Etiket arşivi: Millî Kurtuluş Savaşı

Atatürk’ün En Sevinçli Olduğu An

Dostlar,

Birikimli yazar – aydın Sayın Zeki Sarıhan yine tarihin derinliklerindeki kaynaklardan önemli bir belgeyi paylaşıyor..

Mustafa Kemal Paşa‘nın yaşamda iken tüm malvarlığını Ulusuna bağışlaması..

Türk Dil Kurumu ve Türk Tarih Kurumu‘na birer dernek olarak
(Devlet dairesi olarak değil!) çalışmalarını sürdürmelerine elverecek parasal kaynağı vasiyetiyle bırakıyor. Mal varlığı O’nu rahatsız ediyor :

  • “Omuzlarımda Uludağ var!” diyor.

Malvarlıklarını üzerinden düşürdükten sonra de :

  • “İnsanın serveti kendi manevi şahsiyetinde olmalıdır.”

sözlerini dillendiriyor..

Günümüzdeki kokuşmayı, onlarca kez ve milyonlarca dolarlık rüşvet aldıkları savlanan Devletin kimi tepe yöneticilerini ve onları koruyup kollayanları gördükçe, Atatürk’ün büyüklüğünü bir kez daha anlıyoruz..

  • Mala mülke tenezzül etmeyen, nefsini tümüyle terbiye etmiş,
    kendi gerçeğini bulmuş, kamil, GERÇEK İNSAN ATATÜRK!

Sevgi ve saygı ile.
18 Ocak 2014, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net 

======================================


Atatürk’ün En Sevinçli Olduğu An

Zeki_Sarihan_portresi

Zeki SARIHAN

Millî Kurtuluş Savaşı’nın başkomutanı, Türkiye’nin ilk cumhurbaşkanı Atatürk,
en sevinçli anını ne zaman yaşamıştır? Kuşkusuz herkes gibi onun da çok üzüldüğü, sevindiği anlar vardır. Onun sevinçli olduğu anlarla ilgili bir liste yapılmış değildir. Tahmin edilebilir ki askeri okullara yazıldığı, onlardan diploma aldığı zaman çok sevinmiş olmalıdır. Her subay gibi rütbelerini aldığı zamanlar, Ordu Müfettişi olarak atandığında, Erzurum ve Sivas Kongrelerine başkan seçildiğinde, Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı olduğunda da sevinmiş olmalıdır. Hele, düşmanın Sakarya boylarında durdurulması ve onu şan ve şöhretinin doruğuna taşıyan Dumlupınar Meydan Savaşı kazanıldığında sevincine payan olmamalıdır.

Mustafa Kemal Paşa’nın yaşamı, başka sevinçlerine vesile olacak olaylarla da doludur. Cumhurbaşkanı seçilmek az mutluluk mudur? Ardından, hayal ettiği yeni bir düzen için onun emriyle gerçekleşen reformlar için de sevinmiş olması çok doğaldır. Onu sevindirme ihtimali bulunan daha pek çok olay sıralanabilir. Fakat acaba Atatürk’ün yaşamında en sevinçli anı hangisidir? Bunu aşağıda kendisinden öğreneceğiz?

“Bunu vakit geçirmeden yapmalısın”
Tarih 1937 Mayıs ayıdır. Kafasında çok önem verdiği bir karar vardır.
Atatürk’ün Umumi Kâtibi Hasan Rıza Soyak bir görev için Avrupa gezisine çıkacaktır.

Atatürk O’na:

“Çocuk! Çabuk git, gel de artık şu çiftliklerin hazineye devri işini halledelim.
Biliyorsun ben 1927 senesinde Büyük Nutkumu verdiğim celselerden birinde
BMM’ne, bunların Parti’ye ait olduğunu söylemiştim. Bu itibarla devir esnasında hükümetten Parti için bir miktar para alırsak iyi olacaktır. Bakalım; İsmet Paşa’nın dönüşünde meseleyi O’nunla görüşeceğim, en uygun şekli o zamana dek kararlaştırırız.” demiştir.

Soyak, Paris’ten Almanya’ya geçmeye hazırlanırken Ankara’dan nöbetçi yaver telefon eder. Atatürk, Soyak’tan Almanya gezisini yarıda bırakarak derhal yurda dönmesini emretmektedir. O da hemen o akşam yola çıkar. İstanbul’a vardığında Atatürk de buraya gelmiştir. Birkaç saat sonra gemi ile Trabzon’a yola çıkacaktır. Soyak’a İnönü ile görüştükten sonra çiftlikleri bütün tesis ve varlıklarıyla hazineye hibe etmeye kesin olarak karar verdiğini söyler ve Soyak’a şu talimatı verir:

“Sen bu akşam Ankara’ya git. Mevcudu tespit edip bir listesini yap. Ayrıca Başvekilliğe tarafımdan bir mektup hazırla.” Mektubun esaslarını da yazdırır. “Mektup müsvettesini İsmet Paşa’ya göster. Fikrini ve mutabakatını al, sonra bana telgrafla bildir. Bunu vakit geçirmeden yapmalısın. Çünkü Meclis kapanmak üzeredir. Ben istiyorum ki,
tatilden önce durumu Meclis’e arz edilmiş olsun, bunu temin etmelisin!..”

Soyak, denileni yapar. Atatürk adına bir mektup yazar ve bir liste hazırlar.
Müsvette Başbakan tarafından da uygun bulunur. Mektubu ve listeyi telgrafla
Trabzon’da bulunan Atatürk’e arz eder. Atatürk, verdiği yanıtta, uygun bulduğunu, hemen Başbakan’a vermesi gerektiğini, dönüşünde imza etmek üzere
şimdilik telgrafının imza yerine eklenmesini emreder. Telgraf, liste ile birlikte Başbakan’a verilir. Durumun 12 Haziran 1937 günü Meclis’e sunulması kararlaştırılır.

  • “Omuzlarımda Uludağ var!”

Şimdi Trabzon’a dönelim. Atatürk, 11 Haziran 1937 günü bu malları devlete bağışladığı ile ilgili yazısını yazdırmaya başlar.

