Günlük arşivler: 10 Eylül 2012

YABANCI DİL EĞİTİMİNE EVET ! YABANCI DİLDE EĞİTİME HAYIR !

Hacettepe Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Murat Tuncer

YABANCI DİL EĞİTİMİNE EVET !
YABANCI DİLDE EĞİTİME HAYIR !

Hacettepe Üniversitesi Yabancı Diller Yüksekokulu (YDYO) hazırlık muafiyet kursuna devam eden 107 öğrenciyle buluşan Rektör Prof. Dr. Murat Tuncer’e öğrenciler büyük sevgi gösterdi. Burada öğrencilerin hazırlık sınıflarındaki yabancı dil konusunda yaşadıkları sorunları dinleyen Rektör Tuncer, bu konuda radikal değişiklikler yapılması gerektiğini belirterek şunları söyledi:

“Almanya’da ‘İngilizce Tıp’ duydunuz mu? Ya Fransa’da? Yok.
Bağımsız, uygar Ülkelerde böyle bir gariplik olabilir mi?
Olmaz.

Böyle şeyler ancak sömürge ülkelerinde var.
Değiştirmemiz lazım.

“İllâ İngilizce eğitim” demek yanlıştır.

“Good Morning” diyerek derse başlanıyor, çok tuhaf.
Dilimiz Türkçe, aramızda yabancı yok, ama İngilizce anlaşmaya çalışıyoruz.

Öğrenci, İngilizce’yi geçemediği için Türkçe eğitimine devam edemiyor.

Bu yanlışlığı düzeltmeliyiz. Güzel Sanatlar Fakültesi’nden arkadaşlar bir duvar çalışması yapmışlar.
‘Türkçe oku, Türkçe geç’ yazıyor. Bizim ülkemiz de bir dünya ülkesi. Arkadaşlar, İngilizce öğrenilsin.
Ya da başka bir yabancı dil. Ama mesela 4 yılda öğrensin bunu öğrencilerimiz. Zorlamayalım.
Böyle bir sistem düşünüyoruz. Belki yarın, belki yarından da yakın gerçekleştireceğiz bunu.

Bir de sınav konusu var. Yabancı ülkelerde öğrenci telefon açıp ‘Sınava gelemeyeceğim’ diyor.
İstediği zaman girebiliyor. Bizde de benzer uygulama olmalı.”

========================================

Sayın rektörü alkışlıyoruz!

Yabancı dille eğitim, ülke ve millet kültürüne karşı bir “manda” düzenidir.

Ama Hacettepe’de İngilizce Tıp Eğitimini durdurmak kolay gözükmüyor..

Başka bölümlerde de yaygınlaştı üstelik.

Murat Tuncer hocamızı gönülden destekliyoruz..

Rastlantıya bakın ki, sitemize bu gGece yarısı Doğan Kuban’ın

“Dil, Kültür ve Yabancı Dilli Üniversite”

başlıklı bir yazı koymuş ve yorumlarımı eklemiştim..

……………..

Gençlerimizin, us almaz bir yabancı dil özentisi hatta takıntısı ile
nasıl kendi öz ekinlerine (kütürlerine) yabancılaştırıldıklarını acı ile izliyoruz.

Bu gidişin durdurulması gerek.

Yabancı dil öğrenmeye ve öğretmeye elbette evet..

Devlet, geçerli yabancı dilerin yurttaşlarca yeterli düzeyde öğrenilmesi için
elbette çaba göstersin ama

YABANCI DİLLE EĞİTİME HAYIR!

Bu ancak sömürgelerde olur.
………………..

Diye yazmıştık…

Haydi Murat hoca,

Bizi bu aşağılanma ve ayıptan kurtar…

Sevgi ve saygı ile.
Datça, 10.9.12 (Tatil için)

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

TÜRBANIN GERÇEK ÖYKÜSÜ..

İblisin Kıblesi
Cengiz Özakıncı
6. basım, sayfa 68-72

TÜRBANIN GERÇEK ÖYKÜSÜ

    Türkiye’de türbanı yaygınlaştırma eylemini ilk başlatan da Kanlı Pazar olayını kışkırtan Amerikancı İslamcı Mehmet Şevket Eygi’den başkası değildi. Mehmet Şevket Eygi’nin Bugün gazetesinde köşe yazıları yazan Şule Yüksel Şenler, o yıllarda İstanbul’dan yola çıkıp Anadolu’yu il il dolaşarak kadınları başlarına türban bağlamazlarsa cehennemde yanacakları yönünde korkutmaya başlamıştı.

    1960’larda “türban” ın adı daha “türban” değildi; bu örtüye, Mehmet Şevket Eygi’nin 6. Filo savunucusu yoldaşlarından Şule Yüksel Şenler’in adıyla özdeşleştirilerek, “Şule-baş” deniyordu.

    Türkiye’nin başındaki ağrı
    (Ercüment İşleyen-Milliyet, 10 Mayıs 1999)

    Ankara Üniversitesi Dil Tarih Coğrafya Fakültesi öğrencisi Hatice Babacan 1968’de bir ilke imza attı. Başını örtüp derslere girmeye başlayan Babacan başlangıçta pek fark edilmedi. Kısa bir süre sonra okul yönetimi, Babacan’ın başını örtüp derslere girmesine izin verilmeyeceğini açıkladı.

