ZAVALLI BİLİM !

Dr. Levent Seçkin | Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, BSc, LLMYusuf Samim Lütfü

Başlık sizi aldatmasın. İnsanın doğanın gizlerini anlama (ya da doğa yasalarını ortaya çıkarma) çabası olarak tanımlayabileceğimiz bilimsel edim (faaliyet) değil asla zavallı olan. Tıpkı din (inanç) gibi bilimi de kendi çıkarları için eğip büken, biçimden biçime sokan insanların yaptıkları bilimi zavallılaştıran. Anlatayım izninizle.

17. yüzyılda (Dahiler Çağı da denir) insanlık büyük bir bilimsel devrim yaşadı ve

– deney ve gözleme dayalı
yeni bir episteme (bilgi kuramı) ile
– olgucu (pozitivist),
– deneyci (empirist),
– gerekirci (determinist ),
– mutlakçı (certainty),
– maddeci (materyalist)

yeni bir bilim ortaya çıktı.

Deneysel doğrulama yönteminin bilimin temeli olmasını sağlayan Francis Bacon, Kraliçe I. Elizabeth tarafından “Sir” unvanı ile onurlandırıldı.

Aydınlanmacı Kant tarafından, bir bilim olmadığı kanıtlanana dek Metafizik (doğa üstü),
bilimin temeli olarak kabul ediliyordu.

Deneye ve gözleme dayalı bilimsellikle birlikte Metafizik yerini fiziğe (doğa bilimi) bıraktı.

Atom bombasından kanser ilaçlarına, internetten robotlara ne yaptıysa insanlık,
bu deney ve gözleme dayalı bilimsellikle yaptı.

Ancak zamanlar 20. yüzyıl başlarını gösterdiğinde garip şeyler oldu. Bilimselliğin mutlaklığı
(ve bu bağlamda öngörüleblirliği) sorgulanır oldu. Önce Einstein ile mutlaklığın (certainty) yerini görelilik (relativity), sonra N. Bohr ile olasılık (probability) ve son olarak da Heisenberg ile belirsizlik (uncertainty) aldı. Bu insanlığa büyük katkılarda bulunan deney ve gözleme dayalı 17. yüzyıl kökenli bilimselliğe büyük bir darbe oldu.

Bitirici darbe bilimselliğin temelinin deneysel doğrulama değil, yanlışlama (falsification) olması gerektiğini söyleyen Karl Popper‘dan geldi. Popper bu kez Kraliçe II. Elizabeth tarafından “Sir” sanı (unvanı) ile onurlandırıldı. Deneysel doğrulamayı baş tacı edenin de, fırlatıp atanın da “Sir” sanı ile onurlandırılması size garip gelse de, unutmamanız gereken şey “üzerinde güneş batmayan” Krallığın yüce çıkarlarıdır.

Bu arada Yeni Kantçı Baden Okulu’ndan Max Weber, Kant’ın “bilebildiklerimiz yalnızca olgulardır (olaylardır)” sözünden hareketle, insana ve topluma ilişkin alanlarda (beşeri ve sosyal alanlarda) doğada (fizikte) olduğu gibi öngörülebilir ve mutlak yasalar olamayacağını öne sürdü. Bu yalnızca o zamana dek otorite konumundaki 17. yüzyıl bilimselliğini değil, kendine bilimsellik yükleyen (atfeden) başta Marksizm olmak üzere bir küme (grup) ideolojiyi de derinden sarstı.

Açıkçası 17. yüzyıl bilimselliği ne denli hırpalanırsa, bilimsellikten nemalanan ne varsa o denli değer yitiriyordu.

Popper’ın “Sir” sanı ile taçlandırılmasının ve ardılları ile birlikte (Khun, Lacatos, Feyerabend vd.) bilim tarihinin kahramanları olarak üniversite müfredatında (yetişeğinde) yer almalarının nedeni zamanın ruhudur; rüzgarlar artık Liberalizmin yelkenlerini şişirmektedir.

Bana sorarsanız Popper’ın doğruları pek azdır:

Bir şey ne denli eleştiriye açıksa o denli bilimseldir.” önermesi doğrudur.

Bilimin temeli deneysel doğrulama değil, yanlışlamadır.” önerisi de doğrudur.

Popper bunu, Tarihsel ve Diyalektik Materyalizm’in (Marksizm’in) “sahte bilim” olduğunu kanıtlamak için kullanmıştır.

Bilim yanılabilir çünkü insan aklının ürünüdür.” önermesine gelince.. Doğru gibi gözüken bu önerme çok kötü niyetli bir önermedir çünkü kanser ilacını bulan da aklımızdan başkası değildir, atom bombasını yapan da. Yoksa doğal ki bilim de yanılabilir, bilimsel yöntemle bu kanıtlanırsa bilimsel ilerleme sağlanmış olur. (AS: Bilimsel bilginin güvencesi yöntembilimdir; zamanla doğrulayıp pekiştirebilir, yasalaştırabilir de, yanlışlayıp geçersizleştirebilir de..)

Popper’ın bu saçmalamasına en iyi yanıtı, Wittgenstein’ın tahtını O’na sağlayan patronu Bertrand Russell vermiştir. “Kural olarak, bilimsel olanın bilimsel olmayana göre doğru olma şansı her zaman daha çoktur. Bu nedenle akılcı olan, hipotetik olarak bilimi kabul etmektir.

Popper’ın “Bilgi kaynaklarının (akıl dahil) otoritelerine güvenilemez, tüm otoritelerin yıkılması gerekir.” saçması ise, aklın ve bilimin otoritesine son vermek için fırsat kollayan post-modernler için gollük orta olmuştur.

Benim gözümde Karl Popper asla bir Francis Bacon olmadığı gibi, bilimin ve bilimselliğin ideolojik amaçlarla, kötüye kullanılmasının bir aracıdır.

Neoliberalizmin yaşam biçimi olan ve bilimin otoritesini baskıcı ve dayatmacı (faşizan) bulan post-modernitenin; Görelilik, Kuantum, Belirsizlik kuramları ile başlayıp Kaos kuramı ile çeşitlendirilen bilimselliği “post-normal bilim” (Javertz ve Fancowicz) olarak adlandırılmaktadır! İnsanlığa katkısı konusunda henüz bir veri bulunmamasından hareketle, beni dinlerseniz, siz bilim ve bilimsellik konusunda Albert Einstein’dan şaşmayın derim.

  • Gerçeklikle kıyaslandığında tüm bilimimiz ilkel ve çocukça kalsa da
    , gene de sahip olduğumuz en değerli şeydir bilim
    .”

Başka bir dahinin anlatımı ile “Hayatta en hakiki mürşit bilimdir!

