Günlük arşivler: 17 Eylül 2012

“En uzun ömürlü insan”

“En uzun ömürlü insan”

Mehmet Bedri Gültekin
mbgultekin@ip.org.tr
Silivri zindanı

“En uzun ömürlü insan”

Eski zaman bilgelerinden biri, “Bir insanın yaşamının sona ermesi, o kişinin öldüğü anlamına gelmez. Gün gelir birileri, o insandan son defa bahseder ve sonra da o kişi unutulur. İşte bir insan son defa bahsedilen o an, ölümün gerçekleştiği andır” der.

Hasan Yalçın arkadaşımızı kaybedeli 10 yıl oldu. “Eski zaman bilgesi”nin deyimiyle söyleyecek olursak, o hala bütün canlılığı ile yaşıyor.

Parti’nin mücadelenin her anında, örgütlenmede, kitle mücadelesinde, eğitimlerde, ülkenin edebiyat hayatında; her yerde yaşamaya devam ediyor.

Kaynak Yayınları, çeşitli konulardaki yayınlarını 12 kitap olarak yayınladı. Her biri Türkiye Devrimi’nin önemli bir el kitabı durumunda.
Bugün on binlerle mücadele saflarına katılan genç devrimciler için, örnek alınan bir “model” konumunda.

Türkiye’nin Devrim tarihi yapılırken, Hasan Yalçın’ın 1960’ların ilk yarısında bir öğrenci lideri olarak başlayan ve tam 40 yıl süren mücadelesinin, o “tarih” içinde müstesna bir yeri olacaktır.

Onun için, Hasan Yalçın açısından, adının “son kez söyleneceği” o an, hiçbir zaman gelmeyecektir.

Hasan Yalçın arkadaşım için bugüne kadar yapılan anma toplantılarında, Parti adına birçok konuşma yaptım. Ama bu yazımda biraz değişiklik yapacağım. Bazı ortak anılarımızdan bahsedeceğim.

İLK TANIŞMAMIZ

1972 yılının yaz sonunda, biz Diyarbakır ve Urfa’da tutuklanan Aydınlıkçılar, diğer arkadaşlarımızla birlikte yargılanmak üzere Diyarbakır Askeri Cezaevi’nden Ankara, Mamak Askeri Cezaevi’ne getirildik. Cezaevi komutanı Mustafa Kemal Saldıraner. Kore’de savaşan Türk Birliği’nin içindeymiş, esir düşmüş. Öyle söyleniyordu.

Saldıraner’in en büyük amacı; bizi asker disiplini içine sokmaktı. Onun için her gün bize boyun eğdirmeye vesile olacak bir şeyler bulmak için çabalardı.

Gene bir gün yeni emrini duyurdu. Bütün tutuklular cezaevinden herhangi bir yere gittiklerinde (mahkeme, hastane vb.) mutlaka kravat takacaklar. Biz Aydınlıkçılar doğal olarak “hayır” dedik.

Bir gün hastaneye gitmek için başvurmuştum. Kravat takmadan koridora çıktım. İki arkadaş daha vardı. Sonra Hasan Yalçın da geldi. İlk defa orada gördüm kendisini. Yaşça ben ve diğer iki arkadaştan büyüktü. Partimizin önderlerinden biriydi. Gıyaben tanıyorduk kendisini.

Gardiyanlar ve inzibatlar ellerinde kravatlarla bekliyorlardı. Takacaklar ve öyle götürecekler. Biz Hasan arkadaşa bakıyoruz. Hasan elinin tersiyle itti uzatılan kravatı, “size zorla kravat takmayacağımızı söylemiştik” dedi. Bağırış, çağırış, itiş, kakış bizi gerisin geri koğuşlarımıza gönderdiler.

SÜREYYA PAŞA SENATORYUMU

1978 yılı sonunda, Ankara’da Parti Okulu’nda görevliyim. Yoğun bir çalışma içindeyiz. Tüberküloz olduğumu öksürürken ağzımdan kan gelince anladım. İstanbul, Süreyya Paşa Senatoryumu’nda tanıdığımız bir doktor, değerli Alparslan Berktay ağabeyimiz vardı. Parti Okulu çalışması bittikten sonra gittim, hastaneye yattım. Benden bir iki ay sonra da Hasan Yalçın geldi. O da tüberküloz olmuş.

Parti’nin kadroları içinde başka tüberküloz olanlar da vardı. Hatırladığım kadarıyla Erkan Yücel de o dönem, -bizden sonra galiba- hastalandı ve tedavi gördü.
Yoğun çalışma, düzensiz hayat, yeterli beslenmeme böyle bir hastalığa yol açıyordu. Hiç şüphesiz bizim de ihmalimiz vardı. Ama işin esası, geceyi gündüze katarak devrimci mücadeleye bir şeyler katabilmek çabasıydı.

Hastanede iki ay birlikte kaldık. Aynı serviste, aynı odadaydık. Orada Hasan Yalçın’ın diğer bütün hastalar, hastane personeli, doktorlarla ilişkilerini gördüm. Herkesle arkadaş olan, herkese yakın, bütün servisin neşe ve moral kaynağı. Partili arkadaşlarla ve Parti dışından insanlarla ilişkileri aynı.

Hep eşleştirdiği bir insan tipi vardı. “Evde başka türlüdür. Dışarı çıkınca yüzüne bir maske takıyor ve başka bir insan oluyor. Biz öyle olmayalım” derdi.

BİRLİKTE 30 YILLIK MÜCADELE

1977 yılından itibaren Parti Merkez Organında birlikte görev yaptık. 12 Eylül’de de birlikte hapis yattık. 1988 yılında 2000’e Doğru Dergisi’nin Ankara bürosunun oluşturulmasında, Saçak Dergisi yazı kurulunda ve daha sonra ölümüne kadar hemen her alanda çok yakın çalışma arkadaşlığımız oldu.

İnsan hayatını anlamlı kılan şeyler vardır: Hiç şüphesiz herkes için geçerlidir, en başta kişinin yaptığı işler gelir. Ama kişinin arkadaşları, içinde bulunduğu çevre, ailesi; o hayatın “anlamlı” olmasında rol oynar.

Hasan Yalçın, arkadaşı olduğu herkesin hayatının “anlamlı” olmasına katkıda bulunmuştur.

SİLİVRİ VE ERGENEKON

Şimdi Silivri’deyiz. Hasan Yalçın aramızda yok. Ama yaşasaydı, hiç şüphe yok, Gladyo’nun en başta hedef aldıkları arasında olurdu.