  • “Malum olduğu üzere ziraat ve zirai iktisat sahasında fenni ve ameli tecrübeler yapmak maksadıyla muhtelif zamanlarda memleketin muhtelif mıntıkalarında birçok çiftlikler tesis etmiş idim.” 

diyerek bunları Hazine’ye hediye ettiğini yazar. Bağışladığı çiftliklerin dönümünü, bunlardaki bina, tesisat, fabrika ve imalathaneleri, canlı demirbaşları liste halinde belirtir. Listede gösterilen çiftliklerin toplamı 154.729 dönümdür. Orman Çiftliği’nden başka içlerinde Yalova’da iki, Silifke’de iki, Dörtyol’da iki, Tarsus’ta bir çitlik de vardır.
Yazdırdıkça “Daha ne vardı?” diye çevresine sorar. Kimse ağzını açmaz.
Trabzon Valisi Yahya Sezai Uzay, Atatürk’ün bu bağıştan vazgeçmesini ister.
Bunu söylemelerini Şükrü Kaya ve Tahsin Uzer’den rica eder. Fakat onlar ses çıkarmazlar. Vali nihayet dayanamaz:

“Atatürk’üm ne olur yazdırmayın bu telgrafı. Siz milleti yok olmaktan kurtardınız.
Türk vatanını, Türk tarihini ihya ettiniz, yeniden var ettiniz. Milletin size hediye ettiği
kaç parça şeydir? Bunlar sizde milletin naçiz yadigârı olarak kalsın.” diye yalvarır.

Atatürk, yazdırmayı bırakarak şöyle konuşur:

  • “Vali, çok sıkılıyorum. (İki elini omuzlarının üstüne koyarak) Omuzlarımda Uludağ var sanıyorum. Ben mektepten çıktığım zaman kılıcımdan başka bir şeyim yoktu. Şimdi millet bana çok veriyor, kâfi bana..” der.

Yazdırmaya devam eder. Yazı biter, Atatürk bunların telgrafhaneye götürülüp Ankara’ya çektirilmesini emreder. Telgrafın makbuzunu alınca ayağa kalkıp şöyle konuşur:

“Oh oh, ne kadar hafifledim ve ferahladım!”

Atatürk İnönü’ye çektiği telgraf okunurken heyecan içindedir. Gözleri nemlenmiştir. “Yıllar evvel düşündüğüm bir işi Trabzon’da tamamlamak mukaddermiş.” der.

Atatürk, Başbakanlığa yazdığı yazıyı halka okutmuş ve şöyle demiştir:

  • “Hayatımın hatırlayabildiğim en sevinçli dakikalarını yaşıyorum.
    Mal ve mülk bana ağırlık veriyor. Bunları milletime vermekle ferahlık duyuyorum. İnsanın serveti kendi manevi şahsiyetinde olmalıdır.
    Ben büyük millete daha neler vermek istiyorum.”

Atatürk’ün “Daha neler vermek istiyorum” diye ima ettiği şey İş Bankası’ndaki serveti olmalıdır. Nitekim bunu da öldüğü yıl olan 1938’de Dolmabahçeye’ye çağırdığı notere vasiyetname olarak yazdırmış, bankadaki hisselerinden doğan nemayı kendi yakınları ve İsmet Paşa’nın çocuklarının öğrenimi için ayırdıklarının dışında kalan esas bölümünü Türk Dil Kurumu ve Türk Tarih Kurumu’na bırakmıştır.
Cumhuriyet Halk Partisi’ne bırakılan bir pay yoktur. Parti yalnızca bu hesabı yönetmekle görevlidir.

Atatürk bu servetten niçin sıkılmıştır?

Atatürk’ün İş Bankası ve Çiftliklerinin kaynağı, bilindiği gibi Hindistan Müslümanlarının Kurtuluş Savaşı’na yardım için gönderdikleri yardımın
bir bölümüdür. Savaş sırasında Atatürk’ün banka hesabında tutulan para,
Savaş’tan sonra özel bir banka olan İş Bankası’nın kuruluşunda ve çiftliklerin alınışında kullanılmıştır. Açıkça yazılıp söylenemese de bunun çeşitli dedikodulara konu olması kaçınılmazdır. Nitekim bunun ağırlığını üzerinde hisseden Mustafa Kemal Paşa, Bankanın kuruluşundan ve Çiftliğin alınışından iki yıl geçmeden 1927’de bu paranın Halk Fırkası’na ait olduğunu söylemiştir.

Atatürk’ün çiftlikleri devlete iade kararını yıllar önce düşündüğü, yukarıya alınan kendi sözlerinden anlaşılmaktadır. Bu durum, 1937 Mayıs’ına dek on yıl daha sürmüş,
bu tarihte Atatürk çiftliklerini devlete bağışlamaya kesin olarak karar vermiştir.
Açıkça anlaşıldığı gibi Atatürk, böyle bir servet sahibi olmaktan rahatsızlık duymuş, bunu devlete devretmekle de üzerinden büyük bir yük kalktığını hissetmiştir.
Bu vesile ile O’nun şu sözü her dönemde ibret alınmaya değer:

  • “İnsanın serveti kendi manevi şahsiyetinde olmalıdır.”

Kaynak: Başbakanlık Cumhuriyet Arşivlerindeki belgelere, 1937 tarihli kimi gazetelere, Hasan Rıza Soyak’ın Atatürk’ten Hatıralar C. II (İstanbul, 1973), Trabzon Valisi Yahya Sezai Uzay’ın yayımlanmamış anılarına ve başka kimi kaynaklara dayanarak Atatürk’ün Bütün Eserleri, C. 29, İstanbul, 2011, Kaynak Yayınları, s. 257-263.

 

Atatürk’ün Hukuk Devrimi..

Dostlar,

22 yıl önce, efsane ve duayen hukuk bilgini, İstanbul Üniversitedi Hukuk Fakültesi Ceza Hukuku hocası

Ord. Prof. Dr. Sulhi Dönmezer‘den tarihsel değerde kapsamlı bir makaleyi paylaşmak istiyoruz.

