Etiket arşivi: enerji sorunu

ENERJİ KRİZİ YOK… YÖNETME KRİZİ VE AÇGÖZLÜ ŞİRKETLER VAR…

portresiLütfü KIRAYOĞLU
Elektrik Müh. (İTÜ)
ADD Gn. Bşk. Başdanışmanı

ENERJİ KRİZİ YOK…
YÖNETME KRİZİ VE AÇGÖZLÜ ŞİRKETLER VAR…

Türkiye günlerdir enerji sorunuyla yatıp kalkıyor. Sorunun iki boyutu var. Birisi büyük ölçüde dışa bağımlı hale getirilen birincil kaynak (petrol, doğalgaz) isteminin karşılanması, öbürü ise 85 milyon insanımızı ilgilendiren yüksek enerji fiyatları. Her iki konunun da enerji üretiminin birincil ve ikincil (elektrik enerjisi) kaynakları ile ilgisi olsa da bugünkü kaos (AS: karmaşa) politikalarının sorumlusu siyasal iktidar ile iktidar tarafından gözlerden gizlenen aç gözlü enerji şirketleri ve arkasındaki uluslararası güçler…

Enerji, özellikle elektrik enerjisi, genellikle karmaşık ve teknik bir konu olarak algılandığı için, geniş kitleler bu konuyu zor ve karmaşık bir alan olarak görürler ve konu üzerine eğilmek istemezler. Evet, elektrik enerjisi üretim, iletim, dağıtım ve tesis konuları çerçevesinde oldukça teknik bilgi birikimi gerektiren özel bir alandır. Ancak sıra üretilen enerjinin fiyatlandırılıp satılmasına geldiğinde, öbür ürünlerin fiyatlandırılması ve pazarlanmasından hiçbir farkı yoktur. Sonuç olarak elektrik de bir ürün, yani maldır. Biraz daha özel bir mal… Diğer ürünlerden tek farkı, üretildiği anda tüketilmesi gereken bir mal… Hızla bozulan domates ya da çilek gibi ürünlerde nasıl bir üretim-tüketim denge ve planlaması gerekiyorsa, elektrik üretiminde de çok ama çok daha fazla hassas (duyarlı) bir üretim planlaması gerekmektedir. Bu nedenle de TEK elden ve KAMUSAL olarak yürütülmesi ZORUNLU olan bir hizmettir. Tam da bu nedenle 1970 yılında TEK (Türkiye Elektrik Kurumu) kurulmuş, adı bugün daha da anlamlı duruma gelmiştir. Ancak ne yazık ki 12 Eylül sonrası Özal politikaları ile 1994 yılında bu kurum parçalanmış ve yutulması kolay lokmalara bölünmüştür.

ENERJİ PİYASALAŞTIRILIYOR

Elektrik tüketiminin yaygınlaşması, sanayinin gelişimi, her eve giren çok sayıda elektrikli araç sayısının artması ve artık vazgeçilemeyecek bir tüketim malı durumuna gelen elektrik enerjisi, palazlanan özel sermayenin iştahını kabartmaya başlamıştır. Ancak o yıllarda gerek yasaların uygun olmaması, gerekse özel şirketlerin henüz sermaye ve bilgi birikimi düzeyinin yetersiz olması nedeniyle özel sektör bu alana girememiştir. 1990’lı yıllarda elektrik üretimindeki darboğaz gerekçe gösterilmiş, bu darboğaza bir de 17 Ağustos 1999 depremindeki büyük çaplı elektrik kesintisi eklenince, istenen ortam olgunlaşmıştır. Deprem gecesi karanlık ve ölüm birlikte gelmiş bu nedenle “ne pahasına olursa olsun elektrik” neredeyse slogan durumuna gelmiştir. Yİ (Yap İşlet), YİD ( Yap İşlet Devret), İHDS (İşletme Hakkı Devir Sözleşmesi), Otoprodüktörler ve lisanssız üreticiler gibi değişik üreticiler devreye girmiş ve küçük lokmalara bölünen bu piyasa ve dolayısıyla dev tüketici kitlesi yutulmaya hazır lokma durumuna gelmiştir. Bu piyasanın yasal düzenlemesi ise IMF’nin Türk ekonomisine doğrudan müdahalesi anlamına gelen 2001 ekonomik krizi (bunalımı) sırasında ülkemize gönderilen IMF tahsildarı Kemal Derviş eliyle yapılmıştır. Bilinen adıyla “15 günde 15 yasa” düzenlemeleri arasında en önemlisi de elektrik piyasası ile ilgili olanıdır. İngiltere tarafından gönderilen ve tercüme hataları ile dolu bu yasa ile EPDK (Elektrik Piyasası Düzenleme Kurulu olan adı daha sonra Enerji Piyasası Düzenleme Kuruluna dönüşmüştür) kurulmuş ardından elektrik dağıtımının özelleştirilmesi dayatılmış, bu amaçla da TEDAŞ ayrı isimlerle parçalanmıştır. Elektrik dağıtımının özelleştirilmesi başlangıçta bir anlamda Osmanlı dönemindeki İltizam yöntemine benzer. Sıcak paraya gereksinimi olan siyasal iktidar, üretilen elektriğin dağıtımı, bakımı ve ücretinin toplanmasını Mültezimlere bırakmıştır. Dağıtım şirketlerinin satın alınmasına sermayeleri yetmeyen bu “çağdaş” mültezimlere kaynak, kamu bankalarından ya da hazine garantisi ile yabancı bankalardan sağlanmıştır.