Nitekim 2001 yılında Ergenekon Tertibini tezgâhlayanlar, Hasan Yalçın’ı unutmamıştır. Tuncay Güney’e, Emniyette verdirilen ifadede Hasan Yalçın’ın; Doğu Perinçek ve Suphi Karaman ile birlikte Bilecik’te “Ergenekon temel belgesini hazırladığı” söyletilmiş.
Emperyalistler ve işbirlikçileri, Türkiye’nin devrimcilerine karşı saldırıyı planlarken kimleri hedef almaları gerektiğini çok iyi biliyorlar.

ÖLÜMSÜZ

Anuşirvan’a sormuşlar;

“En uzun ömürlü insan kimdir?”

500’lü yıllarda Sasani devletinde hükümdar olan Anuşirvan (Adil Nuşirevan) cevap vermiş:

“Çok şey öğrenen ve onunla kendisinden sonra gelenleri eğiten veya iyi bir şöhrete sahip olup, kendinden sonrakileri onunla şereflendiren kişidir.”

Anuşirvan, 1500 yıl öncesinden Hasan Yalçın’ı anlatıyor.
(29.8.12, Silivri zindanı)

Bilinçli Eğitim… Bilinçli Toplum…

Dostlar,

80’ini geçmiş, bilgeleşmiş meslek büyüğüm Dr. Erdal Atabek, pırıl pırıl bir beyinle üretimini sürdürüyor..

İşini seviyor ve üretiyor; S. Freud’a göre mutlu..

Bu yazısını keşke Milli Eğitim Bakanı Sn. Ömer Dinçer okusa..

Şöyle yavaş yavaş.. sindire sindire..

Eminiz, 1995’te Sivas’ta bir toplantıda söylediği sözlerden pişmanlık duyardı??
(Bu talihsiz sözler için yazının sonuna bakınız..)

Sayın Bakanın danışmanları, bu iyiliği yapar mısınız O’na ve kendinize.. haydi..

Teşekkürler saygıdeğer meslektaşım Dr. Atabek..

Sevgi ve saygı ile.
Ankara, 17.9.12

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net
=============================================

Dr. Erdal Atabek
erdalatak@superonline.com
17 Eylül 2012 – Cumhuriyet

Bilinçli Eğitim… Bilinçli Toplum…

Toplumun bilinçli olup olmadığı sürekli tartışma konusudur.

Nedir “toplum bilinci?”

Olaylar karşısında zamanında ve yerinde tepki verebilmek.
Toplum ölçeğinde doğru olanı desteklemek, yanlışı engellemek.
Seçimlerini bilerek ve sonrasını düşünerek yapabilmek.
Toplumun gidişinden sorumluluk duymak.
Toplum yaşamına katılımcı çalışmalarla etki yapmak.
…..

Bunları bizim toplumumuzda göremiyoruz.
Kuzey Avrupa toplumlarında bu toplumsal davranışların oranı yüksektir.
Avrupa’nın genelinde de bu davranışlar yaygındır.
Amerika’da çok düşüktür ve ancak üniversitelerde görülür.
Türkiye’de toplumsal sorumluluk katılım oranı çok düşüktür.
Neden mi?
Nedeni “bilgi” ile “bilinç” arasındaki farktır.

“Bilgili olmak”, bir konuda bilgi sahibi olmaktır.
Bizim toplumsal kültürümüzde bu “diploma sahibi” olmak demektir.
Bizde bu aşama yeterlidir.
“Bilinçli olmak” ise sahip olduğu bilginin ne olduğunu, nereden geldiğini, neyin ve kimin amacına hizmet ettiğini bilmektir.
…………………
Angelina Joli Amerikalı güzel bir sinema oyuncusu.
Birleşmiş Milletler’in temsilcisi olarak geldi, Suriyeli sığınmacıların kamplarını gezdi, “çok güzel” olduğunu söyledi, Türkiye’yi kutladı.
Bunu öğrenen bilgili ama bilinçsiz kişi sevinir.
Bilinçli kişi ise düşünür, “Bu güzel kadın Amerika’nın Suriye politikasını desteklemek için gelmiş olmalı..” der.

Amerika’nın Suriye politikası, Türkiye ile Suriye’yi savaştırmaktır.

İşte “bilgi” ile “bilinç” arasındaki fark budur.
Ama bilinçli insan nasıl yetişir?
Bilinçli aile…
***
Bilinçli insanın ilk eğitim ortamı “bilinçli aile”dir.
Bilinçli aile, çocuğunun nasıl geliştiğini merak eder, araştırır, öğrenir.
Bilinçli aile, toplum sorunlarını izler, bilir, değerlendirir.
Bu aile kültürle iç içedir.
Evlerinde kitap vardır, her konu konuşulur, tartışılır, uygar biçimde ailede herkesin söz hakkı vardır.
Bilinçli aile, yaşam değerlerini doğru olarak özümsemiştir ve çocukları bu değerleri öğrenir.
Bilinçli aile çocuklarını yaşamının ortağı yapar.
Bilinçli aile okul seçimini de ölçeklerle yapar.
Ne yaptığını bilir, neden yaptığını bilir, yaptıklarının neye ve kime hizmet edeceğini düşünerek çocuklarını yetiştirir.
Böyle yetişen çocuklarda da bireysel ve toplumsal sorumluluk duygusu yerleşir,
özdenetim (otokontrol) gelişir, yanlışını görme, kabul etme, düzeltme yetisi oluşur.
Böyle yetişen bireylerin toplumu da “bilinçli toplum” olur.
***

Bilinçli okul…
“Bilinçli okul” da çocukları eğitirken “nasıl eğiteceğini, neden öyle eğiteceğini bilen, düşünen, eğittiği çocukların nasıl bir bilinçle donanmış olmaları gerektiğini eğitiminin ekseni yapan” okuldur. Oysa okullarımızın içinde böyle bir eğitim felsefesi taşıyan okul sayısı sanıldığından daha azdır.

Okullarımızın çoğu, çocukları küresel piyasanın isteklerine göre yetiştirmeyi eğitiminin ekseni yapmakta, bunu yeterli görmektedir.

Küresel piyasanın isteklerine yanıt verebilecek yetkin teknisyenler.

Her meslek bu adı konmamış ama çok etkili ilkeye göre eğitilmiş yeni insanlar tarafından yönetilir olmaktadır.

Bu da üne ve paraya odaklanmış meslek paradigması demektir.

Gençler de bu akıma kapılarak bütün yaşam güçlerini paraya ve üne yönelterek meslek seçmeye çalışmakta, seçtikleri mesleği de bu amaca yönelik uygulamayı başarı saymaktadırlar.
Bu akımın dışında kalmak isteyen “bilinçli okul” ise sürüden ayrılmanın sıkıntısını çekmekte, amacını anlatmakta zorlanmaktadır.

Yaşamın gerçeği nedir?