    Babacan direndi, erkek öğrencilerle boykota başladı. Dekanlık, 11 Nisan 1968’de Babacan’ın okulla ilişkisini kesti.

    Türkiye’nin ilk türban eylemcisi ise Şule Yüksel Şenler oldu. Türban savunucusu Şenler, İstanbul’da başlattığı eylemini Anadolu’ ya da taşıdı. Mehmet Şevket Eygi ile il il dolaşıp kadınlara tesettüre bürünmeleri çağrısını iletti, türban propagandası yaptı. “Başörtüsü saçı ve gerdanı gizlemeli, vücut hatlarını belli etmeyen manto veya pardösü giyilmeli” diyerek tesettürün ana hatlarını çizdi.

    O günlerde türbanın adı “Şule-baş” oldu.

    “Türban” ve “Tesettür” misyoneri Alman kadın Maria ve İslamcı Bugün gazetesi köşe yazarı Şule Yüksel’den ilk Kitlesel Türban eylemi…

    Şule Yüksel Şenler’in, ilk basımı 1967’de, 2. basımı ise 1968’de Mehmet Şevket Eygi’nin çıkardığı Bugün gazetesi tarafından yapılan “Hidayet” adlı kitabının kapağında, Müslüman bir kadının nasıl örtünmesi gerektiğini gösteren bir fotoğraf basılıydı.

    Şule Yüksel Şenler, bu kitabında, 1960’lı yıllarda Doğu Almanya’da komünist bir yönetim altında “dinsiz” bir ana-babanın kızı olarak yaşayan Maria’nın, günün birinde Müslüman olup örtündüğünü ve daha sonra Avrupa’da okuyan bir Türk genciyle tanışıp evlenerek 1960’lı yıllarda Türkiye’ye geldiğini anlatıyordu. Şenler, Müslüman olduktan sonra Cemile adını alan Maria ile tanışmıştı.

    İslam kurallarına en küçük ayrıntısına dek uyan Doğu Almanyalı Maria, Türkiye’deki kadınları başı açık dolaştıklarından dolayı kınıyor, ayıplıyordu. Şenler ve Maria, Türk kadınlarının örtünmesi için pek çok ilimizde kadın toplantıları düzenliyor ve ikisi birlikte Türkiye’yi karış karış dolaşıyorlardı.

    Kitabında “Maria (Cemile), Türkiye’de kaldığı müddetçe, örnek bir Müslüman hanım olarak, pek çok genç kız ve hanımın hidayetine vesile oldu, ” diyordu Şule Yüksel Şenler; “Gencecik bir Alman hanımın pür tesettür (tam kapalı, örtülü) hali, Müslüman oldukları halde açık saçık gezen birçok hanım için bir ibret vesilesi olmuş ve onların da örtünmelerini sağlamıştı.

    Şenler, Türkiye çapında düzenlenen kitlesel kadın örtünme toplantılarında Maria ile boy gösterip O’nu örnek göstererek, “Bakın o bir Doğu Almanyalı komünist iken Müslüman olduktan sonra tepeden tırnağa örtülü dolaşmaktadır. Siz ki Müslümansınız, niçin örtünmüyorsunuz?!.” diye haykırıyordu. Dahası, bu “örtünme” toplantılarına Maria’nın 6 yaşındaki oğlu da götürülüyor, bacak kadar çocuk mikrofonu kapıp Türk kadınlarını tıpkı annesi Maria gibi örtünmeye çağırıyordu. Maria’nın 6 yaşındaki oğlunun Türk kadını çarşafa ve türbana sokmakta en az annesi denli başarılı olduğunu anlatırken şöyle diyordu Şenler:

    Maria’nın (Cemile) 6 yaşındaki oğlu nasıl olduğunu anlayamadım, yanımdaki sandalyesinden fırladığı gibi mikrofonu elimden kaparak, o yarım yamalak ve bozuk şiveli Türkçesiyle: “Dur, bana ver onu.

    Ben bişey söyliyecem şimdi.” dedi ve hanımlara hitaben şöyle haykırmaya başlar:

    “Sen… ey Müslüman! Sen… namaz kılmıyoğ? Yazık sana… Sen ey Müslüman! Sen domuz eti yiyoğ? Haram, cehennem!.. Sen ey Müslüman… Sen içki içiyoğ?.. Yazık, çok yazık… Sen ey Müslüman kadın!.. Sen, yüzünü, gözleğini, udaklağını böyle boyuyoğ, başörtü takmıyoğ, mini etek giyiyoğ, çıplak geziyor… Tuuuu!…Sana lazım cehennem!…”

    Önce derin bir sükut ve hayret ifadesi… arkasından büyük bir alkış tufanı koptu salonda. Bazı genç kız ve hanımlar, bu küçücük çocuktan, üstelik Alman asıllı bir annenin yavrusundan duymuş oldukları bu ibretli sözler karşısında gözyaşlarını ve boğazlarında düğümlenen hıçkırıkları zapt edememekteydi.