Tam da ülkemizde hukukun tüm boyutlarıyla ayaklar altına alınıp kolunun kanadının kırıldığı günlerde..

Sevgi ve saygı ile.
28.9.12, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

===============================================================

Atatürk Hukuk İnkılâbı

Ord. Prof. Dr. Sulhi Dönmezer
ATATÜRK ARAŞTIRMA MERKEZİ DERGİSİ, sayı 18, cilt: VI, Temmuz 1990

Sosyal Normlar:

Hukukun anlamını belirtir ve tanımını yaparken, hukuk bilimi yönünden olduğu kadar toplumbilim bakımından da konuya yaklaşabiliriz. Bir hukuk inkılâbından veya devriminden söz ettiğimiz zaman, konuya, elbette ki, daha çok toplumbilim yönünden yaklaşmak gerekecektir. Hukuk bilimi yönünden hukukun anlamını tayin etmek, tanımını yapmakta fazla bir güçlük yoktur. Gerçekten sırf hukuk bilimi yönünden hukuk bir tekniktir. Bu bakımdan hukukta inkılâp, teknikte köklü değişiklik anlamını taşıyabilir.

Oysa hukuk sosyolojisi yönünden hukuk, her şeyden önce bir toplumsal olgudur; bir sosyal oluşumdur. Belirli derecede genişliğe sahip bir insan toplumu, sosyal bilim yönünden sosyal bir sistem olarak kabul ve analiz edilebilir. Genel olarak sistem kavramından da değişik kısımlardan yani aralarında bağlantı bulunan yapısal unsurlardan oluşan bir bütünü anlamaktayız.

“Sosyal Sistem” kavramı da aynı tanımlama çerçevesinde belirlenebilmektedir. Toplumu oluşturan bireylerin gerek birbiri, gerek bireyler ile grup yani toplum arasındaki ilişkileri söz konusu sistem düzenlemektedir. İnsan toplumu sosyal ilişkilerin bir yumağı gibi telâkki edilebildiğine göre bütün ilişkiler bu sisteme göre cereyan etmektedir. Sosyal sistemler bir takım yapısal unsurlardan oluşur. Bunlar arasında en önemlisi sosyal normlardır.

Sosyal normlar, toplumsal hayatta insanların ve grupların tavır ve hareketlerini, davranışlarını örgütleyen kurallar ve otorite taşıyan standartlardır. Böylece sosyal normlar bir sosyal gruba mensup olan kişilerin bölüştükleri, kendilerine uyulması herkesçe beklenen ve uymanın pozitif ve negatif müeyyidelerle sağlandığı ve uymamanın da müeyyidelerle karşılandığı standartlardan, örneklerden ibaret bulunmaktadırlar.

Bir toplumun varlığını sürdürebilmesi, söz konusu sosyal normları meydana getirmesine, gerektiğinde bunları değiştirmesine bağlıdır. Toplum hayatında her şey bu sosyal normlara göre cereyan eder. Bu itibarla normlar beklentileri belirleyen kültür tarifleri olarak da tanımlanabilirler.

Karmaşık, geniş nüfusa sahip bir toplum normlar olmadan işletilemez ve çağdaş toplumun önemli bir özelliği de normların karmaşık tabiatta bulunmasıdır. Çünkü günümüzün karmaşık toplumlarında, sosyal örgütlenmeler çok sayıdadır ve bunların kendilerine özgü norm türlerine sahip olmaları zorunludur.

Hukuk Kuralları:

Sosyal norm kategorileri arasında çok önemli bir grubu hukuk kuralları oluşturmaktadır. Kendilerinden sapılmasını toplumun, onun siyasî örgütlenmesini oluşturan devletin, rasyonel olarak örgütlediği müeyyidelerle yani güç kullanarak karşıladığı sosyal normlar kategorisine hukuk kuralları diyoruz.

Hukuk Kurallarının Temel Özellikleri:

Hukuk kurallarının, diğer norm kategorilerine nazaran iki temel özelliği vardır: Bu kurallar devlet, başka bir ifadeyle toplumun siyasî örgütlenmesi tarafından “tanınmış ve kabul edilmiş”lerdir. Yani hukuk kuralları devletin iradesinden kaynaklanan bir otoriteyi taşımaktadırlar. Devlet, bu kuralları mahkemeleri ve diğer mercileri vasıtasıyla belirli durumlar karşılığında uygulamaktadır. Kuralların uygulanması ise mutlaka yorumlanmalarını gerektirmektedir.

Hukuk kurallarının diğer bir temel özelliği ise, aralarında mantıkî bir ahenk bulunan, genelleştirilmiş ve sistematik yani belirli bir sistemin yapısını yansıtan bünyede bulunmalarıdır. Hukuk kuralları bütünüyle bir sistemin parçalarını oluşturmaktadırlar. Belirli temel bir sistemin ahenkli kurallarından oluşmakta bulunan bu normların diğer sosyal normlardan kendilerini ayırmaya imkân veren temel vasfını böylece belirlemek mümkündür.

Hukuk Sistemleri:

Hayatın çok değişik alanlarına ilişkin bu kurallar, bütünüyle değişik hukuk sistemlerini yansıtabilmektedirler. Böylece meselâ Anglosakson hukuk sisteminden Common Law sisteminden, Kontinantal (Kara Avrupası) hukuk sisteminden, İslâm hukukundan, kilise hukukundan ve sosyalist hukuktan söz edebiliyoruz.