DAĞITIM KÂRI YETMEYİNCE…

Dağıtım şirketlerini paylaşan ayrıcalıklı “çağdaş” mültezimlerin bankalara geri ödemeleri geldikçe sağladıkları kazançlar yetmez olmuş, kimisi borç ertelemesine gitmiş, bir kesimine temlik konmuş, bir bölümüme de yeni olanaklar sağlanarak kamuya ait üretim şirketlerinin (santraller) İşletme Hakkı Devri ile verilmesi yoluna gidilmiş, böylece tavizler (ödünler) başlamıştır. Bu arada özel firmalar, ilk olarak, 1 Temmuz 2006’da kamuya ait bir bölüm santralin bakımda olduğu bir sırada “teknik arıza” adı altında büyük bir enerji krizi yaratmış, oluşan kriz sonucu tek bir iletim güzergâhına gelen aşırı yüklenme gerçek bir krize dönüşmüş, ülkenin bütün batı bölgesi karanlığa gömülmüştür. Kimi özel firmalar basına yaptıkları açıklamalarda, “biz yaptık gerekirse yine yaparız” anlamına gelecek sözler söylemiştir.

ENERJİDE KARABORSA DÖNEMİ YA DA DUY

Yaratılan bu yapay bunalımı aşma gerekçesi ile EPDK yeni bir yöntem “keşfetti”. Bu yöntemin adı DUY (Dengeleme ve Uzlaştırma Yönetmeliği) idi. DUY adı verilen bu yöntemin ne olduğu halkımıza pek duyurulmadı. Duyurmak isteyenlerin sesi kesildi. DUY uyarınca her gün bir sonraki gün için üretici firmalar enerji satış fiyatlarını saatlere göre açıklayacaklar, böylece gün içinde artan enerji istemine göre en düşük fiyattan başlanarak en yüksek fiyata doğru özel santraller devreye girecekti. Yani gereksinimin en yüksek olduğu saate dek enerji üretmeyen firmalar bütün gün enerji üretmek yerine puant tarifesi denilen saatlerde yüksek fiyata enerji satacak, en düşük fiyatla ise Temel Yük Santrali adını verdiğimiz kamuya ait santraller üretim yapacaklardı. Kamuya ait EÜAŞ (Enerji Üretim AŞ) gün boyu ürettiği enerjiyi 32.86 Krş/kWh fiyatla satarken, öbürleri (15 Şubat 2022 için oluşan fiyat) 152.4 Krş/kWh fiyatla satacaktı. Bu durumda hem dağıtım şirketine hem de üretim şirketine sahip olan ayrıcalıklı şirketler kendi ürettikleri enerjiyi EPİAŞ’a (Enerji Piyasası AŞ) pahalıya satarken, EÜAŞ’tan ucuza aldıkları enerjiyi de tüketiciye pahalıya satarak esas faturayı halka ödetmektedirler. Tam da bu sırada ülkede yaygın biçimde KAMULAŞTIRMA istemleri yükselirken, siyasal iktidar bir kez daha özel firmaları tepkilerden kurtarmak amacıyla EPDK üzerinden açıklama yaparak fiyatları dağıtım şirketlerinin değil kendilerinin belirlediğini söylemekte, dağıtım şirketlerinin sadece “kargo şirketleri” olduğu gibi acayip bir söylem geliştirmektedir.