ÇARŞAMBA İĞNELERİ – 17 Temmuz 2024

Türk Vatandaşı Naci BEŞTEPE

İTİBAR

RTE, ABD’ye beş uçakla gitti. Havaalanında bizim Meclis başkanına kendini karşılattı. İtibarı patlattı.

Almanya’da maça giderken Türkiye’deki gibi konvoy yaparak Almanları çatlattı.

Gariban İsveç’in başbakanı ile Finlandiya’nın cumhurbaşkanı ise NATO toplantısına birlikte tek uçakla gittiler.

İtibarsız şeyler ne olacak!..

LİDER

RTE, “Kendi halkından bir milyon kişiyi öldüren katille görüşmem.” demişti.
Şimdi “İnşallah bu dargınlığı aşmak istiyoruz.” diyor.

Kardeşim Esad, Katil Esed, Sayın Esed.

Dünya lideri 13 yıl sonra doğruyu mu gördü, ABD yeni yol haritası mı verdi?..

UMUTLUYUZ

İstanbul’da halkın %18’i ekonominin düzeleceğini umuyormuş

Onlara duacıyız…

BİAT

Dinci Eğitim Bakanı Yusuf Tekin,
“Bizde lidere sadakat ve biat esastır. Cumhurbaşkanı’mızın sonuna kadar arkasındayız.”

Bakan mısın, liderin ağzına bakan adam mısın?

Biat eden bakan mı olur, adam gibi adam mısın?..

AF

RTE,15 Temmuz’a tiyatro diyenleri kıyamete kadar affetmeyeceğiz.

Biz de FETÖ’nün siyasal ayağını ortaya çıkarmayıp darbenin aydınlatılmasını önleyenleri…

15 TEMMUZ

Suay Karaman 

Bu gün 15 Temmuz (2024); devlet memurlarının zamlı maaşlarını aldığı gün olarak bilinir ancak 2016’dan sonra bunun yanına bir de olmayan demokrasiye sahte darbe söylemi eklendi. Güzel ülkemiz yıllardır yalana, talana, yolsuzluğa alıştırıldı; ekonomik sıkıntılar içinde yaşamaya, hukukun ayaklar altına alınmasına, laiklik karşı tutumlara, eğitimin dincileştirilmesine, tarımın, hayvancılığın bitirilmesine kısaca sömürge olmaya alıştırıldı. 

15 Temmuz darbe girişiminin bir numarası kimdi, bu girişim kimi ya da kimleri hedef almıştı, geçen sekiz yıla karşın bunlar hiç öğrenilemedi? 15 Temmuz günü saat 16’da haber alınan darbe girişimi nasıl ve neden önlenemedi? Birçok vatandaşımızın yaşamını yitirmesine ve yaralanmasına yol açan bu önlenemeyen darbe girişiminin, kimlere ve neye yaradığı da yeterince dillendirilmedi, sorgulanmadı. Dünden, bugüne “Ne istediler de vermedik?” söyleminden, “Rabbim de, milletim de bizi affetsin” noktasına gelindi. Cehaletin ve ihanetin adı, demokratlık olarak sunulmaya başlandı. 

Bu konularda çok söz söylendi ama en vurucularından biri de TBMM eski başkanı ve Adalet eski Bakanı Cemil Çiçek’in sözleridir: “Bu yapı, 70’li yıllardan beri var olan bir yapı. Bunların bu noktaya gelmesinde hepimizin günahı, vebali var. Belki benim vebalim %90, başkasının % 5, %1; ama % 1 bile zehirlemek için yeterlidir unutmayın. Türkiye siyasi, dini ve ticari açıdan kandırılmışların ülkesi. Bakıyorsunuz, bu alanlarda insanlar çok kolay kandırılıyor. Bunu en kolay yaptıkları alan da din. O yüzden sık sık kayıt dışı dine vurgu yapıyorum. Her şey şeffaf olursa, denetime tabi olursa, bunlar yaşanmaz. Şimdi devletin içinden temizleniyorlar. Ama yerine kimlerin getirileceği çok önemli. Bu kişiler, liyakat esas alınarak çok iyi kontrol edilerek alınmalı. Yoksa FETÖ gider, ÇETÖ gelir.” 

Bugün “kandırılan” yöneticilerin bulunduğu ülkemizde, 15 Temmuz 2016’dan beri ne değişmiştir? Hukuksuzluk, demokrasi dışı tutumlar, laikliğe karşı darbeler artarak sürmektedir.

  • Türk Silahlı Kuvvetlerini itibarsızlaştırarak, gücünü ve etkinliğini azaltarak
    demokrasi savunulmaz.

Askeri darbe olmasın” mantığıyla askeri liseleri, harp okullarını, harp akademilerini, askeri hastaneleri kapatarak, siyasal iktidarın yaptığı sivil darbe gölgelenmek istenmektedir. Türk ordusunun etkili gücü kırılmıştır.

  • Bu bağlamda 15 Temmuz’da askeri darbe değil, askere darbe yapılmıştır.

Yıllardan beri emperyalist güçlerin ordumuza karşı söylemleri, 15 Temmuz ile gerçekleştirilmiştir. Askere yapılan darbeye ne askerlerden, ne de muhalefetten ses çıkması unutulmamıştır. 15 Temmuz olayının siyasal boyutunun araştırılması AKP ve MHP’nin oylarıyla reddedilmektedir. (AS: Meclis Araştırma Komisyonu raporu yok edilmiştir!)

Detroit Free Press fotoğrafçısı David Turnley, Körfez Savaşı’nda çektiği fotoğrafla 1991’de ‘Yılın Dünya Basın Fotoğrafı Ödülünü’ kazanmıştı. Ödül kazanan fotoğrafta bir Amerikan askeri, ölmüş arkadaşının cesediyle ve öbür yaralı askerlerle birlikte bir kamyonun arkasında sahra hastanesine gidiyor. Bu askerin yüzü ile 2017’de 15 Temmuz için hazırlanan afişte ellerini kaldırmış askerin yüzünün aynı olması düşündürücü olduğu ölçüde tuhaftır da. Başka asker fotoğrafı bulamayanlar, alıştıkları üzere yine çalma yoluna gitmişler, olay ortaya çıkmış ve günlerce kamuoyunu meşgul etmiştir. Bu olay bile savunmaya çalıştıkları olayı küçültmektedir. 

