Etiket arşivi: Mülkiye

Guinness’e girmeye aday bir eğitim öyküsü

logo

Guinness’e girmeye aday bir eğitim öyküsü

Halk Sağlığı Uzmanı Prof. Dr. Ahmet Saltık, 69 yaşında Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nden yeni mezun oldu. Saltık, “Belki de yıllar önce tıbbiyeye değil hukuka girseydim, farklı bir kişilik gelişebilirdi ama bir yakınmam yok. Ben tıp mesleğimi çok seviyorum. Bu durumumla Guinness Rekorlar Kitabı’na girer miyim girmez miyim, bilmiyorum…” dedi.

İleyda Özmen

ANKARA- Atılım Üniversitesi Tıp Fakültesi Halk Sağlığı Uzmanı Prof. Dr. Ahmet Saltık, eğitim azmiyle genç kuşaklara örnek oluyor. Yaşamını eğitime adayan Saltık, 69 yaşında Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nden yeni mezun oldu!

Yaşamı boyunca pek çok başarıya imza atan Saltık, “Belki de yıllar önce tıbbiyeye değil de hukuka girseydim farklı bir kişilik gelişebilirdi ama bir yakınmam yok. Ben tıp mesleğini çok seviyorum. Bu durumumla Guinness Rekorlar Kitabı’na girer miyim girmez miyim bilmiyorum…” dedi.

Halk Sağlığı Uzmanı Prof. Dr. Saltık, eğitim süreçlerini, bundan sonra hayata dair hedeflerini GAZETE DURUM’a şu sözlerle anlattı:

1977’den 2016’ya: 1977 İstanbul Tıp Fakültesi mezunuyum. 1978’de Hacettepe Tıp Fakültesi’nde Toplum Hekimliği / Halk Sağlığı dalında uzmanlık eğitimine başladım ve 1981’de İstanbul Tıp Fakültesi’nde uzman doktor oldum. 1990’da Doçent, 1996’da Profesör oldum.

  • Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde 2011-16 arasında okudum, bitirdim.

Mülkiye diyoruz biz ona. Çünkü Türkiye’de Siyasal Bilimler Fakültesi 1’den çok var ama “Mülkiye” 1 tane, biricik! O da taa 1859’da kurulan en eskisi ve hepsinin anası.

250 sayfalık kapsamlı tez : 2016-18 arasında Ankara Üniversitesi’nde Sağlık Hukuku alanında tezli yüksek lisans yaptım.

  • Dolayısıyla Sağlık Hukuku alanında uzmanlaşmış oldum.

Tezim, Anayasa Mahkemesi’ne yapılan bir bireysel başvuruda aşı yaptırmak istemeyen bir aileye Anayasa Mahkemesi’nin “Evet haklısınız” demesi üzerineydi. Bu kararı eleştirdik hukuksal ve tıbbi boyutlarıyla. Bir yandan hekim olma bir yandan hukukçu olma sorumluluğuyla iki alanı kesiştirerek Anayasa Mahkemesi’nin “Aşı yaptırmayabilir zorunlu tutulamaz” yönünde verdiği kararın tıbbi açıdan, hukuksal açıdan, hukuk felsefesi açısından, epistemolojik açıdan son derece yanlış olduğunu, 250 sayfalık kapsamlı tezimizde irdelemiş olduk.

Hukuk Fakültesi mezuniyeti :

  • Eylül 2018’de Ankara Hukuk Fakültesi’ne kaydımı yaptırdım ve yeni bitirdim (25.7.2022).

Şu an süregelen eğitimim Anayasa Hukuku Doktorası :

Ders dönemi tamamlandı önümüzdeki aylarda yeterlilik sınavına gireceğim ve arkasından tez yazarak onu da tamamlayacağım diye umuyorum.

Bu yaştan sonra ek diplomalardan gelir sağlamam söz konusu değil

Bütün bunlardan amacım Francis Bacon‘un da vurguladığı gibi “Bilgi güçtür.”