***

Sigmund Freud, “Mutluluk nedir?” sorusuna “sevmek ve çalışmaktır” yanıtını vermişti.

Bugün toplumlarda sevginin sözünün çok edildiğini ama anlamının kaybolup gittiğini görüyoruz.

Sevgi, bir duygu değildir, bilinçtir.

Sevgi duygulanım değildir, neden sevdiğinin bilincinde olmaktır.

Çalışmak da para kazanıp geçinmek için yapılan işin adı değildir.

Çalışmak, yapılan işten yapana değer katan anlamlı bir üretim ya da hizmettir.

Bugünkü anlamını kaybetmiş sevgi de çalışma da insanları mutlu değil, mutsuz etmektedir.

Bilinçli insan, ne yaptığını, neden yaptığını, neden onu yaptığını bilen, neye ve kime hizmet ettiğini düşünen insandır.

Bilinçli toplum, nereye gittiğini düşünen, yanlışlardan hesap sorabilen, yanlışların ortağı olmayı reddeden, yaşamı kendi iradesiyle yönlendirmeyi kişisel sorumluluğu bilen insanların toplumudur.

Gerisi “teferruattır.”
==========================================

19 – 21 Mayıs 1995’te gerçekleştirilen sempozyuma “21. Yüzyıla Girerken Dünya ve Türkiye Gündeminde İslam” başlıklı bir tebliğ sundu. Bilgi ve Hikmet adlı derginin aynı yılki 12. sayısında yayımlanan halini de içeren tebliğde, Ömer Dinçer şu ifadeleri kullanıyordu:

‘Cumhuriyetin manası yok’
• Yine başlangıçta kurulurken ortaya atılan cumhuriyet ilkesinin de zayıfladığını ve işlevini kaybettiğini görüyoruz. Halk için ve halk adına yönetim diye tarif edilen cumhuriyet kavramının aslında artık bizim için çok fazla bir mana ifade etmediğini söylememiz mümkündür. Türkiye’de cumhuriyet ilkesinin yerini katılımcı bir yönetime devretmesi, nihayet laiklik ilkesinin yerinin İslam’la bütünleşmesi gerektiği kanaatindeyim.
• İktidara gelmek yolun sonu değil, yeni bir başlangıçtır. İktidara gelince yapılması gerekenler bitmiş gibi düşünülürse, İslam iktidara geliş aracı gibi kullanılmış, istismar edilmiş gibi olur. İktidara gelince, tüm dünya Müslüman olsa da, düşmanlara karşı üstünlük sağlansa da, müslümanlık kavgası münkire, harama ve kötüye karşı devam eder. (http://www.milliyet.com.tr/2003/12/24/siyaset/siy02.html, 17.9.12)

4+4+4’te türbanlı öğrenci

Dostlar,

5,5 yaşındaki çocuklara türban; bir toplumun intiharı..

Bu 4+4+4 silahı geri tepecek; AKP ve mimarlarını tarihin karanlığına gömecektir..

Sevgi ve saygı ile.
Ankara, 17.9.12

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net
=========================================================

4+4+4’te türbanlı öğrenci
Kuranıkerim ve Hz. Muhammed’in hayatının yeni müfretada girmesinin yankılar sürerken 4+4+4’te bazı öğrenciler türbanla dersbaşı yaptı.


5,5 yaşındaki çocuklara türban.. Bir toplumun intiharı.. Adana, 17.9.12

Fazilet Kibiroğlu İmam Hatip Ortaokulu

Fotoğraf Adana’daki Fazilet Kibiroğlu İmam Hatip Ortaokulu’nda çekildi. Okul, Türkiye’de ilköğretim okulundan imam hatipe çevrilen okullardan sadece biri.

Üç aylık yaz tatilinin ardından yaklaşık 17 milyon öğrenci ve 800 bin öğretmen için ders zili bugün çaldı. Anadolu Ajansı’nın Türkiye’nin çeşitli illerinden çektiği fotoğraflarda Adana’da ortaokul sıralarında oturan türbanlı öğrenciler dikkatten kaçmadı.

(Cumhuriyet Haber Portalı, 17 Eylül 2012)

Atatürk büstüne çirkin saldırı!

Dostlar,

İşte bunlar, “kimi yöneticilerin kininizi ve nefretinizi eksik etmeyin”… içerikli sözlerinin ürünü..

Topluma nefret tohumları ekmenin kimseye yararı olmaz, gün olur döner sizi de vurur!

Umarız bu ağır yanlışın farkına varsın kimi tepe yönetcilier ve ağızlarından çıkanı çok iyice tartsınlar..

Eh şunu da söyleyelim : Kimi zavallı insancıklar da Atatürk büstünü kırıp direkte iple sallandıracak ölçüde küçülüp alçalmasınlar.. Aynaya baksınlar bir yol.. Onun bunun kışkırtmasına gelmeyecek denli azıcık akıllı olsunlar..

Son olarak da sözümüz olası ajan provokatörlere : Lanet olsun size!

Güvenlik güçleri failleri ve arkasındakileri bulmalı..
Yakalanacak tetikçiler herhalde “meczup” olarak ilan edilmezler..

Sevgi ve saygı ile.
Ankara, 17.9.12

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

============================================================

Atatürk büstüne çirkin saldırı!

Tekirdağ’ın Malkara İlçesi’ne bağlı Çınarlıdere Köyü meydanında bulunan Atatürk büstü, dün gece kimliği belirsiz kişi ya da kişilerce yerinden sökülerek, bir aydınlatma direğine iple bağlanarak sarkıtıldı.

Çirkin olay, dün gece Malkara İlçesi’ne 28 kilometre uzaklıktaki 450 nüfuslu Çınarlıdere Köyü’nde meydana geldi. Çınarlıdere’de köy konağı önünde bulunan ve mermer kaidesinde “Ne Mutlu Türk’üm Diyene! Kemal ATATÜRK” yazılı Atatürk büstü, kimliği belirsiz kişi ya da kişilerce kırılarak yerinden söküldü. Daha sonra da meydandaki yaklaşık 15 metre yüksekliğindeki aydınlatma direğinin ortasına iple bağlanarak sarkıtıldı.

Köy konağında bulunan parkın işletmecisi 51 yaşındaki Hüseyin Sevdar sabah 06.30 sıralarında işyerine geldiğinde büstün direkte asılı olduğunu görünce durumu jandarmaya bildirdi. Kısa sürede gelen jandarma ekipleri hemen Atatürk büstünün ipini kesip indirerek tekrar yerine koydu.