Üzerinden sekiz yıl geçmesine karşın hemen hemen her gün çeşitli kentlerde yapılan operasyonlarda FETÖ ile ilgili kişilerin yakalanması da ilginçtir. Yakalanan kişilerin sonları hakkında topluma bilgi de verilmemektedir. Sekiz yıldır sürekli olarak FETÖ ile ilgili kişilerin bulunması bir algı operasyonu olarak değerlendirilmelidir. Üstelik telefonlarında “by lock” çıkanlar, devlette üst kademelerde yönetici olurken, Bank Asya’ya evinin aylık kirasını yatıranların hapse atılması anlaşılır gibi değildir. Hukuk, bir gün mutlaka, hukuksuzluk yapanlara da, hukuku ayaklar altına alanlara da gerekecektir.

  • 15 Temmuz olayının siyasal boyutlarının ortaya çıkarılacağı günler de gelecektir. 

Demokratik ve laik Türkiye Cumhuriyeti emperyalizmin dümen suyuna sokularak, büyük bir hızla parçalanmaya doğru sürüklenmek istenirken;

Büyük Atatürk’ün Gençliğe Hitabesi ile Bursu Nutku’ndan güç alan bu ülkenin aydınlık güçleri ve gençleri, tüm yapılanlara karşı sessiz kalmayacaktır. 

Azim ve Karar, 15 Temmuz 2024

İŞDE İSG e-kitabı : Dr. Mahmut YAMAN

Dostlar,

Emekçiler ve sevdalıları!
Dr. Mahmut Yaman dostum, geçtiğimiz günlerde telefonla arayarak bir muştu (müjde) verdi ve haklı sevincini, gururunu benimle paylaştı.
Bir kitap daha yazmıştı! Bu kez 500 sayfayı aşkındı, hani “tuğla gibi!” derler ya, işte öyle..
Daha başlangıçta şu not dikkati çekiyordu :

  • BU KİTAP, GEREKSİNİM DUYAN HERKESE İSG YAZILIMI PRUDENS’in
    CUMHURİYETİMİZİN 100. YILI ARMAĞANIDIR

Hiç telif hakkı gündeme getirmeden!
Geçelim %100’e yakın önlenebilirliği, aralıklı denetim (periyodik kontrol) muayenelerinde
erken tanı da konamıyor, konmuyordu meslek hastalıklarına. Örtük bir meslek hastalıkları salgını yaşanıyordu dünyamızın sömürülen coğrafyalarında ve ülkemizde.
Tüketiliyordu emekçiler. 1/100’ü bile tanı al(a)mıyordu yakalandıkları meslek hastalıklarının.
Üstelik bu bağlamda işyerlerinde alınacak koruyucu – geliştirici önlemlerin akçalı bedeli
hiç de yüksek değildi, tersine yüksek düzeyde maliyet – etkin (cost – effective) idi
hem işletme ölçeğinde hem de ülkesel düzeyde (mikro ve makro ölçekte).

Benzer acı vurguları iş kazaları için de yapabiliriz. Olağan koruyucu – önleyici – geliştirici girişimlerle yine yüksek düzeyde maliyet – etkin olarak, %98 oranında sakınılması olanaklı
iş cinayetleri! Adlandırma (terminoloji) hiç abartılı görülmesin, ölçülü (makul) giderlerle
neredeyse %98’i önlenebilecek iş kazalarına neden “işçi cinayeti” denmesin ki!
Son iki onyılda (2003-2023) Türkiye’de 30 bini aşkın emekçi işçi cinayetlerine kurban verildi.
İSİG Meclisi’ne göre, son 20 yılda iş kazalarında (!) ölen işçi sayısı 31,131. Bu veriler, iş güvenliği önlemlerinin yetersiz olduğu ve emekçilerin güvensiz ve sağlıksız koşullarda çalışmak zorunda kaldıkları çalışma yaşamında karşılaştığımız acı (trajik) yitikleri yansıtıyor.
İş kazaları / iş cinayetleri en çok inşaat, tarım ve taşımacılık sektörlerinde olaylanmakta (meydana gelmekte). Bu yakıcı sorunu iyileştirmek amacıyla bilimsel ve yönetsel temelde
daha sıkı iş güvenliği – sağlığı / İSG önlemlerinin alınması ivedi ve zorunlu.

Bu kapkara tablo, artık sürdürülesi değil!
***

  • İş cinayetleri azalmıyor!
  • Meslek hastalıkları tanısı gerçekçi düzeye erişmekten çok uzak, saklı, gizli kalıyor.
  • Çocuk işçiliği ve kayıt dışı sığınmacı çalıştırma sömürüsü başta,
    İSG sorunları hızla büyüyor.

Bu dizeleri yazan biz de yeraltı maden işletmesi hekimliği dahil, kağıt ve çimento sektöründe yıllarca işyeri hekimliği yaptık. Tıp Fakültesinde öğretim üyesi olarak uzun yıllar lisans ve lisansüstü eğitim verdik. TTB’de (Türk Tabipleri Birliği) ve özel sektörde yıllarca İSG emekçilerinin sertifika eğitimlerinde eğitimci olarak görev aldık. Bilimsel yayınlar yaptık, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığına, sendikalara destekler verdik.
Dr. Yaman ve alanın bilim emekçileri ile işbirliği içinde olduk.
***
Dr. Mahmut Yaman bir yandan çok nitelikli – çook özverili – tümüyle özgeci işyeri hekimliği emeğini sundu, bir yandan İSG politikası geliştirme süreçlerine ülkemiz düzeyinde katkı verdi. Bir yandan da İSG alanı için çok hünerli, işlevsel yazılımlar üretti, bilgisayar mühendisi olmamasına karşın!

  • 45 yıldır meslek yaşamı, hatta özel yaşamı, emekçinin sağlığı – güvenliği odaklı oldu.

Elinizdeki, daha doğrusu cep telefonu – bilgisayar ekranınıza PDF olarak bedelsiz indirebileceğiniz bu son göz nuru – alın teri ürün / e-kitap, artık “ustalıkolgunluk ürünü”.

Dr. Yaman, bana iki görev yükledi bu görkemli e-kitabı için :

1. Önsöz yazma (ve tüm kitabı gözden geçirme) onurunu verdi
2. Web sitemde yayınlamamı istedi.

İki göreve de yanıtımız doğallıkla “Baş üstüne!” idi.
***
e-kitabın kapağı aşağıda..522 sayfa
web sitemizde “e-kitaplar” ve “Hekim Saltık” kategorilerinden erişilebilir.
İndirmek için lütfen tıklayınız (5,2 MB)

İŞDE İSG e-Kitabı, Dr. Mahmut YAMAN, Temmuz 2024

Ülkemize, emekçilere yararlı olsun dileriz.
Saygın yazarı, emekçi dostu, 45 yıllık namuslu iş hekimliği alın terini akıtan dostum
Dr. Mahmut YAMAN‘ı tüm yüreğimle kutluyor, emeğini saygı ile selamlıyorum.