Büyük Atatürk‘ün de bizi uyardığı gibi, bilgiyi kafamızda salt bir yük olarak tanımayıp, onları insanlığa yararlı ürünlere dönüştürmek. Benim de derdim budur. Daha donanımlı bir insan olarak sağlık sorunlarını hukukuyla, felsefesiyle, siyasetiyle, kamu yönetimiyle bir bütün olarak anlamak ve bunlara daha kapsamlı, yetkin çözümler üretebilmek.

İnsanlığa daha çok hizmeti etmek…

Yoksa bu yaştan sonra, edindiğim diplomalardan bir gelir sağlamam söz konusu değil.

Avukatlık yapmak aklımdan geçmiyor:

Avukatlık yapmak aklımdan geçmiyor.

  • Ancak, sağlık hukuku alanında uzmanlaşmam nedeniyle, yasal bilirkişi belgeme ek olarak, bu konuyla ilgili davalarda uzman görüşü yazabilmekteyim.

Sağlık hukuku alanındaki sorunların çözülmesinde, daha adil kararlar verilmesinde.. böylesine bir katkım olabilir.

Anayasa Hukuku doktorasını tamamladığımda da “sağlık hakkı“nı işlemek istiyorum.

Sağlık hakkını hem hekim hem hukukçu olarak sentezleyerek işlemek.

Sağlık hakkını salt hukukçular tartışacak değiller. Yalnızca onlar tartışırlarsa bir ayağı eksik kalıyor. Çünkü hukuk insanlarının tıp sorunlarıyla, ölümle, hastalıkla ilgili yaşantı deneyimleri olmadığı için, havada kalabiliyor kimi kritik noktalar. Sorunun kökünü, doğasını anlamakta haliyle zorlanabiliyorlar.

Yarım yüzyıldır tıbbiyenin içindeyim :

46. yılındayım meslek yaşamımın. 1971’de Hacettepe’de tıp eğitimine 17 yaşında başladığımdan bu yana 51 yıl oldu. Yarım yüzyıldır tıbbiyenin içindeyim.

Edindiğim birikim ve deneyimleri hukuk bilgisiyle sentezlersem daha gerçekçi, canlı, yaşamı temsil eden, dile getiren, ussal (rasyonel) bir düzleme erişebiliriz diye düşünüyorum.

Dolayısıyla, anayasa hukuku doktora tezimi tamamladığımda, önümüzdeki 1-2 yıl içinde, sağlık hakkı üzerinde yetkin yazılar yazmak istiyorum.

Sağlık hukuku ve Tıp Hukuku dersleri vereceğim : 

Önümüzdeki yıl, bu yıl mezunu olduğum Ankara Hukuk Fakültesi’nde İngilizce Hukuk Bölümü’nde Sağlık Hukuku derslerini vereceğim. Çalışmakta olduğum Atılım Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde de Tıp Hukuku derslerini İngilizce vereceğim. Yine Atılım Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde hem lisans hem lisansüstü düzeyde Sağlık Hukuku ve Tıp Hukuku derslerini planlamaktayız.

Guinness Rekorlar Kitabı’na girer miyim, bilmiyorum :

Şunu da belirtmekten keyif alırım : Bizim ailemizde Lozan’da İsmet Paşa‘nın danışmanları içinde Hukuk Profesörü Veli Saltık vardı. Ankara Hukuk Fakültesi kurucu kadrosu içinde yer almıştı. Rahmi Saltık, bizim aileden ülkece ünlü ses sanatçısıdır, aynı zamanda avukattır. Başka hukukçu – yargıç – avukatlar da var ailemizde.

Belki de yıllar önce tıbbiyeye değil de hukuka girseydim farklı bir kişilik formasyonu gelişebilirdi ama bir yakınmam yok.