KAMUSAL DENETİMİN YOK OLMASI…

Tek elden yürütülmesi gereken enerji pazarında, yakın zamanlara dek üretim tesislerinin neredeyse tümü kamuya ait iken, günümüzde kamunun elindeki 60 üretim tesisine karşılık özel kesimin elinde 10.397 üretim tesisi bulunmakta, bunları yönetmek, bir bölümü zor durumdaki bu şirketlerin açlıklarını bastırmak olanaksız duruma gelmektedir. Oysa ülkede kamunun elindeki 60 üretim tesisi yaklaşık 100.000 MW’lık kurulu gücün (99.819 MW) %21,4’ünü elde bulundurulurken, geriye kalan 10.397 santral ise kurulu gücün % 78,6’sını oluşturmaktadır. Ülkede enerji alanında bu denli büyük kazançlar varken kayırılmış bazı şirketler, olmayan öz kaynaklarıyla borçlanarak enerji tesisi kurmaya saldırmışlar ve ülkede oldukça yüksek bir kapasite fazlası oluşmuştur. Özel şirketlerin elinde bulunan bu kapasite fazlası, şimdi şirketlerin borçlarını ödeyebilmesi için karaborsa yöntemi ile enerji satmaya muhtaç duruma gelmiş ve bu gereksinimleri siyasal iktidar tarafından karşılanır duruma gelmiştir. Kazançların büyük olmasına karşın öz sermayeleri olmayan özel firmalar borç batağındadır. Bu borç batağı alacaklı bankaları da zorlamaktadır. Kazançlar o denli çekicidir ki kısa süre önce Limak’ın elinde olan UEDAŞ (Uludağ Elektrik Dağıtım AŞ) İngilizlere satılmıştır. Sırada öbür şirketler vardır. 1999’da Anayasamızdaki engeli kaldırılan Uluslararası Tahkim yolu ile yabancı firmalar yakın gelecekte daha büyük sorunlarla gündeme gelecektir.

Uzun sözün kısası, bugün ülkede, bir süre önce İran’dan gelen doğalgazın kesilmesi ile yaşanan birincil kaynak bunalımı bir ölçüde aşılmış, bu arada sanayi üretimi bir süre aksamıştır. Şimdi büyük bir kitleyi zorlayan yüksek fiyat tepkisi vardır ve bu tepki yatıştırılamamaktadır.

  • Bugün ülkemizde ikincil enerji (elektrik enerjisi) krizi yoktur.
    Tersine şu anda atıl kapasite vardır.
    Ancak ülkenin enerji kaynaklarını dışa bağımlı duruma getirip özelleştirme ile yaratılan bir ENERJİ YÖNETİMİ KRİZİ vardır.
  • Bir de aç gözlü, doymak bilmeyen, yerli, yabancı üretim, dağıtım firmaları… Bu tablo bir beceriksizliğin sonucunda değil, bilinçli bir tercih sonucu oluşmuştur.

Tolga Yarman : Çatı Aday Hakkında..


Dostlar
,

Ülkemizin karşı karşıya bırakıldığı ÇATI ADAY ikilemi sorununda, yüzakı bilim insanlarımızdan Sn. Prof.Dr.Tolga Yarman’ın nefis yazısını paylaşmak istiyoruz.
Dikkatle okunmalı bu yüksek zekalı insanın feryadı ve çoook yerinde uyarıları..

Sevgi ve saygı ile.
23.6.2014, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

========================================

Sayın Prof. Tolga Yarman diyor ki:

Türkiye’de askerî vesayet bitti”, diye zafer çığlıkları atanlar, kör gözlerini artık açıp, görmelidirler ki, Türkiye’de, bir tek vesayet vardır, o da Pentagon (ABD Genel Kurmayı) vesayetidir ve bu vesayet, el hak aralıksız, devam etmektedir.”

