Etiket arşivi: Kuvay-ı Milliye Destanı

ATATÜRK DUMLUPINAR’DA NEDEN AKDENİZ’İ HEDEF GÖSTERDİ ?

ATATÜRK DUMLUPINAR’DA NEDEN AKDENİZ’İ HEDEF GÖSTERDİ ?

Lütfü Kırayoğlu
(Elk. Müh. – İTÜ)

“Ordular! İlk hedefiniz Akdeniz’dir. İleri!” Mustafa Kemal Atatürk’ün bu tarihi emrinin sonuçlarını görmek istemeyenler, bu emir cümlesi üzerinden yapay tartışmalar yaratarak büyük ve kutsal zaferi küçümseme çabasına girişiyorlar.

Öncelikle bilgisizlikten kaynaklanan bir tarih hatasını düzeltelim. Yazılarında “tarihçi” sıfatını kullananlar da dahil, pek çok yazar bu ünlü emrin tarihini yanlış kullanıyor. Bazıları Büyük Taarruzun başladığı 26 Ağustos 1922 tarihini işaret ederken, bazıları da 30 Ağustos 1922 tarihini işaret ediyor. Bu ünlü emir 1 Eylül 1922 günü Mustafa Kemal Paşa tarafından bozguna uğrayan işgalcileri kovalamak üzere Dumlupınar Karargahı’nda verilmiştir. Kütahya ilinin bu şirin ilçesinin meydanına ünlü heykeltıraş Yavuz Görey tarafından yapılan anıttaki kabartma ile de süvarilerin hücumu ölümsüzleştirilmiştir.

Büyük komutanın bu kesin komutu çevresinde estirilen bir başka fırtına ise “Mustafa Kemal Paşa, ordulara Akdeniz hedefi göstermiş, ordular bu emre uymayarak Akdeniz yerine Ege’ye gitmişler” şeklindeki alaycı değerlendirmelerdir. Bu değerlendirmeyi yapanlar arasında birtakım solculara da ne yazık ki rastlanmaktadır. Bu kişilerin; ne tarih, ne coğrafya, ne askerlik bilgileri vardır, ne de yaşadıkları toprakla ilgili en küçük arazi bilgileri vardır. Hatta bunların ilkokul seviyesinde tarih, coğrafya bilgileri olduğu bile uşkuludur.

Anadolu topraklarına 15 Mayıs 1919 günü İzmir rıhtımından çıkan Yunan birlikleri, İzmir limanını bir ikmal kapısı olarak kullanmışlar ve Büyük Zafer’den sonra yine aynı limandan Akdeniz’e dökülmüşlerdir. Mustafa Kemal Paşa tarafından yapılan bütün değerlendirmelerde İzmir limanı bir Akdeniz limanıdır ve Atatürk’ün kendi elinden çıkan Nutuk adlı eserinde de İzmir Akdeniz limanı olarak geçmektedir. Her şeyden önce kaba bir araştırma ile yüzyıllar boyunca Osmanlıların “Ege denizi” kavramını hiç kullanmadıklarını görürüz. Bu iç deniz çoğunlukla Bahr-i Sefid (Beyaz Deniz-Akdeniz) olarak tanımlanmış, çok ayrıntı verilmek istendiğinde de Adalar denizi, Fransızlar tarafından Meydan Larousse’da da belirtildiği gibi Archipelago (takımadalar denizi) olarak tanımlanmış, Lozan Antlaşmasında da Akdeniz olarak kayıtlara geçmiştir. Şimdilerde yaygın olarak Mediterranean Sea olarak haritalarda görülmektedir. Ege denizi kavramı 1930’lu yıllardan sonra Türkçe atlaslara girmeye başlamıştır. Bu konuda Emekli Tümgeneral Cevat Ülkekul’un değerli bir araştırması bulunmaktadır.

