ÇARŞAMBA İĞNELERİ – 10Temmuz 2024

Türk Vatandaşı Naci BEŞTEPE

BAKAN

Menzil’ci Sağlık Bakanı gitti, Ensar’cı geldi.

Çevre Bakanı gitti, rantçıların hamisi,
İliç faciasının pompacısı geldi.

Seç seç al, kesmece bunlar…

BİRİNCİ

TÜİK’in enflasyon hesaplamada kullandığı rakamlara göre uzman doktor muayenesi 33.69 TL imiş.

Bu denli çabalamaya karşın enflasyonda Avrupa birinciliği ve dünya üçüncülüğünü kaptırmadık…

AKIM

Milli Savunma Üniversitesi Rektörü Erhan Afyoncu, Avusturya galibiyeti sonrası,
’Viyana 341 yıl sonra düştü’’ paylaşımı yaptı.

Akıyla ..kunu karıştırma uzmanı bu a-salakları nerden bulurlar…

BOZKURT

Avusturya maçının kahramanı futbolcumuz Merih bozkurt işareti (MHP‘nin değil Türklerin simgesi) yaptığı için UEFA iki maç yasaklama (men) cezası verdi.

“Gay” işareti yapsa, turnuvanın en iyisi seçilmeye aday olurdu…

ÇEDES

Mersin’de veli izin belgesi olmadığı için öğrencileri ÇEDES eğitimine göndermeyen iki öğretmen “dini eğitimi engelledikleri” gerekçesiyle soruşturmaya alındı.

Dini eğitim bakanlığının dinci çabaları…

TUVALET

Tasarruf tedbirleri yayımlayan Hazine ve Maliye Bakanlığı’nın tuvalet tadilatı (düzeltimi) için
24 milyarlık (AS: milyon TL’lik olacak) ihale yapıldı.

İçine ..ıçtılar…

GÖTÜRÜŞ

Turhan Çömez, görevden alınan Sağlık Bakanı Koca’ya trilyonluk arazi verildiğini açıkladı.

Bununki gidiş değil götürüş…

LAİKLİK İHLALLERİ RAPORU – HAZİRAN 2024

Haziran ayında, laiklik ihlalleri başta eğitim olmak üzere birçok alanda siyasi iktidar tarafından daha da saldırgan ve sistematik bir biçimde artarak sürdürülmüştür. Bu süreç eğitim, hukuk ve toplumsal yaşam gibi çok temel başlıklarda büyük tehlikelere işaret etmektedir.

Milli Eğitim Bakanlığı’nın ÇEDES projesi kapsamında, Haziran ayı boyunca laiklik ihlalleri artarak devam etmiştir. Türkiye çapında bütün eğitim kademelerinde Diyanet İşleri Başkanlığı ile tarikat ve cemaat uzantısı derneklerin MEB ve Gençlik ve Spor Bakanlığı’yla ortak programlarında çocuklar ve gençler mezuniyet törenleri adı altında laiklik karşıtı, gerici uygulamalara maruz bırakılmıştır. Yine mezuniyet törenlerinde Anayasa ve evrensel ilkeler çiğnenmiştir. Laik ve bilimsel eğitim karşıtı “Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli” üst başlığıyla onaylanan “yeni müfredat”la birlikte laik eğitim uygulamasını ortadan kaldıracak, öğretmenlik mesleğini itibarsızlaştıracak ve eğitim emekçilerinin hak gaspı anlamına gelen Öğretmenlik Meslek Kanunu (ÖMK) dayatması bütünlüklü bir karşı devrim sürecinin gelecek kuşaklar için ne anlama geldiğini ortaya koymaktadır.

“Yeni Anayasa” başlığında siyasi iktidarın girişimleri devam ederken Haziran ayında Anayasa ve yasalara aykırı, laiklik karşıtı yargı kararları ile birlikte laik hukukun temeli ve kadın haklarının hukuki güvencesi olan Medeni Kanunu hiçe sayan 9. Yargı Paketi TBMM Başkanlığı’na sunulmuştur.  Kadınların yurttaşlık hakkının gasp edildiği 9. Yargı Paketi, Mayıs ayında yayınlanan “Ailenin Korunması ve Güçlendirilmesi Vizyon Belgesi ve Eylem Planı”yla birlikte düşünüldüğünde karşı devrimin toplumsal alanda öncelikle kadınları hedef aldığı açıkça görülmektedir.

Bu ana başlıkların yanı sıra, raporda bir kez daha ortaya çıkan, önceki aylarda olduğu gibi, Diyanet İşleri Başkanlığı (DİB) ile tarikat ve cemaat yapılanmalarının artan gücüdür. Raporun ilgili bölümlerindeki veriler, başta eğitim ve toplumsal yaşam olmak üzere etkisi artan DİB ile söz konusu gerici yapılanmaların siyasi ve mali güçlerindeki büyümeyi göstermektedir.

Haziran ayında Diyarbakır’da, İstanbul’da, İzmir’de, Kocaeli’de ve ülkemizin birçok yerinde laik yaşamı hedef alan saldırı girişimleri ve uygulamalar yurttaşlık haklarının güvencesi olan Anayasa ve laik Cumhuriyeti hedef alan karşı devrimci güçlerin bütünlüklü hamlelerine karşı bütünlüklü ve örgütlü bir toplumsal-siyasal yanıt üretilmesi ihtiyacına işaret etmektedir.

Haziran ayı raporumuzda yer alan verilere bakıldığında, siyasi iktidarın karşı devrim sürecinde yürüttüğü saldırıların birçok alanı kapsayan planlı ve bütünlüklü bir biçimde vites büyüttüğü açıkça görülmektedir. Rapordaki veriler değerlendirildiğinde bu süreçte düzen siyasetindeki diğer bileşenlerin bu saldırılar karşısında etkisiz kalarak siyasi iktidarın hareket alanını genişlettiği gözlemlenmektedir.

Laiklik Meclisi İzleme Merkezi olarak bu gündemlerden ulaşabildiklerimizin ayrıntılı dökümleri 154 kapsamlı başlıkta aşağıdaki Haziran 2024 Laiklik İhlalleri Raporu’nda yer almaktadır.

Raporun PDF biçimi : Haziran 2024 İHLALLERİ RAPORU

Laiklik Meclisi İzleme Merkezi
10.07.2024
https://laiklikmeclisi.org/
+90 533 046 82 71
info@laiklikmeclisi.org

İLAHİYATÇILARDAN BİLDİRGE : Şeriat, İslam Demek Değildir

Cumhuriyetimizin 100. yılını geride bıraktığımız bugünlerde,
toplumumuz kısır ve tehlikeli bir tartışmanın içine çekilmek istenmektedir.

Bu tartışma adeta dine rağmen din, İslam’a rağmen İslam denilebilecek düzeyde
bir cahilliği içeren şeriat tartışmasıdır.

Arap dilinde pek çok anlama sahip olan şeriat sözcüğü,
terminolojik açıdan dilimizdeki hukuk sözcüğünün karşılığıdır.

Gerek dinsel inanışları referans (kaynak) alan,
gerekse laik ve seküler dünya görüşüne dayanan yasalar,
Arap dilinde şeriat sözcüğü ile ifade edilir.

Bu nedenle,
şeriatı din ve İslam’la özdeş bir kavram olarak yansıtmaya çalışmak gerçeğe aykırıdır.

İslam şeriatı denilen kavram, İslam’ın kendisi demek değildir.

Zira şeriat kurallarının çok azının kaynağı Kur’an ayetleridir.

O ayetlerin de çoğu dönemsel olup esbab-ı nüzul (AS: indirilme gerekçesi) çerçevesinde anlaşılması ve yorumlanması gereken hükümleri içermektedir.