    Bugün gazetesinin türbanlı yazarı Şule Yüksel Şenler, sonradan Müslüman olmuş Alman kadını Maria ve O’nun 6 yaşındaki oğlu, illeri ilçeleri dolaşarak kadınları toplar ve onları türban-pardesü giymeye yöneltirken, Mehmet Şevket Eygi’nin İslamcı Bugün gazetesi de bu üçlünün gerçekleştirdiği kadın toplantılarını büyük bir gürültüyle yansıtıyordu:

    ***
    Manevi diriliş öylesine büyük bir hızla ve görkemle gelişmektedir ki, kitleler işte böyle İslami bir konferansı dinleyebilmek için salonlardan taşıp caddelere dökülmektedir. Resim (kitapta sayfa 72), Şule Yüksel Şenler’in Bandırma’da verdiği “İslam’da kadının yeri ve mükellefiyetleri” mevzulu konferansını dinlemek için salonda yer bulamayıp konferansı caddelere dökülerek dışarıdan hoparlör vasıtasıyla dinleyen hanımları göstermektedir.” (Şenler, age, sf. 42) Resimde müstedi (sonradan Müslüman olmuş) Alman hanımı (solda, beyaz başörtülü) Maria (Cemile Alkonavi)yi Şule Yüksel Şenler’in “İslam’da kadının Yeri ve Mükellefiyetler” adıyla vermiş olduğu konferansını dikkatle takip ederken görüyorsunuz. (Şenler, age, sf.49) ***

    Kadınlar, “sonradan Müslüman olmuş “türbanlı” , “tesettürlü”, “bir tel saçını bile göstermeyen, pardesülü, kalın çoraplı” Alman kadını Maria(Cemile) ve onun 6 yaşındaki “tesettür misyoneri” oğlunu görmek için koşuyordu bu toplantılara. “Bakın Alman kadını bile Müslüman olunca tepeden tırnağa örtünmüş, oğlu bile örtünmeyen cehenneme gider diye haykırıyor, ne duruyorsunuz, bu Alman kadından ve çocuğundan utanın, haydi örtünün!” diye haykırıyordu Şule Yüksel Şenler. Başlarında öğretmenleriyle bu “tesettür propagandası”na getirilen kız öğrencilerden 70’i, konferanstan çıkınca topluca örtünüyorlardı. (Şenler, age, sf. 50)

    II. Abdülhamid bile Çarşafı yasaklamışken

Eygi’nin Şenler ile birlikte başlattığı türban hareketiyle Türkiye II. Abdülhamid döneminden beri geriye götürülüyordu çünkü

    Abdülhamid çarşafı yasaklamış, Müslüman kadınların başlarına süslü fesler takmasını buyurmuştu

Günümüz Türkiye’sinde örtünme konusu öyle ilginç boyutlara tırmandırıldı ki, kimi yurttaşlarımız eşlerine, kızlarına, gelinlerine kurşun yağdırıp, “Örtünmediler, öldürdüm” demeye başladı. (“Örtünmediler, öldürdüm”-Milliyet- Haber)

Bu süreçte en yoğun çabalar 1968-1969’larda gösteriliyor; Şule Yüksel Şenler, Eygi’yle birlikte karış karış dolaştığı Anadolu’da bir yandan kadınların başlarındaki başörtüleri “türban” biçiminde bağlaması için yırtınıyor, öte yandan Bugün gazetesinde Amerika’nın ehven (uzlaşılabilir, zararsız) ve Müslüman dostu bir ülke olduğunu söyleyen Eygi ile birlikte, ABD’nin 6’ıncı Filo’sunu savunuyordu.

1950’lerde tek tük görülen türbanın yayılması bu Amerikan 6’ncı Filo İslamcılarının çabalarıyla gerçekleşmişti. Demek ki, 1960’ların “türban misyoneri” Şule Yüksel Şenler ile 1990’ların “türban misyoneri” Şule-Baş Türban’lı Merve Kavakçı’nın iki ortak yönü bulunuyor:

Biri Amerikancılık,
biri türbancılık…
=============================

Dipnotlar :

– Yazı bize e-ileti olarak ulaşmıştır..

Kanlı Pazar, 16 Şubat 1969’da İstanbul Beyazıt meydanında ABD’nin 6. Filo’sunu protesto etmek için 76 gençlik örgütünün toplandığı sırada meydana gelen olaylardır. Olaylar sırasında Ali Turgut Aytaç ve Duran Erdoğan adlı gençler bıçaklanarak öldü. Ayrıca yaklaşık 100 kişi yaralandı. (Ahmet Saltık; wikipedia)

– Hatice Babacan, şimdiki AKP Hükümeti başbakan yardımcısı Ali Babacan’ın halasıdır.
– Konuya ilişkin olarak bu sitede yayımlanan yazımıza da bakılmasını öneririz.

MÜSLÜMAN KARDEŞLER, ARAP BAHARI, İSLAMDA REFORM ve TÜRKİYE..
(The Muslim Brothers, Arab Spring, Revival and Reform in Islam and Turkey..)

http://ahmetsaltik.net/musluman-kardesler-arap-bahari-islamda-reform-ve-turkiye-the-muslim-brotherhood-arab-spring-revival-and-reform-in-islam-and-turkey/, 8 Temmuz 2012

Sevgi ve saygı ile.
Datça, 10.9.12 (Tatil için)

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

Okullar açılıyor… Ya çocuklarımızın sağlığı!