Türk Ordusu’nun vesayetinden dem vuran gafiller.. Buna ne diyorsunuz? Doğru mu, yanlış mı, uydurma mı? Bu sözün doğruluğu üzülerek yaşanmaktadır.  

ZURNANIN ZART DEDİĞİ NOKTADAYIZ.. 
NE Kİ, TÜRKİYE SAHİPSİZ DEĞİLDİR!

portresi

Tolga Yarman, Prof. Dr.
18 Haziran 2014 

Çatı Cumhurbaşkanı Adayı’nın belirlenmesine ilişkin tesbitlerimi ve kaygılarımı belirtmem (bedeli her ne olursa olsun, bu güne kadar olduğu gibi, bugün de,
şerefle öderim),
 temel bir soumluluktur.

“Türkiye’de askerî vesayet bitti”, diye zafer çığlıkları atanlar, kör gözlerini artık açıp, görmelidirler ki, Türkiye’de, bir tek vesayet vardır, o da Pentagon (ABD Genel Kurmayı) vesayetidir ve bu vesayet, el hak aralıksız, devam etmektedir.

Bu satırların yazarı, Amerikan aleyhtarlığı hiç yapmamıştır. Tersine, Batı’nın, başta da, ABD’nin en bıçkın ve en cennet bilim tornalarından çekilerek yetişmiştir; buralarda, hocalarından başlayarak, arkadaşlarına, giderek meslekdaşlarına ve öğrencilerine varıncaya değin, engin bir yelpazede, ebedî dostlukları vardır. Bu ne kadar böyleyse, epeydir bölgede yuvalanmış ve şunca yıldır, şunca milyon insanın kanını içerek, yaşayagiden savaş makinasının parçası olmayı, Amerikalı Dostları’na da haykırdığı şekilde, dibine kadar reddetmektedir. Büyük Atatürk’ün işaret ettiği gibi, savaş eğer savunma için değilse, cinayettir. Bölgemizdeki savaş ise, kim ne derse desin,
düpedüz petol savaşıdır.

Ülkemizin, saymakla kolay bitmez  sorunları vardır…İşte, gelir dağılımındaki adaletsizlik sorunu, işsizlik sorunu, Kürt sorunu, enerji sorunu… Devam edeyim,
yok Irak’ın yalan dolanla işgaliydi, BOP’tu, açılımdı, saçılımdı, Yeni Osmanlıcılık’tı, Arap Baharı’ydı, yamacımızdaki Suriye yangınıydı, giderek, mezhep savaşı çıkartılmak istenmesiydi, hatta bunun maalesef, önemli ölçüde kotarılmış olmasıydı, derken, aklınıza artık, hangi temel sorun geliyorsa..

Bunların hepsinden daha önemli olanı,TEMSİLİYET BUNALIMIDIR.  Seçim sistemimiz katiyen adil değildir. Üçte birlik oy oranları ile üçte ikilik parlamento çoğunlukları
elde olunabilmektedir ve bunu adına kör kör parmağım gözüne, “halk iradesi” denebilmektedir. İstanbul’dan, Ankara’dan başlayarak, hemen bütün kentlerimizde,
yerel yönetim seçimlerinde, bu seçimler, “iki turlu” yapılmadığı için, tam bir kumar anlayışıyla, dörtte birlik, her hal-u karda yarının hayli altındaki oy oranlarıyla,
belediye başkanları seçilebilmektedir… Bu çerçevede, güya iktidara seçilmiş bir azınlık, konumunu kalıcılaştırabilmek üzere, karşısındaki en az, öteki bir yarıyı, “milli irade”, yaygarası ardında, yok saymaya, giderek imha etmeye, girişmekten kaçınmamaktadır. Genel seçimde %10 barajı bir faciadır. Partilerin içlerinde demokrasinin “d” si yoktur. Hasbel kader yonetime gelmiş olanlar, mevcut il ve ilçe yönetimlerini, bir çırpıda görevden almakta; buraları, atamalarla doldurmaktadırlar. Atananlar, kendilerini, ilçelerden başlayarak yapılan kongrelerde, seçecek olanları döşemekte; döşenenler, kendilerini döşeyenleri, seçmekte… Döşedikleri suretiyle, saygıdeğer istisnaları saymazsak, seçilenler, kendilerini atayanları, gidip büyük kongrelerde sözüm ona seçmekte  ve deveran böyle sürüp gitmeltedir.
Böyle bir çerçevede, liderlerin, çoğunlukla, astığı astık, kestiği kestiktir..
Hani “meydanlardan seçilerek bir tek onlar gelmektedir”, denilebilir.