Lütfen okuyunuz, paylaşınız, lütfen uygulayınız..
Siz de birkaç tuğla koyunuz emekçilerin de sağlıklı – güvenli – üretken – onurlu – mutlu bir yaşam sürebilmeleri için..
Onların çocuklarının da “şeker yiyebilmesi” için (N. Hikmet ustadan ödünç).

Sevgi ve saygı ile. 16 Temmuz 2024, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, BSc, LLM  
Atılım Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı (Toplum Hekimliği) Uzmanı
Hekim, Hukukçu-Sağlık Hukuku Uzmanı, Mülkiyeli
www.ahmetsaltik.net        profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik      X : @profsaltik
https://www.instagram.com/ahmet_saltik

CHP’de Tüzük Kurultayı

Örsan K. Öymen
Örsan K. Öymen
15 Temmuz 2024, Cumhuriyet

BBC’nin Türkçe Servisi’ndeki bir habere göre, adı verilmeyen CHP’nin üst düzey yöneticileri, Eylül ayında gerçekleşecek CHP Tüzük Kurultayı’nda, “geniş kapsamlı bir tüzük değişikliğinin” mi, yoksa “bir tadilatın” mı gerçekleşeceğinin belli olmadığını; tüzük değişikliğiyle ilgili “tartışmaların” partiyi “geriye götüreceğini” savunan delegelerin ve örgüt üyelerinin olduğunu; önseçim uygulamasına delegenin oy vermeyebileceğini; “tüzükte ne yazdığının değil, kimin neyi uyguladığının anlamı olduğunu” açıkladılar!

CHP Genel Başkanı Özgür Özel, geçtiğimiz yıl gerçekleşen 38. Olağan Kurultay’da, parti içi demokrasi doğrultusunda tüzük değişikliği sözünü verdiği halde, CHP’deki kimi yöneticiler ve sahte değişimciler, parti içi demokrasiyi engellemek için harekete geçtiler!

Deniz Baykal ve Kemal Kılıçdaroğlu döneminde kök salan kötü alışkanlıkları terk etmek yerine, koltuklarını, makamlarını, çıkarlarını korumak amacıyla statükoyu sürdürmek isteyen, Kurultayda seçilmek için verdikleri sözleri, seçildikten sonra unutan yöneticiler, varlıklarını sürdürmektedir!
***
Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu partisi ve ana muhalefet partisi olan Cumhuriyet Halk Partisi’nde parti içi demokrasinin sağlanması, hem CHP’nin hem de Türkiye’nin geleceği açısından yaşamsal önemde bir konudur.

CHP’nin Parti Programında ve Parti Tüzüğünde ortaya konan temel ilkeleri olan

– cumhuriyetçilik,
– halkçılık,
– devletçilik,
– laiklik,
– milliyetçilik,
– devrimcilik,
– sosyal demokrasi,
– demokratik solculuk

ilkelerinin partide egemen kılınması; tepeden inme değil, tabandan tavana bir örgütlenme modelinin kurulması; oligarşik güç odaklarının değil seçmenin, tabanın, örgütün, halkın CHP’de egemen olması için parti içi demokrasinin etkili kılınması, mutlak bir zorunluluktur.

CHP’nin 2024 belediye seçimlerinde elde ettiği seçim başarısının sürdürülebilir olması, CHP tabanının ve seçmeninin CHP yönetimine verdiği kredinin sürekliliğinin sağlanması, CHP’de bölünmelerin ve parçalanmaların önlenmesi, CHP tabanının ve örgütünün CHP’ye sahip çıkması için de, parti içi demokrasinin mutlaka tesis edilmesi (sağlanması) gerekmektedir.

Tüzük Kurultayında göstermelik ve yüzeysel değişikliklerle yetinilmesi, 38. Olağan Kurultay sürecinde verilen sözlerin tutulmaması, CHP’nin bir sonraki seçimleri yitirmesine yol açacaktır.

“Tüzükte ne yazdığının değil, neyin uygulandığının anlamı” olduğunu savunan yöneticiler,
parti tüzüğünün, partinin anayasası ve yasası olduğu gerçeğini yok sayarak, hukuk devletine meydan okumakta, AKP tarzı bir bakış açısı ortaya koymaktadırlar; Tüzükle ilgili tartışmaların ve görüşmelerin “partiyi geriye götüreceğini” iddia edenler, CHP’yi AKP gibi hiçbir şeyin tartışılmadığı ve görüşülmediği bir siyasal partiye dönüştürmeye çalışmaktadırlar.
***
Bu nedenle, CHP İlke ve Demokrasi Hareketi’nin, CHP Genel Başkanı Özgür Özel’e sunduğu ve www.chpilkedemokrasi.org adresli web sitesinde yayımladığı tüzük değişikliği önerileri
son derece anlamlı ve değerlidir.

Bu önerilerde, TBMM ve belediye seçimlerinde %5 oranında bir genel merkez kontenjanı dışında, adayların tümünün yargı denetiminde önseçimle belirlenmesi; sağlıklı bir üye yapılanması için parti içi eğitimin etkinleştirilmesi; mahalle kongrelerinin ilçe ve il kongreleri formatında ve demokratik bir biçimde yapılmasının zorunlu kılınması ve bu kongrelerdeki usulsüzlüklerin önlenmesi; kongrelerde ve kurultayda, blok listeyle seçime gidilmesinin zorlaştırılması, her üyenin aday olabildiği çarşaf listeyle seçime gidilmesinin kolaylaştırılması; kongrelerde ve kurultayda birden çok adaya imza verilmesinin sağlanması; partinin yetkili organlarının çalıştırılması; genel başkanın ve MYK üyelerinin kimi yetkilerinin sınırlandırılması, Parti Meclisi’nin yetkilerinin artırılması; iki genel seçimi üst üste yitiren genel başkanın bir daha genel başkan adayı olmaması; partinin programındaki ve tüzüğündeki temel ilkelere tüm üyelerin uymasının sağlanması konusunda önlemlerin alınması gibi ögeler bulunmaktadır.

CHP’yi asıl geriye götürecek şey, bu önerilere karşı çıkmak olacaktır!
_______________________________________________
Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

Demografik işgal1 Temmuz 2024

Sağlık Bakanlığı’nın stratejik planı

Bu hafta Sağlık Bakanı değişti. Dr. Fahrettin Koca’nın yerine Dr. Kemal Memişoğlu atandı. Yeni Bakan’ın Türkiye’nin sağlığına iyi gelmesini hepimiz diliyoruz. Bunun olabilmesi için uygulamadaki pek çok yanlıştan dönülmesi gerekiyor. Olur mu?