Pedagog Güzide Soyak

Vehbi Koç Vakfı Amerikan Hastanesi Pediatri Bölümü
Cumuriyet Bilim Teknik 07.09.2012

Okullar açılıyor… Ya çocuklarımızın sağlığı!

Bağımlı, ilişki kuramayan, arkadaşları ile oyunu reddeden, anne ile ilişkisi sağlıklı organize edilememiş bir çocuğun okula başlarken sorun yaşaması beklenilebilir.
Bu çocuklarda ilgi ve enerji kaybı, sinirlilik, içe kapanık olma durumu, nedensiz ağlama, baş ve karın ağrılarından yakınma gözlemlenebilir.

Okulların açılma zamanı geldiğinde, okula yeni başlayacak çocukları olan her anne ve baba ilkokul sıralarında karşılaştığı korku ve heyecan karışımı duyguyu hatırlayarak,
o dönemi adeta yeniden yaşamaktadır. Ev ortamı gibi rahat bir hayattan, kurallarla dolu okul hayatına adım atmaya hazırlanmak, her çocuk için problem teşkil etmektedir.
Farklı elbiseler, yeni arkadaşlar, çeşit çeşit defterler, rengârenk kalemler,
türlü oyunlar, çocuklar için yeni bir dünyaya adım atmak anlamına gelmektedir. Çocuklarından önce ebeveynlerinin bu duruma hazır olmaları gerekmektedir.
Çünkü çocukların bu dönemde karşılaşabilecekleri problemleri önceden kestirmek ve
onlarla baş edebilmenin yollarını aramak önemlidir.

Okul korkusu nedir?

Okul korkusu, okul çağı içindeki çocuğun okula gitmeme yönünde direnmesi, arkadaşlarını kabul etmemesi ve ağlamak gibi tepkiler geliştirmesidir. Okul korkusu, kızlar ve erkeklerde eşit oranlarda görülmektedir. Bu korku, çocuğun eğitim alacağı ortama uyum sağlamasını engellemektedir. Çocuklar için korku, yaşama adapte olabilmenin, kaygı veren durumlarla baş edebilmenin yöntemlerinden biridir.
Okul korkusu, hızlı ele alınıp gerekli müdahaleler yapıldığı takdirde çabuk atlatılabilmektedir.

Her yeni durumun uyum sorunu yaşatıyor olması normaldir. Anneden ayrılık deneyimini
ilk defa anaokulu döneminde yaşayan çocuklar, bu dönemde okulun içine girmeye ikna olmakta zorlanırlar ve tedirgin olurlar. Normal gelişim gösteren bir çocukta bu durum kabul edilebilir; ancak sorun, okula başlamakla ilgili değildir. Anne ve çocuk arasındaki bağımlı ilişki kapsamında annenin çocuğun bireyselleşmesine izin vermemesi, bir bakıma annenin de çocuğa bağımlı olması, ev içinde baskılı–kaygılı ortamların olması, yeni bir kardeşin gelmesi, çocuğun bu süreci henüz anlayamamış olması, anne ve babanın çok kaygılı kişiler olmaları, aile içinde bir yakının kaybı ve hastalıklar gibi birçok etmen de etkili olabilmektedir.

Çocuğun okula başlamadan önceki dönemde arkadaş deneyimlerinin niteliği, duygularını ve düşüncelerini anlatmada desteklenmiş olması, bu dönemdeki zorlukları atlatmada önemli deneyimler oluşturmaktadır. Bağımlı, ilişki kuramayan, arkadaşları ile oyunu reddeden, anne ile ilişkisi sağlıklı organize edilememiş bir çocuğun okula başlarken sorun yaşaması beklenilebilir. Bu çocuklarda ilgi ve enerji kaybı, sinirlilik, içe kapanık olma durumu, nedensiz ağlama, baş ve karın ağrılarından yakınma gözlemlenebilir.

Bu dönemde çocuğun bireysel gelişimine de önem verilir, anne–çocuk ilişkisi doğru organize edilirse tekrar ortaya çıkmayabilir. Ancak çocuğun eve bağımlılığı desteklenir, okula gitmeme ile ilgili istekleri desteklenirse bu sorunlar tekrar yaşanabilmektedir.

İlk gün stresi nasıl atlatılır?

Her okula başlayan çocuk aynı tepkiyi göstermez. Anaokuluna başlayan çocukların zaman
ve uzaklık kavramı tam oturmadığı için ilk kaygıları bu yönde olur.

• Evimize ne kadar uzaklıktayım?
• Annem beni alacak mı?
• Bu çocukları tanımıyorum.
• İhtiyaçlarımı kime söyleyeceğim, yardım ederler mi?
• Ev kuralsız bir yerdi. Her şeyi kuralla yapacak olmak sıkıcı.

Çocuk, bu soruların cevaplarını yaşayarak öğreneceği için kaygıları da yüksek olmaktadır. İlk gün okulda 1–2 saat kalmak, annenin onu ne zaman alacağını saat üzerinden göstermesi, öğretmenle tanıştırıp, nasıl yardımlar isteyeceğini anlatması çıkacak sorunları azaltabilmektedir. İlk birkaç gün çocuğun görebileceği bir yerde oturup oradan ayrılmamak da yararlı olabilmektedir.