Atatürk Nutuk’ta Büyük Zafer’i anlattığı bölümde;

  • … ordularımız İzmir rıhtımında, ilk verdiğim hedefe, Akdeniz’e ulaşmış bulunuyorlardı.” dedikten sonra devamında “Afyonkarahisar-Dumlupınar Meydan Savaşı ile ondan sonra düşman ordusunu büsbütün yok eden ya da tutsak eden ve kılıç artıklarını Akdeniz’e, Marmara’ya döken savaşlarımızı açıklamak ve nitelemek için söz söylemeyi gerekli görmem” demektedir.

İşgalcileri kovalayan kuvvetlerimizin bir bölümü İzmir’e ulaşırken, bir bölümü de onları Bandırma ve Mudanya’da denize dökmüştür. O dönemlerde yetişenler arasında Ege Denizi kavramı yoktur.

Bazı “solcularımıza” Ataürk’ü ve Ulusal Kurtuluş Savaşımızı yeniden öğreten büyük ozan Nazım Hikmet de Kuvay-ı Milliye Destanı adlı çarpıcı yapıtında İzmir rıhtımını Akdeniz olarak tanımladığı dizelerinde şöyle demektedir:

“…
Sonra, 9 Eylül’de İzmir’e girdik ve Kayserili bir nefer
Yanan şehrin kızıltısı içinde gelip öfkeden, sevinçten,
Ümitten ağlıya ağlıya,
Güney’den Kuzeye,
Doğudan Batıya,
Türk halkıyla beraber seyretti İzmir rıhtımından Akdeniz’i”

Görüldüğü gibi yaklaşık aynı dönemlerde Osmanlı kültürü ile yetişen Nazım Hikmet de İzmir Limanı’ndan görülen denizi bizim yeni Osmanlıcıların aksine Akdeniz olarak kabul etmektedir.

1922 yılında, Mustafa Kemal Paşa gibi bir askerin bugünkü harita bilgimizle Akdeniz olarak bilinen Anadolu’nun Güney sahillerini ordulara ilk hedef olarak göstermesinin hiçbir değeri ve anlamı da yoktur. Mondros Antlaşması hükümlerine göre bugün bilinen adıyla Akdeniz sahillerini Muğla’dan Antalya Körfezi’ne kadar işgal eden İtalyanlar, Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşlarının başarılı diplomatik girişimleri sonucu savaş dışı bırakılmış, Türk Ordusu’nun Güneye yani bugün bildiğimiz adıyla Akdeniz’e gitmesine gerek de kalmamıştır. Üstelik en küçük arazi bilgisine sahip bir asker bile, Anadolu’nun güney sahillerinde denize paralel olarak uzanan ve Afyon yöresinden sonra en az 5 sıra oluşturan dağlar silsilesini aşmanın güçlüğünü bilir. Türk Ordusu, Başkomutanı’nın büyük emrini aldıktan sonra denize dik olarak ulaşan dağların aralarından İzmir yönünde girdiği her yeri yakıp yıkan işgalcileri kovalayarak bu büyük buyruğu (emri) aldıktan yalnızca dokuz gün sonra İzmir’de Akdeniz’e ulaşmıştır.

Bugünün teknolojisiyle, ithal malı rahat ayakkabılarıyla, sırtında herhangi bir yükü olmadan Dumlupınar’dan İzmir Rıhtımı’na dokuz günde ulaşabilecek babayiğit sporcu var mı? Elde silah, sırtta çanta, ayağında doğru dürüst ayakkabısı, postalı olmadan, tuzaklanmış arazide savaşarak, yakılmış arazinin içinden yaralarına aldırmadan, yanıbaşında vurulan silah arkadaşının düşüp ölümünü görmezden gelip, belki de birazdan kendisinin de düşüp şehit olacağını bilerek, komutanının verdiği emre uygun, uçarcasına Akdeniz’e doğru koşan kahraman Mehmetçiklerimizin büyük zaferini küçümseyip alay ederek ünlü olamazsınız.

Tarih sizi değil, bize bu güzel toprakları armağan eden Mustafa Kemal Paşa ile silah ve dava  arkadaşlarını yazacak, sizler unutulacaksınız!

Ulusal bağımsızlığımızı kazandığımız bu büyük zaferi bizlere ve tarihe armağan eden Mustafa Kemal Atatürk, silah – dava arkadaşları ve şehitlerimizi bir kez daha minnet ve saygıyla anıyoruz.