İslam tarihinde bütünsel ve tek yapı halinde bir şeriat anlayışından söz edilemez.

Gerek fıkhî (İslam hukuku) gerekse ona zemin oluşturan itikadi meselelere (inanç sorunlarına) ilişkin onlarca şeriat yorumu ve uygulaması söz konusudur.

Bu yorum ve uygulamalar, sahabilerin farklı görüşlerinden,
sıhhati tartışmalı kimi hadislerden,
İslam bilginlerinin kimi aklî çıkarımlarından neşet eden (doğan)
ve pek çok bakımdan birbiriyle çelişen içtihadî hükümleri (İslam hukukuna dayalı yorumlar) yansıtmaktadır.

Hangi şeriat ekolü söz konusu olursa olsun, içerdiği kurallar açısından
hiçbirinin günümüz toplumsal yaşamına ve insan gereksinimlerine,
temel hak ve özgürlüklerine, dahası çağdaş hukuksal sorunlara
yanıt verebilecek bir yapıda olmadığı açıktır.

Böyleyken, insanlığın ve Müslümanların geçirdiği hukuksal evrimi dikkate almayan
şeriat istemlerine itibar etmek olanaklı değildir.

Birey kimliği, kadın-erkek eşitliği, iktisadî ilişkiler, suç ve ceza kavramı, aile hukuku,
siyasal sistem ve bilimsel çalışmalar açısından şeriat hukuku,
dönemin Arap toplumunda değişim ve dönüşüme öncülük eden ilk uygulamaları içerse de, günümüzde uygulanabilirliği söz konusu olmayan kurallar yığını olarak,
ancak akademide hukuk tarihi dersleri için bir anlama sahip olabilir.

  • Başka bir deyişle, şeriat kurallarının güncel yaşamda insan onuruna yakışır
    bir karşılığı yoktur.

Çok eşliliği,
kölelik kurumunu,
çocuk yaşta evliliği,
haremlik-selamlık uygulamasını,
haklar bakımından kadınların ikincilliğini,
mürtedin idamını ve tekfirciliği içermesi,
iktisadî tezler bağlamında da günümüzün girift ekonomik ilişkilerini karşılayamayacak denli basit oluşu,
siyasal sistem açısından ise otoriter ve totaliter bir rejimi öngörmesi,
şeriatı kabul edilebilir olmaktan uzaklaştırmakta ve olanaksız kılmaktadır. 

  • İslam dini, inanç, ibadet ve ahlak esasları olarak şeriattan kesinlikle ayrıdır.

Şeriat uygulanamaz olsa da İslam dini, iman esaslarıyla, uygulama olarak da
namaz, oruç, hac, zekât vb. ibadetleriyle,
ahlaksal açıdan ise helal – haram anlayışıyla yüzyıllardır yaşanan
ve bundan sonra da daima yaşanacak olan son ilahi dindir.

İslam azizdir ve şeriatla kısıtlanamayacak denli değerlidir.

Büyük İslam bilgini Ebu Hanife’nin de dediği gibi din,
Hz. Âdem’den beri gelen tevhid inancıdır ve asla değişmez.
Ama şeriat değişir.
Nitekim tarih boyu her ümmet için ayrı bir şeriat söz konusu olmuştur.

Osmanlı’nın Mecelle’sinde de belirtildiği üzere; ezmanın tegayyürü ile ahkamın tebeddülü
(zamanın değişimi ile hükümlerin de değişmesi) inkar olunamaz.” 

Ancak bu durum elbette ki din için söz konusu değildir.
Din, sabittir ve tersi düşünülemez.

Bu gerçekler ışığında ilahiyatçılar olarak bizler,
bütün halkımızı, aziz dinimiz İslam’ı yaşarken
aynı zamanda büyük Atatürk’ün ve şehitlerimizin emaneti olan;
laik, demokratik Türkiye Cumhuriyeti devletimize sahip çıkmaya davet ediyoruz.

Unutulmamalıdır ki;
Laiklik dinin doğru ve özgürce yaşanabilmesi için de yaşamsal önem taşımaktadır.
Devletin dini ancak adalettir anlayışıyla,
her türlü dinsel ve mezhepsel ayrıma karşı
ulusal birlik ve bütünlüğümüzü korumalı ve güçlendirmeliyiz.

Kamuoyuna saygıyla duyururuz. 24 Haziran 2024

İMZACILAR (Metin Cemil Kılıç tarafından kaleme alınmıştır)

  1. Cemil KILIÇ (İlahiyatçı Yazar)
  2. Şahin FİLİZ (İlahiyatçı Prof. Dr.)
  3. Mustafa ÖZTÜRK (İlahiyatçı Prof. Dr.)
  4. İsrafil BALCI (İlahiyatçı Prof. Dr.)
  5. Hatice Doğan (İlahiyatçı Dr.)
  6. Hakkı Yılmaz (İlahiyatçı Yazar)
  7. Hıdır Temel (Din Bilimleri Dr.)
  8. İdris ŞAHİN (İlahiyatçı)
  9. Yaşar KOÇER (İlahiyatçı)
  10. Fikret EROĞLU (İlahiyatçı)
  11. Halis DİNÇER (İlahiyatçı)
  12. Emine YÜCEL (İlahiyatçı)
  13. Mehmet GÖL (İlahiyatçı)
  14. Mustafa Sağer (İlahiyatçı)

İran Seçimlerinin Söylediği

Dr. Levent Seçkin | Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, BSc, LLMYusuf Samim Lütfü

(AS: Bizim katkımız yazının altındadır.)

İran eski Cumhurbaşkanı İ. Reisi’nin bir helikopter kazasında (?) yaşamını yitirmesi ile oluşan makamsal boşluk, yapılan seçimle dolduruldu.

Halkın yarısından azının (%40) katıldığı seçimlerde “reformcu !” diye anılan ve aynı zamanda
bir tıp doktoru olan Pezeşkiyan Cumhurbaşkanı seçildi!

Boşalan makam dolduruldu, ancak yönetsel bir boşluk zaten söz konusu değildi;
siyasal islamın Şii versiyonunda (türünde) yönetimin başı olan molla(lar) zaten yerli yerinde duruyordu. (Ayetullahlar)

Demokrasiyle hiçbir ilintisi olmayan siyasal İslamın Şii versiyonunda (türünde) dostlar alışverişte görsün seçimleri yapılmıştı!

Dostların gördüğüne gelirsek, öncelikle halkın çoğunluğu (%60) bu tiyatrodan umudunu kesmişti ve bu oyuna katılmadı.

Sonrası daha önemli, katılanların çoğunluğu da mollalardan yana olmadığını çok açıkça
ortaya koydu.

Bu çağdışı siyasal İslam zihniyetinin (anlayışının) iflasının ilanıdır!

Uygulamada şimdilik hiçbir yaptırım gücü olmasa da, halkın gönlünde çağdışı siyasal İslam anlayışı bitmiştir.

Gerisi zaman sorunudur.

Zaman tersinemez olduğunu ve hep ilerleme yönünde aktığını bir kez daha göstermiştir.

Emperyalizmin kayığına binerek, ellerine geçirdikleri kürekleri akıntıya karşı çeken çağdaşlık ve ilerleme karşıtlarına gelince :

Bilmelidirler ki, performansları azaldığında (eskidiklerinde),, kayığın sahibi yerlerine yenilerini geçirecektir.

Kayığın sahibi olamasa da kürekleri ele geçirmek ve ilerlemek için mücadele (savaşım) veren onurlu insanlara selam olsun.
================================
Dostlar, 

Bize göre de iyimser ve umutlu olmak gerek.
Yeni İran Devlet Başkanı, kadınlara baş örtüsünü zorla dayatamayacaklarını söyledi.
Bu söylem seçim kazandırdı belki de.
Kaldı ki, söz konusu “vaat”, Ayetullahların ön onayı olmadan söylenemezdi veya böylesi bir kişi  aday gösterl(e)mezdi. Bu bakımdan, 2 Şubat 1979’da Humeyni darbesi ile başlayan dinci (teokratik) rejim, 45 yıl sonra, değişen koşullar yüzünden esnemek zorunda kalmıştır.