Fahrettin Koca ayrılmadan önce Sağlık Bakanlığı 2024-2028 Stratejik Planı yayımlanmıştı.
Bu plana bakmakta, yeni Bakan’ın devraldığı “taahhütleri” (yükümleri) ve olası sonuçları gözden geçirmekte yarar var.

KATILIMCILIK

Fahrettin Koca sunum yazısında “Önümüzdeki beş yılın sağlık hizmetlerini şekillendirecek olan bu plan, sağlıkta gelişim, kalite ve sürdürülebilirlik odaklı bir stratejik yaklaşımla paydaşlarımızın görüş ve önerileri alınarak katılımcı bir anlayışla hazırlanmıştır.” yazmış. Stratejik plan hazırlık sürecinde de “dış paydaşların görüş, öneri ve beklentileri yazılı olarak da alınarak stratejik plana yansıtılmıştır” ifadesi yer alıyor.

Dış paydaşlar kimler? Neredeyse tüm bakanlıklardan, Diyanet İşleri Başkanlığı’ndan Dünya Bankası’na pek çok kurumdan görüş alınmış ama sağlık çalışanlarının örgütlerine bir şey sorulmamış. Türk Tabipleri Birliği aracılığıyla hekimlere, Türk Dişhekimleri Birliği aracılığıyla
diş hekimlerine, Türk Eczacıları Birliği aracılığıyla eczacılara, Türk Hemşireler Derneği aracılığı ile hemşirelere, sağlık çalışanlarının sendikalarına, derneklerine “önümüzdeki dönem sağlığa dair (ilişkin) ne düşünüyorsunuz, önerileriniz, beklentileriniz nelerdir?” denmemiş.

“Katılımcı anlayış” dedikleri budur.

AMAÇLAR ve HEDEFLER

Sağlık Bakanlığı yazdığı amaçlar ve hedeflerle nasıl sağlıklı olunacağı konusuna hâkim (egemen) olduğunu gösteriyor. Birinci amaç “sağlıklı yaşamı teşvik ederek sağlıklı yaşam bilincinin ve alışkanlıklarının kazanılmasını sağlamak”. Bunu başarmak için birinci hedef “sağlıklı beslenme ve hareketli yaşam alışkanlıklarını kazandırmak ve geliştirmek”. Bu gıda politikasıyla,
bu pahalılıkla insanlar nasıl sağlıklı beslenecek, parası olsa bile güvenilir gıdaya nasıl ulaşacak? Bu sorulara cevap (yanıt) vermeden “sağlıklı beslenme” sözünün havada kaldığı kesin. Öyle ya önce hastalanmamak esastır da, bunun için barınmadan güvenceli işe, temiz havaya, suya, barışa, çok şeye ihtiyacımız (gereksinimimiz) var. Tüm bunlar için de “paydaşlara” bir şeyler söylenseydi ne güzel olurdu.

İkinci amaç “Birinci Basamak sağlık hizmetlerini güçlendirerek sağlık sistemi içindeki etkinliğini artırmak, koruyucu ve önleyici sağlık hizmetlerini bütüncül bakış açısıyla sunmak”. Amaç güzel, ama mevcut (varolan) sistem insanların hastalanması ve bunun üzerinden para kazanılması üzerine kurulu. Plan, aile hekimi başına düşen nüfusun 2023 yılında 3040’tan 2028’de 2500’e düşmesini hedefliyor. İşin aslı, Sağlık Bakanlığı son 10 yılda mezun olan hekimlerin dörtte birini Birinci Basamakta görevlendirse, aile hekimi başına düşen nüfus
bugün bile 2 binin altına indirilebilirdi. Başka türlüsünün tercih edildiği belli.

Üçüncü amaç ise “sağlık hizmetlerinin erişilebilir, etkili, etkin ve kaliteli sunumunu sağlamak”. Sağlık hizmeti alırken her aşamada neler yaşadığını en iyi yurttaşlarımız biliyor. Plan, Ulusal Hasta Güvenliği Ağı’na katılım sağlayan sağlık kurum ve kuruluşu oranını %10 olarak veriyor ve 2028’de %100 yapmayı hedefliyor. Önemli, Burdur’da diyaliz hastalarının başına gelenleri biliyoruz. MHRS üzerinden yapılan randevulu hasta muayenesi oranının %48’den 60’a çıkarılması, acil serviste sekiz saat ve üzeri bekleyen hastaların oranının %4,2’den 3’e düşürülmesi hedefleniyor. Planda acil servislere başvurunun çok olduğu tespit ediliyor, durum ortada ama nasıl düzeltileceği belirsiz.

Çok önemli bir ihtiyaç, Sağlık Bakanlığı’na bağlı palyatif bakım yatak sayısının 6491’den 8400’e çıkarılması hedefleniyor. Diş üniti başına düşen nüfus 8209’dan 4456’ya düşürülmek isteniyor. Çok tartışmalı bir konu da geleneksel ve tamamlayıcı tıp uygulamaları (GETAT). Bir itiraf ve bir hedef, GETAT uygulamalarıyla ilgili yayımlanan klinik rehber (uygulama kılavuzu) sayısı hâlen sıfır, 2028’e kadar 14 olması hedefleniyor.

Yüz bin kişiye düşen hekim sayısının 228’den 315’e, hemşire ve ebe sayısının 356’dan 500’e,
diş hekimi sayısının 50’den 92’ye çıkarılması hedefleniyor. Bu konu üzerinde özellikle çalışılması gerekiyor, ancak çok kısa yer alıyor. Sevindirici bir haber, planda kamu özel iş birliği ile yapılacak yeni şehir hastanesi yok, genel bütçeyle yapılacak yatak sayısının 7 binden 26 bine çıkarılması hedefleniyor. Toplam sağlık harcamasının GSYH’ye oranının % 4’ten 6,2’ye çıkarılması, cepten yapılan sağlık harcamalarının toplam sağlık harcaması içindeki oranının % 18,5’ten 15,5’e düşürülmesi hedefleniyor. Çok iyi olur.

Bu hedeflere ulaşılabilecek mi, yeni Bakan ve ekibi sahiplenecek mi? Meslek örgütlerinin, sendikaların, siyasal partilerin stratejik planın oluşturulmasına katılmaları sağlanmadı, ancak süreci yakından izlemeleri ve halkın sağlığı ile çalışanların hakları için gerekli müdahaleleri yapmaları gerekiyor.
____________________________________________
Yazarın Son Yazıları

Cumhuriyet gazetesi yeniden uyarıyor

Cumhuriyet
Cumhuriyet

15 Temmuz 2016’da dünyada bir örneği olmayan gerici bir casusluk darbesi girişimi oldu. Bu hain kalkışma, Türkiye Cumhuriyeti devletinin en önemli kurumlarına dek sızmıştı.