Adaptasyon süreci

Daha önce okula gitmemiş bir çocuk için 10 günü aşan ve hiç azalmayan uyum sorunları varsa anaokuluna gitme durdurulmalıdır. Çünkü çocuk okula gitmek için henüz
hazır değildir. Daha önce anaokuluna gitmiş çocuklarda uzun tatil sonrasında okula dönüş güç olabilir ama okul tanıdıkları bir yer olduğu için, burada yaşanan kaygı daha kısa sürede atlatılabilmektedir. Taviz vermeden eski düzeni içinde çocuğun anaokuluna gidip gelmesi sağlanmalı ve çocuğun evde kalmasına izin verilmemelidir.

Çocuğa ilgisiz olmak ya da aşırı derecede ilgi göstermek çocuğun duygusal ve bilişsel gelişimini geciktirmekle birlikte, öğrenme ve uyum sorunlarını yaşamasını kaçınılmaz kılmaktadır.

Her anne baba çocuklarının ödevleri ile ilgilenmelidir.

Çünkü onların sorunlarına yardımcı olmak, beraber sorunların üstesinden gelmek çocukların hoşlarına gitmektedir. Ödevlerinde anlamadıkları yerlerde yardım isteyebilecekleri söylenmeli, yol gösteren kişi olunmalıdır. Okula başlanılan ilk birkaç hafta, okuldan evde yapılması için herhangi bir ödev verilip verilmediği sorulmalıdır.

Ancak ödevi yapması için ısrarcı olunmamalıdır.

Ödevini yapmadan gittiği takdirde öğretmenine nedenlerini kendisi anlatmalıdır.
Çocuk, okuldan geldiği ilk 2 saat içinde ödevlerini tamamlamalıdır.

25 yalan

Rıza Zelyut

25 yalan

25 canımız daha gitti.

Ağlarsa anam ağlar, gerisi yalan ağlar; demişler ya…
Analar ağlar ağlar, kahrolur; siyasetçiler nutuk atar.

‘Her türlü soruşturma yapılacak!’ denilir. ‘Hesabı sorulacak!’ diye yalan söylenir.
Ama ölenler ölür; çünkü onlar sıradan insanların çocuklarıdır.
Kalan sağlar; bizimdir; çünkü kalanlar da zengin takımının çocuklarıdır.
Tabii ki kalanlar; özel tarlalarda özel gübrelerle yetiştirilen natürel ürünler olduklarından onları korumak gerekiyor.
Damızlık olarak da bunları kullanmak isteyebilirler ileride.
Hitler’in Almanya’da yetiştirmek istediği ‘Ari ırk’ gibi bizde de zengin çocuklarının damızlık olarak kullanıldığı bir özel ırk yetiştirmek düşünülebilir.

Kim mi düşünür?

Siyasetçi olarak seçeceğimiz postmodern Hitlerler…
Bunun için özel çiftlikler kurulabilir.
Karpuz yetiştirir gibi orada üstün insanlar yetiştirilir.
Dinine bağlı, yöneticisine bağlı, Amerika’ya bağlı…

Diğerleri mi?
Bir kısmı ‘Sen Kürtsün; senin Kürt sorunun var!!’ denilerek kışkırtılır.
Bir bölümü de bunların üstüne salınır. ‘Öldürün birbirinizi!’ denilir.

SÖKÜN RÜTBELERİNİ

Afyon’da cephanelik havaya uçuyor. Orada bulunan bakan çıkıp hemen fetvayı veriyor:

-Tümüyle kaza!

Bakan yalnızca bakıyor.
‘Ne söylemeliyim ki, bundan hükümet zarar görmesin!’ derdinde.
Oraya birisinin el bombası atmadığını nereden biliyorsun Veysel Bey?

-Efendim bu bombalar 1935’ten kalma. Metal yorgunu…

Kıvırdıkça kıvırıyorlar…

Eğer böyle bir feci olay Amerikan ordusunda olsa idi…
Şu an ABD Genelkurmay Başkanı çoktaaan istifa etmişti…

Biliyorum ki, bizim Genelkurmay Başkanı Necdet Özel istifayı aklına bile getirmez.
Başbakan Erdoğan da kendi paşasının istifasına izin vermez.
Nasıl olsa Türkiye’de böyle faciaların hesabını iktidardan soracak bilinçli bir halk yoktur.

Millet; birtakım adamların hatalarından doğan ölümleri de ‘Kaza’ der;
‘Kader’ der sindirir.

Ama bu ‘kaza ve kader’in neden hep sıradan insanların çocuklarını vurduğunu;
niçin seçkinlerin çocuklarına bu ‘kaza ve kader’in dokunmadığını düşünmez.

Çünkü 1300 senedir, din adamı görüntülü mollalar, Müslümanları böyle kandırmışlardır:

‘Kaza ve kader Allah’tandır!’

Siyasetçilerin pisliğini temizlemek için…

Madende patlama olur onlarca insan can verir. Tedbiri ihmal eden zihniyet; ‘Kaderlerinde bu varmış!’ diyerek ölümü kutsar.

Yok canım! Sen aptallık yap; cephaneliğini koruma; patlat;
sonra da ‘Bu Allah’ın takdiridir!’ diyerek suçu Allah’a yık.

Bu ülkeyi yönetenler; işletmelerin başında bulunanlar;
cephanelikleri koruyanlar suçlu değildir da Allah suçludur.