Bu bir başlangıçtır ve arkası gelecektir kanısındayız.

S. Arabistan’da da Veliaht Prens Salman benzer eğilimde..

AKP=RTE‘nin çevresi giderek dincilikten, islam şeriatı dayatmasından uzaklaşıyor.
Bakar mısınız bizim yerli mollaların tarihsel talihsizliğine!

TC tam da kıvamına getirilmişken (!)..
Ortaçağa dönme hevesi kursaklarda kalıyor, kalacak!!..

Dr. Ahmet SALTIK
09.07.24

MUHARREM ORUCU Başladı..

Prof. Dr. Halil ÇİVİ
İnönü Üniv. İİBF Eski Dekanı
Halk ozanı

BİLGİLENDİRME…

Alevi canlarımızın MUHARREM ORUCU 07 Temmuz 2024 Pazar günü başladı.
Sağlığı ve koşulları uygun olup da gönüllerinde Hak Muhammed Ali, 12 İmam, Hz. Hüseyin, Hünkâr Hacıbektaş Veli sevgisi ve zulme direnme iradesi (istenci) olan tüm Canlara duyurulur.

Hz. Hüseyin’i anmak yetmez, O’nu doğru anlamak gerekir.

Amacınız, Kerbela mezalimi ve Hz. Hüseyin’i anmaktan çok daha öteye uzanarak haksızlıklara, kötülüklere ve kıyımlara boyun eğmeyenleri doğru anlamak; her çağda, her yerde ve her koşulda zalimlerin zulmüne karşı çıkmayı öğrenmek ve yaşam biçimimize yansıtabilmektir.

Yoldaşınız Hz. Ali, yoldaşınız Hünkâr Hacıbektaş Veli, pusulanız akıl-bilim ve adalet, yardımcınız Hz. Hızır; zalimlere karşı hiç sarsılmayan çelik iradenizin kaynağı da, başta Kerbela Şehidi
Hz. Hüseyin olmak üzere, zalimlere direnerek darağacında can verenler, Hallacı Mansur,
Şeyh Bedrettin, Pir Sultan Abdal… ve derisi yüzülen Seyit İmadettin Nesimi… olsun.

Yüreğinizde insan sevgisi hiç eksilmesin…

Dünya, İran ve AKP

Örsan K. Öymen Örsan K. Öymen
08 Temmuz 2024, Cumhuriyet

Dünyada 195 ülke bulunuyor. Bu ülkelerin içinde teokrasiyle yönetilen
çok az sayıda ülke var. Başka bir deyişle dünyada din devleti olarak nitelendirilebilecek bir ülke neredeyse kalmadı. Çünkü

  • din devleti, teokrasi ve laiklik karşıtlığı, Orta Çağ’da kalmış ilkel bir anlayıştır.

Ancak dünyadan ve tarihsel gelişmelerden kopuk yaşayan, zamanı durdurmak hayaliyle
var olmaya çalışan, dünyanın veya evrenin merkezinde olduğunu sanan kimi zavallı insanlar, hâlâ bir din devletini ve teokratik düzeni yaşatmak peşindedir.

Afganistan’ı, Suudi Arabistan’ı ve İran’ı yönetenler buna ilişkin var olan nadir örnekler arasındadır. Türkiye’deki AKP hükümeti de aynı kategoridedir. Ancak AKP’nin laik düzeni yıkma çabalarına karşın, Mustafa Kemal Atatürk’ün devrimleri sayesinde ve toplumun çoğunluğunun bu devrimleri önemli bir ölçüde benimsemiş olması nedeniyle, Türkiye hâlâ Afganistan,
Suudi Arabistan ve İran ile aynı düzeye düşmemiştir.

AKP’nin iktidara gelmiş olması da, kendi gücünden çok, hem muhalefetin bölünmüş olmasından hem de muhalefetin ideolojik ve stratejik hatalarından kaynaklanmaktadır.
***
Afganistan, Suudi Arabistan ve İran gibi ülkelerde de laiklik karşıtı, köktendinci, İslamcı, teokratik düzenler halk desteğiyle kurulmamıştır. Bu ilkel düzenler silah zoruyla, baskıyla, zorbalıkla, vahşetle, şiddetle, despotizmle kurulmuştur.

İran’da geçtiğimiz hafta gerçekleşen sözde seçimlerin ilk turunda seçimlere katılım oranının %40’ta kalması, bu seçimin en önemli sonucudur. Çünkü İran’da serbest seçim diye bir şey yoktur.

Başta İran’ın “dini lideri” Ali Hamaney olmak üzere, ruhban sınıfı hangi adayların yarışmasına izin veriyorsa, o adaylar seçimlerde yer alıyorlar. İran’da demokratik ve laik bir düzeni kurmayı amaçlayan herhangi birisi seçimlerde aday olamaz. Çünkü İran teokratik bir anayasaya ve düzene sahiptir.

“Reformcu” diye etiketlenen adaylar da aslında reformcu değildir. 1979 yılından beri İran’da seçilen hiçbir devlet başkanı reform gerçekleştirmemiştir. Onların uygulamalarını “reform” olarak adlandırmak, reform kavramının içini boşaltmak, dünyada gerçekten reform yapan önderlere hakaret etmek anlamına gelir.

İran’da adayların arasında radikal (köktenci) olmayan farklar olsa da, sonuçta hepsi ilkel bir düzenin parçalarıdır. İran’daki seçimler, bayat bir müsamereden başka bir şey değildir.

Bu nedenle halkın %60’ının seçimlere katılmaması, başka bir deyişle seçimleri boykot etmesi, aynı zamanda düzene karşı bir başkaldırıdır. Seçimlere %40 katılım oranı, İran’da 1979’da gerçekleşen İslamcı darbeden sonraki en düşük katılım oranıdır.

İran’daki rejimin ve yönetimin halk bağlamında da bir meşruiyeti kalmamıştır.
***
İran’da 1979 yılında Ayetullah Humeyni’nin öncülüğünde gerçekleşen darbeyi, devrim olarak tanımlamak da devrim kavramının içini boşaltmak ve gerçekten devrim yapanlara hakaret etmek anlamına gelir.

Çünkü devrim ileriye doğru bir dönüşüm ve gelişme anlamına gelir. Orta Çağ karanlığına doğru, yüzlerce yıl geriye doğru gitmek, devrim olarak nitelendirilemez. İran’da 1979’da Muhammed Rıza Pehlevi adlı diktatör devrilmiş, yerine Ayetullah Humeyni adlı bir başka diktatör gelmiştir. 1979’da İran’da monarşiden teokrasiye geçilmiştir. Bunu devrim olarak nitelendirmek cehaletten başka bir şey değildir. Devrim, kişileri devirmekten ibaret (oluşan) bir eylem değildir.

Tevrat, İncil, Kuran gibi din kitapları, yüzlerce, binlerce yıl önce yazılmış kitaplardır. Bu kitaplar kendi tarihsel koşulları içinde değerlendirilmeli, din devlet tarafından topluma zorla dayatılmamalı, din konusu kişilerin kendi özgür iradesine (istencine) bırakılmalıdır.