Bu ne kadar böyleyse de, lider sayısı, dördü beşi geçmeyince, bunların, ayrıca geniş örgüt yapılanmalarına oturuyor olmamaları sebebiyle, dış odaklara yular kaptrmaları
çok olağan olup; o odaklar bu dört, bilemediniz beş özneyi, manüple etmek suretiyle, ülkemiz gibi 80 milyonluk bir nüfusa merdiven dayamış bir ülkeyi, parmaklarında,
fırıl fırıl oynatabilmektedirler.

Bakarsınız, partilerin tabanlarında bıçkının bıçkını emektarlar dururken; parti liderleri, bunların tümünü es geçebilerek, partilerinin tabelalerının altından geçmemiş,
hatta başka partilerin tabelalaları altında dolaşmış, söz konusu partilerde, demek ki, zinhar tabanı olmayan, nice eşhası, parti yönetimlerine, giderek, milletvekili kadrolarına dolduruverebilmektedirler.

Geçende bir partinin en üst düzeyde bir yöneticisine sormaktan kendimi alamadım: Allaşkına, bu partiyi kim yönetiyor?, dedim. “Lobiler, Hocam!”, dedi,
bütün samimiyetiyle, sağ olsun… Lobiler demek, sonuçta “dış güçler” demektir.

Ne oldu şimdi: Partilerimizin tabanları, has evlatları, fena halde ve sür git, aldatılmaktadırlar.  

“Demokrasi” naraları atanlar; aslında, şu hinin hini; partilerin tabanlarından başlayarak, toplumumuzu aldatma sözde özgürlüğünü; tam bir demokrasi katliyle, kurumsallaştırmaya  yeltenenlerdir.

Bunları, partilerin tabanlarıyla birlikte, hastalığı tabii, hisseden halkımız, boyunlarına dolanmış, dış odakların yularlarından çekip, içimizden kovmayı, inanıyorum, bilecektir. Bilhassa, yakın tarihimiz; üstüne esaret gömleği geçirilmek istenen halkımızın, bunu nasıl yırttığının, destanlarıyla doludur.

Bu çerçevede, Onlar’a buradan haykırıyorum: Canımıza yettiniz… Alın tımarınızı,
verin atımızı!.. Çekilin artık çakı gibi birikimlerin, yürekli yiğitlerin, ülkemizi ve bölgemizi, aydınlıklara taşıma yolunda, ayaklarına habire pranga olmaktan…

***

Uzatmadan, günümüze geliyorum.

Başbakan Tayyip Erdoğan’ın, yol boyu çok vebali vardır. Paralel devletin de mimarı O’dur,  Ergenekon’un Savcısı da…  Ordu’ya kumpas, 12 Eylül (AS: 2010) Anayasa Referandumu uzantısında, yargının, maatessüf istenildiği gibi, şekillendirilmesiyle başlamıştır. O tarihte, Sandık’ta sağladığı başarı ne denli dikkate değerse de, sonuçta stratejik ketenpereye getirildiği gün gibi ortadadır.

Tayyip Erdoğan, sonuçta, vebali ne kadar hacimli olursa olsun, her faninin haysiyetini  ezdirmesinin bir sınırı olup, bir süredir, boyunduruktan kurtulma çırpınışları sergilemeye başlamıştır. Bu olgu, kendisinden, sergileyegeldiği cürümlerin hesabının sorulmayacağı anlamına gelmez.

