:00
Ahmet Rasim Sokak, Çankaya Ankara

Panel : “Savunduğu Değerlerden Bugüne”

Yöneten: Av. Şenal Sarıhan, Cumhuriyet Kadınları Derneği GenelBaşkanı
İLHAN ÖZKES, CHP İstanbul Milletvekili
HALİL SEVİNÇ, Avukat

3-Bahriye Üçok Parkı -Beşevler, saat:17.00
Karanfillerle, mumlarla, marşlarla ziyaret

Katılımlarınızı bekliyoruz.

ANKARA CUMOK

MAĞDURE..

RİFAT SERDAROĞLU



MAĞDURE

Başbakan Erbakan’ın yardımcısı Tansu Çiller, Salı günü ifade vermek üzere Savcılığa gitti. Ankara Başsavcı Vekili O’nu Adliyenin kapısında;

“Hoşgeldiniz Sayın Başbakanım” diye karşıladı. Tıpkı Genelkurmay Başkanını ve Orgenerallerini; “Hoşgeldiniz Sayın Komutanım” diyerek karşıladıkları gibi !…

Çiller; “Geldim, belgelerin tümünü gördüm. Açıklamamı TBMM Komisyonunda yapacağım.” diyerek, ifade vermeye değil, savcının ifadesini almaya geldiği havasını verdi…

Özel Yetkili Savcı Mustafa Bilgili’ye yardımcı olmak üzere düşüncelerimi sizlerle de paylaşmak isterim. Tansu Çiller açıklamasını 7 Kasım’da TBMM Darbeleri İnceleme Komisyonu’nda yapsın, ben de o zamanki DYP Genel İdare Kurulunda ve DYP Meclis Grubunda yapılan konuşmaları ve bildiklerimi sizlere anlatacağım.

Sayın Savcı;

*Devleti yöneten Başbakan-Başbakan Yardımcısı gibiler “Dürüst, namuslu ve Şeffaf” olmadırlar.
*Servetlerinin hesabını Yargıya ve Kamuoyuna açık-net-doğru olarak vermelidirler.
*Servetlerini, “Çıkına-Annesinin yastığının altına- Çocuklarının pipisine” bağlamamalıdırlar.
*Hizmetçilerinin üzerine çiftlik alıp, önce inkar edip sonra kabul etmemelidirler.
*Başka ülkenin vatandaşı olmamalıdırlar. Yabancı ülkeye vatandaş olurken,
öncelikle “o ülkenin menfaatlerini koruyacakları” yeminini etmemelidirler.
*Servetleriyle ülkelerine yatırım yapmalıdırlar. Başka ülkelere yatırım yapmaları, ülkelerine güvenmedikleri anlamına gelir.
*Birbirlerini “Hırsızlıkla-Mürteci olmakla” suçladıktan sonra,
“TBMM Komisyonlarında aklanmayı” hükümet kurmanın öncelikli şartı yapmamalıdırlar.
*Genel Seçim öncesi vatandaşa verdikleri sözlerin aksine, kendilerine oy verenlerin iradelerini yani “Milli İradeyi” satmamalıdırlar.
*Uluslararası Bankerlerin oyununa gelip, ülkeyi ekonomik krize sokarak, kendi servetleri kat-kat arttırırken, milletin servetini bir gecede yarı yarıya azaltmamalıdırlar.
*Cesur olmalıdırlar. Milli irade yara aldığında susup, koltuklarına yapışmadan konuşmalılar, tavır almalıdırlar. Aradan 15(ON BEŞ) yıl geçtikten sonra konuşmamalıdırlar. Kendi ayıplarını ve yüreksizliklerini bilip, susmalıdırlar.
*Bu kişiler kooperatif ve imar planlarında yapılan yasa dışı oynamalarla bir günde 500 Milyon Dolar rant sağlamamalı ve sağlatmamalıdırlar.
*Bu kişiler, “Milletvekilleri ikna odası”, “Milletvekilleri Borsası” konusunda ne biliyorlarsa isim-isim konuşmalıdırlar. Herkesin haysiyet ve namus anlayışının kendilerinki gibi olmadığını anlamalıdırlar.
*TBMM’de ettikleri yemine (Devletin varlığı ve bağımsızlığı + Atatürk İlke ve Devrimleri + Lâik Cumhuriyet ilkesine uymak) sadık olmalılar ve ettikleri yemini, siyasi çıkarları uğruna çiğnememelidirler…

Sayın Savcı;
Şevket Kazan’ı da dinleyecekmişsiniz. Ona, Çiller hakkındaki söylediklerini ve elindeki Çiller dosyalarını sorunuz. Bu belgeler gazetelerde ve televizyonların arşivlerinde de mevcuttur.
Ayrıca Anayasamızın 174. Maddesi ve bu madde ile ilgili kanunlar yürürlükte iken, Başbakanlık Konutundaki Tarikat-Cemaat önderlerinin davetini ve Erbakan-Çiller Hükümeti zamanındaki “Lâiklik İlkesi” aleyhine verilen beyanatların da sorulması, Anayasa Mahkemesi kararlarının incelenmesi
sizlerin yolunuzu açacak ve adaletin tecellisi sağlanmış olacaktır…

Sayın Savcı;

Türkiye Cumhuriyeti Devletinin temelini oluşturan Anayasamızın ilk üç maddesine gönülden bağlı(!) “Erbakan-Çiller” Refahyol Hükümetinin gerçek yüzü, Savcılığınızın yapacağı titiz araştırma sonucu mutlaka ortaya çıkacaktır. Aylardır tutuklu olarak yargılanmayı bekleyen Profesör Kemal Gürüz ve öbür Askerler de suçlarını öğrenmiş olacaklardır. Çalışmalarınızda başarılar dilerim.

Sağlık ve başarı dileklerimle. 05 Ekim 2012

RİFAT SERDAROĞLU
rifatserdaroglu@gmail.com
twitter.com/rifatserdaroglu
0 532 211 00 11