Erdoğan’ın Alevi düşmanlığının kökeni
Soner YALÇIN
SÖZCÜ, 1 Haziran 2014
(AS : Bizim katkımız yazının altındadır..)
O’na göre, “Cemevi, cümbüş evi”ydi! “Candaş medya” “Ateist Alevilik” gibi tanımlar yaptı. Aleviler’i katleden Yavuz Sultan’ın adını köprüye verdi. Madımak katliamı davası zaman aşımına uğrayınca, “hayırlı olsun” dedi. Reyhanlı’da “53 Sünni vatandaşımız hayatını kaybetti” ifadesini kullandı. Erdoğan’a bu sözleri söyleten bilinç altında nasıl bir Alevi düşmanlığı var?
Fikri alt yapısı nasıl oluştu? Kimlerden nasıl etkilendi?
Tespit: Artık özellikle “Muhteşem Yüzyıl” dizisinden dolayı Kanuni Sultan Süleyman çok bilinir oldu. İtibarıyla yanlış bilinirlik arttı!
“Halk içinde muteber bir nesne yok devlet gibi
Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi”
Bu iki mısra Kanuni’nin “devlete nasıl çok önem verdiği” şeklinde yorumlanıyor!
“Devlet” sözcüğü Arapça’dan gelir ve 19’uncu yüzyıla kadar bugünkü anlamda kullanılmazdı. Arapçada “devlet”; feleğin çarkının dönüşünün bazı kişileri “talihli” kılması demekti. Yani aslıda Kanuni diyor ki:
“Hayatta en değerli şey mutluluktur
Mutlulukların en yücesi bir solunum doğruluktur”
Ya devlet?.. O nerede?.. Bugün bizim “devlet” dediğimize Osmanlı “mülk” diyordu! Osmanlı kendini “Memalik-i Mahrusa” kavramıyla tanımladı; koruması- kontrolündeki topraklar ile şehirlerdeki ticaret ve zanaat padişahın tekelindeydi.
Osmanlı’nın tüm sahip olduğuna “mülk” denirdi. Ve bu “mülk” padişaha, Allah’ın emriyle “miras” olarak gelmişti.
“Devlet”, mülk sahibinin sıfatıydı; yani, padişah bizzat devletin ta kendisiydi.
Osmanlı bu sistemi, Romalılar’dan aldı (Patrimonializm). Bu sistemde; gücünü gökten alan “Kutsal Baba” ve hizmetçileri vardı.
Reaya- beraya; yani köylü- kentli “yerden bitmeydi”. Oysa iktidar sahibi “gökten inmeydi”; Allah’ın yeryüzündeki gölgesiydi!
Sürü ve çoban ilişkisiydi bu; sürünün çobana ihtiyacı vardı. Sürü’yü kulların oluşturduğunu yazmama gerek var mı?
Ve: Bu “düzen” (nizam) kutsaldı.
Nizama başkaldırmak, Allah’a başkaldırmakla birdi ve fesatlıktı; karışıklığa (ihtilale) yol açardı; cezası ölümdü. Hangi hukuka göre bu ceza veriliyordu?
Nerede büyük bir İslam imparatorluğu kuruldu ise orada “Hanefi Ekolü” benimsendi.
Osmanlı’da iki hukuk sistemi vardı; biri Şeriat diğeri Kanun hukuku.
Biri Allah’ın diğeri Padişah’ın iradesiydi.
İki hukukun da görevi, değişmez/değiştirilemez “düzeni sağlamak” ve “düzeni” yürütmekti. Osmanlı iktidarının düşünsel dünyası nizam ile fesatlık kavramı arasında işliyordu. Bunlar iktidarın bakışıydı.
Peki ya halk? Koca imparatorluk herkesi “kul” yapamadı.