Vakıa şu ki, Tayyip Erdoğan’ı; yok BOP Eşbaşkanı idi, yok Esat’tı, Esed oldu, Suriye’ye icbar edildi, yok, Kürecik Üssü idi, koca İran’ı açıktan tehdit etme noktasına sıkıştırıldı, ne oldu, yaptıklarıyla kaldı, ama yine de, yetmedi, ABD çoktan gözden çıkartmıştır.

Tayyip Erdoğan, günahı boynuna, ama namusla konuşmak gerekir, sıradan bir lider hiç değildir, çok inançlıdır, çok dirençlidir. Ve elhak, son yerel seçimin (​30 Mart 2014), bir galibi, bir de mağlubu vardır. Galip, tek başına, Tayyip Erdoğan’dır,
mağlup ise (ülkemizde, yanına almayı başardığı, zaten yanında olagelmiş),
muhalefet partilerimiz ve AKP gövdesinden kopan, esasen yanındaki Pensilvanya saçağı ile birlikte, koca ABD Yönetimi’dir.

Yerel Seçim öncesi, Penisilvanya ve muhalefet partilerimizin koalisyon gerçeği,
o kadar açıktır ki, Penisilvanya saçağına ait olduğu bilinen yayın organları, “zınk” diye bir “U Dönüşü” ile, daha önce, kanlı bıçaklı oldukları, söz konusu muhalefet partilerinin sözcülerini övgülerle birlikte, sayfalarına, ekranlarına, taşımaya, koyuluvermişlerdir.

Tayyip Erdğan, bu süreçte; Devlet’in içinde, besbelli dış destekli olarak yuvalanmış, “delil imalat merkezlerinin”, giderek ilgili emniyet unsurlarının, yargı unsurlarının, bilerek bilmeyerek dahil oldukları örgütlü cürmü; bütünüyle; “paralel devlet” söylemini icat ederek, muhalefetin kucağına bırakmayı başarmış; o muhalefete ise, dikkate getirdiğim, esasen, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin suç duyurusuyla, giderek işte, 18 Haziran 2014 tarihli, Anayasa Mahkemesi’nin Balyoz Davası ile ilgili olarak verdiği, şamarvari bozma kararıyla, sübut bulmuş olan örgütlü cürmün, heyhat, “deterjanı” rolüne atlayıvermiştir. İnanılr gibi değildir!.. Dış destekli, üstelik başta Silahlı Kuvvetlerimiz’e karşı örgütlü cürüm işleyenler, şimdilik, muhalefetin şemsiyesi altında olarak,
rahatça nefes alabilmektedirler.

Cumhurbaşkanlığı Seçimi, bundan önce, yerel seçimlerde olduğu gibi, tek başına Tayyip Erdoğan ve çatı adayı çıkaran, ABD güdümlü, muhalefet arasında geçecektir. Perşembe’nin gelişi Çarşamba’dan bellidir.

Çatı Adayı çıkartan muhalefet partileri, bu çerçevede, tiyatrolarını dahi doğru düzgün oynayamamışlardır. Çeşitli ziyaretleri “tam kaşelidir” ve koskoca ulusumuzu,
maatessüf aldatmaya yöneliktir…

Koskoca Cumhuriyet Türkiyesi’nin Partileri’nin, üst yönetimlerinin, az önce resmini çizdiğim demokrasi zaafiyetimizle, dış boyunduruk altında olması sonucu,
okyanus aşırı rüzgârlarla önlerine gelen talimatı, maiyetteki, alelade,
daire başkanlıkları imişlercesine, esas duruşta, uygulamaları,
zurnanın zart dediği noktadır.

Hepsinden çok içimi, şu kervanın başında, Mustafa Kemal Atatürk’ün ve
O’nun omuzdaşlarının, binbir çileyle kurdukları o dimdik, Cumhuriyet Halk Partisi’nin,
bugünkü  yönetiminin olması, acıtıyor.

Lamı cimi yoktur, bu yönetim unsurları, başta (şahsına halisane bağladığımız umutları tutam tutam yele savuran) Sevgili Kemal Kılçdaroğlu olmak üzere,
tarihe hesap vermekten kaçamayacaklardır.