Ata’nın Malkara’da kırılan büstü, 17.9.12

’Çok üzüldük’

Atatürk büstünün yerinde olmadığını görünce çok şaşırdığını ifade eden Hüseyin Sevdar şunları söyledi:

“Köy konağının parkını işletiyorum, sabah işyerini açmak için geldiğimde konak önündeki Atatürk büstünün yerinde olmadığını gördüm. Büstün olduğu mermerlerinde kırıldığını fark ettim. Daha sonra da büstü 50 metre uzaklıktaki aydınlatma direğinde asılı olarak gördüm ve muhtar ile jandarma ekiplerine haber verdim. Köyümüzde böyle bir şeyin olması bizi çok üzdü.”

Çınarlıdere Köyü Muhtarı Teoman Kesebir ise, olayın ardından dilekçe ile hemen Malkara Savcılığı’na suç duyusunda bulunduklarını belirterek, “Köyümüzde böyle bir şey olması bizi çok üzdü. Ben olayı öğrendikten sonra savcılığa dilekçe ile suç duyusunda bulundum” dedi.

‘Şikayetçi olacağız’

Malkara Kaymakamı Mahmut Halal, konuyla ilgili kendilerinin de inceleme başlattığını kaydederek, “Olay şu an savcılıkta. Biz de kaymakamlık dilekçemizi hazırladık, şikayetçi olacağız” diye konuştu.

Olayın ardından Malkara cumhuriyet Savcılığı ve jandarma ekipleri geniş çaplı soruşturma başlattı.

(17 Eylül 2012, Cumhuriyet portal ve basın)
=====================================================

Balbay ve Özkan ile söyleşi..

Dostlar,

İnsanlık tarihine not düşülecek içerikleri olan bir söyleşiyi dikkatinize sunuyoruz.

Cumhuriyet Gazetesi ve bu önemli söyleşiyi yapan Zeynep Altıok Akatlı’ye teşekkür borçluyuz.

Sevgi ve saygı ile.
Ankara, 17.9.12

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net
==========================================================

Altıok sordu, Balbay ve Özkan yanıtladı

Mustafa Balbay ve Tuncay Özkan, düşündükleri ve gazetecilik yaptıkları için tutsak olan
81 gazetecimizden yalnızca ikisi.

Zeynep Altıok Akatlı
Cumhuriyet, 17 Eylül 2012

Cumhuriyet- 23 Eylül günü Tuncay Özkan’ın tıpkı Mustafa Balbay ve diğer gazetecilerimiz gibi suçunu bilmeden yaşadığı esaretin 4. yılı doluyor. Düşündükleri ve gazetecilik yaptıkları için tutsak olan 81 gazetecimizden sadece ikisi onlar. Ergenekon, Oda TV, Balyoz, Devrimci Karagâh, KCK… Düşüncenin, ülkesini seven her aydının muhalif olması doğalken tek suçu, bu muhalif tutum olanların yargılandığı davalar sürmekte.

Tüm yazılanların yetersiz kaldığı, iddianamelerin bilimsel delillerle çürütüldüğü, çökmüş davalar yerleşkesi Silivri’de pek çok kanayan yara gibi, medyada biraz yer buluyor kendine. Çünkü susturmalar ve sansür dışarıda da devam ediyor. Bir de belki de aralarında en insancıl bulunabilecek neden olan “korku” başta olmak üzere ağırlığı giderek artan etik yoksunluğu, fırsatçılık, yandaşlık ve riya kol geziyor.

Medyaya yansıdığı yüzüyle işin hukuki yönü ele alınıyor. Ben haksızlığın, baskının, ezanın, yıldırmanın ve sindirmenin bir başka boyutuna dikkat çekmek istedim. Aydınlarımızın hayat damarı ve varlık sebebi olan kültür ve sanat yoksunluğu üzerine kafa yoruyorum bir süredir. Davaları izledikçe artan farkındalığım ve kabaran isyanım, aralarında kimi dostlarım da olan bu insanların yaşama tutunma gücünü nereden bulduklarını da sorgulamama neden oldu. Öyle ya dimdik duruyorlar, yılmıyor hatta büyüyorlar ve evlatlarına, dostlarına onlar umut veriyorlar.

Oysa bildiklerimiz buzdağının sadece bir bölümü. Bakın tecritte geçen bir günün bilmediğimiz yoksunlukları neler! Mustafa Balbay ve Tuncay Özkan’a sordum. Buraya da üçümüz sohbet ediyormuşuz gibi yan yana almayı özellikle istedim. Yakın bir zamanda bunun gerçek olmasını umarak!

-Kültür ve sanatla beslenen bir aydın olarak Silivri’deki günlük yaşamınızda bu ihtiyacı nasıl karşılıyorsunuz? En çok nelerin eksikliğini hissediyorsunuz?

ÖZKAN: Silivri’de özgürlük mahpus! Böyle olunca barış da yok. Gündelik yaşam öylesine kahredici ki, insanlar 5 TL karşılığında ya geçinmek için bütün pis işleri yapıyorlar ya da bu acıların kahredici zulmüne katlanıyorlar. Barış olmadığından sanat ve kültür adına da hiçbir şey yok. Örneğin resim kursu olmaz mı? Yok. Bağlama kursu yok! İnsanlar ut, keman kursu istiyor yok. Tiyatro kursu istiyoruz. Yok. Yoklar arasında serap görüyoruz. Öylesine açlık içindeyim sanata karşı. Örneğin yokluktan daha önce 4 No’lu cezaevinde el işi, boncuk dokumayı öğrendim. Siyah, sarı, yeşil, kırmızı, beyaz, mavi boncuklarla balıklar ve kuşlar dokudum. Ney kursuna gittim. Ancak 28 Şubat 2011 gecesinden bu yana tecrit karanlığındayız. Oysa rehabilitasyon için kültürel ve sanatsal aktivite olmalı. YOK!

BALBAY: Yazmak ve okumak, en büyük iki liman bu. Üniversite yıllarımdan sonra en çok kitap okuduğum dönem cezaevi yılları oldu. Haftada ortalama 1000 sayfa okuyorum, 50 sayfa yazıyorum. Masamda şiir kitapları bulunduruyorum. Okuma yazma aralarında bir şiir okuyup ruhumu tazeliyorum. Bazen heyecanlı lise öğrencileri gibi bu şiiri ezberle diyorum kendime. Gazetelerin kültür sanat sayfalarında ayrıca durup öteki sayfaların yorgunluğunu atıyorum.

İzleme hakkımız olan 20 kanaldan ikisi müzik kanalı. Müzik dinleme yelpazemiz de oradaki kadar oluyor. En çok bir tiyatroya gitmenin eksikliğini hissediyorum. Özgürlükte en son, tutuklanmadan kısa bir süre önce ailecek Genç Osman ve Galilei Galileo oyunlarını izlemiştik. Sahneler hâlâ gözümün önünde.