Bunların başında Türkler/ Aleviler vardı…
“Kötü Müslüman Türkler”
Türkler 10’uncu yüzyıldan itibaren Horasan’dan başlayarak tüm İran’a, Arap-İslam coğrafyasına ve Roma toprağı Anadolu’ya egemen olmaya başladı.
Türkler önceleri göçebeydi. Zamanla çoban Türkler, toprağı sahiplenmeye başladı; Roma köylüsünün yerini alıp yerleşik düzene geçti. Araplar ve İranlılarla birlikte Ortadoğu’nun en büyük etnik grubu oldu.
Türkler imparatorluğu bilen bir milletti. Bunu yazmamın nedeni, imparatorluk haline gelen Arap Müslümanları, Türkleri hep “çözmeleri gereken bir sorun” olarak gördü. Türkler kötü Müslümandı! Çünkü…
Hâlâ Cengiz Han yasalarını uyguluyorlardı; yaşamları farklıydı.
Örneğin, kadınlar erkeklerden ayrı yaşamıyordu; iç içeydiler; rolleri eşitti. Kadınlar peçe takmıyordu. İstedikleri yere gidip geliyordu; eğlencelerde baş köşede oturuyordu. Ve en önemlisi savaşa katılıyorlardı. Söz ve kararda kadınlar vardı; Türk beyleri ölünce tahta eşi oturuyordu; Moğollar’da Ergene Hatun ya da Harezmşahlar’da Terken Hatun gibi…
Türkler’in cenaze ve düğünleri Müslümanlara (Araplara) benzemiyordu; Şaman inancından geri adım atmıyorlardı.
Kendi bozkır geçmişlerinin bir parçası olan Şaman-Şeyh benzerliği nedeniyle sufiliği/tasavvufu benimsediler.
Hz.Ali’nin halife seçim ayrılığı Müslümanlar arasında ayrışmaya neden oldu ve Türkler Şah-ı Merdan Hz. Ali’nin safına geçti. Ayrıntıya girmeyeyim…
Türkler önce; her hareketlerini kontrol altına alan, vergi tahrir defterlerine adlarını geçiren, az da olsa vergi alan Osmanlı’ya karşı ayaklandı.
Sonra; idari ve mali olarak tımar’ı sömürü aracı haline getiren ve Sünniliği resmi mezhep olarak dayatan teokratik Osmanlı sistemine karşı ayaklandı.
Düzen’e isyan eden Türkler/Aleviler, Osmanlı yönetimi tarafından fesat/bozguncu olarak görüldü. Biçildi. Kalanları “yola getirmek için türlü yöntemler denendi. Örneğin, Celvetiye Tarikatı’nın
Şeyhi Aziz Hüdayi Efendi’nin 1610’lu yıllarda saraya gönderdiği bir rapor var; “Her Alevi-Kızılbaş köyüne birer cami yapılsın, bir hoca gönderilerek bunlara Sünnilik öğretilsin, belki bunları böylece ıslah edebiliriz” diyordu!
Kimi Türklüğü bıraktı Kürt oldu; kimi Aleviliği terk etti Sünni oldu.
“Keşke Osmanlı, Alevileri…”
Gelelim günümüze… Şunu gözden uzak tutmayınız; ülke isimleri, ülke rejimleri değişebilir ama kültür kolay değişmiyor. Osmanlı’nın bu anlayışı, Cumhuriyet döneminde kimilerin düşünsel dünyasını etkilemeye devam etti. Bunlardan biri Recep Tayyip Erdoğan’dı… Osmanlıcıydı!..
Erdoğan’ın fikirlerini benimsediği en önemli fikri önderi Kadir Mısıroğlu’ydu. Osmanlı hayranı, hilafet yanlısı Mısıroğlu, Cumhuriyet devrimlerine karşı olduğunu göstermek için şapka devrimine inat “fes” giyiyor. Atatürk’e, Kurtuluş Savaşı’na ve Türk Devrimi’ne küfrediyor. Ve, “Osmanlı keşke Alevileri bitirseydi” diyen bir “tarihçi”!
