Etiket arşivi: kapitalist sistem

CHP’nin VİZYON BELGESİ 

Prof. Dr. OĞUZ OYAN
SOL PORTAL 2022-26

İkinci Yüzyıla Çağrı” başlığıyla büyük bir gösteri biçiminde düzenlenen toplantıda CHP yeni Vizyon Belgesi’ni açıkladı. 3 Aralık’ta sunulan ve bizce henüz bütünlüklü bir vizyon belgesine dönüştürülmüş gözükmeyen bildirilerin temsil ettiği şeyi belki önümüzdeki aylarda daha ayrıntılı görmek ve tartışmak fırsatını buluruz. Bu bildirilerin bütünlüklü bir ekonomi programına dönüşüp dönüşmeyeceği, dönüşürse CHP eliyle mi yoksa 6’lı Masa eliyle mi olacağı herhalde yakın zamanda açıklığa kavuşur. Yakın zamanda diyorum, çünkü seçimlere geri sayım başladı ve bu tür işler için zaman giderek daralıyor.

BİRAZ TARİHÇE

3 Aralık toplantısının değerlendirmesine girişmeden önce bunun tarihsel örneklerini kısaca gözden geçirmek yararlı olabilir. SHP/CHP hareketi 1980’lerden çıkıştan itibaren (başlayarak) bu tür vizyon belgeleri düzenlemeye girişti. Bunlardan birincisi 1989’da SHP’nin genel sekreteri D. Baykal koordinasyonunda bir grup bilim insanı, ekonomi bürokratı ve partili iktisatçının oluşturduğu komisyon aracılığıyla gerçekleştirildi. Sonradan izleyecek örneklerine kıyasla daha ayrıntılı, daha bütünsel ve daha radikaldi. Bu program, 1991 sonunda DYP-SHP koalisyonu protokolünün oluşma sürecinde gevşetilecekti. Malum, koalisyonun büyük ortağı DYP olacaktı, Başbakan DYP’den çıkıyordu ve CHP –hangi akla hizmetse– ekonomiyle doğrudan ilgili hiçbir bakanlık ve müsteşarlık/başkanlık talep etmemişti! Bununla birlikte, koalisyon protokolünde hala birçok şey kurtarılmış gibiydi. Kısa süre oluşturulan Hükümet Programında ise SHP ekonomi programının aşındırılması biraz daha fazla olacaktı. 1993’te başbakanın T. Çiller olduğu yeni DYP-SHP koalisyonunun hükümet programı ise SHP adına daha fazla fire verilmesiyle sonuçlanacaktı. Gerçi SHP’den artık kimsenin bunları dert etmediği bilinmekteydi; koalisyonun ve bakanlıkların paylaşımının sürmesi ana hedef haline gelmişti. Esasen (Gerçekte) uygulama da başından itibaren (bu yana) protokollerin önüne geçmiş, özelleştirilmemesi düşünülen stratejik KİT’ler de özelleştirme programı içine alınmıştı. Bu koalisyon döneminde, ANAP döneminde 1986-1991 yıllarında gerçekleştirilen özelleştirmelerden daha çoğu yapılacaktı.

CHP’nin parlamento dışı kaldığı 1999-2002 döneminde yeniden güçlü bir ekonomi programı hazırlıklarına girişilecekti. Bu program, IMF’nin 2000’den itibaren (başlayarak) bölüşüm ilişkilerinde, kamu varlıklarının talanında yol açtığı tahribatın (yıkımın) giderilmesine odaklanmaktaydı. IMF programına karşı çıkar gibi yapan AKP’den kuşkusuz çok daha tutarlı bir karşı çıkışı da içermekteydi ve bu zeminde ciddi bir iktidar alternatifi (seçeneği) yaratma potansiyeline sahipti. Bunun da önü, 57. Hükümetin dağılmasını hızlandıran K. Derviş’in bu kez CHP’ye transferiyle kesildi. Genel başkan yardımcısı yapılan ve “Bilim, Yönetim ve Kültür Platformu” başkanlığına getirilen K. Derviş SHP’nin hazırladığı programı baştan aşağı değiştirip IMF programıyla uyumlu duruma getirmekle işe koyuldu. Bu da CHP’nin iktidar adayı olarak iddiasını tamamen (tümüyle) yitirmesine ve ibrenin sahte IMF karşıtlığı yapan AKP’ye dönmesine yol açtı. Sonuç zaten biliniyor.

