Etiket arşivi: acı faturalar TAM BAĞIMSIZLIK’tan verilen ödünlerin bedeli

23 NİSAN ULUSAL EGEMENLİK BAYRAMI YAKLAŞIRKEN


23 NİSAN ULUSAL EGEMENLİK BAYRAMI YAKLAŞIRKEN
(-TBMM, ulusun meclisidir… O,  ancak ulusun hizmetkârıdır…)

portresijpg

Prof. Dr. Kemal Arı 

23 Nisan 1920… Hay babam, hay!
Gelin o güne, o günün ayrıntılarına odaklanalım…

 

Tarihçi aynasını, tarihin bu kesiti üzerine tutalım ve alıp önümüze o görkemli günü,
onun anlamını sorgulayalım…
Var mısınız? Evet, başlıyoruz…

23 Nisan 1920, Cuma gününe denk geliyordu. O gün özellikle seçilmişti.
Çünkü İslam Dinine göre kutsal yönü olan bir gündü ve İslam Ahali, meşveret için camiye giderdi. Hep birlikte, başta Mustafa Kemal Paşa olmak üzere Hacı Bayram Camisi’nde namaz kılındı. Sonra camiden çıkılınca, yürüyerek Meclisin açılacağı tarihse yapıya geldiler. Eller açıldı, dualar edildi; kurbanlar kesildi…
Türkler, Ankara’nın bozkırında gerçek bir bayram yaşıyorlardı.

Ulusal coşku, en üst düzeydeydi.

Kıt olanaklar içinde her yer bayraklarla süslenmişti. Güzel bir ilkbahar günüydü.
Güneş, ufuktan gözlerini Meclisin açılması için yığılmış olan kalabalıkların üzerine gözlerini dikmiş; gülümseyerek bakıyor; ılık sıcaklığını tenlerin içine, yüreklere dek salıyordu. Bu sıcaklık, karanlıkları dağıtacak ışıl ışıl günlerin geleceğini muştuluyor gibiydi.

Belleklere gelince, neleri anımsamıyordu ki!
Her şey geçmişin gri, boz renkli dumanları arkasında, bütün acı yanlarıyla
sırıtıp duruyordu.
İşgaller; tecavüzler; çiğnenen ulusal onur; derken İstanbul Hükümeti’nin acizliği;
bu acizlik yetmiyormuş gibi, ulusal tepkileri köreltme çabaları…
Ne demekti ki bu şimdi?
Örneğin Heyet-i Nasihalar ne anlama geliyordu?
Bu kurulların kuruluş nedenlerini kendince sıralayan arkadaki anlamı neydi?

Olup biten kötülüklere ve kimi zaman insanın kanını donduran yaşanmış acılara bakarak, şunu mu söylüyordu Heyet-i Nasihalar aracılığıyla Osmanlı Devleti’nin neredeyse bugün tanrısal bir değer verilmeye çalışan acz içindeki yöneticileri:

  • “Ey Ahali… Artık kırıla kırıla ne denli kaldınız bilmiyoruz ama, biz bu olup bitenlere bir çözüm bulamıyoruz. Sizleri bu kötülüklerden kurtarmak için, size karşı sorumluluklarımızı yapamıyoruz… Siz de tepkiler ortaya koymayın! Silahlara sarılmayın! Bırakın tecavüzler olsun! Kirli ayakların altında ülke çiğnensin! En kutsal değerler ayaklar altına alınsın!”

Gerçekte olup bitenler karşısında bunlar söylenmiyordu belki; ama görüntünün arkasındaki gerçekler, bunlardan başka şeyler değildi. Hele kimi sözler vardı ki, bunlar, bu söylenen sözlerden de acıydı. Örneğin kimi resmi duyurularda düşman askeri için, onların Müslümanların dostları ve padişahın konukları olduğu söyleniyordu!

Dostlarımız ve padişahımızın konukları, konuk olarak ülkemize gelmiş ve o nedenle mi analarımızın, bacılarımızın ırzına saldırıyor, ülkenin kaynakları kurutuluyor,
direnişi kırılıyor ve onun için mi atalarımızın mezarları, Türk kanı bulanmış çizmelerle çiğneniyordu?

Ve bu dostlar, adım adım Sevr’i bir idam fermanı gibi hazırlamaya uğraştıkları günlerde, sanki şunları söylüyorlardı:

“Biz sizi hukuka göre yargıladık… Hukukun yerine gelebilmesi için Türklerin yok edilmesi gerekiyor. Uzat boynunu kemendeey koca Türk! Ölüm senin için artık hak!”