Ben tıp mesleğini çok seviyorum. Özellikle uzmanlık alanım olan “Halk Sağlığı / Toplum Hekimliği” ni.. İnsanları hastalıklardan korumaya çalışmayı çok saygın ve anlamlı buluyorum. Bu bağlamda tıp – sağlık bilimleri eğitimi vererek hekim ve uzman hekim yetiştirmeyi de.

Bu durumumla Guinness Rekorlar Kitabı’na girer miyim girmez miyim, bilmiyorum.

Söyleşi fırsatı için size ve telefonla arayarak beni kutlayan değerli ve kadim dostum Mustafa Balbay‘a, GAZETE DURUM‘a ayrı ayrı teşekkür ederim.

Prof. Dr. Ahmet Saltık Hakkında Detaylı Bilgiler

Atatürk ve Mülkiye

VECDİ SEVİĞ
GAZETECİ

Cumhuriyet, 06 Kasım 2021

Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi ya da tarihsel adıyla Mülkiye’nin kuruluşunun üzerinden 162 yıl geçti. Okulun Ankara’da eğitime başlamasının da 85. yılı. Özel trenle İstanbul’dan yola çıkan öğrencileri zamanın Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı Abdülhalik Renda ve çok sayıda milletvekilinin de aralarında bulunduğu kalabalık bir topluluk, Ankara’da 6 Kasım 1936 günü karşılamıştı.

GAZİ’NİN SÜRPRİZİ

Bir gün sonraki gazeteler Cumhurbaşkanının incelemelerine ilişkin haberleri birinci sayfalarında veriyorlar, Mülkiye Mektebi ziyareti hakkında şu bilgiyi aktarıyorlardı:

“Gazi, Yıldız’da bulunan Mülkiye Mektebi’ne teşrif buyurdular. Talebe askeri talimde olduğu için mektepte ders yoktu. Cumhurbaşkanı sınıfları gezmeyerek mektep müdürü Hamit Bey’den mektebin talebe mevcudu, eğitimi hakkında izahat aldılar ve 14.30’da otomobillerine binerek mektepten ayrıldılar.”

Haberde küçük bir hata vardı, Cumhurbaşkanı Yüksek Öğretmen Okulu’na bir yıl önce atanmış bulunan Hamit Bey’den değil yerine gelen okul müdürü Babanzade Şükrü (Baban) Bey’den bilgi almıştı.

Şükrü Baban, yıllar sonra okulun 1944 yılı mezunlarından Nuri İnuğur’a, Atatürk’ün ziyaretinin önceden haber verilmediğini, bir memurun “Gazi Paşa geliyor efendim” diye uyardığını, karşısında Gazi’yi görünce şaşırdığını anlatıyor ve şunları söylüyordu:

“Mekteple ilgili sualler sormaya başladılar. Talebe mevcudu, ders durumu, ihtiyaçlar ve masraflar hakkında konuşuyorlardı. Ben, bir an yerime oturup oturmamak için tereddüt ettim; sonra makamıma oturdum. Biz bu konuşmayı yaparken kapı açıldı; kapıda Şükrü Kaya, Ruşen Eşref ve Kılıç Ali Beyler göründüler. Kendileri, benim makamıma oturmuş, Atatürk’le rahat rahat konuştuğumu görünce bir tuhaf oldular ve ayakta beklediler.”

‘ANKARA’DA MUAZZAM BİNA’

Şükrü Baban, Atatürk’ün “Bir talebiniz var mı benden? İstediğiniz bir şey varsa bildirin” sözlerine “Biz dertlerimizi Maarif Vekili ile hallediyoruz” karşılığını vermiş, 4 Aralık’ta okulun yıldönümü olduğunu belirterek törene katılmaları halinde öğrencilerin çok sevineceğini, “hocaların şeref kazanacaklarını” aktarmıştı.