Ama yeter. Hiç değilse bu cephanelikte görevli subayların rütbeleri sökülmelidir.

ERGENEKONCULAR OLMASIN

Eğer iktidarın PKK ile görüştüğü 2010’larda böyle bir patlama olsa idi;
yandaş başın başlığı çoktaaan atmıştı:

‘Ergenekon cephaneliğe sızdı!’

Hemen orada görevli subay ile Ergenekoncu ilan edilen askerler arasında bağlantı kurulur; İnternet’e de bir ses kaydı konulurdu:

‘Halkı hükümetin aleyhine harekete geçirmek gerekiyor. Bunun için büyük bir patlama yapmak lazım. Cephaneliklerden birisi patlatılırsa bu hükümet devrilir.
Böylece Ergenekon soruşturması da durdurulur.’

Ve ertesi gün yandaş medyada yeni başlıklar atılırdı:

‘Ergenekon’un hain planı 25 askerimizin hayatına mal oldu.’ (!)

‘Cephanelik Ergenekoncuları kurtarmak için patlatılmış.’ (!)

İşin içine CHP de sokulurdu ki, filmin öyküsü iyice heyecanlandırılsın.

Afyon’da Kurtuluş Savaşı’nın yapıldığı yerde kanı eski şehitlerimizin kanına karışan yeni şehitlerimiz!

Hakkınızı helal edin bizlere. Çünkü layık olamıyoruz sizlere…

Dil, Kültür ve Yabancı Dilli Üniversite

Dostlar,

Üstad Doğan Kuban’ın Cumhuriyet Bilim Teknik ekinde 31 Ağustos 2012 günü yayaımlanan

Dil, Kültür ve Yabancı Dilli Üniversite
başlıklı makalesini paylaşmak itiyoruz..

Gençlerimizin, us almaz bir yabancı dil özentisi hatta takıntısı ile
nasıl kendi öz ekinlerine (kütürlerine) yabancılaştırıldıklarını acı ile izliyoruz.

Bu gidişin durdurulması gerek.

Yabancı dil öğrenmeye ve öğretmeye elbette evet..

Devlet, geçerli yabancı dilerin yurttaşlarca yeterli düzeyde öğrenilmesi için
elbette çaba göstersin ama

YABANCI DİLLE EĞİTİME HAYIR!

Bu ancak sömürgelerde olur.

Türkiye, örn. Rusya’dak gibi bir Dil Akademisi kurmalı.
Aslında alasını büyük Atatürk 1932’de Türk Dil Kurumu olarak kurmuştu. 12 Eylülcüler devlet dairesine dönüştürdü ve işlevsiz kıldılar.

Böylesi bir kurum, seçilen bilimsel-kültürel kaynakları yabancı dilerden Türkçemize çevirirken, karşılığı olan Türkçe söcükleri de türetir..

Böylece isteyen o yabamcı dillerden okur ama Türkçeleri de dilimze kazandırılır
yeni kavram ve terimlerin.

Bunun için ulus devlet / ulusal devlet olmak gerekir;
bir ulusal dil politikası olması gerekir devletin ?

Türkiye’de 12 Eylül 1980’den bu yana giderek yozlaşan ve çoraklaşan çok tehlikeli bir savrulma yaşanıyor..

Ve de dile kolay, en az 3 onyıldır bu tehlikeli erozyon süregelmekte..

AKP’nin CHP’den dönme Kültür Bakanı Ertuğrul Günay‘ın düşün dünyasının ufukları bu sorunlara erişemiyor mu?

Doğan Kuban’ın makalesi için lütfen tıklar mısınız ??

Dil, Kültür ve Yabancı Dilli Üniversite

Sevgi ve saygı ile.
Datça, 10.9.12 (Tatil için)

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

Sağlıkta ‘acı sona’ doğru..

Dostlar,

Cumhuriyet Gazetesi Strateji ekinde 31.07.2006 günü, 6 yıl önce yazdığımız makaleyi sizlerle paylaşmak istiyoruz..

Böylelikle günümüze nasıl gelindiğini daha rahat anlama olanağı olabilir.

Bir de geçmişte yaptığımız uyarılar, önerdiğimiz çözümler..

Neden dikkate alınmaz da DB ve IMF “uzmanları” (!) nın ağzından çıkan kutsal buyruktur?

Bu, kimler için, hangi siyasal iktidarlar için böyledir ve sonu nereye varır?

Büyük Atatürk’ün şu sözlerinin hiçbir değeri yok mudur ??

“ Ulusumuzun güçlü, mutlu ve güvenlik içinde yaşayabilmesi için Devletin tümüyle Ulusal bir siyaset izlemesi ve bu siyasetin, iç kuruluşlarımıza tümüyle uygun ve dayalı olması gereklidir.”

Türkiye’ye çok yazık oluyor.
Uydu politikalar ülkemizi uydulaştırıyor.
AKP ülkemizi çok kötü yönetiyor ve zarar veriyor.
Süre geçtikçe de bu yıkımın (tahribatın) giderimi (telafisi) çok ama çok güçleşiyor..

Gelinen yerden ders alınması gerek..
Daha beterinden korunmak için AKP içindeki yurtsever ve aklı selim milletvekillerini, bürokrat ve uzmanları ve de halkımızı göreve çağırıyoruz.