Hukuk böylece bir sistem teşkil edince ve hukuk kuralları da sistemin parçalarını oluşturunca, her sistem için olduğu gibi hukukun da esas (eski deyimiyle müdîr) bir takım ilkelerinin ve kurallarla bu ilkeler arasında ahenk bulunması zarurî olur. Söz konusu ilkeler hukukun temel kaynakları arasında ifadelerini bulmaktadırlar:

İslâm hukuku temel ilkelerini Kur’an’da, hadislerde, icma-ı ümmet ve kıyası fukaha da bulmaktadır. Bu sebeple İslâm hukuk sistemlerinde devletin tanıyıp kabul edeceği ve arkasına kendi güç ve otoritesini koyacağı kurallar hiçbir suretle sözünü ettiğimiz hukuk kaynaklarının hükümlerine, bahis konusu kaynaklarda yer almış ilkelere aykırı olamaz. Bundan da ahkâmı şer’iyenin üstünlüğü kuralı ortaya çıkar. Buna karşılık lâik ve demokratik batı hukukunda, hukukun temel kaynağı millî iradedir. Millî irade temsilî demokrasi çerçevesinde, milletçe meydana getirilmiş anayasaya göre geçici sürelerle seçilmiş ve bu anayasanın temel esaslarına göre hukuk kurallarını koyması gereken parlâmentolar tarafından temsil olunur. Anayasa, böylece toplumun bütününün, bütün bireylerin meydana getirmiş bulundukları bir toplumsal sözleşme niteliğindedir ve egemenliğin gerçek sahibi millettir. Oysa dinî hukuk sistemlerinde egemenliğin sahibi Allah’tır ve en büyük şârî (kanun koyucu) de odur.

Sosyalist hukuk sistemlerinde ise millî irade değil ve fakat sadece çalışanların iradesine itibar olunur. Sosyalist hukuk sisteminde millî irade kavramı bir aldatmacadır ve gerçekte egemenlik çalışan sınıfa ait olmalıdır. Buradan da komünist olduğunu iddia eden sistemlerde proletarya diktatörlüğü kavramı ortaya çıkmaktadır.

Hukuk İnkılâbı:

İşte hukuk, belirttiğimiz bu temel sistem özelliğini, niteliğini değiştirdiği zaman bir hukuk inkılâbından ve bazen de bir hukuk devriminden söz etmek mümkün olabilir.

Atatürk’ün hukuk inkılâbı” dediğimiz büyük toplumsal olay, biraz evvel açıkladığımız özelliği taşıması itibariyledir ki, gerçek bir hukuk inkılâbı teşkil etmektedir. Çünkü Atatürk’ün hukuk inkılâbı, eski hukukun sistem olarak dayandığı temel kaynak ve ilkelerin terk edilmesini ve batı hukukunun, sistem olarak, temel ve ilkelerinin kabul edilmesini ve asıl önemlisi batı hukuk zihniyetinin benimsenmesini ifade etmektedir ve bu sebeple gerçek bir inkılâptır. Bu bakımdan da Gülhane Hatt-ı Hümayunu’ndan itibaren hukuk alanında batı modeline uygun olarak gerçekleştirilmiş girişimlerden, ıslahat hareketlerinden geniş ölçüde farklıdır. Gerçi bazıları Atatürk’ün hukuk inkılâbını bir kısım batı kanunlarının 1926 yılından itibaren iktibas edilmesi olarak anlamışlardır. Bu sebepledir ki, iktibas olunan bu kanunlarda geçen zaman içinde ortaya çıkan değişiklik ihtiyaçlarına karşı bir kısım inkılâpçılar hep olumsuz bir tutum içine girmişler, meselâ bir medenî kanunda yapılması öngörülen değişiklikleri âdeta Atatürk’ün hukuk inkılâbından sapma gibi telâkki etmişlerdir. Oysa yabancı kanunların iktibası yani “resepsiyon” olayı tarihte, devletler arasında çok sık olarak rastlanan bir olgudur. Bu konuya aşağıda avdet edeceğiz.

Atatürk’ün Hukuk İnkılâbı ve Millî Egemenlik:

Yukarda yaptığımız açıklamalar çerçevesinde, Atatürk’ün hukuk inkılâbının, hukuk sisteminin temeli yönünden yaptığı en büyük değişiklik, bir kere millî egemenlik kavramının hukukun temeli olarak kabul edilmiş bulunmasıdır. Gerçi 1876 yılında, devleti hukuka saygılı hâle getirmek, hukuk egemenliği yoluna girmek bakımından bir anayasa (Kanun-u Esasi) meydana getirilmişti. Hukuk devleti kavramının yerleşmesi bakımından bu hareketin bir aşamayı ifade ettiği muhakkaktır. Ancak aşağıda nakledeceğimiz hükümleri itibariyle bu anayasa millî irade ilkesine mutabık değildi ve bir hukuk inkılâbını ifade etmiyordu. Gerçekten 1876 Kanun-u Esasisi’-nin 3. maddesinde şöyle deniliyor: “Saltanat-ı Seniye-i Osmaniye Hilâfeti Kübrayı İslâmiyeyi haiz olarak sülâle-i Âli Osman’dan usul’ü kadimesi veçhile ekber evlâda aittir”.

4. Madde : “Zat-ı Hazreti Padişahî hasbel hilâfe dini İslâm’ın hamisi ve bilcümle tabaayi Osmaniye’nin Hükümdar ve Padişahıdır”.

5. Madde : “Zat-ı Hazreti Padişahı’nın nefsi Hümayunu mukaddes ve gayrı mesuldür”.

7. Madde : “Hukuk-u mukaddese-i Padişahî … Ahkâmı Şer’iye ve Kanuniyenin icrası…” nı içermektedir.

17. Madde : “Osmanlıların kâffesi huzuru kanunda ve ahval-i diniye ve mezjıebiyeden maada memleketin hukuk ve vezaifinde mütesavidir”.

87. Madde : “Deavi-i Şer’iye mahakimi ser’iyede ve deavi i nizamiye ma-hakimi nizamiyede rü’yet olunur.”

Bu hükümler göstermektedir ki ahkâm-ı şeriyeye uygunluk hukukun temel ilkesi olmakta devam etmektedir.