Türkiye Büyük Millet Meclisi bombalandı.
Türk ordusunun general, albay ve diğer rütbeli subaylarından önemli bir bölümü de bu hain girişime katıldılar. O tarihte Türk Silahlı Kuvvetleri’nde görev yapan kurmay subayların %80’i bu girişime dahil oldukları için ihraç edildiler.

Yalnızca bu durum, işin vahamet (ürkünçlük) ve ciddiyetini ortaya koymaya yeterlidir.

FETÖ konusunda birçok kitap yazıldı. Daha da yazılacak ve gerçekler tümüyle ortaya çıkacaktır.

15 Temmuz 2016 gecesi bir tür gerici ve casusluk hareketi,
Atatürkçü subayların ve halkın katılımıyla sona erdirilmiştir.
Halkın bu gerici harekete karşı çıkması çok önemlidir.

Kısa bir özet verecek olursak; 15 Temmuz 2016’ya gelinceye dek 45 yıl önce örgütlenmeye başlayan gerici FETÖ hareketi, önce gizli daha sonra açıktan faaliyet gösteren bir casusluk örgütlenmesidir.

FETÖ hareketi, özellikle 2000’li yıllardan sonra siyasal iktidarın tam desteğine sahip olmuştur. Bu destek, en üst düzeyden “Ne istediniz de vermedik?” söylemiyle kesinleşmiştir.

Bu hareket, basit bir tarikat oluşumu değil, dünyadaki tüm Türk devletlerinde örgütlenen,
CIA tarafından desteklenen, bir casusluk ve kontrgerilla hareketidir.

  • FETÖ hareketinin ideolojik merkezi, dışa bağımlı bir işgal kalkışmasıdır.

O gece başarılı olsalardı;

– Atatürk Aydınlanması
tasfiye edilecek,
– laiklik ilkesi tarihe gömülecek,
– Türkiye’nin birlik ve bütünlüğü parçalanacaktı.

Gerici-casusluk kalkışmasına karşı Atatürkçü subayların yanında halkın da harekete geçmesi Türk demokrasi tarihinin çok önemli bir dönüm noktasıdır.

FETÖ hareketi, 15 Temmuz 2016’da başarısız oldu.
Kadronun elemanlarının bir bölümü kaçtılar; ABD, Almanya, Yunanistan gibi ülkelerde çalışmalarını sürdürüyorlar. Türkiye’de ise yeni tarikat oluşumları boş kalan alanı doldurmak için çalışıyor.

  • Ne yazık ki 15 Temmuz’dan gerekli dersleri çıkarmamış olan siyasal iktidar,
    bu gelişmelere yardımcı oluyor.

Yinelersek, 45 yıl Türkiye Cumhuriyeti’nin önemli kurumlarına yerleşmiş, halk kitlelerinin değişik katmanlarında örgütlenmiş FETÖ’cülük hareketi; 15 Temmuz’da halkın da katılımı sonucunda başarısız oldu.

  • Ancak boş kalan alanı doldurmak için büyük çalışma ve yeni örgütlenmeler vardır…

FETÖ hareketinin büyük tehlikesini ilk kez Cumhuriyet gazetesi ortaya koymuştu. O zaman gazetemize saldırılmış, din düşmanlığı ile suçlanmıştık… Ancak Cumhuriyet’in saptamaları doğru çıktı. Şimdi de boş kalan alan dolduruluyor ve bu konuda

  • Siyasal iktidar yeni girişimlere destek veriyor.

Bu, yeni tehlikelere yol açacaktır diyoruz.
Eğer geçmişten ders alınsaydı tarih tekerrür eder (yinelenir) miydi…

___________________________________________________________

Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

NEDEN GERİ KALDIK? İSLAMDA ŞİRK ve FİTNE KAVRAMLARININ KÖTÜYE KULLANILMASININ SONUÇLARI NELERDİR?

Prof. Dr. Halil ÇİVİ
İnönü Üniv. İİBF Eski Dekanı
Halk ozanı

Vatandaşlar, “Hocam İslam ülkeleri neden geri kaldılar, çok kısa olarak anlatabilir misiniz?” diye soruyorlar.

Bu konu tarihsel ve bilimsel olarak çok tartışılmıştır. Ancak bunun iki ana nedeni dinsel – bilimsel cehalet ve çoğu zaman da çıkarcı siyasal saltanattır.Bu saltanat ve cehaleti besleyen şirk ve fitne kavramlarının ters yüz edilerek kötüye kullanılmasıdır.

A- ŞİRK, Tanrının varlığı ve birliğine ortak koşmaktır. İslam düşünce dünyasında şirk kavramı çok dar bir yelpazede kullanılır. Hatta kimi İslam mezhep, tarikat ve cemaatları bile birbirini Tanrıya şirk koşmak ve kâfir olmakla suçlayabilirler. Bu nedenle de, İslam ülkelerinde mezhep, tarikat cemaat kavgaları hiç bitmez

Halbuki daha geniş spektrumlu (yelpazeli) bir görüşe göre Kelime-i Şahadet, hatta ehli kitap oldukları için Kelime-i Tevhid getirenler, yani Tanrının varlığı, birliği ve peygamberlerine inanan hiç kimseye kafir (dinden çıkmış) denemez.

Kanımca, dinlere ve Tevhit inancına, nakille değil, özgür akıl ve bilimle ulaşmak daha doğru ve daha kalıcı bir yoldur. Akılcı anlayış ile nakilci (aktarıcı) zihniyet çoğu yerde örtüşmez. Akılcı zihniyet, akla ve bilime dayalı özgür eğitimle kazanılır. Eleştiriye açıktır. Nakilci zihniyet ise telkin, ezber ve ön kabulle beslenir. Eleştiriye kapalıdır.

B- FİTNE ise, doğru giden bir gidişi ya da düzeni bozmak için kötü niyetli, bozucu yalan, iftira ve eylemleri kapsar. Tersine, yanlış, kötü ve adaletsiz tutum ve davranışlar için düzeltici ve yol gösterici eleştiriler yapmanın fitne ile bir ilişkisi olamaz. Saltanat ve iktidarların her türlü ferman, eylem ve tutumlarını eleştiri dışı ve ilahi (tanrısal) bir buyruk gibi algılamak kökten yanlıştır. Akla ve insanın öz varlığına, bilincine aykırıdır.