Şükrü Bey, öğrencisine anılarını anlatırken “Bu konuşma yapıldığı zaman ekim ayında idik” diye ekliyor, Gazi’den “Daha vakit var; zamanı gelince bana hatırlatın” karşılığını aldığını bildiriyordu. Baban, 4 Aralık yaklaşınca Dolmabahçe Sarayı’na gittiğini, “Başyavere kendini tanıtarak Atatürk’ün emirlerini” hatırlattığını, aldığı yanıtın olumsuz olduğunu belirtmeyi de unutmuyordu.

Şükrü Baban’ın buradaki tarihleri verirken yanıldığı anlaşılıyor. Müdürlük görevine başladığı tarihten sonra Atatürk iki kez İstanbul’a gelmişti. Her iki gelişi de ekim ayında değildi. Babanzade Şükrü Bey, 4 Aralık 1930 günü müdür olarak katıldığı ilk kuruluş yıldönümü törenindeki konuşmasında, “Gazi hazretlerinin okulu ziyaretleri dolayısıyla şükranlarını” sunduğunu belirttiği, gazete haberlerine de yansımıştı.

Şükrü Baban, Nuri İnuğur’a anılarını aktarırken Atatürk’ün ziyaretinden bağımsız biçimde, “Mülkiye Mektebi’nin Ankara’ya nakline de muhalefet etmiştim” diyor ve ekliyor:

“O zamanki Maliye Vekili Fuat Ağralı, Yıldız’daki mektebe gelmişti. Görüşme sırasında Mülkiye’yi Ankara’ya nakledeceğini, ıslah edip hocaları ve talebeyi refaha kavuşturacağını, konforlu bina sağlayacağını söyledi.”

Maliye Bakanlığı görevine 1934’te gelen Ağralı ile yapılan konuşmanın bir benzeri Atatürk’ün ziyaretinde yapılmış olabilir mi?

Bu soruya doğrudan yanıt vermek olanaksız. Ama Atatürk’ün o gün ziyaret ettiği Harbiye’den ayrılırken “Bu bina, artık bugün bir mektep binası olmaktan çıkmıştır. Hatta Cumhuriyet ordusu için bir kışla dahi olamaz. Bir an evvel Ordunun yarınki zabitlerini bu binadan çıkarmak lazımdır” dediği bir gün sonra gazetelerde yayımlanmıştı. 6 Aralık günü de Cumhuriyet gazetesinin birinci sayfasındaki “Harbiye Mektebi” üst başlığı altında verilen “Ankara’da muazzam bir bina yapılacak” haberi göze çarpıyordu.

‘YÜKSEK DEĞERDE ARKADAŞLAR’

Projesini Avusturyalı mimar Clemens Holzmeister’in hazırladığı Harp Okulu binasının yapımı 1935’te tamamlandı, öğrenciler 25 Eylül 1936’da Ankara’ya taşındı.

1935 yılı baharında Milli Eğitim Bakanı Abidin Özmen, bir başka Avusturyalı mimar Ernest A. Egli’ye Cebeci’de “Mülkiye için bir bina projesini süratle uygulamaya koyması görevini” verdi. Aynı tarihlerde binanın yapımı ve okulun Ankara’ya taşınması için yasal düzenleme tamamlandı.

Atatürk, okulun İstanbul günlerinin son yılına girilirken yayımladığı mesajda, Mülkiyelileri

  • Türk ulusunun tam anlamı ile millet olmasına çalışan, modern bir Türk devleti kurmak için” özveriden kaçmayan “yüksek değerde arkadaşlarım” olarak niteliyordu.

Okulun taşınmasına bir hafta kala Milli Eğitim Bakanı’nın Mülkiye’den sınıf arkadaşı Mehmet Emin Erişirgil, müdürlük görevini Şükrü Bey’den devraldı. Birçok öğretim elemanı Ankara’ya gelmeyi kabul etmemiş, başkentte yeni bir kadro oluşturulmuştu.