Bunun aksini savunanlar, tarihsel koşullara göre evrimleşemedikleri için,
yok olmaya mahkûmlardır.
_______________________________________________
Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

Demografik işgal1 Temmuz 2024
Diamond Tema24 Haziran 2024

44 Yıl Sonra; Şehit Edilen Babamızı Anıyoruz…

7 Temmuz 1980 – 7 Temmuz 2024 : 44. yıl..
Şehit Edilen Babamızı Anıyoruz…

Dostlar,

Bu gün 7 Temmuz 2024.. Ailemizin başına gelen bir yıkımın (felaketin) 44. yılı.. Hoşgörünüzle bu konuyu bu yıl da yazmak istiyoruz. Kendi özelimizle sizleri meşgul etmek aklımızdan geçmiyor. Ancak insanların belli yaşantı deneyimlerini paylaşmasında yarar olmalı. Üstelik ortak toplumsal kökenleri olan bir acı süreç ve aradan 44 koca yıl geçtiğine göre, duygusal tonlamaları da sanırız –büyük ölçüde– dizginleyebiliriz.

7 Temmuz 1980.. Sıcak bir yaz günü ve Türkiye doludizgin 12 Eylül darbesine “kurgulu olarak” sürüklenmekte. Adeta eğik düzlemde, ülke tanımlı – planlanmış bir hedefe kayıyor. Darbeden önce 1978’de başlayan sıkıyönetim, artan terör olayları ve iç karışıklıklar nedeniyle çeşitli illerde ilan edilmişti. 12 Eylül 1980’e gelindiğinde, bu sıkıyönetim kararı Türkiye’nin tümünü kapsayacak biçimde genişletilmiştir. Her gün “ortalama” (bu sözcüğü böylesi bir bağlamda kullanmak zorunda kalmak ne acı değil mi!?) 20 (yirmi!) dolayında insanımız ölüyor, öldürülüyordu! Darbe ile birlikte bıçakla kesilir gibi durmuştu!? Önceki yıllarda Kovit-19 salgınında daha beteri yaşandığı gibi ve Sağlık Bakanı Koca’nın “önlenebilir ölümler” demesine karşın!!?? Bakanın, ilan edilenden çok fazlası dolaylı Kovit-19 ölümleri.. itirafı ne acı..

1980’ler.. TRT’nin siyah-beyaz ekranları ve gazeteler, dergiler.. kan – revan dolu.. Sunum çerçevesi ise tek tip (klişe) : ….. yerde çıkan sağ – sol çatışması”nda şu sayıda insan öldü,
bu sayıda insan yaralandı.. Ne mal güvenliği var ülkede ne de can! Toplum şaşkın, ağır gerilim altında, neredeyse “öğrenilmiş çaresizlik / pes” sendromu içinde “pes” eşiğinde.. Kendince savunma önlemleri almaya bakıyor.. Kentler – kasabalar – kırsal.. bölünmüş ve kurtarılmış bölgelerilan edilmiş. İnsanlar çaresiz, savunma amaçlı silahlanıyor..

44 yıl sonra 7 Temmuz 2024’te ise acımasız zamlar, enflasyona ezdirilen emekçiler, dinci kuşatma – laikliğe cepheden saldırı, “Maarif Müfredatı” ilkelliğiyle eğitimin çökertilmesi, 13+ milyona ulaşan kavimler göçü ile demografik operasyon ve bir başka siyasal cinayet, Sinan Ateş‘in öldürülmesi, iktidarca örtülmeye çalışılması..!

Biz o tarihlerde Hacettepe Tıp Fakültesi’nde Toplum Hekimliği (sonra Halk Sağlığı) Bölümünde Tıpta Uzmanlık Eğitimi alıyoruz.. İstanbul Tıp Fakültesi’ni bitirdiğimiz 15 Haziran 1977 sonrası Elazığ / Keban’da 1 yıl SSK hekimliği yapmış ve uzmanlaşma kararı vererek adını andığımız Bölümün asistanlık sınavını kazanmış, 11 Kasım 1978’de ihtisasa başlamıştık. Bölümümüzü ve Dalımızı aşkla seviyorduk. Daha 1971’lerde Hacettepe Tıp’ta 1. sınıf öğrencisi iken Prof. Dr. H. Nusret FİŞEK’i tanımış ve O’ndan Toplum Hekimliği dersleri almıştık. Kalpaksız Kuvayı Milliyeci
Prof. Fişek,
bize sağlık ile sosyo-ekonomik etmenler arasındaki köklü, kapsamlı ve çarpıcı bilimsel ilişkilerden söz ediyordu ustalıkla.. Üstelik bu ilişkiler neden-sonuç ilişkileriydi ve geleceğin çağdaş hekimleri ve tıbbı salt fiziksel – biyolojik – kimyasal nedenlerle uğraşmakla kalmayıp; sağlık sorunlarının gerçek – altta yatan sosyal – kültürel – ekonomik kök nedenleriyle (nedenlerin nedenleriyle) uğraşmalıydı, uğraşacaktı.

Bu Fakültede (Hacettepe) Tıbbiyenin ilk 2 yılını okumuş (İngilizce hazırlık sınıfından sınavla bağışık olmuştuk) ve İstanbul’daki ailemizin yanında olmak için İstanbul Tıp Fakültesi’ne 3. sınıfta yatay geçiş yapmıştık. Yeniden ayrılmak zorunda kaldığımız Fakülteye, Nusret hocaya.. üstelik asistanı olarak dönmüştük. İşimizi çok seviyor ve gelecekte Halk Sağlığı bilim disiplinine ve  Ulusumuzun sağlığına kapsamlı katkılar verebilmeyi kuruyorduk. Uzmanlık eğitimimizin 1 yılını örnek Eğitim ve Araştırma Sağlık Ocaklarında geçirecektik ve bunlardan biri de Eskişehir yolu 28. km’deki Yapracık Sağlık Ocağı idi. (Bu köy, günümüzde Bütünşehir Belediye Yasası bağlamında Ankara’nın bir mahallesi ve hızla nüfus alıyor.. Bağlıca’da oturduğumuz eve 7 km!)

Bu Sağlık Ocağı’nda, 40+ yıl öncenin “tam anlamıyla köy koşullarında” yaşıyorduk. Lojmanımız köyde idi, odun-kömür sobalı idi ve hastane acil nöbetlerimiz ile eğitim amaçlı Ankara toplantıları dışında hep (7/24!) köyde kalmak zorunda idik. Günümüzde Ankara’nın en gözde mahallelerine dönüşen Ümitköy, Dodurga, Çayyolu, Aşağı Yurtçu, Yukarı Yurtçu, Türkobası, Alacaatlı, Ballıkuyumcutoprak damlı köylerimizdi! Oralara kapsamlı 1. Basamak (hastaneye yatmadan) sağlık hizmeti sunuyorduk.. Gece – gündüz şevkle çalışıyorduk. Etimesgut küçük bir kasaba, çevre köylerde geniş arazilerde tarım ve hayvancılık yapılıyordu. Yaygın hayvancılık nedeniyle, bir zoonoz olan Brusella hastalığı yaygındı. Pendik Veteriner Kontrol ve Araştırma Enstitüsü’nden kişisel çabalarımızla anti-serum getirtmiştik; elektrik olmayan köylerimizde,
klinik olarak Brusella düşündüren hastalardan kan alıyor, 2 tüplü (gode’li)el santrifüjü” ile çevirerek serumunu ayırıyor ve oracıkta lam üzerinde mikroskopla çökelti (aglütinasyon) bakarak Brusella’nın laboratuvara dayalı yarı-nicel (kantitatif) tanısını (titrasyon yapmadan) koyuyorduk. Günümüz sağlık çalışanları bu yaşantıya inanmakta zorluk çekecekler eminiz ama, gerçek bu! Elektrik olmayan köylerde, 2 gode’li el santrifüjü ile serum ayırarak..
***
Böylesine çoook yoğun bir koşuşturma gününün (7 Temmuz 1980) ardından birkaç saat da okuduktan ve Uzmanlık Tezimizi çalıştıktan sonra (Yapracık Sağlık Ocağı Köylerinde 30+ Yaşta Koroner Kalp Hastalığı İzleme Araştırması-3, prospektif kohort) gece yarısı sonrası yorgunlukla yatmıştık.. Kısa süre sonra önce kapı, hemen ardından pencere camı şiddetle vurulmaya başlandı, kalktık. Alışkındık, acil hastamız olmalıydı. Lojmanda sabit telefon bile yoktu! Ancak bu kez öyle değildi.. Karşımızda kayınbiraderimiz (eski) duruyordu ve yüz ifadesi çok hüzünlüydü. Ne olduğunu ağzından zorlukla aldık..