-Sevgili Tuncay Özkan, bir yazınızda klasik müziğe olan özleminizden bahsetmiştiniz. Müzik kaynaklarınızdan Balbay da biraz bahsetti. Klasik müzik neden yasak? Bu da tecridin bir parçası mı? Neler dinleyebiliyorsunuz? Özleminiz neye?

ÖZKAN: Burada müzik çalan alet yasak! Yani CD, DVD, mp3 player, pikap, teyp, gramofon dahi yasak. Sadece idarenin odamıza yerleştirdiği hoparlörden üç radyo kanalı dinleyebiliyoruz. Onlar da hep arabesk çalıyor. O nedenle müzik yok. Televizyonda ise 20 kanal izliyoruz. Nerede yakalarsam müziği adeta içiyorum. Ben klasik müziği çok seviyorum. 4 No’lu cezaevinde TRT 2’de eskiden pazar öğlenleri Konser Salonlarından adlı programda bu özlemimi gideriyordum. Bu nedenle koğuşum bile basıldı. Ben bir yazımda klasik müzik dinlediğimi belirtince, idare “Biz sana dinletmiyoruz, nereden dinliyorsun” diye koğuşu bastı. Aradılar. TRT deyince gittiler. Ama TRT’de o program kalktı. Şimdi hasrete yazdım dinlemek istediklerimi. Şu an Fazıl Say’ın “Mezopotamya Senfonisi”ne mahpusluğumun birkaç yılı fedadır. Öyle çok merak ediyorum ki anlatamam. Yazılanlardan rengini, kokusunu, tadını hayal ettim. Ama kulaklarım isyanda. Bir kanal yayımlasa başka bir şey istemem.

-Günün büyük bölümünü okuyarak geçiriyorsunuz sanırım. Yeni çıkan kitaplara ulaşmak kolay oluyor mu? Neler okuyorsunuz?

ÖZKAN: Burada inanılmaz bir birikim var. Örneğin Prof. Yalçın Küçük, İngiliz ve Amerikan kitap eleştirilerinin yayımlandığı haftalık yayınlar ile Fransız kültür ve sanat dergilerini de takip ediyor ve duruşma olduğu zaman her öğlen bunlardan bilgi aktarıyor. Rusça, Çince, Almanca bilenler okuduklarını aktarıyor. Ayrıca inanılmaz bir tartışma birikimi var. Pek çok kitap takası oluyor. Hücrede kitapları tutuyordum eskiden, ama binlerce oldu. 6 aydır sürekli dağıtıyorum.

Kitabı olmayanlarla paylaşıyoruz. Günün en az 6 saati okumakla geçiyor. Yeni yayınları Cumhuriyet Kitap ekinden takip ediyorum. Bir de duruşmayı takip eden 10. Köy, Biz Kaç Kişiyiz, Memleket Sevdalıları derneklerinden dostlar, katalog ve broşür getiriyorlar. Onlardan seçiyorum. Gülbin Başkanım sağ olsun cezaevine veriyor kitapları. Uygun bulunanlar incelendikten sonra bize ulaştırılıyor. Bulunmayanlar iade ediliyor. Yani müthiş bir kitap okuma eylemliliği içindeyim.

4 yılda binlerce felsefe, sanat, mitoloji, sözlük, roman, bilim kitabı okudum. Örneğin 6 ay sadece sözlük okudum. Mitoloji, felsefe, antropoloji, sosyal psikoloji sözlüklerini bitirdim. Yorulunca arada diğer kitaplar yardımıma koşuyor.

BALBAY: Büyük ölçüde takip ediyorum. Eşim haftalık görüşlere çoğunlukla kitapla gelir.
Yeni çıkanlardan seçki yapar. Postayla kitap gönderenler de oluyor. Belli aralıklar yaratıp klasikleri tekrar okuyorum. Homeros’u üniversite yıllarımda okumuştum. Mahpusluğun ilk aylarında yeniden okudum. Bugünlerde yeniden yüksek sesle okuyorum. Nedenini sonra anlatırım. Yaz sonunu “mektup” dalına ayırdım. Bugünlerde “İlhan Berk’ten Memet Fuat’a Mektuplar – Elin Üstünde Gezsin”i ve “Metin Eloğlu’ndan Oğuz Tansel’e Mektuplar – Canım Oğuzcuğum”u okuyorum.

Elimde bir de Işık Öğütçü’nün Orhan Kemal’in babası Abdülkadir Bey’in anıları var. İlk sorunuzu yanıtlarken yazmak ve okumak iki büyük liman demiştim ya; işte edebiyat da o iki limanın açıldığı koca bir deniz. Edebiyat, hapisteki özgürlüğüm.

İkisinin de mektup kitapları okuması ne ilginç değil mi, bir mahpusun tek iletişim aracının mektup olduğunu düşününce, belki de başkalarının da olsa mektup okumak onlara iyi geliyor.

Mahpuslukta eksik kalan sıcak sohbet tadı belki de mektuplardan geçiyor…

-Son dönemde özgürlüklerin kısıtlanması ile birlikte adeta yeni bir edebiyat türü doğdu:

“Silivri edebiyatı.” Birçok tutuklu gazeteci de sizin gibi Silivri’den ses verdiler. Seslerini duyurmaya çalışıyorlar. Bu eserleri takip edebiliyor musunuz ve nasıl değerlendiriyorsunuz?

ÖZKAN: Bastırılan her şey mutlaka geri döner. Bu sosyolojik bir gerçek. Ergenekon sürecinde bir zorba hukuk düzeni egemen. Örneğin bir hırsızla bir namuslu insanı yargılıyorlar.

Hırsızın suçlarını namusluya yüklüyorlar; hesap soruyorlar, ama hırsızı da olmayan bir terör örgütüne üye yapıyorlar. Hırsız da feryat ediyor namuslu insan da. Ama seslerini duyan yok. Şimdi kitaplar aracılığıyla burada olup bitenleri anlatarak halka gerçek bilgiyi ulaştırmanın peşindeyiz. Ben 6 Silivri kitabı yazdım. Soner Yalçın “Samizdat”ı yazdı. Hasan Ataman Yıldırım, “Ergenekon Kazanında Kurbağa”yı, Oktay Yıldırım, “Ergenekon Bombalarının Sırrı”nı yazdı.

Serdar Öztürk, “AKP ve Gülen’i Bitirme Planı”nı yazdı, Doğu Perinçek Silivri’yi anlatan üç kitap yazdı. İlhan Selçuk, “Ergenekon Mergenekon”u yazdı. Mustafa Balbay, “Silivri Üçlemesi”ni, ardından “Gülümsemek Direniştir”i, Bekir Öztürk, “Ergenekon Kılavuzu”nu, Behiç Gürcihan cezaevinde yaşadıklarını, Demir Yıldırım gazeteciyken nasıl terörist olduğunu yazdı.