İşte Cumhuriyet’le birlikte hukuka temel ve kaynak teşkil edecek ana kavram değiştirilmiş ve böylece hukukta sistem değişikliği gerçekleştirilerek hakikî anlamda bir hukuk inkılâbının yolu açılmıştır. Yukarıda da açıklandığı üzere bu, çağdaş Cumhuriyet hukukuna karakterini veren temel kavram, millî egemenliktir. İstiklâl Savaşı’nın başlangıcından itibaren millî egemenlik teorisi fiilen kabul edilmiş ve egemenliğin tek ve yegâne sahibinin Türk milleti olduğu başlangıçta zımnen ve Cumhuriyet’in teşekkülünden sonra ise açık surette ifade edilmiştir. Bugünkü Anayasamız 6. maddesinde “Egemenlik kayıtsız şartsız Türk milletinindir” demektedir.

Millî Egemenliğin Bugünkü Anlamı:

Bilindiği üzere egemenliğin hukukta iki görünümü vardır: Dış egemenlik devletin bağımsızlığını, bütün diğer devletlerle eşitliğini ifade eder. İstiklâl Savaşı’nda Türk milleti “ya istiklâl ya ölüm” sloganını haykırdığında devletin tam bağımsızlığını bütün dünyaya karşı açıklamıştır. İç bakımdan egemenlik ise devletin ülke sınırları içinde en üstün ve yüksek, hiçbir kurumla paylaşılamayan, devredilemeyen, aslî, kayıtsız ve şartsız, zaman aşımına uğramayan iktidarını ifade eder. Ancak bu iktidar keyfî değildir; hukuk kurallarıyla ve en başta anayasanın hükümleriyle kayıtlıdır. Devlet iktidarının menşeini izah bakımından tarihen öne sürülmüş temel görüşler arasında, yeni Türk Devleti’nin dayandığı esas, millî egemenlik olmuştur. Millî egemenliğin çok kısa olarak anlamı ise şundan ibarettir: Egemenliğin tek, meşru kaynağı ve sahibi millettir. Yöneticiler ancak egemenliği kullanmak yetkisine sahip olabilirler. Böyle olunca da egemenlik ancak milletin temsilcileri marifetiyle kullanılabilir. Böylece millî egemenlik, millî temsil ilkesiyle birleşmiş olur.

Ülkemizde, İstiklâl Savaşı’yla birlikte millî egemenlik kavramı ortaya çıkmış ve 20 Ocak 1921 ‘den itibaren yürürlüğe giren bütün anayasa niteliğindeki metinlerde millî egemenlik anlayışı hâkim olmuştur.

1961 ve 1982 Anayasalarındak Milli Egemenlik Anlayışı:

Ancak Millî Kurtuluş Savaşı’ndan sonra meydana getirilen anayasaların millî egemenliğin temsili hususundaki anlayışı ile 1961 ve 1982 anayasalarının millî egemenlik anlayışları arasında esaslı farklar vardır:

1921 ve 1924 anayasaları Türkiye Büyük Millet Meclisi’ni egemenliğin kullanılmasında yegâne temsilci olarak kabul ediyordu. Böylece meclis üstünlüğüne dayalı millet iradesiyle meclis iradesini birbiriyle bütünleştiren, özdeşleştiren bir durum ortaya çıkmış bulunuyordu. Böyle bir meclisin yetkileri kısıtlanamaz; zira meclisin iradesini kısıtlamak, milletin iradesini kısıtlamak olur. Dikkat edilmelidir ki, bize İstiklâl Savaşı’nı kazandıran büyük Meclis’in kısıtlanamaz iradesinin bugünkü Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde de tecelli ettiği görüşünden hareketle meselâ Anayasa Mahkemesi kararlarının eleştirildiğine, mahkemenin kararlarıyla millet iradesine sınırlar konulduğuna işaret eden görüşlere rastlanmaktadır. Oysa 1961 ve 1982 anayasalarının egemenlik anlayışı, evvelkilere nazaran farklıdır: Egemenlik hiç şüphesiz kayıtsız ve şartsız Türk Milletinindir, bu bakımdan herhangi bir değişiklik yoktur. Böylece egemenlik hiçbir, güç veya kudretle paylaşılamaz. Hiçbir kişi kendisini millet yerine koyarak egemenliğin içerdiği yetkileri kullanamaz, kendisinde böyle bir yetenek bulunduğunu iddia edemez. Egemenliğin kendisine özgü vasıflarıyla mutlak oluşu onun yegâne sahibi olan millette tecelli eder. Ancak egemenliğin millet adına kullanılmasında, her yetki için olduğu gibi, kayıtlar vardır. Bu kayıtlar Anayasa’nın açık hükümlerinde ifadelerini bulmaktadır:

a) Bir kere Anayasa’nın 2. maddesine göre Türkiye Cumhuriyeti bir hukuk devletidir. Hukuk devletinde ise her yetki hukukun gösterdiği sınırlar içinde kullanılabilir.

b) Anayasa’ya göre kaynağını Anayasa’dan almayan bir devlet yetkisi kullanılamaz. Demek oluyor ki, millet adına kullanılan her yetki mutlaka kaynağını Anayasa’da bulmalıdır.

c) Anayasa’nın 6/2. maddesine göre “Türk milleti egemenliğini Anayasa’nın koyduğu esaslara göre, yetkili organlar eliyle kullanır”. Demek oluyor ki, egemenlik yetkileri Anayasa’da gösterilmiş, bir bakıma sınırlandırılmış organlar tarafından hukuk devletinin zorunlu kıldığı hudutlar içerisinde kullanılacaktır.

d) Devletin egemenliği, devlet faaliyetleri bakımından yasama, yürütme ve yargılama alanlarında kullanılır. Anayasa’nın II. maddesi ise bu konuda şu hükmü getirmiştir: “Anayasa hükümleri, yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını ve diğer kuruluş ve kişileri bağla yan temel hukuk kurallarıdır. Kanunlar Anayasa’ya aykırı olamaz”. Bu hüküm egemenliğin kullanılmasında, Anayasa hükümlerinin kesin sınırlar teşkil ettiğini ve millet adına egemenliğin kullanılmasının, yetkilerin Ana yasa’nın çizdiği sınırlar içinde kullanılacağını açık surette ifade etmektedir.