Erdoğan’ın bilincini bu düşünceler oluşturdu. Kafasındaki “düzen” Osmanlı sistemiydi ve kuşkusuz münafıklar belliydi…
Erdoğan’ın, Alevi/Türk karşıtlığı sözlerinin, eylemlerinin tarihsel kökenini buralarda aramak gerekiyor.
Erdoğan Başbakan olarak kendini “mülk”ün sahibi görüyor; “devlet benim” diyor!
“Mülk sahibi olarak” istediği yere istediğini yapacağını sanıyor; rahatça “Gezi Parkı’na AVM yaparım” diyor. Karşı çıkanı fesatlıkla suçluyor!
Tıpkı Osmanlı sultanı gibi! Aynı anlayış: Türkiye’de insan yok; padişah’ın/Erdoğan’ın kulu var! Ölsün, sakatlansın kulun hiçbir önemi yok Erdoğan için; yeter ki “cam çerçeve kırılmasın”; yani mülk’üne zarar gelmesin! Düzen bozulmasın!
“Erdoğan kanunu” budur… Gezi’de Alevi araması Osmanlı bakış açısının sonucudur! Erdoğan Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı olarak değil; Osmanlı sultanı gibi, karşı çıkana sert tavır almasının sebebi budur.
Düşünsel dünyasında Aleviler itibarıyla Türkler yeni değil bin yıldır zındık!..
Türk düşmanlığının kökeni
Erdoğan diyor ki: “Hızır paşalar asırlar öncesinde kalmıştır. ‘Açılın kapılar şaha gidelim’ diye, medet arama dönemi de asırlar öncesinde kalmıştır.”
Erdoğan “Hızır Paşa” olduğunun farkında değil; demek Hızır Paşa’yı tanımıyor. Tarih bilgisi bu kadar! Erdoğan “Şah”ın kim olduğunu da bilmiyor; Hz. Ali’dir. “Hz. Ali dönemi bitmiştir” dediğinin farkında değil?
Erdoğan “kapı”yı da bilmiyor; Osmanlı sisteminin sembolü; Avrupa’daki gibi “merdiven” değil; “kapı”dır! Devlet katına “güç” kapısından girilir. “Kapı” siyasal gücün simgesidir. Dini anlamına bakarsak; “kapı, Allah kapısıdır.”
“Kapı” tasavvuf anlayışında “intisap” etmedir; “bağlanmadır.”
Hz. Ali’nin tüm mertebeleri dört kapı, kırk makam’dır.
Erdoğan’ın “medet arama” sözlerine hiç girmeyeyim…
Cemevi’nin bahçesinde Alevi öldürenler “dönemin bittiğini” ne kadar kolay dile getiriyor?..
Gelelim sözün sahibi Pir Sultan‘a…
Muhalif bir söylemin sözcüsü ve bu bağlamda da geleneğin ürettiği kolektifin sesiydi. Kurulu düzenin haksızlıkları karşısında duran; ekonomik ve siyasi haklarını arayan, başkaldıran ve direnişe çağıran Alevi/Türk’tü.
Pir Sultan’la Hızır Paşa ilişkisi; Osmanlı ile Türk/Alevi ilişkisine benzer.
Pir Sultan’ın asıl adı Haydar’dı. Sivas Vilayeti’nde Banaz Köyü’nde doğdu. Alevi Ocağı’nın piri idi.
Müritleri arasında Sofular köyünden gelen Hızır isimli bir derviş vardı. Hızır İstanbul’a gitti; “okudu” Paşa-Beylerbeyi oldu. Sivas’a atandı ve ayaklanan Pir Sultan’ı Sivas’ın Toprak Kalesi’ne hapsetti. Yetmedi asılmaya mahkum etti.