Hasan Atilla Uğur yazdı, Çetin Doğan yazdı. Sanık avukat Hüseyin Biroğlu yazdı.

Ben bir sene önce 36 kitap saydım Silivri zulmünü anlatan. Şimdi 50’yi geçti sanıyorum. Silivri edebiyatı tıpkı 12 Eylül’ün Mamak, Diyarbakır cezaevlerinin edebiyatı gibi, kendisini yaratan zalimleri ve yaşanan zulmü kuşaklar boyunca canlı tutacak. Daha filmler, belgeseller ve oyunlar yazılacak. Örneğin ben “Sehven Ergenekon” adında bir tiyatro oyunu yazmak için iki yıldır uğraşıyorum. Bitmek üzere. Örneğin müzik öyle etkili ki, Mehmet Erdem “Hâkim Bey” adlı bir parça seslendirmiş. Salona gelen izleyenler söylemeye başladı. İzleyiciler şarkı, türkü seslendiriyor.

Yani Silivri edebiyatı ve müziği var. Bir bölümü şöyle:

“Şikâyetim var cümle yasaktan

Dillerimi hâkim bey bağlasan durmaz

Gelsin jandarma, polis karakoldan

Fikrim firarda mahpusa sığmaz

Sorsan olmuyor sussam olmaz

Dil dursa hâkim bey tende can durmaz

Yazsam olmuyor yazmasam olmaz

Kaleme tedbir koma tek durmaz”

-Sorarım siz hangi dönemde izleyicilerin şarkı, türkü, marş söylediğini duydunuz?
Silivri edebiyatı, tiyatrosu (Levent Kırca oynuyor) zulmüyle yaşamın bir parçası oldu bile.

BALBAY: Takip ediyorum. Çoğunu okudum. Ama gerçek anlamda Silivri edebiyatı başlamadı. Bugünkü duruma Silivri Kitaplığı diyebiliriz. Biliyorsunuz, olaylar sıcakken edebiyat biraz izlemede kalır. Daha sonra esaslı ve kalıcı olarak devreye girer. Edebiyatımızda hapishaneler ayrı bir yer tutar. Bunların çoğunda kalabalık koğuşlar da konu edilir. Silivri edebiyatında belki yalnızlık öne çıkacak.

Tecrit koşulları, yargılamalardaki ortaçağı da aratan uygulamalar konu edilecek. Bugün Silivri’den hukuk ve anı kitapları çıkıyor. Bunu oyunlar, şiirler, romanlar izleyecek. Filmler çekilecek.

Sanat zulmü, zalimi yenmekle kalmayacak, sanat gerçeği sonsuzlaştıracak. Bunda bir parça benim tuzum olursa ne mutlu.

-Bilgisayar kullanma imkânınızın olmadığını biliyorum. Bu nasıl bir eksiklik? Bu durumda yeni çıkan filmleri vb. takip etmek de mümkün olmuyordur. Sinema sizin hayatınızda bir eksiklik mi? TV ile açık kapanıyor mu? Neleri özlüyorsunuz?

BALBAY: Silivri’ye göre bilgisayar henüz icat edilmedi! Böyle bakmazsak hayat çok zor.
Örneğin siz soruları bana yazılı verdiniz. Ben de elle yazarak yanıtlıyorum. Az önce bir cümleyi beğenmedim. Üzerini çizsem size ayıp olacak, sayfayı yeniden yazdım. Bilgisayarda birkaç saniye olan bir düzeltme, bizim için 15-20 dakika olabiliyor.

TV kanallarından biri video yayını yapıyor. Seyrek de olsa yeni filmler getiriliyor. Böyle bir durumda koğuş anonsundan “Az sonra film izlettirilecektir” duyurusu yapılıyor. TV’deki eski filmleri de zaman zaman izliyorum. “Monte Kristo Kontu”, “16. Round”, “Son Samuray”, “Truva” en az 4-5 kez izlediklerim arasında. Türkçemizdeki “Bu filmi görmüştüm” deyişi daha geniş anlamda kullanılmalı. Gördüğünüz filmi yeniden izlerken yeni dersler çıkarabiliyorsunuz. Koğuş arkadaşım Barış Pehlivan’la bunun çok sohbetini yapıyorduk.

TV bizim için daha çok haber demek, tartışma demek, son dakika demek. Sadece 20 kanal sınırı olduğu için bunların arasına tüm haber kanallarının konması için dilekçe yazdık. Ancak yöneticiler öteki koğuşların isteklerini dikkate almak zorunda olduklarını söylediler. Bir yelpaze yapıldı. Kimi sanatçılarla yapılan söyleşileri ilgiyle izliyoruz. Son olarak Enver Aysever’in Alpay’la yaptığı söyleşinin tadı damağımda. Özlemin sınırı yok. Yapmak istediklerimi “yapamayacağım” diye değil de “ileride yapacaklarım” diye düşünüyorum. Bir bakıma gelecek biriktiriyorum.
Hapishane sloganım: üretmek devrimdir!

-Tuncay Bey bildiğim kadarı ile bir “sesli kitap” projesi var. Ne durumda? Siz de bu projede seslendirmeyi yapacak cezaevinde olan aydınlarımızdan birisiniz. Hangi kitabı seslendireceksiniz?

ÖZKAN: Boğaziçi Üniversitesi ile birlikte cezaevi yönetiminin uyguladığı bir proje bu. Ben Samet Behrengi’den “Küçük Kara Balık” adlı eseri seslendirmek istedim, ama listede olmadığı söylendi. Alternatif olarak Marquez’in “Anlatmak İçin Yaşamak” adlı otobiyografik eserini seçtim. Ancak her gün duruşma olduğundan başlayamadım. Mahkeme ara verdiğinde bir engel çıkmaz ise okumaya başlayacağım.

-Mustafa Bey hapisten önce çok kitap yazdınız, şimdi de üretiyorsunuz. İçeride kendi gelişiminizle ilgili neler söylemek istersiniz?

BALBAY: Yıllar önce bir arkeologdan şöyle bir anlatım dinlemiştim. “En iyi kazı, müzenin deposunda yapılır. Bir arkeolojik alanı kazarken ulaşmayı hayal ettiğiniz eser dışında bulduklarınızı alır depoya koyarsınız. Sonra başka bir zaman depoyu elden geçirirken bakmışsınız çok büyük bir eser çıkarmışsınız…”Silivri’de içimde çok kazı yaptım. Daha önce depoya koyduğum pek çok şeyi elden geçirip yeniden keşfettim.