Atatürk’ün hukuk inkılâbı, elbette ki, o dönemde Türkiye’nin içinde bulunduğu şart ve ihtiyaçlara göre millî egemenlik görüşünü anlamlaştırmıştı.

Bu görüş, temelde, bugün de varlığını sürdürmektedir. Ancak günümüzde millî egemenlik kavramına, daha doğrusu millî egemenliğin kullanılması hususundaki özelliklere göre durum değişiktir. Vurgulayarak beyan edelim ki, Atatürk’ün hukuk inkılâbının temel ilkeleriyle bugün Anayasa’da millî egemenliğin ifade olunuşunun yönelttiği hukuka hâkim olması gerekli ilkeler arasında hiçbir fark yoktur ve 1982 Anayasası da Atatürk’ün hukuk inkılâbının ilkelerini aynen sürdürmektedir.

Atatürk’ün Hukuk İnkılâbında Temel Fonksiyon:

Atatürk’ün hukuk alanında gerçekleştirdiği yeniliklerin bir inkılâp olarak tanımlanmasını ifade eden ikinci temel sistem değişikliğini belirtmeden önce Atatürk’ün hukuk inkılâbında, hukuka düşen çok önemli bir fonksiyona işaret etmek istiyoruz. Bunu, hukukun, gerçekleştirilen bütün sosyal değişme hareketlerinin güvencesi, teminatı olarak kullanılmış bulunması şeklinde belirtebiliriz. Hukuk inkılâbımız sadece çağdaş anlamda bir devletin kurulması, sosyal hayatımızın çağdaş uygarlık çerçevesinde yaşayan milletlerin yaşam biçimleri doğrultusuna yönlendirilmesi, toplum düzenimizin geleneksel toplum biçiminden çağdaş sanayi toplum sistemi doğrultusuna sokulması anlamını taşımakta değildir. Bütün inkılâplarımızın ve yenilik hareketlerimizin muhafazası ve daha da ileriye götürülmesi için de hukuk en etkin bir araç rolünü oynamıştır ve hukuk inkılâbının temel özelliklerinden birisini de hukuka verilen bu rolde bulmak icap eder.

Günümüzün meselesi, söz konusu teminat veya müeyyidelerin bugün de fonksiyonlarını sürdürmelerine gerek olup olmadığıdır. Türk Ceza Kanunu’nun bazı maddeleri üzerinde yapılan tartışmaların temelinde aslında bu vardır. Bütün diğer inkılâpların varlıklarını, gösterilmesi sosyolojik bakımdan tabiî sayılan dirençleri bertaraf etmek bakımından hukuk inkılâbı etkin bir araç olmak rolünü oynamıştır. Bizce bugün de bu rolünü sürdürmektedir. Bu sebeple hukuk inkılâbının, bütün diğer alanlarda gerçekleştirilen yeniliklerin devam ettirilmesinin hem zorunlu şartını ve hem de güvencesini sağladığını belirtmekte hata yoktur.

Batı Kanunlarının İktibası:

Hukuk inkılâbından neyin anlaşılması gerektiğini yukarıda açıklamıştık. 1926 yılında ve takip eden dönemlerde bazı batı kanunlarının iktibas edilerek yürürlüğe konulmuş olması, Medenî Kanun’un, Ceza ve Usul Kanunlarının, Ticaret Kanunu’nun metin olarak batıdan iktibas edilip yürürlüğe konulması, elbette ki, toplum hayatı bakımından büyük bir olay, önemli bir yeniliktir; büyük bir sosyal değişme önerisidir. Söz konusu kanunlar toplumun yeni bir hayat düzeyine geçmesini sağlamak bakımından başvurulmuş araçlardandırlar. Ancak sadece bu kanunların alınmış olmasını hukuk inkılâbı olarak tanımlamak yeterli olmaz. Çünkü ülkemizde yabancı kanunların iktibası hareketine 19. yüzyılın ikinci yarısından sonra girişilmiştir. Ceza kanunu, usul kanunları, matbuat kanunları ve diğerleri 1850’lerden 1920’lere kadar batı kanunlarından tercüme veya iktibas suretiyle alınmış ve Osmanlı ülkesinde yürürlüğe konulmuşlardır ama bu hareket hiçbir zaman gerçek bir hukuk inkılâbı olarak telâkki edilmemiştir.

Nasçılığın Tasfiyesi:

Batı kanunlarının çok kısa bir zaman süresi içerisinde, bir arada, âdeta bir paket halinde iktibas edilmelerinin özel bir anlam taşıdığını elbette belirtmek gerekir. Bu anlam hukukta geleneksel doğu yaklaşımından çağdaş yaklaşıma hiçbir taviz verilmeden intikal edilmesini ve bu husustaki kararlılığı ifade eder. Olay bu bakımdan büyük anlam taşır ve sosyolojik analizlere konu teşkil etmelidir. Ancak alınan bu kanunlar zaman içerisinde bizzat bunları meydana getiren ülkelerde değiştirilmişlerdir ve bizde de, olayların zoru ile, mahallî ihtiyaçların baskısı ile esaslı değişiklikler geçirmişlerdir. Bugün Medenî Kanun’u çok geniş ölçüde değiştirmek istiyoruz ve Ceza Kanunu yerine yeni ve Türk toplumunun bugünkü gerçeklerinden esinlenen yeni bir kanunu ikame etmek için yaptığımız çalışmalar sona ermiş bulunmaktadır. Bizde bazıları Medenî Kanun’un bir noktasına bile dokunulmasını âdeta inkılâba ihanet gibi telâkki ederken İsviçre bu kanunda çok esaslı değişiklikler yapmıştır ve yapmakta devam etmektedir.