Şimdi üçüncü kez, “iddialı” olduğu söylenen bir ekonomi programı hazırlıkları yapıldığı izlenimi verilmek isteniyor. Ancak burada, koalisyon ortaklarının veya dıştan güdümlü kişiliklerin sonradan “oyun bozan” olarak sahneye çıktığı bir durumdan söz edemiyoruz. Hazırlıkları yapılan “vizyon belgesi’ başlangıçtan itibaren (beri) sistemle tam uyumlu bir program olarak ortaya çıkıyor. 6’lı Masa’dan bu programa bir itiraz gelmesi pek mümkün (olanaklı) görünmüyor; elbette “koalisyon” icabı (gereği) olarak herkes bazı (kimi) fırça darbeleri vurmak isteyecektir ama bunların öze dokunmayacağı şimdiden söylenebilir. Bu arada AKP’ye tıpkı 2002’de olduğu gibi ciddi bir koz verilmek üzere olunduğunu görmemek de mümkün değil. AKP’nin 2016’ya kadar  (dek) doğrudan ve dolaylı olarak IMF programları uygulayan bir parti olması durumu değiştirmiyor; seçmenin -özellikle de AKP seçmeninin- genel ortalaması bu bağlantıları kurabilecek düzeyde değil. Dolayısıyla AKP yönetimi bugün de çıkıp, “muhalefet IMF güdümlü bir neoliberal program uygulamaya hazırlanıyor, biz ise yerli bir modeli inşa ediyoruz” diyebilecek konuma kolayca yerleşebiliyor. Nitekim bunun salvolarını şimdiden atmaya başladı bile. Üstelik 6’lı Masa partilerinden bazıları IMF programının aslının ve gölgesinin geçerli olduğu dönemlerde ekonomi sorumluluğunu üstlenmiş siyasetçileri barındırıyor; dolayısıyla AKP döneminin ilk yarısı dokunulmaz tabu düzeyinde bulunuyor. (AKP yönetiminin bile kendi ilk dönemini göklere çıkarıyor olmasındaki çelişkinin algılanma düzeyi çok düşük kalacaktır).

BİRAZ AYRINTI

İlk soru şu olmalı: Bu cafcaflı tanıtım kime yönelikti? Öncelikle iç ve dış sermayeye yönelik olduğu açık olmalı. Dünya kapitalist sisteminden ve onun cari birikim modelinden kopuş olmayacağının, AKP döneminin son yıllarındaki bazı “yoldan çıkmaların” düzeltileceğinin güvencesini vermek üzere kurgulanmış bir “vizyondu” bu. Toplantının İstanbul’da yapılması bile bunun işaretiydi: Yerli-yabancı sermayenin ve medyanın en çok rağbet göstereceği mekân olduğu düşünülmüştü. Yoksa toplantıda “bildiri” sunanların üçü yurtdışından gerisi ise Ankara’dan katılmışlardı buraya, yani daha kestirme adres Ankara olmalıydı aslında!

Elbette hedeflenenler arasında, CHP’den bir şeyler bekleyen kendi örgütü ve seçmen kitlesi ile 6’lı Masa partileri de bulunmaktaydı. İktidara karşı da bir gövde gösterisi yapılması hedeflendiyse eğer, AKP’nin bu toplantıdan herhangi bir kaygı duyması için bir neden yoktu, hatta daha önce belirttik, iktidara ummadığı bir koz da veriliyordu.

İktidarın eteklerinde semiren sermayedarlar dışındaki büyük sermaye kesimlerinin de CHP’nin bu sürpriz değeri taşımayan “vizyon belgesini” destekleyeceklerini kolayca öngörebiliriz. Nitekim bunun da bir işareti olarak 4 Aralık’ta Adana’da düzenlenen buluşmada TÜSİAD ve TÜRKONFED eski başkanları iktidara daha açık eleştiri yöneltme pozisyonuna geçiyorlardı (5 Aralık 2022 tarihli Cumhuriyet). Her durumda, 3 Aralık’taki “belgenin vizyonu” sermayenin ufkuna göre ayarlanmıştı.