Gelelim diğer ilişkiye…
Türkler/Aleviler, Osmanlı’nın kurucusuydu. Zamanla Osmanlı yönetimiyle yolları ayrıldı. Osmanlı, Türk’ü aşağılamaya başladı:
Hoca Saadettin Efendi’ye göre Türk; leş’ti.
Naima’ya göre Türk; azgındı; çirkin yüzlüydü; kabaydı; cahildi.
Nef’i’ye göre Türk; Allah’ın irfan pınarını yasakladığıydı.
Hafız Çelebi’ye göre Türk; baban bile olsa öldürülmesi gerekendi.
Sadrazam Kuyucu Murat’a göre Türk; başı vurulması gereken pis’ti.
Aksaraylı Kerimeddin Mahmud’a göre Türk; hunhar köpek ve kurt gibiydi; Türk’ün eline fırsat geçerse yağmayı ganimet bilirdi.
Merzifonlu Seyyit Abdurrahman Eşref’e göre Türk; talanda, ülke yakmakta eşsizdi bir gaddardı.
Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi’ye göre Türk; soysuzdu. Vahdettin’e göre Türk; dini, soyu sopu, yurdu belirsiz karmakarışık bir cahiller sürüsüydü.
Bu sözler hiç şaşırtıcı değil…
Rumbeyoğlu Fahrettin Bey, 1920 yılında İstanbul’un işgali sürerken Damat Ferid hükümetinde Maarif Nazırlığı’na yani Milli Eğitim Bakanlığı’na getirildi ve göreve gelir gelmez ilk işi, kitaplardan “Türk” sözünü çıkartmak oldu. (Anayasa’dan, kamu bankalarından kimlerin “Türk” adını çıkarmaya çalıştığını biliyorsunuz.)
Çaldıran Savaşı’ndan önceki yazışmalarında Yavuz Sultan Selim, Şah İsmail’e ne diyordu: “Ben Sultan Beyazıt oğlu Sultan Selim, sen ki ey eşek Türk.”
Peki…
Osmanlı; Ermenilere “millet-i sadıka”, Araplara “kavm-i necip” derken Türkler’i neden aşağıladı?
Osmanlı bir imparatorluktu; kulları arasında birçok din-mezhep ve etnik mensupluk vardı. Niye Türk’e düşmanlık etsin?
Aslında Osmanlı’nın “Türk” dediği, “kutsal düzene” başkaldıran Alevi’ydi!
Osmanlı, Alevi’ye Türk diyordu… Alevi düşmanlığının temelinde Türk düşmanlığı vardı. Arap Türk’e nasıl “kötü Müslüman” gözüyle baktı ise, Osmanlı da öyle baktı. Öyle ki, bu bakış açısı, bir Türk Devleti olan Safeviler döneminde
daha da arttı.
Osmanlı-Safeviler Savaşı hep bir “ezber” üzerinden konuşuluyor. Aslında bu savaşa, “Osmanlı-Türk Savaşı” mı; ya da “Türk’ün Türk’le savaşı” mı demeliyiz. Ama Osmanlı Türklüğü kabul etmiyordu! O dönem…
Şah İsmail, “Şah Hatayi” mahlasıyla Çağatay Türkçesi’yle yazarken, Osmanlı Sarayı Türkçesi’ni, Arapça ve Farsça sokarak bozuyordu.
Üstelik… Türkler, Safeviler ile İran tarihine çıkmış filan değil; baskın rolleri Safeviler’den çok önce başladı. “Türk” olmadan İran tarihi yazılamaz. Yazılamadı. Peki… Türkler Osmanlı’ya nasıl bakardı; “Osman oğlu” diye anıp kendilerine denk görürlerdi. Osmanlı “eşit görülmeyi” kabul etmedi; edemedi.
Demem o ki: Bugün ülkemizdeki Alevi düşmanlığı ile Türk düşmanlığının ortaya çıkış sebebi rastlantı değildir. İzi Osmanlı’nın gelenekçi anlayışındadır; Erdoğan sadece bunun takipçisidir…
=========================
Dostlar,
Değerli yazar Soner Yalçın’ın bu makalesi önemlidir.