Önemli olan yukarda da işaret ettiğimiz gibi yaklaşım değişikliğidir: Hukuk inkılâbını bağladığımız ve sistemi değiştiren yeni yaklaşım, mevzuatta ve tatbikatta çağdaş batı hukuk anlayışını hareket düsturu haline getirmek olmuştur ve Atatürk’ün hukuk inkılâbının temel taşlarından birisi budur. Bu anlayış hukukun ve hukuk kaynaklarının temeli olarak nasçılığı bertaraf etmek ve millî egemenliği esas almaktır. Böyle olunca hukukun ilham alacağı kaynağın sadece hayat ve onun zaruretleri olması icap ettiğini ve bunun için de medenî ülkelerce kabul edilmiş üstün hukuk ilke ve ölçülerine egemen esaslar olarak uymak ve bunları muhafaza etmek gereğini hukuk inkılâbı ifade etmektedir. Çağdaş hukuk zihniyeti, yazılı hukuk kuralları meydana getirilirken, uygar ülkelere ortak üstün hukukî ve insanî değerleri, toplumun o günkü ve ileriye yönelik ihtiyaçlarını göz önünde bulundurmayı ve pozitif bilim zihniyetinin ve felsefesinin gereklerine uymayı emreder. Mevzuatın toplumun o günkü ve geleceğe yönelik ihtiyaçlara göre tertibi ve zaman içinde değişmesi bu zihniyetin gereğidir. Böyle bir tutum her türlü ilkenin inkârı ve zaman ve mekâna göre oportünistçe hareket edilmesi anlamını taşımaz. Çünkü çağdaş uygar ülkelerde ortak hukukun bugün artık milletlerarası hukuk belgelerinde, insan hakları bildiri ve sözleşmelerinde açıkça ifade edilen üstün ilkeleri ve kavramları vardır; bunlara medenî olduğunu iddia eden her ülkenin hukuku uyacaktır. Naslar bunlara uyulmasını engellemeyecektir.

İşte 19. yüzyılın batı kanunlarını iktibas etme hareketi ile Atatürk’ün hukuk inkılâbı arasındaki temel ayrılığı sözünü ettiğimiz temel yaklaşım farkı oluşturmaktadır. 1856 yılında Hıristiyan bir devletin ceza kanununu oluşturan Fransız Ceza Kanunu Osmanlı İmparatorluğu’nca “Ceza Kanunname-yi Hümayunu” olarak iktibas edildiğinde daha birinci maddeye kanunun Halifeye ait tâziratı şar’iyeyi göstermekte olduğu ve herhalde ahkâmı şer’iyenin mahfuz bulunduğu belirtilmiş ve böylece batı kanunu alınırken, batı hukuk zihniyetini reddeden, onunla zıddiyet halinde bir düşünce hemen kanunun I. maddesine yerleştirilmiştir. Atatürk’ün hukuk hareketinde ise bu türlü tavizlerin reddolunması ana yaklaşım direktifini oluşturmaktadır.

Hukuk İnkılâbını Yerleştirme:

Gerçek hukuk fiilen uygulanmakta olan hukuktur. Hukuka şeklini uygulama verir. Bu sebeple uygulama yönünden çağdaş hukuk anlayışına ulaşmak için, uygar milletlere ortak hukukun gerektirdiği zihniyeti taşıyan bir hukukçu neslin yetişmesi zorunlu idi. Bu ise elbette ki, bir zaman ve imkân meselesidir. îşte bu noktada Atatürk’ün kavrayıcı ve gerçekçi kimliği kendisini göstermektedir: Atatürk bu maksatla yeni bir hukukçu neslinin yetiştirilmesine her şeyden ziyade öncelik veriyor ve Ankara Hukuk Mektebi’nin açılışı törenindeki söylevinde şu hususları belirtiyor: “Milletimizi inhitata mahkûm etmiş ve milletimizin feyyaz sinesinde devir devir eksik olmamış olan teşebbüs erbabını, cehit ve himmet erbabını en nihayet meftur ve münhezim etmiş olan menfî ve kahir kuvvet şimdiye kadar elinizde bulunan hukuk ve onun samimî muakkipleri olmuştur. Belki ağır ve cesurane olan tarihî müşahedemin güzide heyetiniz içinde ve Cumhuriyet hükümetinin bugün hizmetlerinden istifade etmekte olduğu kıymetli memurlar ve hâkimlerimiz içinde kimsenin hayretini mucip olmayacağına eminim … Eski hukukun ve onun müntesiplerinin yeni inkılâp devremizde bizzat bana çıkardıkları müşkülâttan misal getirmeye kalksam sizi tasdi etmek tehlikesine maruz kalırım”. Bu ifadelerden de anlaşılmaktadır ki, Atatürk hukukta gerçekten bir inkılâp istemektedir. Eski hukukun, dayanakları ve ilkeleri itibariyle bir kenara bırakılmasını ve yepyeni esaslara dayalı yeni bir hukuk sistemine geçilmesini amaçlamaktadır.

Hukuk konusunda tecrübeleri olanlar bilirler ki, hukukçu, ülkesinde geçerli hukuk sistemine göre yetişkinlik kazanır ve o sistemin gerektirdiği zihniyeti taşır. Nitekim Atatürk’e girişmek istediği inkılâp hareketlerinde, eski hukukun gereklerini söz konusu etmek suretiyle muhalefette bulunanlar aslında yetiştirildikleri hukukçu zihniyetini ifade etmekten başka bir şey yapmamışlardır. Ancak Atatürk o büyük dehasıyla hukukçunun toplumsal gelişmenin temel unsurlarından birisi olduğunu görmüş ve bu bakımdan yeni hukuk düzenine uygun zihniyet taşıyan hukukçular yetiştirmenin hayatî önemine ifade etmek istemiştir. Nitekim 1 Mart 1924 tarihinde Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde yaptığı konuşmada bu hususa isabetle işaret etmiştir: “… fakat bundan daha mühim olan nokta adlî telâkkimizi, adlî kanunlarımızı, bizi şimdiye kadar şuurî, gayrı şuurî tesir altında bulunduran asrın icabatına gayrı mutabık rabıtalardan bir an evvel kurtarmaktır”. Bu ibarenin açık seçik anlamı yeni bir hukuk sistemine geçmek ve onun gerekli kıldığı zihniyeti egemen kılmaktır. Bu bakımdan da en önemli ilke nasçılığın bertaraf edilmesi ve millî iradeye tabî olunmasıdır. Nasçılıkla mücadele etmek zaruretini Atatürk Büyük Nutkunda şu suretle ifade etmiştir: “İlk Teşkilât-ı Esasiye Kanunu’nu hazırlayanlara bizzat riyaset ediyordum. Yapmakta olduğumuz kanunla ahkâmı şer’iye-nin bir münasebeti olmadığını anlatmaya çok çalışıldı. Fakat bu tâbirden kendi zuumlannca bambaşka mana murat edenleri ikna mümkün olmadı”.