  • Babamız.. İstanbul’da Emniyet Başkomiseri babamız Halis Zeki SALTIK vurulmuştu!

Doğallıkla biz de vurulduk! Kara haber ertesi güne kalmamış, yedivermişti birkaç saatte. Hemen yola koyulmamız gerekiyordu. Ülkede akaryakıt kıtlığı vardı. On yaşındaki arabamızın bagajına yirmi Lt benzin bidonunu da koyarak (ne büyük risk!) İstanbul yoluna çıktık. Otoyol yoktu elbette.. 2-3 şerit karşılıklı trafik, bölünmemiş yolda akıyordu. Sağlık Ocağımızın usta şoförü Ömer Ulusoy, sağ olsun direksiyonu bize bırakmadı. Sabahın köründe Bahçelievler’deki evimizin kapısına vardık.. Cenaze evi idi hanemiz.. Işıklar yanıyor ve bir kalabalık deviniyor, insanlar vekarla acılarını yaşıyordu. Annemiz, 19 yaşında İstanbul Hukuk 1. sınıf öğrencisi kız kardeşimiz ve 23 yaşında Cerrahpaşa’dan 1 aylık mezun Hekim, erkek kardeşimiz ve 27 yaşında 3 yıllık hekim, biz…

47 yaşındaki (1933 Hozat doğumlu) canımız babamızı, “anarşi” dedikleri canavar bizden vahşice ve çoook erken koparıp almıştı. Şimdilerde “anarşi”ye terör, “anarşit”lere (!) de “terörist” deniyor. Ölçüsüz bir acı içimizi kavuruyordu.. Bir yandan da zorunlu işlemler vardı yürütülecek. Evin abisi bizdik ve yük, tüm ağırlığıyla boynumuzda idi. Babamız Emniyet Başkomiseri Halis Zeki Saltık, Sirkeci’de bir işyerinden haraç almak için gelen “sol örgüt” (?!) elemanlarıyla çıkan çatışmada 7-8 kurşun yemiş, oracıkta kanamadan yitirilmişti. Adli Tıp’tan cenazesini aldığımızda teni kireç rengiydi. Şiddetli iç – dış kanamadan olay yerinde ve hemen ölmüştü. Topkapı – Çamlık mezarlığına gömdük O’nu.. İl Emniyet Müdürü (Şükrü Balcı), Siyasi Şb. Müdürlerinden Elazığ’lı Mehmet Ağar, başsavcı, Vali (Nevzat Ayaz), Garnizon komutanı tümgeneral (66. Tümen).. görüştüğümüz yetkililerdi. Katiller kaçmıştı, ellerinden geleni yapıyorlardı yakalamak için.. Sonra bu örgütün Dev-Sol olduğu bize söylendi. Yıllar sonra birileri de yakalanmıştı. Davaya karışmacı (müdahil) olduk. Ancak ilerleyen zaman, bizde bu sanıkların katil olup-olmadıkları hakkında ciddi kuşku uyandırdı ve davadan çekildik. Suç birilerine mi yıkılacaktı?
Biz de suçlular cezasını buldu diye bir parça teselli mi bulacaktık? İstanbul Siyasi Şb. Müdürlerinden Elazığlı Mehmet Ağar (daha sonra İçişleri Bakanı!), çok sevdiği hemşehrisi “Halis abi” sine sahip çık(a)mamıştı.
***
Bir kez daha Hacettepe’den ayrıldık ve yine İstanbul Tıp Fakültesine yatay geçiş yaptık! Annemizin – kardeşimizin evine yakın bir ev kiralayarak kendimizce aileye göz – kulak olmaya çabaladık. Annemiz yıkılmıştı ve çok derin bir yas yaşıyordu. Bu koyu yası, ölene dek 13 yıl sürdürdü, çıkamadı (kronik yas sendromu). Biz uzmanlık eğitimimizi tamamladık ve Toplum /
Halk Sağlığı dalında uzman hekim olduk. Yeniden Üniversiteye, akademik kariyere çok zorlukla (yargı kararlarıyla!) dönene dek 6,5 yıl Elazığ’da çalıştık. Oysa Hacettepe’de kalabilseydik, akademik kariyeri kesintisiz sürdürme olanağımız olabilirdi. İlerleyen yıllarda kız kardeşimiz avukat oldu. Ortanca erkek kardeşimiz de İç Hastalıkları – Dahiliye uzmanı oldu.

Babamız hiç torun göremedi.. (Biz gördük! Ama AKP politikaları yüzünden, “aranan nitelikli eleman” babası ve anasıyla dış göçle yurt dışında).. Yaşam sürüyor; ama Türkiye’nin benzer ve yeni acıları bitmiyor!?? Tam bağımsızlık yitirilince, ulusça ödenen fatura olağanüstü ağır, kahredici.

Daha fazlası için lütfen tıklayın ya da kopyalayıp yapıştırararak google ile çağırın : http://ahmetsaltik.net/2018/07/07/7-temmuz-1980-34-yil-sonra-sehit-olan-babamizi-analim-istedik/

Sevgi ve saygı ile.
07 Temmuz 2024, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, BSc, LLM
Atılım Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı Anabilim Dalı
Hekim, Hukukçu-Sağlık Hukuku Uzmanı,
Kamu Yönetimi – Siyaset Bilimci (Mülkiye)

www.ahmetsaltik.net profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik
X : @profsaltik    

Edirne’de bir caddeye görev şehidi  babamızın adı verildi. 

Rıfat Ilgaz : 31 Yıl Sonra Unutulur mu?!

Güncelleme…

Dostlar,

Anadolu bilgesi, devrimci yazar – ozan Rıfat ILGAZ aramızdan ayrılalı 31 yıl oldu..
3 yıl önce web sitemizde yazdıklarımızı gene paylaşma gereği doğdu.

Hakka yürüyüşünün 11. yılında Cide ADD‘de O’nu anma amaçlı çağrılmamız nedeniyle

Büyük Ortadoğu Projesi-BOP” konusunu işlemiştik yansılarla..
ADD Genel Başkan Yardımcısı idik..
***
Yapıp ettikleri, yazdığı benzersiz roman ve şiirler.. devrimci savaşımı için şükran ile.

“AYDIN MISIN ?”  şiiri ile sorgulaması ve uyarması, görev vermesi kulaklarda hala.
Melih Cevdet Anday‘ın “SİS ÇANI” şiiri gibi..

Geçekte bunlar, devrimci savaşımın aydınlanma manifestoları, “sanat ürünleri” eliyle!

Sevgi ve saygı ile. 07 Temmuz 2024, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, BSc, LLM  
Atılım Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı (Toplum Hekimliği) Uzmanı
Hekim, Hukukçu-Sağlık Hukuku Uzmanı, Mülkiyeli
www.ahmetsaltik.net        profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik    X : @profsaltik
https://www.instagram.com/ahmet_saltik
============================================================

7 Temmuz 1993..
Bir Yıldız daha kaydı ülkemizden, Anadolu’nun bağrından..
Rıfat Ilgaz.. 

Eeee, Aydın sorumluluğu… Halide Edip Adıvar’ın deyimiyle “ateşten gömlek..”