Kurulduğu 1859’dan 1936’ya kadar İstanbul’da 11 farklı binada öğrenci yetiştiren Mülkiye, 85 yıldır Ankara’nın Cebeci semtinde Atatürk döneminde yapılan binasında eğitimini sürdürüyor.
=======================

Dostlar,

Değerli gazeteci Vecdi Seviğ’e bu önemli yazısı için bir “Mülkiyeli” olarak teşekkür ederiz.

Dr. Ahmet Saltık
Mülkiye 2016 Mezunu
Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü

Eğitim-Sen: Mülkiye hocası Doç. Dr. Kayıran’ın fakülteyle ilişiği kesildi

Eğitim-Sen, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Maliye Bölümü öğretim üyesi Doç. Dr. Meltem Kayıran’ın fakültesiyle ilişiğinin “haksız ve hukuksuz” biçimde kesildiğini açıkladı.

Eğitim-Sen: Mülkiye hocası Doç. Dr. Kayıran’ın fakülteyle ilişiği kesildi

ANKARA – Eğitim ve Bilim Emekçileri Sendikası (Eğitim-Sen) Ankara 5 No’lu Üniversiteler Şubesi, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Maliye Bölümü öğretim üyesi Doç. Dr. Meltem Kayıran’ın fakülteyle ilişiğinin kesildiğini duyurdu.

Kayıran’ın 2017 yılında doçentlik unvan ve yetkisi almasına rağmen, geride kalan dört yılda hak ettiği kadroya atamasının yapılmadığını ve “Dr. Öğretim Üyesi” kadrosunda çalıştırıldığını belirten sendika yaptığı açıklamada, “Hak ettiği kadro verilmediği gibi bir alt kadronun kriterleri uyarınca kendisinden ısrarla dosya istenmiş, bu dosyanın istenmesinin hukuka aykırı olduğunu iddia ederek teslim etmediği için üniversiteyle ilişiği kesilmiştir” dedi.

Doç. Dr. Meltem Kayıran

‘BÖYLE BİR UYGULAMA KABUL EDİLEMEZ’

Kayıran’ın ilişiğini kesme kararının altında imzası bulunan Siyasal Bilgiler Fakültesi Fakülte Yönetim Kurulu’nu, Dekanlığını ve Ankara Üniversitesi Rektörlüğü’nü kınayan sendikanın açıklamasında, “Bu keyfi kararın herhangi hukuki dayanağı bulunmamaktadır. Dahası, 30 yılını bilime adamış bir akademisyenin 300’ü aşkın öğrencisi ve tez danışmanlıkları varken eğitim öğretim dönemi ortasında üniversiteden koparılmasında da herhangi bir kamu yararı bulunmamaktadır. Pandemi döneminde özel sektörde bile işten çıkarmalar yasaklanmışken bir kamu kurumunda böyle bir uygulamaya gidilmesi kabul edilemez” denildi.

Tüm üniversite bileşenlerine destek çağrısında bulunan sendikanın açıklamasında şu ifadeler yer aldı:

“Bölümlerin ihtiyaç duyduğu kadroları vermeme, öğretim üyelerinin unvanlarına uygun atama yapmama ve keyfi atama-yükseltme kriterleri belirleme gibi yöntemler, üniversiteleri ve akademisyenleri baskı altında tutmanın bir aracı olarak kullanılmaktadır. Liyakatsiz atama ve kadrolaşmalarla üniversiteleri siyasi iktidarın arka bahçesi haline getirmeyi amaçlayan, özgür bilimsel üretimin önünü keserek akademiyi içten içe çürüten bu uygulamalara karşı mücadelemizden asla vazgeçmeyeceğiz. Akademik özgürlüklerin ve insan-doğa-toplum yararına üniversite mücadelemizin en yürekli taşıyıcılarından biri olan Meltem Kayıran’ı hedef alan bu hukuksuzluğu kabullenmeyeceğiz. Bu hukuksuz karar geri alınana kadar mücadelemizi sürdüreceğiz.” (DUVAR, https://www.gazeteduvar.com.tr/egitim-sen-mulkiye-hocasi-doc-dr-kayiranin-fakulteyle-ilisigi-kesildi-haber-1518978)
*****

Doç. Dr. Meltem Kayıran:
İnanın içim yanıyor

Mülkiye’den ilişiği kesilen Doç. Dr. Meltem Kayıran yaşadıklarını ‘İnanın içim yanıyor’ başlıklı yazıyla dile getirdi. Kayıran “Yine de ısrarla, inatla geri dönmek için elimden geleni yapacağım” dedi.