6 yıl geriye tarihlenen bu irdelememizi okumak için lütfen tıklar mısınız ??

Saglikta_’aci_sona’_dogru_Cumhuriyet_Strateji_31.07.06

Sevgi ve saygı ile.
Datça, 10.9.12 (Tatil için)

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

Kilit Nokta Üniversiteler..

Dostlar,

Değerli meslektaşım Sn. Prof. Dr. Erdal Beşer, kıdemli bir Halk Sağlığı profesörüdür.
(İkimiz de 1977 tıbbiye mezunuyuz..). Çalışkan, ciddi ve çok üretkendirler.
Hafta sonu Cumhuriyet Bilim Teknik’te bu yazısını görünce heyecanla okudum. Benzer duygu düşünceler içinde olmuş ve çalışmalar yürütmüş bir akademisyen olarak doğallıkla bir özdeşim (empati) kurdum kendisiyle. Biz de geçmişte bu dergide ve Cumhuriyet’in 2. sayfasıyla değişik sayfalarında (örn. Leyla Tavşanoğlu söyleşileri ile..) katkı sunmaya çaba göstermiştik.

Hacettepe Üniv. Tıp Fakültesi’nde Toplum Hekimliği Bölümü’nü kuran ve bizleri yetiştiren Prof. Dr. Nusret Fişek de hep SOSYAL TIP vurgusu yapardı. Sağlık hizmetleri özellik ve öncelikle toplum için, toplum yararına, sağlıklı ve kalkınmış topluma dönük olmalıydı.

23 Eylül 1995’te bu Dergide, Cumhuriyet Bilim Teknik sayfa 12’de yayımlanan yazımız, “Temel Sağlık Hizmetlerinde Araştırma” başlıklı idi.

Meslektaşım, değerli arkadaşım Sn. Prof. Beşer’e konuyu yeniden gündeme taşıdığı ve topluma bir çağrı yaptığı için çok teşekkür borçluyuz…

Ancak; dün (9.9.12) basından öğreniyoruz ki, Siirt Üniversitesi’ne seçimde 26 oy ile
1. olan değil ama 4 oyla (kendi oyu dahil) 4. sırada olan bir hoca Cumhurbaşkanı Abdullah Gül tarafından rektör olarak atanmıştır.

Sözün bittiği yerdeyız.

Ama tarihin bu sistemi, YÖK’ü ve Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ü alkışlamayacağı kesindir!

Hem kısa erimde sınırlı umut hem de derin kaygılarla..

Bilim insanlarını böylesine duygusal-düşünsel ikilemde (ambivalansta) bırakmak;
sahi kime ne yarar sağlar ??

Sevgi ve saygı ile.
Datça, 10.9.12 (Tatil için)

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net
=========================================================

Prof. Dr. Erdal Beşer
Aydın Adnan Menderes Üniversitesi Tıp Fakültesi Halk Sağlığı Anabilim Dalı Başkanı[/caption]

Prof. Dr. Erdal Beşer
ADÜ Tıp Fakültesi Halk Sağlığı Anabilim Dalı Başkanı
besererdal@yahoo.com

Kilit Nokta Üniversiteler

Cumhuriyet Bilim Teknik, 07.09.2012

 Olağan işlerimizden kafamızı kaldırıp, “toplumumuz veya insanlığın gelişmesi,
daha ileriye gitmesi için ne yapabilirim?” sorusunu kendimize soralım mı?
Yoksa her sorunun nedenini kendi dışımızda aramaya devam mı edelim?

Toplumların kalkınmasında ilk yaklaşım sosyo-kültürel ve sağlık açısından olmalı
(Am J Public Health. 2003;93:383–388). Bu yaklaşım toplumun ekonomik, insan hakları vb. kalkınmasına da öncülük edecektir. Burada kilit rolün üniversitelere düştüğünü düşünmekteyim. Üniversiteler öğrencisi ve akademisyenleri ile toplum kalkınması için
sahaya inseler, her biri halkımızla sosyo-kültürel, sağlık vb. konularda etkileşime girseler, toplumdaki değişimler bilimsel olarak değerlendirilebilse, sonuçlar nasıl olur?

Önce bir bölgede durum saptaması yapılsa, sonra her ev için sorumlu öğrenci veya akademisyenler belirlense ve seçilen bölgenin bir bölümüne müdahalede bulunulsa, müdahalede bulunulmayan öbür bölgelerle karşılaştırılsa ne gibi sonuçlarla karşı karşıya kalınabilir?

Örneğin, ev koşullarında yapılacak müdahalenin çocuklarda solunum yolu enfeksiyonu/ishal sıklığını azaltıp azaltmadığı, hanede yaşayanların eğitilmesinin çocukların okul başarısını artırıp artırmadığı, model olacak davranış biçimlerinin gösterilmesi ile evlerde kitap okuma sayısının veya kültürel etkinliklere katılımın artıp artmadığı bilimsel yöntemlerde araştırılabilir.

Üniversiteler toplumun hazinesi. Sanat, sağlık, fen, eğitim, ziraat, veterinerlik…
tüm duayenler orada. Bu zenginliklerden ülkemiz ve insanlık daha fazla yararlanamaz mı?