Bu toplantı konusunda iki farklı TV kanalına sıcağı sıcağına yaptığım yorumlarda, esas olarak burada yazdıklarımı söylerken, CHP’nin Türkiye dahilinden (içinden) hem çok nitelikli hem de mevcut (varolan) ekonomik sisteme karşı net eleştirel konumları benimsemiş olan iktisatçılarla çalışma fırsatını kullanmamasını da eleştirmiş ve önümüzdeki süreçte bu yöne kayması gerektiğini ifade etmiştim. Gerçekleşmesini elbette mümkün görmediğim bu öneriyi aslında değerlendirmemin daha geniş kitlelere ulaşması bakımından önemli bulmuştum ve aynı zamanda neoliberal birikim modeline eleştirel konumlarından hiç ödün vermeyen Türkiye’nin saygın iktisatçılarının görmezden gelinmesine dolaylı tepkimi de ifade etmiştim. Kuşkusuz bu saptamamız, toplantıya katılan iktisatçıların akademik düzeylerine bir eleştiri değildir; neoliberal iktisatın ideolojik çerçevesi dışına çıkılamamasına bir eleştiridir.

Ama şimdi şunun altını daha kalın çizmenin zamanıdır: CHP liderinin ve yönetiminin bu toplantıda benimsediği vizyon ve kadro son derece bilinçli seçilmiştir ve CHP içinden veya sol kesimden gelecek tepkilere göre yeniden biçimlendirilebilecek bir esneklik taşımamaktadır. İç ve dış sermayeye güven vermenin, dışarıdan büyük borçlanma kaynaklarına ulaşabilmenin yolu-nun buradan geçtiğine inanılmaktadır. Daha önceleri de yazmıştım: IMF’siz bir IMF programının mümkün olabilmesinin tek koşulu, iç tepkilerin olmadığı bir durumda, dış kaynak sorununun halledilebilmesidir.

  • Ancak sorun şu ki; yeni dünya konjonktüründe ve Türkiye’nin dış borç yükünün ve temerrüt faizlerinin (CDS oranları) böylesine yüksek olduğu bir ortamda, bol ve ucuz dış kaynak yok.

Hele uluslararası fonların, dürüst yöneticilerin işbaşında olacağı bir ülkeye ve onun kalkınma aşkına sempati duyarak Türkiye’ye “iyiliksever” ve “temiz” mali sermayelerini akıtacağı bir dünya hiç yoktur. (Belki “Alice harikalar diyarında” olabilir).

AKP’nin benimsediği dış kaynaklara dayalı bağımlı büyüme modelini sürdürmeyi öngören bu “CHP vizyonunun” aslında çok önemli bir işlevinin olması da beklenmektedir: Sermayeyi karşısına değil yanına almak. Çünkü Türkiye’nin büyüyen ve CHP’nin bu programıyla daha da büyüyecek olan kaynak sorununu, içerde sermayeye yük aktarmadan çözebilmenin yegâne (biricik) can simidinin, yeni devasa dış borçlanma kaynaklarına erişebilmek olduğu hesabı yapılmaktadır. Öyle anlaşılıyor ki, dışa açık ekonomi koşullarını koruyarak, ama bu koşullarda hem sermaye sınıfını korkutup yurtdışına kaynak transfer etmesine yol açmayarak hem de onun siyasal desteğini alarak iktidarda kalabilmenin koşulları yaratılmaya çalışılmaktadır. Açıkçası bu pozisyon (konum), İYİ Parti iktisatçılarından Prof. Bilge Yılmaz’ın “gerekirse sermaye hareketleri kontrol edilir” çıkışından çok daha geridir. (Gerçi -muhtemelen sermaye tepkileri üzerine- onun da sesi duyulmaz olmuştur). Ayrıca başlangıç koşulları, AKP’nin ilk iktidara geldiği dönemdekinden (131 milyar dolar dış borç) çok daha ağırdır (450 milyar dolar) ve ulusal gelire oranla dış borç yükünün yeni bir tırmanmaya izin vermesi pek güçtür.