Doç. Dr. Meltem Kayıran: İnanın içim yanıyor

DUVAR – Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Maliye Bölümü öğretim üyesiyken bir alt idari kadronun kriterlerine tabi tutulmak istenen ve fakülteyle ilişiği kesilen Doç. Dr. Meltem Kayıran, yaşadıklarını ve tepkisini bir yazıyla dile getirdi. Kayıran, “Sonuçta bugüne kadar yaptıklarım, yapmadıklarım konusunda benim içim çok rahat. Acaba benim atılma kararımı verenlerin de öyle mi?” diye sordu.

Prof. Dr. Taner Timur da yazının altına

  • “İlk kez bir yönetim kurulunun en değerli meslekdaşlarından birinin ihracına alet olacak kadar alçaldığını öğreniyorum. Yazıklar olsun!” mesajı bıraktı.

Kayıran şunları yazdı:

Değerli SBF çalışanları,

Bu Fakültenin, Mülkiye’nin, benim atılmamı Rektörlüğe teklif etmesinden dolayı içim yanıyor.. Ben bu Fakülteye 1990 yılında asistan olarak başladım. O baskıcı dönemlerde bile, bir hoca kendi asistanının atılmasını önerdiğinde bile, birçok kişi buna karşı durur, “bir insanın ekmeğiyle oynayamazsın, bu onun özlük hakkıdır” der, atılmanın önüne geçerdi. Ben SBF Yönetim Kurulunun kimsenin atılmasını teklif ettiğini hatırlamıyorum. Hatta Fakülteye hiçbir katkısı olmadığı halde sırf o vebali almamak için çok uzun yıllar boyunca Fakültede çalışmaya devam ettirilen kişiler hatırlıyorum. Şimdi, bu Fakültede 31 yıllık emeği olan ben, yoğun bir biçimde çalışırken, dönemin ortasında, bu pandemi döneminde, işten atılmalar yasaklanmışken apar topar, hızla, nasıl alındığı belli olmayan bir Yönetim Kurulu kararıyla, 3-5 kişinin imzasıyla nasıl ve neden atıldığımı anlayamadığım için, Fakültem benim atılmamı istermiş gibi bir izlenim yaratılmaya çalışıldığı için içim yanıyor, ağırıma gidiyor.

Benim atılma gerekçemde “dosya sunamadığı” gibi bir ibare yer aldığı için içim yanıyor. Kriterler tartışıldığı, benim onları karşılayamadığım yolunda tartışmalar yapıldığı için… Oysa ben hem yayın aşamasıyla hem sözlü sınavıyla Maliye alanının uzman jüri üyelerinin oybirliğiyle, takdir ve övgüleriyle doçentlik sınavını vermiş bir öğretim üyesi olarak bir alt idari kadronun kriterlerine tabi tutulamayacağımı yazarak istenilen dosyayı vermedim. Vermediğim bir dosya üzerinden kriterleri karşılayıp karşılamadığım neden tartışılmış Yönetim Kurulunda?