Allah, Allah; hale bak! Evet, bundan başka hiçbir anlam taşımıyordu gerçekten de
olan biten şeylere bakıldığında… Emperyalizmin hukuku buydu işte…

Uzat başını, uzat; hukuku temsil ettiğini söyleyen güçler, yok etsin Türk’ü ve böylece adalet yerini bulsun ha? Sen yok ol ki o senden kalan coğrafyaya egemen olsun; tıksırıncaya, patlayıncaya dek sömürsün…

Onun derdi zaten baştan beri soymak, el koymak ve sömürmekti. Bu nedenle direnen boyunlara tırpanı çalacaktı elbet… Buna yemini vardı. Yoksa sen yok oluyormuşsun, tarihten siliniyormuşsun; bunların hiçbir anlamı yoktu Batı’nın algı dünyasında…
Yok etmek, onun doğasında vardı. Bunu ya kendi yapar, ya taşeronlarına yaptırırdı. Daha olmadı seni yine senden olanla karşı karşıya getirir, sonra birbirinizi size kırdırtır; ardından karşına geçer, sen suçlusun, sen ezildin, sen de ezdin der;
o başkalarını kırdırırken, kendisi nereden ne elde edeceğinin hesabını yapardı… Sözde, masum olanın yanında görünür, bu kez sanki hiç kışkırtan kendisi değilmiş gibi sahte gözyaşları dökerdi.

Akıl almaz baskılar, onur kırıcı durumlar ve işlerdi bunlar…

O günlerde, Anadolu’da Temsilciler Kurulu’nun dayatmasıyla, kapatılmış olan Meclis-i Mebusan, yani Osmanlı mebuslar meclisi açılmıştı…
Mustafa Kemal Paşa, bu meclisin açılmasını şiddetle istemesine karşın;
“Hayır!” diyordu;
“İngilizlerin gölgesinde açılacak bir meclisten bir yarar elde edilemez.
Kaçınılmaz olarak meclis Anadolu’da açılmalıdır… Öyle ki bu meclis açıldığında
ben de ulusal işleri izleyebilmek ve onlara yön verebilmek için bu meclise
başkan olmalıyım!”

İdealist ve yurtseverdi Atatürk
Yurdu için, her şeyi göze alabilen bir karar adamıydı…

Dolayısıyla yetkiyi hiçbir makamdan, kuruldan ya da kişilerden almıyor;
tek “dayanağı”, Ulusun temiz bağrı ve kendi ulusal vicdanı…

Ancak O’nun önerisi yerine getirilmedi. Kendisi de İstanbul’a gitmedi.
Meclis İstanbul’da açıldı. 28 Şubat 1920 günü Ulusal And’ı (Misak-ı Milli) Anadolu’dan tek tek Mustafa Kemal Paşa’nın seçerek gönderdiği özel bir kurulun çabalarıyla Meclis kabul etmiş ve orada ulusal amacı açıklamıştı. Bu And, tek tek
Türk Ulusu’nun yurt topraklarının sınırlarını belirliyor;
ardından da tam bağımsızlık vurgusu yapıyordu…

Ancak İngilizler bundan olağanüstü rahatsız oldular. Ve bir anda Meclisi basarak,
tek tek milletvekillerini tutukladılar. Silahlı birlikler, Meclis koridorlarından geçerek, toplantı durumunda bulunan milletvekilleriyle karşı karşıya geldiler. Önce bir arbede oldu. “Direniş” bağırmaları, haykırışlar arasında, İngiliz askerleri, kimi milletvekillerini süngü zoruyla, kimi zaman da yakalarından tutup, koyun gibi sürükleyerek,
kuytu yerlere tıkıvermişlerdi.

Yerlerde sürüklenen, yalnız milletvekilleri değildi ki!
Türklerin onuru da yerlerde sürüklenmişti.

Manastırlı Hamdi Bey adlı yurtsever bir telgrafçı, bu gelişmeleri Mustafa Kemal Paşa’ya telgrafla bildiriyor, bu görevini alnına sıkılıveren düşman mermilerinin
hedefi olana dek özverili yerine getiriyordu…

Ne yapılabilirdi ki?

Mustafa Kemal Paşa, bu olaya karşı büyük bir öfke duyarak, derhal karşılık verdi.
Lloyd George’un da yeğeni olan Albay Rawlinson Erzurum’daydı… Paşa, Erzurum’da bulunan Kazım Karabekir Paşa’ya ünlü buyruğunu verdi: Malta’ya sürülen ulusun vekilleri özgürlüklerine kavuşuncaya dek, Rawlinson ve birliği tutuklanmalıydı.
Karabekir Paşa hiçbir duraksama göstermedi. Ardından da Eskişehir ve Afyonkarahisar’da bulunan yabancı birliklere karşı Türk birlikleri harekete geçirerek, bunları tutukladılar.. Bu emri de Mustafa Kemal Paşa vermişti.
Dişe diş, politikası uygulanıyordu.

Bununla yetinilmedi; İstanbul Hükümeti’nin Anadolu’daki paralarına el konuldu.