Rıfat Ilgaz o güzelim şiirinde sormaz mı, “AYDIN MISIN?” diye??
*****

Rıfat Ilgaz'sız 26 yıl Galerisi - enBursa Haber

AYDIN MISIN ?

Kilim gibi dokumada mutsuzluğu
Gidip gelen kara kuşlar havada
Saflar tutulmuş top sesleri gerilerden
Tabanında depremi kara güllelerin
Duymuyor musun

Kaldır başını kan uykulardan
Böyle yürek böyle atardamar
Atmaz olsun
Ses ol ışık ol yumruk ol
Karayeller başına indirmeden çatını
Sel suları bastığın toprağı dönüm dönüm
Alıp götürmeden büyük denizlere
Çabuk ol

Tam çağı işe başlamanın doğan günle
Bul içine tükürdüğün kitapları yeniden
Her satırında buram buram alın teri
Her sayfası günlük güneşlik
Utanma suçun tümü senin değil
Yırt otuzunda aldığın diplomayı
Alfabelik çocuk ol

Yollar kesilmiş alanlar sarılmış
Tel örgüler çevirmiş yöreni
Fırıl fırıl alıcı kuşlar tepende
Benden geçti mi demek istiyorsun
Aç iki kolunu iki yanına
Korkuluk ol 

Özellikle son 3 dize… Ne çok öğretici ve düşündürücü değil mi?
Şiirin gücüyle uyumlu, keskin bir tokat gibi değil mi??

Hakka yürüyüşünün 11. yılında Cide ADD‘de O’nu anma amaçlı çağrı ile

Büyük Ortadoğu Projesi” konusunu işlemiştik yansılarla..
ADD Genel Başkan Yardımcısı idik..
R.T. Erdoğan’ın onlarca kez TV’lerde bu emperyalist tasarımın (projenin) EŞBAŞKANI olduğunu ne hazindir ki, ne kahredicidir ki; övünerek açıkladığı günlerdi!!??
Oysa bu girişim sefil post-modern Sevr tasarımı idi, apaçık yayınlanan haritalarla yurdumuzun bölünmesi dayatılmakta idi. Hem de ABD Silahlı Kuvvetler Dergisinde, resmen!

AKP genel başkanı ve dönemin Başbakanı Türkiye’nin bölünmesini öngören projede eşbaşkan olmakla övünç duyuyor ve duyuruyordu bu misyonunu..
Mehmet Akif Ersoy’un sarsıcı deyimi ile “Ya Rab, bu ne hazin tecelli!?!” idi..
Bu ne gaflet, bu ne dalalet ve de bu ne hıyanet idi!!??

Rıfat Ilgaz ustamızın demesi ile “Aydın sorumluluğu” yakamızı bırakmıyordu.
O gün Cide’de bu lanetli dayatmayı anlattık yurdum insanına..

Sevgi ve saygı ile. 07 Temmuz 2021, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
Ankara Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı Anabilim Dalı (E)
Sağlık Hukuku Uzmanı, Siyaset Bilimi – Kamu Yönetimi (Mülkiye)
www.ahmetsaltik.net         profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik    twitter : @profsaltik

AZ GİTTİK, UZ GİTTİK… DERE, TEPE DÜZ GİTTİK…


E. Tuğg. Dr. Noyan UMRUK

Son günlerdeki gelişmeleri izleyince yarım yüzyıl, tam 50-60 yıl öncesini anımsadım birdenbire…

İstihkâm okulu günlerini… Sene 67-68…Gencecik teğmenleriz…
Bir “İnşaat Teknolojileri” hocamız var… Yaşlıca ama ciddi, saygın ve de çok deneyimli bir inşaat mühendisi…
“Kemerler” konusunu işlerken, her kemerin üst-orta noktasında bir “Kilit taşı” olduğunu, bu kilit taşı çekildiğinde kemerin yıkılacağını, çökeceğini, anlatırdı…

Kilit Taşı - Mimari Terim
Yaşadığımız günlerin sert tartışmaları bu kilit taşlarını hatırlattı birdenbire bana…
Pek yakında yüzüncü yılını idrak ettiğimiz Cumhuriyetimizin de her tarafı kemerlerle dolu maşallah…

Ama şu güzel, lakin yalnızlaştırılmış, halkı ekonomik gidişattan bunalmış Türkiye Cumhuriyeti’nin üç kemeri ve kilit taşı var ki; üzerinde tartışılamayacak derecede hayati önemde…

Bunlardan birincisi Lozan kemeri

Yüzyıllardır Avrupa, Afrika, Ortadoğu’dan sürüldükten, ecdadımız Osmanlı (AS: Osmanlı bir hanedandı, Türk milletinin ecdadı olamaz) imparatorluğu egemenliği altındaki 1.000.000 km karenin üzerinde toprağı yitirdikten sonra, akıllara durgunluk veren, dünyanın mazlum ülkelerine örnek olan bir destansı bir kurtuluş, varoluş savaşından sonra yaşamını sürdürebilen 13 milyon atamızın, altından yoksul ama güzel bir vatana sahip olabilmenin coşku ve kıvancıyla geçtiği kemer…

Şimdilerde 80 milyonun üzerinde yurttaşın güvenle yaşadığı bu güzelim vatanın tapusunu, dünyanın sağlam tapusunu taşları arasına özenle sakladığımız kemer…

İkincisi Montrö kemeri…

Dünyanın en stratejik alanlarından biri olan Boğazlarımızı egemenliğimiz altına almamızı sağlayan, Karadeniz’i bir barış gölü haline getiren, ülkemizi denizlerden gelecek tehditlere karşı koruyan ve dünya barışına da hizmet ederek Lozan kemerini tamamlayan kemer…

Üçüncü yaşamsal kemer ise Laiklik kemeri…

Binlerce yılın taş taş üzerine koyarak oluşturduğu güzelim Anadolu kültür, uygarlık, din, mezhep ve de geleneklerinin özgürce, barış ve hoşgörü içinde yaşanabilmesini sağlayan,
ciddi sosyo-kültürel, sosyo-politik nitelikler taşıyan kemer…

Demem o ki; bu kemerlerin kilit taşlarıyla oynanmadıkça tanrıya şükür, yakın tarihimizde de görüldüğü üzere her türlü güçlüğün, sorunun, felaketin üstesinden gelecek ölçüde dayanaklı, dirençli bir milletiz…

Ancak atalarımızın oya gibi, özenle, canı, kanı pahasına oluşturduğu milletin altında güvenle yaşamak istediği, bu kemerlerin kilit taşlarıyla oynanmasının, rahmetli hocamın bizlere çok güzel açıkladığı gibi ne denli üzücü, vahim sonuçlara, çöküş ve felaketlere yol açacağını bilmem ki daha ayrıntılı biçimde açıklamaya gerek var mı?

İşte bu nedenle anayasal bir kurum olan Milli Güvenlik Kurulu, 28 Şubat 1997 günü Sayın Cumhurbaşkanı Başkanlığında Başbakan, Genelkurmay Başkanı, Dışişleri Bakanı ve Başbakan Yardımcısı, Milli Savunma Bakanı, İçişleri Bakanı, Kuvvet Komutanları, Jandarma Genel Komutanı ve Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreterinin katılımı ile aylık olağan toplantısını yapmıştı.

Kurul’un bu toplantısında, ilkeleri ve nitelikleri Anayasada belirlenmiş, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, demokratik, lâik ve sosyal hukuk devletimizi ve cumhuriyet rejimimizi yıkmak, onun yerine bir siyasal dinci düzen kurmak amacıyla yürütülen yıkıcı etkinlikler ve yapılan bildirimler ile bunların oluşturduğu tehdit ve tehlikeler gözden geçirilerek değerlendirilmişti.