  • Ey CHP, Ey Sevgili örgüt: İşgal altındasın! Bugünden tezi yok, olurdu olmazdı, toplanmalı, tartışmalı, toplayacağın kurultayda, şu sakil mazaraya,
    haddini bildirmelisin!

Çatı, cumhurbaşkanı adayı çok değerli insanımız                          :

Dürüst, derin müktesabatı olan herkes gibi sen de elbette çok saygıdeğersin.
Ancak, sen söz konusu partilerin adayı değilsin. Buralarda yapılan sözde anketlerin hiçbirinde adının tek bir harfi dahi telaffuz edilmedi. Senin de içinde bulunacağın adaylar arasında, söz konusu tabanlarda bir anket yapılsa, buradan, hiçbir biçimde
sen çıkamazsın. Sen, lütfen kusura bakma, aklına gelmese de, gerçek şu ki;
Tayyip Erdoğan’a karşı, bizlerin kucağına bırakılmak istenen adaysın.
 Bugün sen ve Tayyip Erdoğan karşı karşıya kalsanız, Tayyip seni maydanlarda, arkanda hangi, hacimli müktesebat ve hangi güçlü medya unsurları olursa olsun, çıtır çıtır yer. Ama asıl olacak olan, senin açından daha da kötüdür. BDP + HDP,“kapsayıcı” bir aday çıkartsa, ki olacak olan odur, ilk turda oylar yuvarlak, şöyle dağılır:

Sen % 30’den az, BDP+HDP % 30’dan çok, Tayyip Erdoğan % 40’tan az.

Bu durumda 2. tura sen değil, BDP+HDP’nin adayı kalır ve Tayyip ABD’nin
bugünkü Yönetimi’ni, bir kez daha yener. “Helal olsun!” dedirtir,
ayrıca, hemen herkese.. Bu durumda, ikinci turda muhakkak çıkar.

Bir şey daha söyleyeyim, çatı, cumhurbaşkanı adayı çok değerli insanımız:

Cumhuriyet’in inançla bir sorunu hiç olmamıştır. Cumhuriyet’in sorunu, yobazlıkladır. Yobazlık, malum, karşındakine, tartışmayı, sorgulamayı, men ederek,“dediğim dedik” dediğini, dayatma cürmünün adıdır.  Her mecrada yobaz olur… En ummadık yerde, örneğin bilim dünyasında bile olur. “Cumhuriyetçi geçinenler” arasında da olur… O nedenle, “Cumhuriyet” derken, çarşaf yakan, İmam Hatip Mezunları’na farklı ölçütler uygulayan, Kuran Kursları’na kan kusturan, “laikçi yobazlardan” bahsetmiyorum… Cumhuriyet’in kuruluş yıllarından bahsediyorum… O Cumhuriyet’in, inançla sorunu,
o kadar yoktur ki, Diyanet İşleri Başkanlığı bir Cumhuriyet Kurumu’dur.
 Yalnız hangi Diyanet: Aklı naklin önüne çeken, inancın, egemeni payandalamasına karşı duran, inancı bir defa, şekilden ibaret hiç saymayan, hakkaniyetsizliğe, adaletsizliğe başkaldırı vecibelerinden, ayırmayı inançsızlık addeden Diyanet… O Cumuhuriyet’i bana iki cümlede tarif et, dersen, “Yönetimde akıl, inançta akıl”, derim. Yönetimde akıl,“Hakimiyet, kayıtsız şartsız milletindir!” düsturunda vücut bulur. İnançta akıl ise, Diyanet’in, nakli, aklın önünde tutmasında, vücut bulur…

Bu çerçevede, laiklik (bunun hala daha Türkçeleştirilememiş olması, bir aydın ayıbı olarak), bir inanç barışıdır. Söze yakışan Türkçe karşılık ise, “inançta akliliktir”.