1- Tarihsel olarak radikal (köktenci) kimi İslam uleması; özgürlükçü, akılcı ve bilimsel düşünceyi ŞİRK, TANRININ VARLIĞI ve BİRLİĞİNE İTİRAZ ve SALDIRI olarak kabul etmişlerdir. Bu nedenle de, İslam dünyasında, din merkezli bir evren anlayışının, dünya ve doğa düşüncesinin dışına çıkılamamıştır. Birey, aile, toplum ve devlet yaşamı din kaynaklı, dogmatik ve eleştirilemez bir düşünce örgüsü ile biçimlenegelmiştir. Özgür akıl, deneysel ve bilimsel anlayış sapkın kabul edilmiştir. İbni Rüşt, İbni Sina vb. özgürlükçü İslam filozofları (düşünürleri) kâfir ilan edilmiş ve eserleri (yapıtları) yakılmıştır…

  • İslam ülkelerindeki her türlü geri kalmışlığın ana nedeni; 
  • Özgür aklı ve deneysel bilimi yeterince anlayamamak ve doğru kullanamamaktır.

Halbuki akıl ve bilimdeki düşünce arayışları ve felsefi (düşünsel) çabaların eğitimle
açığa çıkmasıdır. Doğuştan vardır, eğitimle geliştirilebilir. Dinli, dinsiz herkeste vardır.

2- İslam devletlerinde siyasal olarak saltanat sahiplerinin, yani iktidarda olan Emirlerin, Sultanların, Hakanların, Padişahların ya da Kralların hatalarını, eksiklerini, adaletsizliklerini, ahlaksızlıklarını, sömürülerini, keyfiliklerini, yolsuzluklarını ve zalimliklerini eleştirmek çoğu kez FİTNE OLARAK KABUL EDİLMİŞTİR.
Siyasal iktidar ve saltanat kurumu hep eleştiriye kapalı kalmıştır.

İslam ülkelerindeki siyasal iktidar ve saltanat kurumunun eleştirilemez kalma kültürü günümüzde de sürmektedir.

Örneğin bağnaz ve dar kafalı kimi İslam ulemasına (Din bilginlerine) göre, Hz. Muhammed’in torunu Hz. Hüseyin’in Kerbela’da peygamber soyundan olanlarla birlikte vahşice katledilmesi, Emevi saltanatına, Yezid’e isyan ettiği için bir FİTNECİdir (!). Hüseyin halifeye isyan etmiş ve cezasını çekmiştir(!).

Bu vb. düşüncelerin arkasında da etkin ve siyasal iktidarla iş ve çıkar birliği yapan kimi çıkarcı ulema vardır. Böylece devlet ve dolayısıyla devleti yöneten iktidar sahipleri bu saltanat işbirlikçisi ulema tarafından kutsallaştırılmış, dokunulmaz konuma getirilmiştir. Fitneciler(!) hain ve katli vacip (uygun, gerekli) görülmüştür. Akıl, bilim, felsefe ve özgür düşünce hep devre dışı bırakılmıştır.

Halbuki iyi anlaşılmış ve doğru yapılandırılmış çoğulcu bir demokrasi fitne değil halkın benimsediği en uygun yönetim, üretim ve paylaşım modelini seçebilme fırsatıdır. Kendi iradesine (istencine) ve geleceğine özgürce sahip çıkma çabasıdır.

Kıssadan hisse (özce) :

Birçok dinsel ve ideolojik kavram çoğu zaman yansız ve çift etkilidir. İyiye de, kötüye de, doğruya da, yanlışa da kullanılabilir. Örneğin mutfaktaki bıçak işlevsel olarak yansızdır. Bıçakla ekmek, soğan, sebze… doğrayabilir ya da işlevinin dışında kötüye kullanarak insan yaralayabilir ya da öldürebilirsiniz.

Dinsel öğretiler ve kavramlar da böyledir.

Bu satırların (dizelerin) yazarına göre, İslam toplumlarının zihniyet dünyasında, tarihsel olarak,
“şirk” ve ” fitne” kavramlar, çoğu ulema ve saltanat sahipleri nezdinde (katında), çıkar amaçlı olarak genellikle kötüye kullanılmıştır. Bu vb. hatalı tutum ve davranışlar Müslüman halkların, akıl, bilim, eleştirel ve özgür düşüncelerle buluşup donanmasına engel olmuştur. Müslüman halklar salt Tanrının değil, siyasal iktidar sahibi sultan ve padişahların kulları olmayı sürdürmüşlerdir. Çoğu İslam ülkelerinde, akılcı ve özgürce düşünmek ŞİRK, siyasal iktidar ve saltanat sahiplerinin yanlış, haksız, adaletsiz ve zalimce davranışlarını eleştirme, FİTNE kabul edilmiş ve en ağır biçimde cezalandırılmıştır.

Bu durumun tek istisnası (ayrığı) M. Kemal Atatürk‘ün bin bir özenle ve çağlar aşan bir yetkinlikle kurmuş olduğu demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti olan Türkiye Cumhuriyeti’dir.

  • Cumhuriyetin kuruluşu aynı zamanda büyük bir ZİHNİYET (ANLAYIŞ) DEVRİMİDİR.

Feodal, dogmatİk, din odaklI tarım toplumundan akıl, bilim, özgürlük, çalışma, teknoloji ve üretim odaklı sanayi toplumuna dönüşme çabasıdır.

Günümüzdeki siyasal iktidarın sata sata bitiremediği onca sanayi kuruluşları, bu devrimci zihniyetin (anlayışın) somut üretken tesisleri (kuruluşları) ve ürünleridir.

M. Kemal Atatürk’ün Cumhuriyet ve Devrimler paradigması, din karşıtlığı değildir.
Din ve devleti kavga ettirmek hiç değildir.
Devletin dine, dinin devlete karışmamasıdır.
Dini devlet ve saltanat sahiplerinin, devleti de dinbazlar ve din bezirganlarının vesayetinden kurtarmaktır.

“Gölge Kabine”: Fırsat mı, risk mi?

11.07.2024, BİRGÜN

2017’de Hükümet ve parlamenter rejim, siyasal karar ve sorumluluk düzenekleri kaldırılarak şu kural öngörüldü:

  • Cumhurbaşkanı Devletin başıdır. Yürütme yetkisi Cumhurbaşkanına aittir.(md.104).

Anayasa bilimi ve tarihini yadsıyan düzenleme, birçok fiili durum eşliğinde uygulamaya kondu. Anayasa dışı alanlar için, kendisi de bir fiili durum olan parti başkanlığı belirleyici oldu.

Kabine!, bunların başında.

Kabine ne demek? Ya 2017 kurgu ve uygulaması? Bu sorular, CHP’nin Gölge Kabine uygulaması nedeniyle güncel.