(Biraz gecikerek de olsa paylaşmak istedik.)
Önce Kanuni’nin şu sözüne bakalım :
- “Halk içinde muteber bir nesne yok devlet gibi
Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi”
Bu sözler, padişahlığının 46. yılında, 64 yaşında iken Zigetvar kalesi kuşatmasında söylenmiştir. Kanuni, olasılıkla apandisit krizi nedeniyle çok şiddetli sancıdan kıvranmaktadır. O yaşına dek aklına gelmeyen görünmez hazine sağlığın çoook geç bir ayrımsanmasıdır (fark edilmesidir). Izdırabı öylesine büyüktür ki Kanuni’nin, tek 1 nefes bu ağrıdan kurtulmak için Devlet denilen o yüce varlıktan – saltanattan vazgeçmeye hazırdır. Ne var ki işe yaramaz!
********
Alevi ya da başkaca bir inanç, etnisite, milliyet vb. düşmanı ırkçı – ayrımcı her kim varsa Allah ıslah eylesin, başkaca ne diyelim, ne dileyelim..
Ancak bu kişi neredeyse Sultan yetkisi ile Türkiye’nin tepesinde ise, orada ciddi ve yakıcı bir sorun var demektir. Anayasaya göre herkesin Cumhurbaşkanı olmak, tarafsız olmak zorunda biri ise, deyim yerindeyse sorun ‘çatalkazık‘ olmaktadır. Üstelik bu düşmanlık eylemli biçimde, davranış – söz ve uygulamalarla dışa vuruluyorsa, sorun daha da büyüyebilir. Hem Devletin kurumsal yapı ve işleyişi hem de bu kişinin kendisi, ne yapıp edip, düşmanca – ayrımcı – insanlık dışı her tür edimden kurtulmanın yolunu mutlaka bulmak zorundadır.
Anayasalar, bu vb. temel insan hak ve özgürlüklerine erişmek ve onları güvencelemek, devletin ve yöneticilerinin yetkilerini sınırlamak için İNSAN DERİSİ İLE KAPLIDIRLAR.. Paris Carnavelle müzesinde bu bölüm ziyaret edilebilir.
İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi (İHEB), yüz yılların – bin yılların kavgasının şahikası olarak Birlemiş Milletler çatısı altında ancak 10 Aralık 1948’de bağıtlanabilmiştir. Daha 1. ve 2. maddesinde temel ereğini haykırır :
Madde 1
Tüm insanlar özgür; onur ve haklar bakımından eşit doğar.
Akıl ve vicdanla donatılmış olup,
birbirlerine karşı bir kardeşlik anlayışıyla davranır.
Madde 2
Herkes; ırk, renk, cinsiyet, dil, din, siyasal ya da başka bir görüş, ulusal ve toplumsal köken, doğuş ya da benzeri başka bir statü gibi herhangi bir ayrım gözetilmeksizin bu Bildirge’de ileri sürülen tüm hak ve özgürlüklere sahiptir.
Bu ve izleyen maddelerin, yerkürede yaşayan tüm Dünyalılarca iyice bellenmesi ve içselleştirilmesi en temel küresel sorunsal (problematik) olarak duruyor hala..
Aydın olmak, hele son yıllarda Türkiye’de, ne zor bir işmiş.. Sabır taşı çatlasa da ortadan ikiye yarılmamak ve İNSANI AYDINLATMA uğraşını sürdürmek..
İyi de, insanın kendisinin hiç mi yükümü yok okuyup aramak, gerçeği bulmak, takıntılarını sorgulayıp ayıklamak, kendini aşıp kemale erişmek, insanlaşmak??
Sevgi ve saygı ile. 12 Haziran 2017, Datça
Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net profsaltik@gmail.com