Fakültedeki çalışma arkadaşlarım çok üzüldüğü, benim Fakülte için önemimi anlatmak üzere yazılar yazmak, bölüm görüşleri oluşturmak zorunda bırakıldıkları için içim yanıyor. Bilimsel çalışmaları, dersleri yerine bunlarla uğraşmak zorunda bırakıldıkları için içim yanıyor…

İdari personel olarak çalışan arkadaşlarım üzüldüğü için, benim atılmama ilişkin birçok işlemle uğraşmak zorunda bırakıldıkları ve ortada kalan dersler için düzenleme yapacakları, bunlar için fazladan mesaiye katlanmak zorunda kalacakları için içim yanıyor…

Dönemin ortasında 300’ü aşkın lisans öğrencisi yüz üstü bırakıldığı için, onlar çok üzüldüğü, sevdikleri, saydıkları bir hoca olarak onlara bu durumu açıklayamadığım, onların gözünde SBF haksız- hukuksuz bir yer olarak göründüğü için içim yanıyor. Son dersimde vize sorularını çözerken “aslında buradan şu konuya bağlayacaktık, aslında bu konuları sonda değerlendirecektik, .. buralar da yarım kaldı ama mutlaka benim yerime dersinizi tamamlayacak hocanız bunları size anlatacaktır” derken içim yandı… Yüksek lisans seminer öğrencime, doktora tez öğrencilerime durumu açıklamaya çalışırken içim yandı. Bir üniversite hocasının, bir doçentin, öğrencilerin gözünde bu şekilde itibarsızlaştırılması karşısında onlara akademinin itibarını savunmaya çalışırken içim yandı…

Ben akademiyi, akademik çalışmanın ne demek olduğunu, akademik etiği, bilimsel merakı, bir akademisyenin nasıl itibar sahibi olduğunu beni yetiştiren Korkut Boratav, Bilsay Kuruç, Taner Timur, Cem Eroğul, Sina Akşin, Baskın Oran, Özhan Uluatam, Alâeddin Şenel, Ömür Sezgin, İzzettin Önder, Mümtaz Soysal, Yavuz Sabuncu, Cem Somel, Oğuz Oyan ve burada adını sayamadığım diğer birçok hocamdan öğrendim. Onlardan öğrendiğim şeylerden taviz vermeden çalışmalarımı yürüttüm. Bilimsel çalışmanın bilimsel merak üzerine ve insan, toplum, doğa yararına yapılması gerektiğini öğrendim; kimin nasıl koyduğu belli olmayan kriterlere uygun puanlar almak, atılmamak için değil… Bilimsel üretimin üniversitenin tüm bileşenleriyle kolektif emeğin ürünü olduğunu öğrendim; rekabeti hiç anlayamadım…

Araştırma görevlilerine meslektaşlar olarak gereken saygının gösterilmesi gerektiğini, bir araştırma görevlisinin asıl işinin kendisini geliştirmek olduğunu öğrendim, yaşadım. Asistanlığım boyunca bana bir kez bile kâğıt okutulmadı, ben de hep aynı şeyleri savundum ve uyguladım.

Akademik unvanlara değil de kişinin alanındaki uzmanlığına güvenilmesi ve saygı duyulması gerektiğini öğrendim.

Unvan almak, yükselmek üzere hiç bir plan yapmadım. Puan veya maddi karşılığı olmayan o kadar çok çalışma yaptım ve yapmaya devam ediyorum ki… Eğer atılmama karşı oluşan tepkinin büyüklüğünü, hakkımda yazılan yazıları anlayamıyorsanız buralarda arayın.

Örneğin 5 yıl boyunca saygın bir dergi olan Mülkiye Dergisi editörlüğü yaptım. Kaç puan ediyor, doçentliğime yarar mı, diğer çalışmalarımı engeller mi diye bir an bile düşünmedim. Bir editör gelen bir makalenin uygun hakemlere gönderilmesinden ve son kertede o yazının yayınlanıp yayımlanmayacağına dair kararın objektif bir şekilde alınmasından sorumludur. Ben bununla kalmayıp her makaleyi ince ince okuyarak noktasına virgülüne kadar düzelttim. Yeni nesil “profesörlerin” yazılarına bile ret kararı verdiğimiz oldu.

Örneğin üniversitelerin tahrip edilmesine yol açacak yasa tasarılarına karşı yazılacak raporlar için akademik sorumluluğum gereği gecemi gündüzüme katarak çalıştım. Bunlarda ne ismim yer aldı, ne de bir puan aldım.