Ardından da işgal güçlerinin, Anadolu’ya ilerleyebileceği düşünülerek,
onların olası ilerlemelerini yavaşlatmak için, yer yer demiryolları imha edildi.

İstanbul’un sesi soluğu kesilmişti. Cansız mecalsiz, bir yana atılmış gibiydi
ülkenin yazgısını elinde bulunduran yüce kurullar…

 Ancak Ankara ulusun gerçek temsilcisi olarak, duyarlığını göstermeye kararlıydı. Mustafa Kemal Paşa, bir bildiri yayınlayarak, İstanbul’un haksızca işgalini kınadı. Ankara bütün dünyaya işgalin haksız olduğunu, kesinlikle kabul edilmeyeceğini ve geçersiz olduğunu haykırdı.

Bu tarihin akışına karşı sanki karanlıkların ortasına atılmış bir haykırış, bir direniş çığlığıydı. Yurtları işgal altında iken direniş göstermeyenler, onursuz bir yaşamı,
zilleti, yüz kızartacak duyguları kendi vicdanlarına karşı nasıl anlatabilirlerdi ki?

İstanbul’un işgalinin üzerinden üç gün geçmişti. 19 Mart günü, Mustafa Kemal Paşa Temsil Kurulu (Heyet-i Temsiliye) imzasıyla bütün vilayetlere bir genelge göndererek, Ankara’da olağanüstü yetkileri olan bir ulusal meclisin toplanacağını bildirdi. Bu Meclis, Meclis-i Mebusan’ın işgal nedeniyle yasama ve yürütme görevini yapamaz duruma düşürülmesinden dolayı zorunlu olarak toplanacaktı. Ulusun iradesini yansıtan meclis, yabancı güçlerce dağıtılmıştı. Buna boyun eğmek ve bunu kabullenmek, yurda karşı işlenmiş bir ihanetti. Açılacak meclise başkentin korunması, ulusun bağımsızlığı ve devletin kurtarılması için gerekli önlemleri düşünüp uygulamak üzere, ulusça olağanüstü yetkiler verilecekti. Bunun için seçimlerin yapılması ve güvenilir kişilerin Ankara’ya gönderilmesi gerekliydi.

Mustafa Kemal Paşa, açılacak meclisi bir “Meclis-i Müessesan”,
yani kurucular meclisi olarak görüyordu.

Niçin?

Çünkü Kurucu Meclisler yeni bir sistemi kurarlardı.

O da artık saltanat rejimine karşı, Kurucu Meclisin ulusun iradesini yansıtacak
bir siyasal sistem kuracağını düşünüyordu.

Yeni Meclis, bu niteliğiyle yeni bir yönetim biçimi getirmek için kurgulamış ve tasarlamıştı. Ancak bunu açıklamak ilk başta sıkıntı doğurabilirdi.
Bu nedenle şimdilik bu sözcük kullanılmıyordu.

Bu meclisin işlevini tamamlayabilmesi için, yurdun seçilmiş bireyleri
Ankara’ya gelmeliydiler…

Artık ülkenin birçok yerinde ulusal güçlerin denetiminde seçimler yapılıyordu.

Bu arada Sultan ve Halife, Mustafa Kemal Paşa ve yakın arkadaşları hakkında kararını çoktan vermişti bile… Onlara göre Mustafa Kemal Paşa bir haindi.
Sultan ve Halifeye karşı başkaldırmıştı.

Ulusun yanında olmak, Sultan ve Halifeye karşı başkaldırmaktı, ha?

Bu nedenle; “Beyan buyurula” diye başlayan fetvalar ve fermanlar hazırlandı.

Türkiye böylece bir iç savaşın içine yuvarlanıvermişti.
Dinsel açıdan kutsal olan ne varsa, orta yere dökülmüş, yanlış algılamaların ve tutumların kirli ellerinde didiklenip duruyordu. Dini yücelttiğini, din adına bu eylemlere ve tutumlara giriştiklerini düşünenler, yurt savunması gibi belki dinsel yükümlülüklerin en başında yer alması gereken bir konunun ne denli dışında kaldıklarının ayırdında bile değillerdi.

Milletvekilleri Ankara’ya doğru, tozlu topraklı yollara dökülmüşlerdi.
Yollara dökülenlerin yanı sıra, yola çıkamamış olanlar da vardı:

Kargaşa ve kalkışma eylemleri, kimi kişilerin adları belirlense de,
onların Ankara’ya doğru yollara dökülüşüne olanak vermemişti.