Toplantıya katılanlar arasında sadece (yalnızca) Prof. Hakan Kara sunumunda “vergi istisna ve muafiyetlerinin” önemli yekûn tuttuğuna ve burada bir kaynak potansiyeli olabileceğine geçerken değindi. Evet doğru; bu konuyu ben ve sevgili meslektaşım Prof. Aziz Konukman bıkmadan gündeme getiriyoruz. (Bkz. 22 Kasım tarihli Sol Haber yazım). 2023 Bütçesinde “vergi harcaması” olarak verilen büyüklük 994 milyar TL’dir ve vergi gelirlerinin %31’ine denk gelen bu tutarın büyük bölümü sermayeye tanınan vergi ayrıcalıklarından oluşur. Şimdi soru şudur: Sermayeye tanınan vergi ayrıcalıklarının salt yarısından vazgeçilmesi bile sermaye kesimi ile bir kol güreşini gerektirirken CHP buna var mıdır? Hele 6’lı Masa bu hazır olabilir mi? Eğer olumlu yanıt verilemiyorsa, dışardan borç bulmak için niçin bu denli gayretkeş (çabalı) olunduğu da anlaşılacaktır. Ama bu hem çok zordur hem de yeni bağımlılık ilişkilerinin göze alınmasını gerektirir. 

SONUÇ

Son 30 yılda Cumhuriyetin kurucu siyasetinin, bırakalım sistem alternatifi (seçeneği) çözüm önermeyi, bir iktidar alternatifi olabilme potansiyelini bile elinden 3. kez kaçırmak üzere olduğu bir süreçten geçiliyor olabilir. Umalım ki; genel ekonominin ve halkın ekonomisinin bu denli kötüye gittiği, hukukun ve dürüst siyasetin bu denli aşındırıldığı bir dönemde bu saptamalarımız bir uyarıdan ibaret kalır ve dinci-otokratik hareketin iktidarı yitirme süreci geri döndürülemez bir mecraya girer.

Ama her durumda, sayılan tüm bu nedenler de bizlere gösteriyor ki, mevcut siyasi ittifaklar dışında bir sosyalist güç birliğine olan ihtiyaç da artık ekmek su kadar elzem olmuştur.

Sömürü, saygısızlık, sopa

Ekonomik buhranı, adeta bu konuda bir yemin etmişcesine daha da koyulaştıran ve kontrolü tamamen elinden kaçırmış görünen rejim, öylesine “ne yaptığını bilmez” bir ruh hali içine düştü ki, ekonominin dümenindeki “pırıltılı – ışıltılı” şahıs, “Tercihimizi bir avuç azınlıktan yana, ezilen-sömürülen-yoksullaştırılan çoğunluğun aleyhine kullandık” diyecek kadar terbiyesizleşebiliyor.

Kapitalist sistemin nasıl çalıştığı ve devletin baskıcı gücünü kullanarak, hakim sınıflar üzerinden sömürüyü nasıl hayata geçirdiklerini adeta “paşa paşa” itiraf anlamına gelen bu sözler, çaresizliğin en sade biçimde itirafıydı. Bir yandan da asla “utanmadıklarının” somut bir tezahürüydü, tabii.

Geniş halk kitlelerini yoksullaştırıp, bir lokma ekmeğe muhtaç edip, ulusal para birimini “pula” çevirip, belki de kendileri gittikten sonra bile ekonomiyi uzun süre rayına sokulamayacak hale getirdikleri yetmiyormuş gibi, bir yandan da halka tepeden bakmayı “hakaret ve küfür” boyutuna taşımaktan da çekinmiyorlar. Hani o İngilizce’nin bu durumlara cuk diye oturan “Adding insult to injury” (yaraladığı birine, bir de hakaret etmek) deyimi vardır ya… İşte, tam da onu yapıyorlar.

Bu ülke insanlarının vergileri ile maaş alan, üstelik “namus ve şeref üzerine hizmet yemini” etmiş bir şahıs, üstelik sık sık “Ben sizin efendiniz değil, hizmetkârınızım” diyen bir şahıs, kendisini ve icraatını beğenmediği için protesto etmiş milyonlarca kadına ve erkeğe “Çürükler!.. Sürtükler!..” diye bağırabiliyor. Tekrarlamaktan utanmadıkları yalanlara (Kabataş yalanı, camide içki yalanı, teröristler yakıp yıktı yalanı) bir yenisini daha ekleyerek, “Camilerimizi yaktılar” yalanına başvurmaktan da çekinmiyor. Hattâ, hemen akabinde yandaşları, “Gezi’de ağaçları da yaktılar” yalanı ile şakşakçılık ve yardakçılık ederek “tüy” dikiyor.

