Levent Kırca: Sen bana vurursan, ben de sana vururum
Aydınlık’ta Pazar günleri yazmaya başladığımdan bu yana 2 yıl oldu. Yazardın, yazamazdın derken okunan bir köşe yazarı oldum. Hatta yakında bir de kitabım çıkıyor. Kitabımın adını sahnede de söylüyorum, millet kırılıyor gülmekten. Bir kez daha yazıyorum; kitabın adı:
“Önüm, Arkam, Sağım, Solum.. Dönek.”
Bu hafta, haşmetmeap başbakanımızla başlayalım. Baba, kendi kafasına göre kurultay yaptı. Yandaş gazeteler içerde, bizim düşüncemizdeki gazeteler dışarıda. Yani yasaklı. Yahu padişahım, senden büyük Allah var. Sen bir başbakan olarak, kanunu çiğner ve bu gazeteleri kongreye sokmazsan, en azından ayıp olur. Koskoca BOP Eşbaşkanına yakışır mı? Başbakan ağabeycim ya, sen böyle alenen yasayı çiğnersen, polisin ve seninkilerin, zamları protesto ederken yerlerde sürüklenip, coplanarak dövülen, gaz yutturulan ya da ölümden dönen insanlara yaptıkları muameleyi senden Örnek aldıklarını gösteriyor. “Büyük döker, küçük toplar” hesabı… Baba, ülkeyi yönetiyorsun, buna yönetmek denirse.. Şimdi bunun adı demokrasi mi oluyor? Hatta ileri demokrasi… Başbakanım, ağabeycim, bu gidişler ne gidişlerdir? Yabancı devlet başkanlarını getirip, kredi karşılığı konuşturuyorsun; Sence insanlar bunu yiyor mu? (?)
Arkadaşlarıma sordum, bir T.C. vatandaşı olarak bunların kurultayına gitsem ne olur, diye. Aynı gün Ankara’daydım. Beni de beş bin kişi izledi. Şöyle cevap verdiler;
“Kapıdan kovulurdun. Hadi içeri girdin, oradaki kalabalık, başbakanlarına yaranmak için, seni parçalayıp öldürürdü.” Vay ki ne vay… Korktum valla. Daha yapacak işlerim var. Daha sana karşı çıkacağım.
Atatürk’ü savunacağım ve Cumhuriyet’i senin elinden kurtaracağım…
Sizi, bizim bildiğimiz kadar, Erdoğan abimiz de biliyor. Bre gafiller, inanın bizlerden sonra sıra size de gelecek.
Sinan Çetin
Ben bu adamı, çocukken Ankara’da tanıdım; devrimci ve Atatürkçüydü. Beş kuruşu da yoktu. Mahalle arasında düğün fotoğrafçısıydı. Yükselmek istiyordu ama nasıl… Bunların arasında ille ve en önce ben şöhret oldum. O gün de devrimciydim, bugün de öyleyim. Benden gayrısı değişti.
Bir film çekmiş, Çanakkale Çocukları diyor ama inanmayın, kendi çocukları… Karısını ve çocuklarını oynatmış, tabi onlar da oynayamamış… Filmi evinin arka bahçesinde çekmiş, inanılmaz bir müsamere. Cumhuriyet düşmanı, Atatürk düşmanlığı yapan bir film… “O”, seyirciye oynuyor. Hatta seanslar iptal ediliyormuş. Bir gittim, seyredeyim istedim. Salondaki tek seyirciydim, on dakika zor tahammül ettim ve çıktım. Yazmak, yazabilmek için tekrar seyrettim, altmış iki yaşındayım, ilk kez “yuh” çekme hakkımı kullanmak istiyorum. O da Sinan’a ve bu filme olsun. Yuh! Diyorum, hepsi bu…
Ne olur biraz filmi özetleyeyim size;
Sinan’ın gerçek hayattaki oyuncu olmayan karısı, Sinan’ın gerçek hayattaki oğlunun da annesidir. Anne, Sinan’ın gerçek hayattaki evinin arka bahçesinde, aşırı botokslu haliyle oturmaktadır. Çocukların biri İngiliz, biri de Türk’tür. Aralarında tartışmak isterler fakat tartışamazlar, çünkü oyunculukları ve diksiyonları mani olur kendilerine. Hava bulutlu, yağdı yağacak. Ne var ki, İngiliz kadın havayı dikkate almaz. Sadece çarşaflardan oluşan çamaşırlarını yıkamış, yağmura rağmen bahçeye asmıştır. Uç kişilik bir aile olmalarına karşın, kirli çamaşırların otuz kadar çarşaf olması ve yağmurlu havada nasıl kuruyacağı, bir muammadır. Baba Haluk Bilginer, onlara ve otuz kadar çarşafın olduğu boşluğa arkası dönük bir şekilde ve ekşimiş bir suratla on beş dakika kadar bakar. Yağmur başlar…
Hiçbiri yağmurdan kaçıp eve sığınma gereği duymazlar. Kostümlerin ve makyajların boyaları yağmura karışıp akmaktadır. Anne, tastaki yeşil elmalardan birini oğulları için yağmurun altında soymak ister. İngiliz’dir, ayrıca kabiliyetsiz olduğu için elmayı soyamaz, elini keser. Elindeki kan, bir sahnede akar, bir sahnede akmaz çünkü filmde devamlılık yoktur. Birden, bahçede asılı otuz beyaz çarşafın kırmızı, hatta bordo olduğunu görürüz. Film, o andan itibaren bir zombi filmi halini alır. Çanakkale’de ölen İngiliz,
Türk, her milletten ölüler birer ikişer çarşafların arasından gelirler. Bu sahnede Atatürk ve Çanakkale şehitlerinin küçümsendiği apaçık ortaya çıkar. Ölülerden biri olan Yavuz Bingöl bir iskemleye oturur, Çanakkale Savaşı’nı anlatır.