Milletvekili olacak kişiler yolculuk için hazırlıklarını yaparlarken, Ankara’da da hummalı bir çalışma başlamıştı. Meclis nerede açılacak, hangi bina ilk meclis binası olarak ayrılacak; bunun hazırlıkları yapılıyordu. Gelen önerilere göre kimi binalar gözden geçirildi. Önerilenlerin kimisi küçük, kimisi kentten uzaktaydı. Bu aşamada, Meclis için en uygun binanın, İttihat ve Terakki Cemiyeti için hazırlanmış kulüp binası olduğu görülüyordu. Bina gözden geçirildi; eksikleri belirlendi; ardından da ivedi olarak onarımına başlandı. Ulucanlar‘da yapımı süren bir ilkokulun çatısındaki kiremitler alınarak, getirilip Meclisin toplanacağı binanın çatısına sıralandı. Bunlar yetmedi;
halktan kimi kişiler, kendi çatılarından söktükleri kiremitlerle binanın çatısının eksiklerini tamamladılar. Toplantı salonunda ise oturacak yer yoktu. Bunlar da (sıralar!) bir ilkokuldan getirildi. Salonun aydınlatılması için gerekli ışık yoktu;
bu nedenle bir kahvehaneden büyük bir asma lamba getirilip, salonun ortasına asıldı.

Ve o gün… 23 Nisan 1920
Hay babam, hay…
Ulus, kendi elleriyle, o günkü dar koşullarda, kendi Meclisini kurmuştu.
Türkiye büyük çırpınışların, kaygıların olduğu ortamda; en büyük ulusal kurumunu
kendi elleriyle yaratmıştı… O Meclis, Ulusun yazgısına el koyacaktı.

En yüce güç, Ulusun gücü ve onu temsil eden en önemli kurum da
Büyük Millet Meclisi’ydi.

O günlerden bugünlere ne kaldı?
Ülkemizde olup bitene bakıldığı zaman, kimi zaman düş kırıklıkları yaşamamak
olanaklı değil… “Böyle olmamalıydı” diyeceğiniz yığınla şeyler var…
Bir yönden de çok şey anlamını hala koruyor. Bize düşen ne?
Anlamını yitiren şeyleri yeniden anlamlı kılalım, kalan ne varsa, onları da daha nitelikli
ve işlevsel yönden güçlendirelim… Tarihsel özümüze ve anlamımıza yönelelim.

23 Nisan geliyor: Coşkusu daha bugünlerden sarsın bizi, yüreklerimizi…
Unutmayın; Meclis’i bizler, bizim gibi düşünenler, yurtseverler yarattılar.
Meclis yurtseverlerindir; Ulusa ihanet etme eğilimi içine girip, ülkenin birlik ve bütünlüğüne kast edenlerin değil… Yıpranan imgeyi ve işlevi yeniden diriltelim.
İmgeye ve yapılan işlere, tarihsel derinliği olan yeni anlamlar verelim…

Meclis, Ulusun Meclisidir!

Kimi para babalarının ya da çıkar duygusuyla ulusal istenci önemsemeyenlerin tekelinde olamaz o yüce kurul.. Ulusun gerçek istencini içinde taşıyan kutsal bir kurum olarak hep ayakta kalmalı ve bu yönüyle Ulusun yazgısında, Ulusun çıkarlarıyla bütünleşmiş bir politik duruşu, inatla kendi içinde taşımalıdır.

Bu nedenle şimdiden, bütün yüce Türk Ulusu’nun
23 Nisan Ulusal Egemenlik bayramını kutluyor, yurduma sıcak bahar havalarıyla birlikte nice esenlikler ve güzellikler gelmesini gönülden diliyorum… (13.04.2014)

ABD’nin 4 Temmuz 2003 ÇUVAL OLAYI UNUTULMAYACAK!


ABD’nin 4 Temmuz 2003 ÇUVAL OLAYI  UNUTULMAYACAK!

İşgalci güçlerle Kürt işbirlikçilerinin hazırladığı hain bir plan Süleymaniye’ de uygulamaya konuluyordu.

2003 yılının 4 Temmuz Cuma günü ABD’nin 173. Hava indirme tümenine bağlı askerlerle onlara destek veren KürtlerinSüleymaniye’ deki Türk Özel Kuvvetleri Bürosuna yaptıkları baskın sırasında 11 Türk askeri (3’ü subay 8’i astsubay olmak üzere) esir alıyordu.

Türk askerlerine silah doğrulttular.

Yüzü koyun yatırılarak, bilekleri kelepçelenen Türk grubu bahçeye indirildiğinde, baskıncıların bir bölümü bina çevresinde de emniyeti almış ve içerdekilerin büyük bir kısmı da evin her noktasında arama yapıyordu.

Amerikalıların yaptıkları her işlem için yardımcıları, daha doğrusu öncü kuvvetleri peşmergelerdi.

Türk Askerlerine reva görülen muamele en iyimser ifade ile “fena” kavramını aşıyordu.
Fakat artık yapılacak hiç bir şey yoktu, çünkü eller kelepçelenmişti.
Amerikalılar esir aldıkları Subay, Astsubay ve görevliler ile baskın sırasında
büroda bulunanların başına “Çuval” geçirdiler!