“Kocatepe Yanık ve İhtiyar Bir Bayırdır”

“Kocatepe Yanık ve İhtiyar Bir Bayırdır”

Lütfü KIRAYOĞLU 
(Elk. Müh. – İTÜ)

26 Ağustos 2020 / Büyük Taarruz’un 98. Yılı

Büyük ozan Nazım Hikmet Sultanahmet, Çankırı ve Bursa cezaevlerinde, 1939-1941 yılları arasında yazdığı Kuvay-ı Milliye Destanında Büyük Taarruzun başladığı Kocatepe’yi “yanık ve ihtiyar bir bayır” olarak betimliyordu. Nazım Hikmet Kuvay-ı Milliye Destanı adlı büyük eserini hiç görmediği savaşı, savaş alanlarını ve bu kutsal savaşın kahramanlarını herkesten daha iyi anlatırken, savaş sonrası cezaevlerinde çile çeken gerçek kahramanlardan ya da yakınlarından dinleyerek yazıyordu.

Son 50 yıl içinde bu muazzam savaş alanlarını farklı zamanlarda ve sık sık gezdim. Kısa ve uzun aralıklarla buralarda kaldım. Ancak Nazım Hikmet’in dile getirdiği sanatçı gözlemine ve duyarlığına yaklaşmak bile olanaklı olmadı. Her şeyden önce, Sakarya Zaferinden sonra Afyon’a kadar çekilen işgalcileri kovalayan Türk birliklerinin Afyon’u almak yerine zaferin kaderine egemen olacak Kocatepe’yi tutmaları inanılmaz bir askeri dehanın ürünü olsa gerek. 1874 rakımlı bu “yanık ve ihtiyar bayır” önündeki Kalecik Sivrisi engeli nedeniyle Afyon kentini göremese bile, büyük ve kutsal savaşın geçtiği bütün Afyon-Sincanlı ovasına hakimdir. Tepenin hemen etekleri ise İngilizlerin “Türkler burayı 6 ayda aşarlarsa iyidir” dedikleri düşman tahkimatları ile kesilmiş, uçurumlarla çevrili muazzam bir tepedir.

Afyon’a ilk kez hemen hemen 50 yıl önce üniversite stajım sırasında gittim. Şimdilerde ilçe olmuş, ancak o yıllarda büyücek yerleşim yerlerinde bile telefon yoktu. Ve biz, şimdi çok komik görünen ilkel telefon santrallerini kurmak için köylere gittiğimizde büyük ilgi ile karşılanıyor, genç yaşlı çevremizde toplanıyordu. Yaşı yetmişe yakın ya da daha yaşlı olanlar savaşı canlı olarak yaşamış insanlardı ve anlatacak yeni insanlar gördükleri için bizlere büyük bir heyecanla savaşı anlatıyor, ancak bizler henüz bu katsal savaşı yeterince kavramadığımız için masal gibi dinliyorduk. Sonraki gidişlerimizde ise anlatımların ne kadar eksik olduğunu daha iyi anladım.

Bir süre sonra, bu kez askerlik görevim nedeniyle tören birliklerinde görevli olarak bölgeye gittim ve savaş alanının tam da göbeğinde, dağda 20 gün çadırlı ordugâhta kaldım. Çadırlarımızı kurduğumuz yer, 30 Ağustos 1922’de Başkomutanlık Meydan Savaşının geçtiği alanın hemen yanıbaşındaki Zafertepe’de, Başkomutanın savaş idare yeri yakınındaydı. Savaş alanının üç tarafı, adına tepe bile denemeyecek yükseltilerle çevriliydi. Bu yükseltilerin üzerinde savaşa katılan birliklerin (kolordu, tümen, alay gibi) numaraları beyaz taşlarla yazılıydı. Üç tarafı bu tepeciklerle kaplı savaş alanının tek düzlük yeri ise Aslıhanlar, Dumlupınar istikametiydi. Düşman bu istikamete doğru ricata zorlanacak ve ricat sırasında yok edilecekti. Nitekim Trikopis ve karargâhı burada esir (AS: tutsak) alındı.