Örneğin derslerimi büyük bir özenle hazırladım her seferinde. Sınavın da öğrenme sürecinin bir parçası olduğunu öğrendiğimden; yazmadan, anlatmadan, analiz etmeden olmaz diyerek, her sınavda yüzlerce kâğıt okuyarak, hep adil olmaya çalışarak bu son sınava kadar bir kez bile test yapmadım. Bu dönem de sınava ek olarak daha birçok şey yapacaktım derste ama… Attılar!…

Sonuçta bugüne kadar yaptıklarım, yapmadıklarım konusunda benim içim çok rahat. Acaba benim atılma kararımı verenlerin de öyle mi?

Şu anda üniversitelerin benim öğrendiğim, savunduğum, yaşatmaya çalıştığım üniversiteden çok farklı olduğunun farkındayım. Fakat yine de ısrarla, inatla geri dönmek için elimden geleni yapacağım. Yani bu bir veda değil. Ama siz yine de, öğrencilerimden birisinin vedalaşırken söylediği gibi, “hakkınızı helal edin!”

* Bu yazı, son derece politik bir metindir. İş güvencesini, akademik ilkeleri, demokratik yönetimi, insan toplum doğa yararına üniversiteyi savunmaktadır.

Taner Timur’un mesajı :

  • “Üzülmeyin” diyorsun; tamamen haklısın sevgili Meltem; zaten aslında bir akademisyen için iftihar vesilesi olacak “atılma” nedenlerini de anlatmışsın; ama senin için olmasa da, Mülkiye’mizin düştüğü bu rezil duruma gerçekten üzülüyorum. Ben Menderes devrini de, bütün darbeleri de yaşadım. Çok haksızlıklara, çok zulme uğradık ve aramızdan bir çok işbirlikçi de çıktı; fakat ilk kez bir yönetim kurulunun en değerli meslekdaşlarından birinin ihracına alet olacak kadar alçaldığını öğreniyorum. Yazıklar olsun!
    ================================


 

 

 

KAHROLSUN İSTİBDAT, YAŞASIN HÜRRİYET…

KAHROLSUN İSTİBDAT,
YAŞASIN HÜRRİYET…

Profil FotoğrafıSerdar Şahinkaya, PhD
19 Mayıs 2020

Bizim yüreğimiz, 1897’de Mülkiye’ye gönderilen Abdülhamit’in şekerlerini yerlerde ezerek kabardı.

Sonra, Resneli Niyazi’nin gezdiği dağlarda hürriyete sevdalandı.
Sonra, dedi ki;

  • Kahrolsun istibdat, yaşasın hürriyet…

Sonra o hürriyetin rüzgârı ile Bandırma’nın güvertesinde bir çift mavi göz ve bir çatal yürek ile buluştu.

Sonra şahin olup Anadolu’ya uçtu: Havza, Amasya, Erzurum, Sivas hattından.

Sonra bir kış ayazında bozkırın Ankara’sında Seymenlerle buluştu sevdamız.

Artık ustalaştı kanatları.

Sonra 1920’nin baharında o balkonda kurucu iradeye dönüştü bizim sevdamız.

Sonra da Haymana, Afyon tarikiyle İzmir’in derin lacivertinde fırtına kanatlı martılarla buluştu.

Bizim sevdamız, Kurtuluşla coştu, Kuruluşla derinleşti ve 1923 Cumhuriyeti ile taçlandı…

Hâlâ Bandırma’nın güvertesinde yüzümüzü yalayan rüzgâr, kırlaşmış saçlarımızı okşamakta…

Ve hâlâ 23 Nisan 1920’de balkondaki kurucu irade, bizlerin yüreğinde, aklında…

Ve bugün yine haykırmaktayız ve haykıracağız:

KAHROLSUN İSTİBDAT, YAŞASIN HÜRRİYET…