Başa çuval geçirilmesi, esir alınanların, Iraklıların etrafı görmemeleri için yapılan bir uygulama idi.

Fakat bu kez özellikle amaç sindirme, güç gösterisive psikolojik baskı oluuturmaktı.

araçlık (3 kamyon, 5 Hummer) baskın konvoyunun yanlarında peşmerge lerde olduğu halde ABD’nin karargahı olarak kullanılan, Kerkük Hava alanına götürdüler.

kamyonun içinde 24 esir bulunuyordu.
Esirler ; 11 Türk özel Timi mensubu, 2 Sivil Türk, 4 Kürt muhafız, 2 Türkmen erkek, 2 Türkmen kadın, 1 Kürt, 1 Türkmen çocuk ve İngiliz vatandaşı Michael Todd’du.
Kamyonların birinde 6, diğerinde Türk askeri vardı.

5 Temmuz günü Kerkük Havaalanında sorgulama yapıldıktan sonra, Amerikalılar helikopterlerle Türk askerlerini Bağdat’a götürdüler.

Irak’ın kuzeyinde Türk Özel Kuvvetlerimensubu 11 Türk askerinin ABD’liler tarafından esir alınmasıyla başlayan kriz yoğun diplomatik çabalar sonucu ancak 60 saat sonra çözülebildi.

Serbest bırakılan Türk askerleri “Amerikalılar bize El-Kaide muamelesi yaptı.
En yakın müttefikine nasıl terörist gibi davranırlar?
Türk Özel Kuvvetleri Komutanı Binbaşı Aydın Eser.

4 Temmuz Cuma günkü baskını önce Amerikalıların Iraklılarla bir çatışması sandığını söyledi.“Amerikalılar havaya ateş açıyorlardı.
Önce sokakta çatışma çıktı sandım.
Kapıyı açıp onlara yardım etmek istedim.
Bir baktım bize doğru ateş ediyorlar.

Amerikalılar bize doğru gaz bombası attılar.
Olayın değişik boyutlara girmemesi için teslim olduk”.
Binbaşı Aydın, dayaktan incinmiş kaburga kemiğini gösterirken: “Biz burada yasal olarak bulunuyoruz.
Benim rütbemi hiçe sayıp Kerkük ve Bağdat’ta kötü muamele ettiler.
Kafalarımıza çuval geçirildiği gibi ellerimizi de kelepçelediler.”

Türk Özel Kuvvetleri Timinin Komutanı Binbaşı Aydın Eser’nin son sözü ise
Bizi Kürtler gammazladı.” oldu.

Saat 14:30’da Türk Özel Kuvvetleri Bürosu terk edilirken 100 metre ilerde beyaz jip içindekiler, Amerikalı yarbay tarafından birkez daha tebessümle selamlandılar.
Jip’in içinde bekleyen rehber, görevini ifa etmenin huzuru ile(!) KYB Dışilişkiler Bürosunun yolunu tutarken, konvoy Süleymaniye sokaklarında yeniden bir geziye çıktı.
İçerde çuvallanmış Türk Askeri vardı.
Başlarında ise Coni’ler ve peşmergeler

Irak Cumhurbaşkanı Celal Talabani’nin ısrarla “haberimiz yok” dediği Türk Özel Kuvvetleri Timine karşı yapılan baskında, Celal Talabani’nin oğlu zaten başından sonuna kadar bu çuval baskınının içinde yer alıyordu.
Bölgede babadan oğula geçen siyaset geleneği içinde küçük Talabani önemli bir figür olma özelliğini doğuştan taşıyordu.
İşte bu Bafel Talabani, operasyon boyunca elindeki telefonla hem babasını bilgilendirmiş hemde Amerikalı konvoya yol gösterirken, aynı anda da baskını saniye saniye görüntülemişti.
Hatta Bafel işi iyice abartmış, Amerikalıların Türk Özel Kuvvetleri Timi’ni götürmelerinin ardından “baskın sonrasını da” görüntülemişti.

ALİ KERKÜKLÜ

Habertürk Televizyonunda Basın Kulübü programına katılarak konuşan dönemin Genelkurmay başkanlığı eski harekat başkanı emekli korgeneral Köksal Karabay, 4 Temmuz 2003 günü Irak’ın Kuzeyinde Süleymaniye şehrinde (Kürtlerin yoğun yaşadığı şehir) yaşanan çuval olayını şöyle anlattı:

“Kerkük Valisi’ne suikast yapılacağı ihbarı üzerine Kerkük’ten gelen ABD askerlerinin Talabani’nin Sarayı’nın çevresinde ilerlerken Türk timinin bulunduğu sokağa da girdiler.
ABD askerlerinin arasında Türkiye’nin ekmeğini yiyen Talabani’nin oğlu (Bafel Talabani) da bulunuyordu.
Tim komutanı(Aydın Eser) kapıya çıkıyor ’Hoşgeldiniz’ diyor.
Üzerine çullanıyorlar.
Bu esnada herkes ateş etmeye hazır.
Tim komutanı Binbaşı Aydın Eser elini kaldırıp ateş etmeyin diyor.
Hiç böyle birşey olacağını tahmin etmemişler.
Çünkü daha önce birlikte çay içmişler ve oturmuşlar.”