Tepeciklerde numaraları yazılı birliklerin İstiklal Madalyalı sancakları ve birlik komutanları küçük bir heyetle 30 Ağustos törenlerine katılırken bölgeye en yakın birlik olan bizim birliğimiz (bir piyade alayı, bunu takviye eden topçu taburu ve bir mekanize piyade bölüğü) esas törenleri yapıyordu. Tören hazırlıklarını yaptığımız 20 gün boyunca diğer savaş alanlarını görmenin yanında her gün bazı köylüler gelerek tarlalarında çalışırken buldukları savaş artığı postal, palaska, kütüklük, tüfek namlusu gibi malzemeleri getiriyor, bunları müzeye teslim etmek üzere tutanak düzenlerken yeni savaş öyküleri ve anıları dinliyorduk.

ISSIZ DAĞ BAŞINDAKİ MUAZZAM TÖREN

Bulunduğumuz yer, Afyon, Kütahya, ve Uşak illerinin kesişme noktasında ve bu üç ile de epey uzakta, Kütahya’ya bağlı Altıntaş ilçesinin Çalköy sınırları içinde ancak, çok az nüfus barındıran bir bölgedeydi. Kafamızdaki soru şuydu:

“Neredeyse kuş uçmaz kervan geçmez bu ıssız yerde yapacağımız töreni kim görecekti?”

26 Ağustos sabahının erken saatlerinde Kocatepe’deki törene ve 27 Ağustos günü Afyon’un kurtuluş törenlerine katıldık. Nihayet 29 Ağustos gecesi yeni rütbe alan subayların yıldızlarının takıldığı törensel yemek yapılırken tören alanının yanı başında gece yarısına yakın büyük bir hareketlilik başladı. Çadırlardan büyük bir panayır kurulmuştu. Çadır tiyatrosundan tüfek atıcılara, oyuncakçıdan, konfeksiyoncuya kadar her çeşit seyyar esnaf yerini almıştı.

Ertesi sabah, yani 30 Ağustos günü sabahın erken saatlerinde ortalığı büyük bir uğultu kapladı. Yakın köylerden gelen onbinlerce köylü, kamyonlar, traktör kasaları, kamyonetler, eski püskü otomobiller, at arabaları ve hattâ Kuvay-ı Milliye’nin simgesi öküzlerin çektiği kağnılarla tören alanına gelmişler, erkenden töreni en iyi izleyebilecekleri yerlere oturmuşlar, yanlarında getirdikleri azıklarını yudumluyorlardı. Savaşı gerçekten yaşayanlar, çocukları ve torunları zaferin gerçek sahipleri olarak kendi “düğünlerine” gelmişlerdi. Hayatımda gördüğüm en etkileyici törendi. Alanda yüz binden çok insan toplanmıştı. Bizler asker üniformalarımız içinde kendimizi o unutulmaz savaşın kahramanları gibi hissettik. Çünkü törene gelenler bize bu duyguyu yaşatıyorlardı.

Bu kutsal alana ikibinli yıllardan sonra kezlerce gittim. Pek çok gurup götürerek savaş alanlarını gezdirdim. Ancak nedense o eski ruh kaybolmuş, Başkomutanlık Meydan Muharebesinin geçtiği savaş alanındaki törenler cılızlaşmış, alandaki müzedeki objeler Dumlupınar müzesine götürülmüştü. Törenlerin ağırlığı, yolu düzeltilen Kocatepe’ye kaymıştı. Artık törenleri halk yapıyor, gece yarısı Şuhut’tan yola çıkan kalabalık, Zafer Yürüyüşü ile Kocatepe’ye varıp Büyük Taarruzun başladığı saatlerde törene başlıyordu. Daha sonraki yıllarda bu törenlerin yapılmasının önüne türlü engeller kondu. Destekler kaldırıldı.