Bunun hapis nedeniyle olmasını istemezdim, ama çok verimli oldu. Bu anlamda söylemek gerekirse ben hapiste yatmıyorum, sürekli çalışıyorum. Yapabildiklerim yapmak istediklerimi artırıyor. Hapishane sloganım şu: Üretmek devrimdir!

Bu Nasıl Hukuk, Nasıl Bir Adalet ?

HUKUK POLİTİKASI

Hayrettin Ökçesiz
okcesizhayrettin@gmail.com, http://okcesizhayrettin.blogspot.com
Cumhuriyet Bilim Teknik, 14.09.2012

DHA’dan Cem Tursun geçenlerde özetle şu haberi geçti:

“Bu Nasıl Hukuk, Nasıl Bir Adalet”

“Balyoz Planı iddialarına ilişkin 250’si tutuklu 365 sanıklı davanın 106. duruşması sanıkların esas hakkındaki savunmalarının alınmasıyla devam etti. Tutuklu sanık Hava Orgenral Bilgin Balanlı, sanıkların ve avukatların delillerin toplanması, tanık dinlenmesi ve bilirkişi heyeti oluşturulmasıyla ilgili istemlerinin hiçbir gerekçe gösterilmeden reddedildiğini belirtti. Evrensel hukuk gereği savcının iddiasını kanıtlaması gerekirken, bizzat savcının, “sanık kanıtları çürütmekle görevlidir”, dediğini ifade eden Balanlı, şunları söyledi:

‘Bizler iddiaların aksini, maddi gerçekler ve bilimsel raporlarla ortaya koyduk. Ancak, bütün bu gerçeklere rağmen mahkemenizin ve iddia makamının kanaatinin değişmediği anlaşılıyor. Adaletin doğru olarak tecelli edebilmesi için savunma amacıyla daha çok kanıt sunma ve daha derin araştırma isteme hakkımız dahi görmezlikten geliniyor. Soruyorum, bu nasıl bir hukuk, nasıl bir adalet? Türk Milleti adına yargılama yetkisini kullanan bu mahkemede artık hakkın ve hukukun sağlanamadığını düşünüyorum.’ dedi.”
Bu ağır suçlamalara yargıçlar hiçbir şey söylemiyorlar. Söyleyemiyorlar. Hep söylendiği gibi, onlar kararlarıyla konuşuyorlar. Ancak bu kararlarda başka bir ses duyuluyorsa; başka (araç) değerler uğruna ve başka güçler adına verildikleri düşünülmeye başlıyorsa, bir kıyamet de kopmaya başlıyor demektir. Yukarıdaki sözleri tüm Silivri sanıkları bir biçimde sürekli söylüyorlar. Ülkenin tüm zindanlarından bu iniltiler yıllardan beri geliyor. Oysa Demokratik Hukuk Devletlerinde, sanıkların, yargılandıkları mahkemeler hakkında böylesi suçlamalar, suç ihbarları yapmaları pek ayrıksıdır.

Bir yargılamanın adaletle sonuçlandığı yargısına götürecek tek kanı, yargıcın, tarafların güvenini kazanmış ve bu durumunu sonuna dek sürdürebilmiş olmasıdır. Yargıç bu güveni tek başına kazanamaz. Bu süreçte yargıç kimliğine verilen değerin ve yargıcın gösterdiği kişilik özelliğinin yarattığı ortam kadar, verilen kararların nitelik değerlerinin uyandırdığı saygı da çok önemlidir.

Bu yüzden biz de Ziya Paşa’ya nazire olarak;

“Âyinesi kararıdır yargıcın, mahkemenin, lafa bakılmaz
Onların görünür rütbe-i aklı bu eserlerinde“

demek zorundayız. Bu akıl derecesi bireysel olduğu kadar, kolektiftir aynı zamanda.
Yani yargıcınki yanında, bir de “mahkeme aklı”ndan söz etmeliyiz.

Yargıca yönelttiğimiz kişilik değerlerinin mahkemenin kararlarında yansımasıyla,
bu güvenin temel taşları yerleşmeye başlar. Hiçbir kararın aşamayacağı evrensel çelişkiler ve adaletsizlikler bile bu güveni kolaylıkla sarsamaz. Çünkü bu güvenin duyumsanmak için beklediği ilk ve tek şey, insancı ve insancıl bir yargılama, mahkeme
ve yargıçtır.

Yargıç kendisini insanlıktan çıkaran yasalara kulluk etmek yerine, bu yasalara bir
çeki düzen vermeye çalışmalıdır. Çünkü her zaman söylediğim gibi, yasaları parlamentolar, hukuku yargıçlar yapar. Yani yasa, çıkar çıkmaz hukuk değildir. Daha çok, onun hammaddesidir. Mahkemelerde işlenerek hukuka dönüşür. Bu yöntem, geceden sabaha torbalarına yasa dolduran siyasetçilerin heveslerine set çekebilmek bakımından da önemlidir. Ama bu yöntem özellikle, yargıca insancı ve insancıl bir yargılama yapabilmesine olanak ve cesaret verebilmesi bakımından çok önemlidir. Yargıç bu yöntemi göze alabilirse, insan olabilmek ve kalabilmek için çok önemli bir fırsatı yakalamış demektir. Benimsemezse peki, ne olur? Yalnızca yargıç olur, kendisine başbakanlarca “gerekenin söylenebildiği” bir yargıç olur tabii ki…

Yargıç yasalara körü körüne uymak yerine, onları her zaman aklının ve vicdanının süzgecinden geçirmelidir. Hiçbir kaygı ve heves onun aklını ve vicdanını karartmamalıdır. Buraya kadar söylediklerime anlam kazandıracak şu noktayı hemen belirtmeliyim: Yargıcın aklı ve vicdanı kaba bir akıl ve vicdan olmamalıdır. Bunların incelmesi, güçlenmesi, zenginleşmesi gerekir. Genç bir insanı bu mesleğe hazırlarken amaçlanacak tek şey belki budur. Elbette bu işi yapacak kurumların ve mensuplarının, öğrencileri böyle bir akıl ve vicdana eğitme yetkinliği taşımaları önkoşuldur. İnsancı ve insancıl, adil bir yargılama her şeye karşın olanaklıysa, ancak böyle olanaklıdır. Değilse, alışılagelmiş siyasetçi profilini yargıçlar için de düşünmek zorunda kalacağız. İşleri de birbirlerinin işlerine çok benzeyecek…

Yukarıdaki çerçevede yasa koyucu gibi davranmasını beklediğimiz yargıcın kişilik örneği bu profil olamaz.

Bu aktörler birbirlerinin gerçekliklerini değil, ideal durumlarını örnek alabildiklerinde ancak, burada söylediklerim anlamlı olabilir.