KAYNAK: İnternetajans

image0021.jpg

Çuval skandalının başka bir Türk tanığı konuştu:

http://www.yenidenergenekon.com/wp-content/uploads/2009/07/image0031.jpg

 

Öngel, askerlerimize su, yemek ve sigara götürdüğünü söyleyerek, “Binbaşı Aydın E.yapılan muameleye çok kızmıştı.
Bu yüzden ABD’liler onun üzerine gidiyordu” dedi.

Kuzey Irak’ta, 11 Türk askerinin ABD askerleri tarafından gözaltına alınıp başlarına çuval geçirilerek alıkonulması olayının bilinmeyen bir tanığı ortaya çıktı.
O dönemde Amerika Birleşik Devletleri adına tercümanlık yapan 32 yaşındaki Metin Öngel, 4 Temmuz 2003 günü yaşananları tüm ayrıntılarıyla ilk kez Hürriyet’e anlattı.

Öngel, gözaltına alınan askeri personelden bildiği isimleri de sıraladı.
Türkiye’de vatan hainliğiyle suçlanma korkusu nedeniyle ABD’ye iltica eden kendisi gibi tercüman Tuncay Çelik ve Savaş Dalkılıç’ı eleştiren Öngel, “Koca Türkiye, bu iki tercümanla mı uğraşacak?” dedi.
Halen Kocaeli Derince’de ticaret yapan Öngel, 4 Temmuz günüyle ilgili şu bilgileri verdi:

KAAN YÜZBAŞI’NIN BARBEKÜ PARTİSİ

4 Temmuz günü, biz ABD ordusu hesabına tercümanlık yapıyorduk.
O gün ABD’nin resmi bayramı olduğu için, Kerkük’teki ABD üssü içinde bulunan Türk Özel Kuvvetleri’ne ait ofiste Kaan Yüzbaşı da bir barbekü partisi veriyordu.
Kaan Yüzbaşı, partiye bizi de davet etti.
Yemekleri yedik, sonra bir Amerikalı asker geldi.
’3-4 Türkçe tercüman lazım’ dedi.
Süleymaniye’den bazı insanları gözaltına almışlar.
Biz hemen o askerle Kerkük’teki gözaltı merkezine gittik.
Yanımda, Amerika’ya sığınan Tuncay Çelik ve Savaş Dalkılıç ile Gülay Kıramer adlı kızıl saçlı bir Türk kızı daha vardı.
Gülay Kıramer, bir emekli astsubayın kızıydı ve Amerika’dan gelmişti.
Emin değilim, sanıyorum daha önce bir Amerikalı ile evlilik geçirmişti.

ELLERİ ARKADAN PLASTİK KELEPÇELİ

Gözaltı merkezinde, buraya getirilen 33 kişi vardı.
Bunların sorgusunu yaptılar.
Ben gözaltına alınanları Kuzey Iraklı Türkmen sanıyordum, sonra 11 Türk askerinin de gözaltına alındığını gördüm.
Türk askerleri, Süleymaniye’de Dışişleri İrtibat Bürosu’nda görevliydiler.
Sivildiler ve hepsinin ellerini arkadan plastik kelepçeyle kelepçelemişlerdi.
Kafalarına çuval geçirilmişti.
Gözaltı merkezinde değişik odalar vardı.
Bunları, 3-4 ayrı odaya dağıttılar.
Gözaltına alınanlar arasında, bir temizlikçi kadın ile 14 yaşındaki oğlu bile vardı.
Kimi buldularsa getirmişlerdi.
2 Kürt koruma ve oradaki dönerci dükkánında oturanlar bile vardı.

ASKERLERİMİZE YİYECEK VE SİGARA GÖTÜRDÜM

İlk sorgu sırasında ben, bizimkilere su, yemek ve sigara götürdüm.
Amerikalılar, getirilenler arasında Türk askeri olduğunu biliyorlardı; ama bilmezlikten geliyorlardı.

TÜRK BİNBAŞI ÇOK KIZMIŞTI

Binbaşı Aydın E., çok sinirliydi, agresif davranıyordu.
Yapılan muameleye kızmıştı.
Bu yüzden Amerikalılar da onun üzerine gidiyordu.
Kerkük’te 1 ya da 2 gün kaldılar.
Sonra uçakla tüm ekibi Bağdat’a uçurdular.
Havaalanına götürürken, turuncu kıyafet giydirmişlerdi.
Kamyonun arkasında taşındılar.
2’nci sorguya, tercümanlardan sadece Tuncay Çelik ve Savaş Dalkılıç gitti.
Biz gitmedik, daha doğrusu gitmek istemedik.