Üniversiteler akademik destek vermenin yanı sıra sektörler arası işbirliğinin yürütücüsü olmalıdır. Bu işbirliği için valilik, kaymakamlık, belediye vb. kuruluşlarla bilimsel birlikteliklerin oluşturulması önemlidir. Bu kurumların, toplum kalkınması için öğrenci ve akademisyenlere destek olmaları gerekir.

Grigoriy Petrov’un “Beyaz Zambaklar Ülkesinde” adlı kitabı beni çok etkilemişti.

20. yy. başlarında Finlandiya’da yaşam düzeyi çok geridir. Kitapta değişik mesleklerden
bir avuç aydının birlikte davranarak Finlandiya’yı dünyanın en yaşanılacak ülkesi durumuna getirmeleri anlatılır.

G. Petrov; “Yüksekokullar diploma atölyeleri değil.. Ülkenin zihinsel ve manevi aydınlanması için merkezi istasyonlardır.. Halka yaşamın güzelliklerinden söz edin. Çalışmaya, aydınlık ve neşeli yaşam için halkta çalışmaya karşı iştah, istenç (irade)
ve hırs yaratın”.

Yazar ve eğitimci Paulo Freire, Ezilenlerin Pedagojisi’nde geliştirdiği bir teknikle,
Brezilya’da halk kitlelerine okuma yazma öğretir.

Gerçekte bu, halkı eğiterek özgürleştirme çalışmasıdır.

Kısa sürede okuryazar olan kişiler, Paulo’yu adeta kendilerini komadan çıkaran doktor gibi görürler. Şu türden konuşmalara sık rastlanır :

 ”Ben insan olduğumu okuryazar olduktan sonra anladım, daha önce yaşamamışım”.

İsveç’i yüz yıldan kısa bir süre içinde, bir buz çölünden “endüstri ötesi ülke” düzeyine getiren etmenin 49 adet buluş olduğu bir Yunan doktora öğrencisinin tezi ile kanıtlanmıştır.

Unutmamamız gereken nokta:

Yalnızca ekonomik kalkınma üzerinde yoğunlaşılır; sosyo-kültürel, sağlık, insan hakları vb. gelişmeler göz ardı edilirse ülke gelişmiş sayılmaz.

O zaman, ülkemizde olduğu gibi gelişmişlik sıralamasında (endeksinde) gerilere düşmek kaçınılmaz olur. Bu açıdan bakıldığında Çin gibi birçok ülkeye gelişmiş ülke diyemiyoruz.

Yukarıda kısaca değinilen Finlandiya ve İsveç’teki uygulamalarda akademisyenler
çok etkindir.

Brezilyalı yazar Paulo Freire de akademisyendir. Zaten sektörler arası işbirliğinin olmazsa olmaz koşulu; eşgüdümü (koordinasyonu; planlama, izleme, raporlama, kontrol grubu ile çalışma, takvimlendirme vb.) akademisyenlerin yürütmesidir. Ancak üniversite yönetimleri her türlü desteği öncelikli olarak toplum temelli çalışmalara ayırarak;
sanayi, sivil toplum kuruluşları, halk, bürokrasi, merkezi ve yerel yönetimler vb. ile eşgüdümü (koordinasyonu) akademisyenler yararına hızlandırıp kolaylaştırmalıdırlar.

Biz Halk Sağlığı Anabilim Dalı olarak en az on yıldır bölgemizde toplum kalınması çalışmaları yürütüyoruz (E. Beşer, Sektörler arası işbirliği için yeni yaklaşım, Cumhuriyet Bilim Teknik 24 Haziran 2011, sayı:1266/19). Şu anda, belirlediğimiz bir bölgede öğrenci ve araştırma görevlisinin toplumun sosyo-kültürel, sağlık vb. değişimindeki rolünü saptama çalışmalarının planlamasını bitirdik. Böylece, giderek
daha büyük bölgelerde deneyim kazanmayı amaçlıyoruz. Bu DERGİ aracılığı ile birliktelik sağlayıp, toplum kalkınması uygulama, yöntem ve deneyimlerimizi paylaşabilir miyiz?

 Unutmayalım, ülkemiz üniversitelerimizin katkısı ile kalkınacaktır.

Tüm üniversitelerin toplum kalkınmasına etkin katkı vermesi için daha ne denli bekleyeceğiz?

Toplumsal Eğitim-Eğitimsizlik Düzeyi..

Demokrasicilik oyununun vazgeçilmez evrensel kuralı.. Kitleleri gerçek anlamda “eğitimsiz” bırakmak..
Okullu – diplomalı olsa da.. Demokrasi, aydınlanarak özgürleşmiş insanların özlemi ve ürünü olabilir oysa..

Tam da 4+4+4’ün zamanı.. Toplumu sürüleştirme ve yeşil faşizmi kurma hayali..

Ama tutmayacak; bu halk bu oyuna geçit vermeyecek..

4+4+4 gerici yobaz dayatmaya karşı gerekirse yeniden Millet Mektepleri..
Yeniden Halk Evleri, Halk Odaları.. Sözde “Milli Eğitim”e,
“Gayrı Milli eğitim”e karşı seçenek eğitim..

EĞİTİM KOOPERATİFLERİ ile..

BM 2012’yi Kooperatif Yılı ilan etti..

Sevgi ve saygı ile.
Datça, 9.9.12 (Tatil için)

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net