4+4+4 için CHP’ye Çağrı

4+4+4 için CHP’ye Çağrı

HİLMİ TAŞKIN
Em. Öğretmen
http://www.facebook.com/hilmi.taskin.3, 16.9.12

Ülkemizin geleceğini etkileyecek olan 4+4+4 yasası, yarın fiilen uygulanmaya başlanacak.

5. ve 9. sınıflar seçmeli dersler ile “dindar gençlik” yetiştirmenin ilk örneklerini verecekler.

İleride her okulda seçmeli derslerin doğal sonucu olarak türbanlı kızlar ve mescitler olacak.

Kamuoyu daha çok 1. sınıfa başlayacak olan 60-72 ay arasındaki çocukları konuştu.

Laik, çağdaş ve bilimsel eğitim karşıtı adımlardan çok da söz edilmedi.

Öğretim Birliği Yasası’nın delinmesinden de yeterince söz edilmedi.
Anayasamızın 174. maddesinden de…

Bu yasaya destek veren tüm vekiller Anayasa suçu işlemişlerdir.

Bu yasayı savunan AKP laiklik karşıtı eylemlerin odağı konumuna bir kez daha gelmiştir.

12 Eylül referandumu ile yargı denetim altına alındığı için adımlar daha rahat atılmaktadır.

Ders müfredatlarında yapılan değişiklik de bu adımlardan sonuncusudur.

Eğitimdeki tüm bu karşı devrimci adımlara karşı, cumhuriyeti kuran partinin,
yani CHP’nin özel bir sorumluluğu olmalıdır.

CHP, daha önce yaptığı gibi, en yakın zamanda bir grup toplantısını halka açık olarak
Tandoğan’da yapmalı ve eğitim sistemimizde atılan karşı devrimci adımlara karşı tepkisini ortaya koymalıdır.

TBMM’de yapılan basın toplantıları veya genel kurul konuşmaları ile mücadele yeterli olmamaktadır.

Dile getirmiş olduğum bu istem, grup üyeleri tarafından tanıdıkları CHP’li yöneticilere iletilmeli ve CHP mücadeleye davet edilmelidir.

Silkinip uyanmalı, halkımızı da uykudan uyarmalıdır…

Yarın çok geç olacaktır.

======================================================
Dostlar,

ADD Giresun şubesi kurucusu, yıllarca emektarı Cumhuriyet öğretmeni,
emeklisi olur mu bilmem, kağıt üstünde emekli dostumuz Hilmi Taşkın beyefendinin bie e-ileti olarak yolladığı çağrısını sizlerle paylaşmak istedik.

Teşekkür ederiz değerli Taşkın..

Deneyimli eğitimci Taşkın’ın yazılarını

http://www.facebook.com/hilmi.taskin.3 adresinde izlemeli..

Sevgi ve saygı ile.
Ankara, 16.9.12

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

NE MUTLU TÜRK’üm DİYENE : Yerli malı kullanın..

Dostlar,

İşte “serbest ticaret”in ülkemizi sürüklediği çıkmaz..

İşte AB “Gümrük Birliği” nin ülkemizi duvara dayayan tablosu..

İşte Dünya Ticaret Örgütü’nün ve oraya üyeliğimizin görkemli başarısı..

İşte KüreselleşTİRme = Yeni Emperyalizmin ülkemize verdiği karne..

500 milyar doları aşan toplam borç.

100 milyar doları aşkın dış ticaret açığı

Ve unutturulan YERLİ MALI HAFTALARI..

Yaşasın küresel rekabet..

Türkiye bu kan emicilere daha ne denli, dayanabilir ??

Bir de; hani “TÜRKİYE CUMHURİYETİ’nin ETMELİ KÜLTÜRDÜR” diyordu galiba Mustafa Kemal Atatürk değil mi??

Sevgi ve saygı ile.
17.9.12, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

======================================================================

Ahmet Bey, sabah saat 7.00’de

*Casio** masa saatinin alarmiyla gözlerini açti.

*Puffy** yorganini kaldirdi.

*Hugo Boss** pijamalarini çikarip

*Adidas** terliklerini giydi.

*WC** ‘ye ugradiktan sonra banyoya geçti.

*Clear** sampuan ve

*Protex** sabunuyla dusunu aldi.

*Colgate** ile dislerini firçaladi.

*BRAUN** ile saçlarini kuruttu.

*Bill’s** gömlegini ve

*Pierre Cardin** takimini giydi.

*Lipton** çayini içti.

*Sony** televizyonda medya özetlerini ve

*flash** haberleri izledi. *

*Citizen** kol saatine bakti. Aile fertlerine

*’BYE’** deyip

*Peogeot** otomobiline bindi.

*Blaupunkt** radyosunu açarak,

*rock** müzigi buldu. Agzina bir

*Polo** seker atti. Sehrin göbegindeki

*Mega Center** ‘daki ofisine varinca,

*Toshiba** bilgisayarini çalistirdi.

*Microsoft Excel’e** girdi.

*Ofisboy** ‘dan

*Nescafe** ‘sini istedi. Saat 10.00’a dogru açligini

yatistirmak için

*Grissini **yedi. Öglen

*Wimpy’s Fast Food** kafeteryaya gitti. Ayaküstü,

*Coca Cola** ve **hamburgeri **mideye indirdi.

*Camel** sigarasini yakip

*Star** gazetesini karistirdi. Aksamüzeri is çikisi

*Image Bar’** a ugrayip

*JB’** sini yudumladi, sonra kösedeki

*Shopping Center** ‘a ugradi. Esinin siparis ettigi

*Ariel** deterjan,

*Ace** çamasir suyu,

*Palmolive** sampuan,

*Gala** tuvalet kagidi,

*Sprite **gazoz ve

*Johnson** kolonyayi alarak kasaya yanasti.

*Bonus** kartiyla ödemeyi yapti.
Hafta sonu esi Münevver’le

*Galleria** ‘ya giden Ahmet Bey,

*Showroom** ‘lari dolasip

*Converse** ayakkabi, *

*Lee Cooper blue jean** satin aldi.

Aksam evde bir gazetenin verdigi

*TV Guide** ‘a göz atan Ahmet Bey, kanallar arasinda

*zapping** yaparak,

*First Class** ,

*Top Secret** ,

*Paparazzi** gibi programlar izledi. Ayni anda

*Outdoor** dergisini karistirdi.

Uykusu gelen Ahmet Bey, televizyonu kapatip yatak odasina geçerken, kendini mutlu hissetti.
** ‘Ne mutlu Türk’üm diyene!’** diye gerindi ve uyudu.

*Hâlâ da uyuyor. Ne zaman uyanacagi da belli degil.