Hak arayan herkese, anayasal hakkını kullanarak itirazını dile getirmeye çalışan herkese, faşist rejimlerin tipik refleksi olarak şiddet kullanmaktan, her gördükleri yerde “devletin sopasını” kullanmaktan da asla çekinmiyorlar. Anayasa’nın 34’üncü maddesi ve 2911 sayılı yasadan kaynaklanan toplantı ve gösteri yürüyüşü hakkı “her görüldüğü yerde kafası ezilmeli” mantığı ile engelleniyor.

Sadece geçen 3 gündür;

İstanbul Okmeydanı Fetihtepe’de kentsel dönüşüm gerekçesi ile evlerinden atılıp elektriği – suyu – gazı kesilen yoksullar,

İstanbul Çekmeköy’de zaten 3-5 metrekare bırakılmış yeşil parklarına sahip çıkmak isteyen mahalle halkı,

Arkadaşlarının işten atılmasını protesto eden Enerji-Sa emekçileri,

TÜİK’in önüne giderek “halkın kandırılmasına alet olmayın” diye seslenmek isteyen Birleşik Kamu-İş sendikası mensupları,

Diyarbakır’da gazetecilere toplu gözaltını kınayan basın emekçileri copla, gazla, gözyaşartıcı bomba ile, dayakla, küfür ve hakaretle karşılık buluyor.

Bütün bu demokrasi ayıplarını, insanlık cinayetlerini görüntüleyip kamuoyuna aktarmak isteyen basın emekçileri itilip kakılıyor, tekme tokat yerlerde sürükleniyor. Medyanın haber alma ve kamuoyuna verme hakkı ihlal ediliyor.

Hani, bizim nesil yurtsever ve sosyalistlerinin 1970’lerde sıkça kullandığı bir slogan vardı:

  • “Zam, Zulüm, İşkence, İşte Faşizm!..”

Bugünlerde, adeta bunun 2022 versiyonu üretiliyor:

  • “Sömürü, Saygısızlık, Sopa, İşte Faşizm!..”

Ağzını açana, hak arayana, itiraz edene, zulme karşı çıkana, devlet tüm gücü ile “kafa ezme” harekatına başvuruyor. Basın kuruluşlarına BİK (Basın İlan Kurumu) ambargosu, RTÜK (Radyo Televizyon Üst Kurulu) sansürü ve cezaları, sosyal medyaya getirilmek istenen yasaklar, mesela TELE1’e borç bahanesi ile lisans iptali tehdidi de bunların “mütemmim cüzü” olarak devrede.

Bunların hepsini alt alta toplayınca, “gidici zihniyeti”nin iyice sırıttığına tanık olmaktayız.

Tarihi azıcık okuyup araştırsalar, bunların nafile çabalar olduğunu görecekler de…

Buna tenezzül edecek halleri bile yok artık.

Nafile!

Yenilecek ve gideceksiniz.

O yüzden sandığı geciktiriyor, sandığı halktan kaçırıyorsunuz.

O sandık, er ya da geç gelecek.

Mukadder sonunuzdan kaçış olmadığını, o gün anlayacaksınız.
***
Ertuğrul Karakaya (1955-1977)

Çarşamba günü, bir yiğit yoldaşımızı, kısacık ömrünü faşizme karşı mücadeleye adayıp toprağa düşen bir devrimciyi andık. Darüşşafaka yıllarından sevgili arkadaşım, ODTÜ’de 1977 “Rektör Hasan Tan’a karşı direnişin” bayraktarı Ertuğrul Karakaya kardeşimiz, aynı bugünleri yansıtan koşullarda mücadele sırasında hayatını kaybetti.

Ufacık cüssenin içinde kocaman ve devrime adanmış bir yürek çarpıyordu.

Onu sırtından vuran devlet gücü, ambulansın gelişini bile engellemeye, cenazesine bile engel olmaya kalkmıştı. Ertuğrul’a ve anti faşist mücadele ile devrim yolunda gözünü kırpmayan tüm yoldaşlarımıza selam olsun.

Salgın zengini zenginleştirdi

Mehmet Ali Güller
Mehmet Ali GüllerCumhuriyet, 15 Ekim 2020

Salgın zengini zenginleştirdi

Salgının ekonomi politiği konusunda bu köşede daha önce birkaç makale yazmıştık. Özetlersek, o yazılardaki tezlerimiz şunlardı:

1. Virüsün bulaşıcılığı da tedavisi de sınıfsaldır: ABD’de salgında “Siyahların ve Hispaniklerin daha çok ölüyor olması” etnik değil, sınıfsal bir meseledir. Bağcılar ve Esenler’de vaka oranının, İstanbul’un diğer semtlerine göre çok daha yüksek olması, sınıfsal nedenledir.