ARTIK EKİLİP BİÇİLMEYEN KANLI TOPRAKLAR…

Bölgede en etkileyici yerlerden biri Kocatepe’den inişteki Kalecik köyündeki Yüzbaşı Agâh Efendi şehitliğiydi. 8 ve 11 yaşındaki şehit mezarları çok hazin. Ama en hazin olanı da Çiğiltepe’deki Albay Reşat Çiğiltepe anıtı. Bir başka etkileyici yer ise Düzağaç-Çalköy arasında eski adı Küçükköy olan ve bir de tren istasyonunun bulunduğu Yıldırım Kemal Köyü. Süvari Teğmeni Yıldırım Kemal’in hazin hikayesi Turgut Özakman’ın “Şu Çılgın Türkler” adlı kitabında ayrıntılı anlatılır. Şimdi bu kahraman teğmenin adını taşıyan bu şirin köyde istasyon binasının hemen yanındaki şehitliği ziyaret ettikten sonra köy kahvesinde gurupla birlikte demli çay içmeyi adet edindim. Orada artık tanıdıklarım da oluşmuştu. On yıl kadar önceki bir ziyaretim sırasında buğday ekerek geçinen bu köylerin tarlalarında anızların bir hayli eski olduğunu görünce köylülere “bu yıl buğday ekip ekmediklerini” sordum. Hükümetin tarım politikaları nedeniyle tarla sahiplerine destek primi ödediğini, ekim yaptıklarında zarar ettiklerini, çoğunun bankalara borçlu olduğunu, bu nedenle hiç değilse destek primi ile zarardan kurtulduklarını söylediler. Köylülere, dedelerinin savaştığı savaş alanlarını görmek üzere Yunan askerlerinin torunlarının gelip gelmediğini sordum. “Evet gelenler oluyor” yanıtını verdiler. Gelenler, “madem bu toprakları ekip biçmeyecektiniz neden uğruna savaştınız?” diye sorarlarsa ne diyeceksiniz sorumu, başlarını eğerek yanıtsız bıraktılar.

  • Kanla sulanmış bu toprakların sahiplerinin çoğu, artık Yunan sermayesinin eline geçen bankaya borçluydu.

BİZİM İÇİN GÖSTERİ UÇUŞU…

Bölgeye ziyaretlerimizden birinde tam da Zafertepe’deki Başkomutanlık Komuta yerindeki (Komuta yeri esas savaş alanına o kadar yakındı ki, kısa menzilli bir tüfekten çıkan mermi bile Başkomutana isabet edebilirdi) anıtı incelerken birden havada gösteri uçuşu hazırlıkları yapan jet uçakları belirdi. Hemen yanıbaşımızda üsteğmen rütbeli bir havacı asker, yer pilotu görevi ile telsiz aracılığıyla havadaki uçakları yönetiyordu. Uçaklardaki pilotlardan birinin sesi telsizden kulağımıza kadar geldi. Pilot “yanınızdaki guruptakiler kim?” sorusunu yöneltti. Üsteğmen soruyu bize yönelttiğinde “ADD Gurubu” olarak yanıtladık. Havadaki pilotun “bir yere ayrılmasınlar beklesinler” sözünü yine telsizin açık sesinden duyduk. Az sonra bizler için gökyüzünde inanılmaz bir gösteri başladı. Uçaklar gurup halinde dalışlar yapıyor, sağır eden bir gürültüyle neredeyse başımıza değecek kadar alçalıyorlar, jet motorlarından çıkan rüzgarı yüzümüzde hissediyorduk. Dönem “Ergenekon, Balyoz vb.” tertiplerin bütün hızıyla sürdüğü bir dönemdi ve havadaki pilotlar ADD gurubu için özel gösteri yapıyordu. Duygulanmamak elde değildi.

Bölgeye yaptığım her gezide şunları söylüyordum:

Hac ziyaretleri yaparak ülkemizin paralarını harcayanlar, keşke Arabistan çöllerine gitmeden önce şimdi çöle döndürülen bu kutsal toprakları da bilinçli şekilde gezseler…

Bu kutsal topraklar için canlarını veren şehitlerimizi ve bu inanılmaz savaşı yöneterek zafere ulaştıran Başkomutan Gazi Mustafa Kemal Atatürk ile silah (AS: ve dava) arkadaşlarını bir kez daha saygı ile anıyoruz.