Atatürk’ün bu şikâyetlerini iyi anlamak lâzımdır: Atatürk Türk toplum yapısını gelenekçilikten hareketliliğe yöneltmek, Türk toplumunu çağdaş hayat düzeyine ve toplum sistemine geçirmek hedefini güdüyordu. Gelenekçi, sosyal değişme hızı kesilmiş, ekonomisi ilkel bir tarım teknolojisine dayalı bir tarım toplumunun sanayi toplumu haline dönüşmesini, böylece Türk insanının lâyık olduğu refah düzeyine ulaşmasını ve batının sömürüsünden kurtulmasını amaçlamakta idi. Türk inkılâplarının tümünün hedefi budur. Oysa böyle bir hedefe nasçılığa dayalı bir hukuk ile ulaşılamaz. Nasçılığa dayalı bir hukukun hedefi durağan bir toplum yaratmak ve toplumsal sistemi geleneksel niteliği içerisine hapsetmektir. Böyle bir hukuk, toplumu yeniliklere kapatır; en azından yeniliği büyük ölçüde zorlaştırır. Oysa Atatürk inkılâplarının temel hedefi Türk toplumunu çağdaş medenî toplum düzeyine çıkarmak, yani geleneksel toplumsal sistemi bütünüyle değiştirmek idi. Böyle olunca da nasçılığı reddeden millî iradeye ve millî temsil sistemine dayanan yeni bir hukuk ve onun gereği olan zihniyet bütün Atatürk inkılâplarının zarurî temel şartını oluşturuyordu.

Atatürk’ün hukuk alanında gerçeğe dayanan ve çağdaş medeniyetin temellerini oluşturan esasları egemen kılmak yolundaki hareketlere engel olmaya gayret eden hukuk zihniyetinden ve bu zihniyeti temsil edenlerden şikâyet etmesinin sebebi budur. Atatürk’ün hukuku, muhafazakârlığı temel değer telâkki ederek yeniliği durdurup statik bir toplum düzeyini muhafaza etmek için kullanmayı öğütleyen eski hukuk sisteminden ve onun zihniyetinden kurtarmak amacıyla yaptığı şey işte bu gerçek hukuk inkılâbıdır. Atatürk inkılâbı çerçevesinde çağdaş hukukun temel karakteri ve fonksiyonu, toplumu mümkün olduğunca muhafaza ederek durağan bir toplumsal sistemi egemen kılmak değil ve fakat topluma ve insanlara hareket sistemi sağlamak suretiyle yenilik yollarını açmaktır. Yeniliği tıkayan unsurları bertaraf etmektir.

Hukuku nasçılıktan kurtararak millî egemenliği tesis etmenin aslî şartı ise lâiklik ilkesini devletin değişmez niteliği ve vasfı olarak kabul etmek ve yerleştirmektir. Atatürk inkılâbı, lâiklik ilkesi tam manasıyla yerleştirilmedikçe, 1839 Tanzimatı’ndan itibaren yürütülmesine girişilmiş ıslahat hareketlerinin istenen sonuçlara götüremeyeceğini açık ve seçik olarak tespit etmiştir.

Bu sebeplerdir ki, çok akıllı ve plânlı bir biçimde lâikliğin devlet hayatında ve hukukta egemen olmasına giden yol açılıp temizlenmiştir. Lâiklik ilkesi kelime ve metin olarak Teşkilât-ı Esasiye Kanunu’na 1937 yılında girer. Ancak gerçek anlamda lâiklik 1924 Teşkilât-ı Esasiye Kanunu’nun yürürlüğe girdiği andan itibaren devlet hayatında fiilen uygulanmıştır. 1928 yılında devletin dininin İslâm olduğu, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin şeriatı tenfiz yükümlülüğünde bulunduğu hususundaki hükümler, milletvekillerinin Cumhurbaşkanı’nın yeminlerindeki dine atıflar anayasada yer almış “zevait” (gereksiz fazlalıklar) gibi tanımlanarak kaldırılmıştır. 1928 yılında Anayasa’da yapılan bu değişikliğe ait gerekçede aynen şöyle denilmiştir: “… Esbabı mesrudeye binaen lâik devletin esas telâkkisine münafi fıkraların teşkilâtı esasiyeden tayyı teklif olunmuştur… Muasır medeniyet hukuku ammesinde, milletin hâkimiyetinin tecellisine medar en mütekâmil devlet şeklinin lâik ve demokratik cumhuriyet olduğu müsellimattandır”.

Bu yazımıza bir özetle son vermek istersek diyeceğiz ki:

Hukuk inkılâbı aslında hukuk sisteminde temelden değişiklik demektir.
Hukuk sisteminde değişiklik hukukun ana kaynak ve temel ilkelerinin değişmesi anlamına gelir.

Atatürk’ün hukukunda yapısal değişme, millî egemenliğin hukukun ana kaynağı olmasıdır.

Bu ilke zarurî olarak nasçılığın bertaraf edilmesini gerektirir.
Hukukta nasçılığın bertaraf edilmesinin aracı ise lâikliğin kabulüdür.

O halde dün olduğu gibi bugün de Türk milletinin millî egemenlik ve lâiklik ilkelerine sımsıkı sarılması,

Atatürk’ün gösterdiği hedefe ulaşabilmenin temel şartıdır.

Bu aynı zamanda Atatürk inkılâplarına sadakatin gereği ve bağımsızlık ve milletçe mutluluğumuzun temel şartıdır.