2. ABD başta pek çok ülkede salgın nedeniyle açıklanan ekonomi tedbir paketleri, halkı desteklemek için değil, şirketleri, kapitalist sistemi desteklemek içindi.

3. Halk açısından daha vurucu kriz, salgın ilerledikçe ve hatta salgın kontrol altına alındıktan sonra ortaya çıkacak: Egemen sınıflar, salgın krizinden sonraki ekonomi krizini aşabilmek için krizin yükünü her zaman olduğu gibi emekçi sınıfların sırtına yükleyecek.

Bu tezleri dile getirdiğimiz makalelerimizi nisan ayında yazmıştık. 6 ay sonra bir durum değerlendirmesi yapabiliriz. Çünkü elimizde yeni veriler var.

İşte o verilere göre, “salgının ya da virüsün ekonomi politiği” dediğimiz konuda, iki yeni tez daha ileri sürebiliriz:

Salgın zenginlere yaradı

1. En zengin Amerikalı milyarderlerin mal varlıkları, salgında ortalama yüzde 50’ye yakın oranda arttı. Yani salgın, zenginlere, hatta daha çok “en zenginlere” yaradı.

İşte o milyarderlerin bazıları ya da en zenginlerin en zenginleri:

Amazon’un sahibi Jeff Bezos’un serveti, bu yılın başında 113 milyar dolardı. Bugün servetine 73 milyar dolar daha eklenerek 186 milyar dolara çıktı!

Facebook’un sahibi Mark Zuckerberg’in 54 milyar dolar büyüklüğündeki servetine yılbaşından bu yana 46 milyar dolar eklendi ve 100 milyar dolara çıktı!

Tesla’nın sahibi Elon Musk’ın 25 milyar dolarlık serveti, bu süreçte 92 milyar dolara çıktı!

Yine ABD medyasındaki haberlere göre salgın sürecinde “daha az zengin olan” Michael Bloomberg ve Charles Koch gibi dolar milyarderleri de servetlerine 7 milyar dolar daha eklemiş oldular.

Yoksullar daha da yoksullaştı 

2. Salgın, yoksul sayısını artırdı. ABD’de en zenginler zenginleşirken işsizlik arttı, yardım için başvuran Amerikalıların sayısı yükseldi, kısacası halk yoksullaştı; yoksullar daha da yoksullaştı.

En zengin 50 ABD’linin toplam serveti, tam 165 milyon ABD’linin toplam servetine denk. 165 milyon Amerikalı, toplam Amerikalıların neredeyse yarısı. Yani yalnızca 50 ABD’li, ABD’nin %50’sinin toplam servetine sahip.

Ve bu 50 kişinin serveti, 2020 başından bu yana 339 milyar dolar artmış durumda!

Bloomberg’in ABD Merkez Bankası verilerine dayandırdığı haberine göre, ABD’lilerin en zengin % 1’inin toplam mal varlığı 34 trilyon dolardan fazla. En yoksul % 50’nin toplam mal varlığı ise sadece 2 trilyon dolar. Yani en zengin %1’in serveti, en yoksul %50’nin servetinin tam 17 katı!

Varlık araştırma şirketi Wealth-X’in raporuna göre servetleri en az 30 milyon dolar olan en zengin ABD’lilerin, salgının başladığı mart ayından ağustos sonuna kadar olan zamanda, servetleri %37 artarak 12.5 trilyon dolara yükseldi!

Ya sosyalizm ya barbarlık

En gelişmiş kapitalist ülkede durum özetle bu. En zengin ile zenginin, zengin ile yoksulun, yoksul ile en yoksulun arasındaki makas gittikçe açılıyor.

Elbette sistemin çarklarını bilenler için bu öngörülen bir son. Zira kâra dayalı bir ekonomi sistemi, zengin ile fakir arasındaki makası hep açar.

Sistem, iç tepkiyi frenlemek amacıyla bu makası biraz daraltabilmek için başta “savaş” olmak üzere kimi çözüm olmayan “çözümlere” başvurdu geçen yüzyılda… 

Yani “ya sosyalizm ya barbarlık” sıradan bir propaganda sloganı değil, en güçlü ekonomi politik gerçekliktir!