Yapılan bu değerlendirmeler sonucunda;

*Ülkemizde şeriat hukukuna dayalı bir İslâm Cumhuriyeti kurmayı hedefleyen grupların, Anayasanın tanımladığı demokratik, laik ve sosyal hukuk devletimize karşı çok yönlü bir tehdit oluşturduğu

*Cumhuriyet ve rejim karşıtı aşırı dinci grupların lâik ve anti-lâik ayırımı ile demokratik, lâik ve sosyal hukuk devletini güçsüzleştirmeye yeltendikleri,

Türkiye’de lâikliğin yalnızca rejimin değil, aynı zamanda demokrasinin ve toplum huzurunun da güvencesi ve bir yaşam biçimi olduğu,

*Devletin yapısal özünü oluşturan sosyal hukuk devleti ve adalet ilkeleri anlayışından vazgeçilemeyeceği, yasalar göz ardı edilerek yapılan çağ dışı uygulamaların izlemesiz kalmasının hukukun üstünlüğü ilkesiyle bağdaşmayacağı hususlarında görüşbirliğine varılmıştı.

Bu görüş ve değerlendirmeler sonucunda;

Türkiye’de Şeriat hukukuna dayalı bir İslam Cumhuriyeti kurmayı amaçlayan aşırı dinci kesimlerin, demokratik, lâik ve sosyal hukuk devleti olan Cumhuriyetimize karşı oluşturdukları çok yönlü tehdidin önlenmesi amacıyla; aşağıdaki önlemlerin kısa, orta ve uzun erimde alınmasının Bakanlar Kurulu’na bildirilmesine,

2945 sayılı MGK ve MGK Genel Sekreterliği Yasasının 9. maddesine uygun olarak MGK Genel Sekreterliği tarafından, aşağıda belirtilen önlemlere ilişkin Bakanlar Kurulup Kararları ile Bakanlar Kurulu Kararı durumuna getirilmeyen uygulamaların, sonuçları hakkında belli süreler içinde, Başbakan, Cumhurbaşkanı ve MGK’na bilgi verilmesi kararlaştırılmıştı

Öngörülen önlemler ise şöylece sıralanmıştı:

*Anayasamızda Cumhuriyetin temel nitelikleri arasında yer alan ve yine anayasanın 4’üncü maddesi ile güvence altına alınan laiklik ilkesi büyük bir titizlik ve duyarlıkla korunmalı, bunun korunması için eldeki yasalar hiçbir ayrım gözetmeksizin uygulanmalı, varolan yasalar uygulamada yetersiz görülüyorsa yeni düzenlemeler yapılmalıdır.

*Tarikatlarla bağlantılı özel yurt, vakıf ve okullar, devletin yetkili organlarınca denetim altına alınarak Tevhidi Tedrisat Kanunu gereği Millî Eğitim Bakanlığına devri sağlanmalıdır.

*Genç kuşakların körpe beyinlerine öncelikle Cumhuriyet, Atatürk, Vatan ve Millet sevgisi Türk Milletini çağdaş uygarlık düzeyine çıkarma ülkü ve amacı doğrultusunda bilinçlendirilmesi ve çeşitli odakların etkisinden korunması bakımından 8 yıllık kesintisiz eğitim, tüm yurtta uygulamaya konulmalıdır.

*Temel eğitimi almış çocukların, ailelerinin isteğine bağlı olarak, devam edebileceği kuran kurslarının Millî Eğitim Bakanlığı sorumluluğu ve denetiminde çalışmaları için gerekli yönetsel ve yasal düzenlemeler yapılmalıdır.

*Cumhuriyet rejimine ve Atatürk ilke ve devrimlerine sadık aydın din adamları yetiştirmekle yükümlü, Millî Eğitim kuruluşlarımız, Tevhid-i Tedrisat Kanununun (Öğretim Birliği Yasasının) özüne uygun, gereksinim düzeyinde tutulmalıdır.

*Yurdun çeşitli yerlerinde yapılan dinsel kuruluşlar belli çevrelere mesaj vermek amacıyla gündemde tutularak siyasal sömürü konusu yapılmamalı, bu tesislere gerek varsa bunlar Diyanet İşleri Başkanlığı’nca incelenerek yerel yönetimler ve ilgili makamlar arasında eşgüdüm sağlanarak gerçekleştirilmelidir.

*Varlıkları 677 Sayılı yasa ile yasaklanmış tarikatların ve bu yasada belirtilen tüm ögelerin etkinliklerine son verilmeli, toplumun demokratik, siyasal ve sosyal hukuk düzeninin zedelenmesi önlenmelidir.

*İrticai çalışmaları nedeniyle Yüksek Askeri Şûra kararları ile Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK)’nden ilişkileri kesilen personel konusu istismar edilerek TSK’yı dine karşıymış gibi göstermeye çalışan kimi medya kesimlerinin Silahlı Kuvvetler ve mensupları aleyhindeki yayınları denetim altına alınmalıdır.

*İrticai çalışmaları, disiplinsizlikleri veya yasa dışı örgütlerle bağları nedeniyle TSK’den ilişkileri kesilen personelin başka kamu ve kuruluşlarında istihdamı ile teşvik edilmesine olanak verilmemelidir.

*Türk Silahlı Kuvvetlerine aşır dinci kesimden sızmaları önlemek için eldeki mevzuat çerçevesinde alınan önlemler, öbür kamu kurum ve kuruluşları, özellikle üniversite ve başka eğitim kurumları ile bürokrasinin her basamağında ve yargı kuruluşlarında da uygulanmalıdır.

*Ülkemizi çağ dışı bir rejimden ve din sömürüsünün neden olabileceği olası bir çatışmadan korumak için, İran İslam Cumhuriyetinin ülkemizdeki rejim karşıtı çalışma, tutum ve davranışlarına engel olunmalı, bu amaçla İran’a karış komşuluk ilişkilerimizi ve ekonomik ilişkilerimizi bozmayacak ama yıkıcı ve zararlı çalışmaları önleyecek bir önlemler paketi hazırlanmalı ve yürürlüğe konulmalıdır.

*Aşırı dinci kesimin Türkiye’de mezhep ayrılıklarını körükleyerek toplumda kutuplaşmalara neden olacak ve dolayısıyla milletimizin düşmanca kamplara ayrılmasına yol açacak çok tehlikeli çabalar yasal ve yönetsel yollarla mutlaka önlenmelidir.

*T.C. Anayasası, Siyasal Partiler Yasası, Türk Ceza Yasasına ve özellikle Belediyeler yasasına aykırı sergilenen olayların sorumluları hakkında gerekli yasal ve yönetsel işlemler kısa zamanda sonuçlandırılmalı ve bu tür olayların yinelenmemesi için her basamakta kesin önlemler alınmalıdır.

*Giysilerle ilgili yasaya aykırı olarak ortaya çıkan Türkiye’yi çağ dışı bir görünüme yöneltecek uygulamalara engel olunmalı, bu konudaki yasa ve Anayasa Mahkemesi kararları ödün verilmeden öncelikle ve özellikle kamu kurumu ve kuruluşlarında titizlikle uygulanmalıdır.