ÇUVAL’DAN SONRA İSTİFA ETTİK, DÖNÜYORDUK

Çuval olayı üzerine Türk tercümanlar olarak hepimiz istifa ettik, geri dönüyorduk.
Ancak Türk Özel Kuvvetleri Komutanlığı, ’Colin Powell özür diledi, olay diplomatik olarak çözüldü’ deyince istifadan vazgeçtik.
Bir ay sonra Türkiye’ye döndük.

TÜRKİYE’NİN İTİBARI İLE OYNAMASINLAR

Tuncay Çelik ve Savaş Dalkılıç, ABD’de kalabilmek için Türkiye’de vatan hainliğiyle suçlanma iddiasını gündeme getirdiler.
ABD’ye kapağı atmak için bunu bahane ettiler.
Ülkenin itibarıyla oynamasınlar.
Kimse onları tehdit etmedi.
Koca Türkiye Cumhuriyeti zaten böyle iki tercümana mı kaldı.
Tercümanların lideri konumunda, Helinka Pepison adlı bir ABD’li kadın vardı.
Helinka, Tuncay ve Savaş’ı ABD için ikna etti.
Onlara akıl verdi.
Zaten Tuncay, Helinka’nın asistanıydı.
Bizi kimse tehdit filan da edilmedi.
Ortalığı bulandırmasınlar.

GÖZALTINA ALINAN TÜRK ASKERLERİ

Tim Komutanı Binbaşı Aydın E.2 üsteğmen.
Birinin adı veya soyadı Bozkurt.

5 astsubay başçavuş

3 kıdemli üstçavuş.

AMERİKA’DA 10 YIL KALDIM

Metin Öngel, ABD’de 10 yıl kaldığı için İngilizce’yi çok iyi bildiğini söyledi.
Kuzey Irak’ta ABD için çalışan 4 ayrı kategoride tercüman olduğunu anlatan Öngel, “Her kategorideki tercüman, belli gizlilik seviyesine göre yetkiliydi.
Biz en düşük yetkide tercümanlardık” diye ekledi.
Öngel, nasıl tercüman olduğunu ise şöyle anlattı: “Askerden dönmüştüm.
Bir arkadaşım, bu işten haberdar olmuş, CV gönderdik.
Gaziantep ve İskenderun’da çalıştırmak için tercüman arıyorlardı.
Ankara Hilton’da toplantı yaptılar, evrak verdik, kabul ettiler.
Mardin’de 15-20 gün kaldık.
Sonra geri döndük.
Bir daha arayıp Irak teklifi yaptılar.
Ticari bağlantı kurarım diye kabul ettim.
Tuncay Çelik benden bir hafta önce gitmişti, Savaş Dalkılıç’la aynı dönemde gittik.”

KEBAP PARTİSİ

Türk tercüman Metin Öngel, kendilerine iş veren ABD’li şirketin yöneticisi Helinka Pepison ile bir Irak dönüşü Mardin’de kebap partisinde.

http://www.yenidenergenekon.com/wp-content/uploads/2009/07/image004.jpg

BİRLİKTE GÖREV

Tercüman Metin Öngel, ABD’ye iltica eden diğer tercüman Savaş Dalkılıç ile Kuzey Irak’ta birlikte görev yaptığını anlattı.

Öngel ve Dalkılıç’ın birlikte pek çok fotoğrafı var.
Öngel, ABD’ye iltica eden Savaş Dalkılıç ile Tuncay Çelik’in davranışlarını doğru bulmadığını söylüyor.

KAYNAK: HÜRRİYET USA

MUAVENET OLAYINI DA UNUTMADIK!

http://www.yenidenergenekon.com/wp-content/uploads/2009/07/image005.jpg

 

1 Ekim 1992’de Ege’de NATO ortak tatbikatı yapılıyordu.
Amerikan uçak gemisi Saratoga’dan bir gece iki füze fırlatıldı ve Türk savaş gemisi Muavenet’in kaptan köşkü vuruldu.
Biri gemi komutanı üç şehit verdik, 27 askerimiz de yaralandı…

HAZIRLAYAN: YILMAZ KARAHAN

1119 4 17 1619

Yorumlar

130) TÜRK MİLLETİ “ÇUVAL OLAYI’NI” (4 Temmuz 2003) UNUTMAYACAK!”
yazisina 16 Yorum yapilmis

Ahmet Alptekin yorum tarihi 4 Temmuz, 2009 02:09

Her Yıl bir önceki yıla göre içimdeki Amerikan nefreti biraz daha artıyor bu olay.
Yapılan muameleyi haketmedik ve hesabını soramadık yazıklar olsun bizi yönetenlere…