Bizim laikliğimiz, besbelli, Batı Laikliği zaten değildir. İmamlarımız, müezzinlerimiz, devletten maaş alırlar. Ezanlarımız, çanların çalma özgürlüğü yanı sıra, dinimizin temelidir. Şehitlik, bir devlet payesidir. Şehidin ailesi devletten maaş alır. Ve ne yazık ki, bu dediklerim, evet kabul ediyorum, başta bir aydın ayıbı olarak, yeterince çözümlenmez (analiz edilmez), konuşulmaz, telaffuz edilmez… Kurumsal boyutta çalışılmak hiç istenmez… Hatırlatmak isterim ki, bölgede, yıllardır dikkat çektiğim doğrultuda bir “mezhep savaşı” çıkarılmak istenmekedir ve bu amaç bugün itibariyle maatessüf, önemli ölçüde başarılmıştır… Korkum, ne biliyor musun?

Seni cumurbaşkanlığına getirmek isteyen, büyük strateglerler (yanılmayı çok isterim, ama işte), bu süreçte emelleri için, piyonlaştırmak isteyenlerdir! Bu koşullarda görevi kabul edebilir misin? Yönetimdeki aklımızı, işte yazının girişinde anlattım, çalan, temsiliyet bunalımının hat safhada olduğu; inançtaki aklımızı ise, nakle karşı yok etmek isteyen, inancımızı bu bağlamda özünden boşaltıp, salt egemene biat aracına ve
ona her koşulda rızacılığa dönüştürmeye kurgulanmış, şu sürecin, önüne koşulmak
ister misin?.. Düşün lütfen!

BDP+HDP Yönetimleri! Üstünüze düşen sorumluluğu anlıyor musunuz!
Bugüne kadar, o oldu, bu oldu, Ankara’nın yıllar içinde az vebali olmadı, doğru,
ancak sen de az yalpalamadın.

  • Unutma ki, emperyalizmin kucağında milli kurtuluş savaşı olmaz!.. 

Bu olguyu artık ve muhakkak idrak etmiş olmalısın!..

Yeri gelmişken belirteyim: Büyük bir devletin dostu olmak demek, O’nun maşası olmak demek değildir. Maiyet memuru olmaz, ancak ve elbette şahsiyetli ve güvenilir bir müttefik olabilirsiniz. Ne maşa, ne de bölgedeki canavar savaş makinesinin parçası olur, ancak etrafınıza her daim, üstelik kişilikli ve gerçekçi tavsiyelerde bulunarak, vazgeçilmez bir dost kalabilirsiniz.

Tayyip Kardeşim: Bugüne kadar hiç karşılaşmamış olsak da, tarafıma duyduğun saygıyı, “selamından”, biliyor olup, bana kulak vereceğine inanıyorum;
bu çerçevede, sana bir hoca nasihati eyleyeceğim…

Biliyorum, durumun çok yönlü, çok kritik. Aday olursan, evet seçilebilirsin. Şu ki,
seni en çok düşündüren, yukarıya gitsen mi, kendini daha çok düzlüğe taşıyabilirsin, Başbakan kalsan mı? Aklından geçen şu olmalı: Yukarı gitsen, önümüzde ne olacağı pek belli değil, indirilip, evet, Yüce Divan’a sevkedilebilirsin. Başkanlık Sistemi tesis olunmadı. Her ne kadar yetkilerinle Hukumet’e, Başkan gibi davranmaya kalkışabilecek olsan da, Başbakan, biliyorsun, Basbakan’dır ve seni her an icradan uzak tutabilir. Yukarıdan, yani, sonunda (keşke yanılsam), indirileceksindir. Onun için, Başbakan kalıp, mücadelene devam etmen, hakkında, şimdilik en hayırlısı!.. Bu durumda, gel,
düzgün, helal süt emmiş, her zerresine kadar bu toprakların çocuğu, aynı zamanda Dünya aydını, bir aday belirleminin öncülüğünü yap! Çok var, öyle has insan,
bu topraklarda…

O zaten ilk turda, “cup” diye Köşk’e çıkar… Allah yardımcın olsun!..

Ey, her partiden milletvekilleri, durumumuz budur.
Bu asil milletin, öyle ya da böyle, ama işte vekilleri olarak, şimdi ellerinizi
vicdanlarınıza koyup, karşı karşıya olduğumuz muhasarayı kıracak, adımlar atma yükümlülüğündesiniz.

Yolunuz açık olsun!..
Yalnız unutmayın, sizinle ya da sizsiz,

Türkiye sahipsiz hiç değildir!..