Sinan arka bahçesine, bahçede çektiği anlaşılmasın diye bol sis basmıştır. Dumanların arasında birkaç asker birbirini süngüler ve bu görüntüler Yavuz Bingöl’ün anlatımının arasına serpilir. Sinan bu filmden ötürü beş milyon dolar içeri girer; ama olsun, bu parayı bir topluluk ödeyeceği için, o kadar da önemli değildir.
İngiliz kadın ve İngiliz oğlu, oyunculuğu öğrenemeden film biter. Yağmur kesilmez, filmden umut kesilir. -SON-
2012 Ekimin altıncı günü, yani siz bu yazıyı okurken ben Ankara’da bir törenle İşçi Partisi’ne katılmış olacağım. Heyecanlıyım. Atatürk çatısı altında, doğru bir yerde duruyorum. Benim katılmam, İşçi Partisi’ne katılımları artıracaktır, eminim. Aydınlık Gazetesi’nin tirajları; Ulusal Kanal’ın izleyici kitlesi; Doğu Perinçek ve Mehmet Perinçek’in aydın oldukları için baba-oğul hapiste oluşu;
Şule Hanım’ın, sadece oğlunun değil, bu genç yaşta hepimizin anası olması; partiyi aydınlıklara götürecek, eminim. Bu aydınlık, jeneratörlü, ampüllü bir aydınlık değil, güneşin aydınlattığı doğal bir aydınlık olacak.
Kendi rızamla, hiç kimsenin baskısı olmadan aldım bu kararı. Ayrıca değerli dostum “İlyas Salman“ın ve hocam, ustam “Prof. Özdemir Nutku”nun da aynı tarihte İşçi Partili olması çok manidar. Dostlarıma da, aileye hoş geldiniz, diyorum.
Sevgili dostlar umutsuzluğa kapılmayın. Ben TGB’de konuşma yaparken, salonda oturan gençleri gördüm. Bu gençler, Atatürk’ün yasaklanan hitabesinde seslendiği gençler.. Ve anladım ki, yarınlar bizim…
İnsanlar, yığınlar halinde AKP’nin hayvanları telef etmeye yönelik kararlarını protesto etmek için yürüdüler. AKP de kararı geri çekti. Güzel… Bence bu, oyundu. Onlar yürüsünler, biz de kararı geri çekelim, oyunu. Yani bakın, bazen de sizin dediğinizi yapıyoruz, oyunu.
Cumhurbaşkanı yeni bir oyun başlattı; “milletvekili olanlar hapisten çıksın” oyunu. BOP Eşbaşkanı da aynı fikirde olmadığını beyan etti. İlk raunt böyle, ikinci raundu merakla bekliyorum…
Haftalık yazımı tam noktalayıp bitirmiştim ki, Suriye’yi bombaladığımızı öğrendim.
Bizi kışkırtıp savaşın içine çekmek istiyorlar.
Şimdilik, “Suriye Halkı Kardeşimizdir; savaşa Hayır”” ve demekle yetiniyorum.
Savaşa hayır
Her ne kadar meclisten teskere çıksa da, emperyalist güçler bizi savaşın içine çekmeye çalışıyor. Türkiye’nin bu savaştan hiçbir çıkarı olamaz. Aksine, bu coğrafyada Müslüman komşularımızla iyi geçinmeliyiz. Bu bir dayatmadır. Ayrıca İran’ı ve Rusya’yı karşımıza almamızı da hiç doğru bulmuyorum.
Ordumuz bu işe gönüllü mü? Elbette değil ama gönüllü olmayanların nerede olduğunu biliyoruz.
Bilinmelidir ki, Suriye’nin bölünmesi Türkiye’nin de bölüneceği anlamına gelir.
(AYDINLIK, 7.10.12)