Yılmaz Karahan yorum tarihi 4 Temmuz, 2009 02:30

4 Temmuz deyince aklima ne ABD nin bagimsizligi ne de Tom Cruise un Dogumgunu 4 Temmuz filmi geliyor…

4 Temmuz aslinda Turk tarihinin en kara sayfalarindan biri…

10 Kasim gibi matemle yasamamiz gereken gunlerden biri…

Hic unutamayacagimiz ve unutmamamiz gereken gunlerden biri…

Yillar yili dost ve muttefik olarak bize yutturulmaya calisilan devsirme sozde bir milletin 7 kitadan toplama askerlerinin binlerce yillik sanli bir ulusun Mehmetciginin kafasina cuval gecirdigi kara bir gun…

Atamin yattigi yerde kemiklerinin sizladigini hissediyorum…

Canakkalede yatan sehitlerimizin yattiklari yerden Mehmeticigimizi bu hallere dusurenlere okuduklari laneti duyuyorum…

Ve aziz milletimin gozlerindeki ofkeyi goruyorum…

Bu ofke bitmesin,4 Temmuz unutulmasin…

Baris AYKUL

ahmet akman yorum tarihi 4 Temmuz, 2009 09:23

kahrolası amerika dünyanın başına dertsin zulmetme insanlığa

” zulümle geçemez gemi denizi batırmazsak bize yazıklar olsun ”

muaveneti milliye ye atılan 2 adet seasparov füzeleri sözde yanlışlıkla atılmış …
tank savarmı bu kardeşim yoksa havanmı …
5 ayrı aşamadan sonra bu silahlar ateşlenir , yanlışlık değil katliamdır yaptığın zalim abd

ne o yaksa golyat ın intikamımı bu yaptığın …

kahraman TÜRK milleti gün gelir ingiliz zırhlısı golyat gibi senide batırır tarihin karanlığına …!

turan yorum tarihi 4 Temmuz, 2009 09:57

sevgili Ahmet kardeşim nefretin çok güzel bizim temennimizde türk halkı gibi dünya halkının yani mazlumların hakkı için allah cezasını vercek diyoruz ama malesef biz her işimizi allaha bırakıyoruz nedense bu gün bizi yönetenler allah diyorlar ama amarikan emparyelizmin ve amarikan köpeklerinin ardında onların torbacılıgını yaptıkları sürece biz ve bizim gibiler hep ezilecek ezilmeyede devam edecekler bizim ve dünyadaki mazlum hakların tek hedefi tam bagım sızlık olmalı diyorum Deniz gezmişve arkadaşlarının tek gedefi 6 filoyu denize ataken

amaçları da buyumuş bunu şimdi çok iyi anlıyorum

gerçek milliyetci gerçek ülkücü vatanını bizden daha çok seven onlarmış demekki sözde ne miliyetcilik nede devrimcilik olmuyormuş amarikanın faşist ve acıma duygusunu kaybetmiş kendi çıkarlarından başka kimseyi düşünmeyen tıpkı bizim siyesilerimiz gibi onlarmış

tşk iyi bir yaşam

tek yol türkiye tek yol bagımsızlık

Seher yorum tarihi 4 Temmuz, 2009 13:09

Bu Amerikaya kimse vuramaz, vursa vursa doğal afetler öcümüzü alır…

ramazan albayrak yorum tarihi 4 Temmuz, 2009 17:56

Elbetteki amerikanın ve yandaşlarının TÜRK ULUSU üstünde birsürü hesapları ve oyunları var. Öncelikle bu hastalıktan kurtulmak için onlara olan bağımlılığımızı ortadan kaldırmak lazım. maddi ve manevi olarak güçlü olmamız

TÜRKLÜĞÜMÜZÜ TARİHİMİZİ UNUTMAMAMIZ VE YAŞATMAMIZ LAZIM.
inanıyorum ki TÜRK UYANINCA BUNLARI ÖPER…

=======================================

Haberi hazırlayan ve yorumları ile paylaşanlara teşekkür ediyoruz.

Bu acı faturalar TAM BAĞIMSIZLIK’tan verilen ödünlerin bedelidir.

  • Mustafa Kemal ATATÜRK; “İstiklal-i tammee!” diye gırtlağını yırtıyordu.

Anlamayanlar bu ağır ve onur kırıcı bedelleri ödüyor..

Halkımızın da anlaması gerek.. TAM BAĞIMSIZLIK öylesine soyut, sol bir söylem değil!

Yaşam ve onur anlamında geliyor..

“ABD stratejik müttefikimiz” mi demiştiniz?
Benim değil..
Siz kimsiniz?

Sevgi ve saygı ile.
04.07.2013, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Halk Sağlığı (Toplum Hekimliği) Uzmanı
Ankara Üniv. Tıp Fak.
www.ahmetsaltik.net