***

Bu önlemler herhalde itiraz edilebilecek önlemler değildi ve nitekim oybirliği ile kabul edildi…

Ancak bu çaba normal ve doğal anayasal süreç ve işleyişten sorumlu tutulan yüksek rütbeli askerlere yıllarca uygulanan zulüm ve bu zulmün yol açtığı ölümleri ise yaşadığımız günleri anımsatarak okurların vicdan ve takdirlerine sunuyorum…

Lakin az gittik, uz gittik dere tepe düz gittik…
Çeyrek yüzyıl sonra hala bu yaşamsal kemer taşı ile uğraşılmaya, onu söküp atmaya yönelik çabalar artarak ve bu alandaki sorunlar ağırlaşarak ne acı ki sürüyor…

Ne diyelim, öninde sonunda yenilecek pehlivan güreşe doymazmış…

Kararnamede yürürlüğün durdurulmaması…

Yargıtay Onursal Daire Başkanı Hamdi Yaver Aktan: 'Sahibi olmayan bir gazetedir Cumhuriyet!'HAMDİ YAVER AKTAN

01 Temmuz 2024, Cumhuriyet

Laikliğin içinin boşaltılması ve Cumhurbaşkanlığı seçiminin yeniden başlatılması örtülü amacının gerçekleştirilebilmesi için anayasa değişikliği söylemlerinin yoğunlaştığı sırada Anayasa Mahkemesi, 7142 sayılı Yetki Kanunu’na dayanılarak çıkarılan 02.07.2018 tarihli 703 sayılı kanun hükmünde kararname ile ilgili iptal kararı verdi. (Resmi Gazete, 09.7.2018 tarihinde yürürlüğe girmişti, 3. mükerrer sayı: 30473)

Cumhuriyet Halk Partisi’nin iptal, iki mahkemenin itiraz davasını sonuçlandıran Anayasa Mahkemesi, CHP’nin açtığı iptal davasının ilk incelemesini 25.9.2018 tarihinde yapmıştı. İptal davası ile birlikte CHP’nin Yürürlüğün Durdurulması isteminde bulunduğu da anlaşılmaktadır.

Temel hak ve özgürlüklerle doğrudan bağlantılı ve özellikle yasayla yapılması gereken düzenlemeleri içeren kararnamenin yalnızca iptalinin istenmesinin yeterli olamayacağının daha baştan açık olarak görülmesinin belli olması gözetildiğinde, yürürlüğün durdurulması istemi yerinde görülmelidir. Ancak yürürlüğün durdurulması ile sakıncaların bir ölçüde giderilebilmesi olanaklıydı.

Ne var ki Anayasa Mahkemesi, yasaların yürürlüğünün durdurulmasını oldukça uzun bir süredir uygulamamaktadır. İçtihatla aldığı kararından dönmesi sonucu anayasaya aykırı düzenlemeler uzun bir süre uygulamada kalmaktadır. 1961 Anayasası ile kurulan Anayasa Mahkemesi daha önce reddetmesine karşın 1993 yılında içtihat değişikliğine giderek yürürlüğün durdurulması kararını vermek zorunda kalmış ve bu durumu da gerekçede “uygulamadan doğacak giderilmesi güç ve olanaksız durumları önlemek” olarak açıklamıştı. (Anayasa Mahkemesi 21.10.1993 tarih, 1993/33 esas ve 1993/40-1 karar)

TOPLUMSAL BARIŞ

Anayasada ve kuruluş yasasında düzenlenmediğinden yürürlüğün durdurulması kararı verilmediği ve büyük bir olasılıkla ve pozitivist yaklaşımla içtihattan düşüldüğü anlaşılmaktadır. 1993 yılında almış olduğu karar ve devamında istikrara kavuşan kurum (AS: yürürlüğün durdurulması), anayasa hukukunun gelişimine uygundur. Bilindiği üzere ABD Yüksek Mahkemesi de daha 1803 yılında normatif düzenleme olmadığı halde Marburg V. Madison davasında yargıç Marshall tarafından açıklanan,

  • “Anayasa üstündür, bir hukuk kuralı, kendisinden üstün bir hukuk kuralı karşısında gücününü yitirir.”

görüşünü esas alarak anayasaya aykırılık denetimi yolunu içtihatla açmıştı.

Aynı mahkeme 1816 yılında da anayasaya aykırı yasayı uygulamamanın “yargıcın görevi ve yükümlülüğü” olduğuna karar vermişti.

Ülkemiz yargı uygulamasında Yargıtay ve Danıştay ise aşırı bir normatif yaklaşımla yasaların, anayasaya aykırılığının incelenemeyeceğini kararlaştırmıştı. Yargıtay, 1931 yılından sonra 1950’lerde yargıç Refik Gür’ün anayasaya açık aykırı yasayı teknik anlamda ihmal ederek doğrudan anayasa hükmünü uygulamasına ilişkin kararını bozmuş, Danıştay’ın da aynı yönde karar vermesiyle fırsat içtihatlarla yol açılmasına geçit vermemişlerdir. Bu olanak ancak Anayasa Mahkemesi’nin kurulabilmesiyle sağlanmıştır.

Yasaların yürürlüğünün durdurulması yolunu açan Anayasa Mahkemesinin 1993 yılındaki kararı anayasa hukukunun gelişimine uygundur. Uygulanması durumunda giderilmesi güç ve olanaksız durumları yaratmamak için içtihatla yasaların yürürlüğünün durdurulması yolunun açılması kararları yerinde ve aynı zamanda -siyasal iktidarlar eleştirilse bile- gerilimleri azaltacak, toplumsal barışa hizmet edecek niteliktedirler.

ANAYASA DEĞİŞİKLİĞİ

İptal davasına konu olan 703 sayılı kararnamenin (AS: KHK) yürürlüğünün durdurulması istemi 7.12.2023 tarihinde “esasa ilişkin” kararla birlikte karara bağlanmıştır. Ret kararı verilecekse daha önce verilmesi gerektiği tartışmasızdır.

Esasa ilişkin kararın beş yılı aşkın bir süreden sonra verildiği görülmektedir.

Anayasaya aykırı açık düzenlemelerde beş yıldan sonra karar verilmesi, kararın da altı ay sonra yayınlanması ile hukuka/anayasaya aykırılık sorunu çözülmüş müdür? Kararın Resmi Gazetede yayımlandıktan sonra 12 ay daha yürürlükte kalacağı gözetildiğinde, bu Kararname 09.07.2018-04.06.2025 tarihleri arasında uygulanacak ve Anayasaya aykırı uygulama devam edecektir. Anayasa Mahkemesinin en uzun kararlarından olan bu iptal kararı, iptal edilen hükümleri dikkate alındığında, bu kapsamdaki düzenlemelerin bir süre daha yürürlükte kalması
hukuk devleti ilkesi ile bağdaşır gözükmemektedir.

Giderilmesi güç ve olanaksız durumlar ve hukuk devleti ilkesine aykırılık sürecektir.

Daha baştan yürürlüğün durdurulmamış olması bu sakıncayı oluşturmuştur. Öte yandan davanın açıldığı ve ilk incelemenin yapıldığı tarihe göre uzun değil, çok uzun bir süre geçtikten sonra karar verildiği açıkça görülmektedir.

Şimdi kuşkusuz ki yasama organına görev düşmektedir. Anayasa değişikliği söylemlerini söz konusu karar güçlendirecek midir? Ayrıca Anayasa mı, iptal edilen kararname hükümlerine göre değiştirilecektir? Söz gelimi, bakan yardımcılıkları kaldırılamayacağına ve müsteşarlıklar geri gelmeyeceğine göre, Adalet Bakanlığı Müsteşarlığı, iptal kararındaki gibi anayasadan çıkarılacak mıdır? Görev ve teknik açıklamaları yurttaşlara anlatabilmek muhalefet partilerine ve özellikle kurucu partiye düşmektedir. Daha önce dokunulmazlıklara ilişkin değişikliklere olumlu oy veren ve Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde anayasanın açık hükmünü anımsatmayan kurucu parti, bu kez açık tavır alarak değiştiğini gösterebilecek mi?

“Değişim” ancak içeriği doldurulduğunda değişim olur!