Başbakan başkanlığında hükümet olarak Kabine, Britanya uygulamasında hükümet üyelerinin bütününü değil, en önemli makamları işgal eden ve başbakan ile ülke siyasetini belirleyen ve onunla dayanışma içinde olan bakanlar için kullanılır.

2017 kurgusu, tasfiye ettiği hükümet ve bakanlar kurulu yetkilerini –siyaseten sorumsuz ve TBMM üyelerinin soru bile soramadığıtek kişiye verdi.

Tek kişi“, Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi-CBK ile Saray’da politika kurulları oluşturdu. Buna karşılık, Yürütme ve haliyle siyaset dışı bırakılan bakanlar ve başkaca kamu görevlilerinin de katılımı ile “Kabine” adı altında toplantılar yapılmaya başladı. Siyaset tekelini elinde tutan hiyerarşik amir ve bakanlar arasındaki ilişki, “mutlak itaat-tam güvensizlik” karşıtlığına dayanıyor. Dahası, “fiili af” yoluyla kendini mahkeme ve Anayasa üstünde konumlandıran CB, halka ait egemenlik yetkisine de el koydu!

Karar yetkisi olmayan Kabine’ye bilgi aktarımı ile yetinen Bakanların genel faaliyetleri, üç çelişki ve üç sonucu ile betimlenebilir:

Ç. 1: Yasa önerisi ve yasalaşması arasında: Anayasa gereği, yasa öneri yetkisi milletvekillerinin. Bakanlıklar ise TBMM’ye ihtiyaç bildirir. Oysa yasa teklifleri, Bakanlıklarda hazırlanıyor; ama bakanlar, en temel yasaların bile ne Komisyon görüşmelerine katılıyor ne de Genel Kurul. Güncel sorun olarak Öğretmenlik Mesleği Kanun teklifi, tam bir rezalet; ama ortada MEB yok!

Ç. 2: Ülke siyaseti ve parti siyaseti arasında: Yürütme üzerinde CB tekeli yoluyla ülke siyasetini belirleme süreci dışına çıkarılan Bakanlar, Parti’nin TBMM’deki grup toplantılarına katılarak parti siyasetinde yer alıyor.

Ç. 3: Milletvekilliği ve Bakanlık arasında:  Siyasetin ayrıcalıklı mekânı olan TBMM’de siyaset yapmayan / yapamayan AKP’li Vekiller, Bakan atanınca siyasal söylem ve eylemlere yöneliyor.

Kabine sözcülüğü bile yapamayan Bakanların çelişkili söylem ve eylemlerinin yalnızca üç sonucu:

• TBMM’yi itibarsızlaştırma ve müzakere işlevinden bile alıkoyma.

• Siyaseti değersizleştirme: Ülke siyaseti, çoğunlukla cami önü, TV ekranı ve uçak gezisi açıklamaları ile belirleniyor.

• Demokratik siyaset ve toplum alanını daraltma:  Parti+Kişi ve Devlet birleşmesinin eklemleme yeri olan Bakanlar, eşit siyasal yarışma koşullarını bozuyor.

CHP “Gölge Kabinesi”, değinilen olumsuzlukları önleyebilir mi?

Ön saptama: Fiili Kabinede siyasal sıfatı bulunan tek kişi CB; oysa gölge kabine siyasal nitelikte.

Ne yapabilirdi? Örneğin;

• 27. Yasama döneminde 2017 kurgusu için geliştirdiğimiz, ‘meri, ama meşru değil’ söylemi sürekli kılınabilirdi.

• Parti Genel Başkanları görüşmelerinin amacı olarak hukuka saygıya çağrı’ ısrarını sürdürülebilirdi.

• Parlamenter rejime giden yolu açmaya yönelik bir Gölge Kabine, sözde Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemini aşmak için kaldıraç işlevi de görebilirdi.

CHP’nin başlıca eksiği, sistemsizliği sorgulamaması ve esasen kabine anavatanı olan parlamenter rejim hedefini merkeze koyamaması.

Gölge bakanlar, Komisyonlarda, Genel Kurulda, basın ve yayın organlarında 2017 kurgusunun demokratik hukuk devleti ile bağdaşmazlığını, TBMM önünde sorumlu, hesap verebilir bir yönetim oluşmadıkça hükümetsiz Türkiye Cumhuriyeti’nin derin bunalımlar sarmalını aşamayacağını sürekli dillendirmeli.

Bu yapılabildiği ölçüde Gölge Kabine, anayasal demokrasi yolu için bir fırsat olur; aksi halde fetret dönemi olan Parti Başkanlığı Yoluyla Devlet Başkanlığı ve Yürütme için meşrulaştırıcı bir işlev görme riski yaratır.

SIĞINMACI SORUNU

Suay Karaman

 

Başta Suriye olmak üzere ülkemize, Afganistan ve kimi Afrika ülkelerinden gelen sığınmacı sayısı yaklaşık 20 milyon dolayındadır. Göç İdaresi Başkanlığı geçen yıl yaptığı açıklamada, yabancı sayısının Türk vatandaşı nüfusuna oranla %20’yi aştığını bildirmişti. Hatta ilgili bakan da 17 milyon sığınmacı olduğunu söylemişti. Bu sorunun üzerine yalnızca Zafer Partisi Genel Başkanı Ümit Özdağ’ın gitmesi, Parlamentodaki partilerin tepki vermemesi hatta bu sığınmacıların ülkemizle bütünleştirilmelerini istemeleri üzerinde düşünmek gerekir. Ülkemizin nasıl bir projeyle (tasarımla) karşı karşıya bırakıldığını anlamak zorundayız. 

Batılı ülkeler sığınmacıların kendi ülkelerine geçmemesi için bize para vererek (AS: “bir miktar”), Türkiye’yi duvar durumuna getirmişler ve ülkemizde tutulmasını sağlamışlardır. Sonuçta ülkemizin demografik yapısı bozulmaktadır. Yasadışı mültecilerin son durağı olarak seçilen Türkiye’de, ulus devlet ve üniter (tekil) yapının çökertilmesi amaçlanmaktadır. Türklük ve laik cumhuriyetle sorunu olanlar, Batılı ülkelerle işbirliği yaparak, demografik işgalin önünü açmıştır ve ülkemizin geleceğine ipotek konulmuştur. Bu gidişle Türkler gelecekte kendi vatanlarında yabancı (AS: azınlık!) olarak yaşayacaklardır. 

8 Nisan 2011’den başlayarak ülkemize gelen Suriyeliler, Türk hükümeti tarafından geçici koruma kapsamına alınmıştır. Geçici koruma, ülkesinden ayrılmaya zorlanan, ayrıldığı ülkeye geri dönemeyen, acil ve geçici koruma bulmak amacıyla kitlesel olarak başka ülkelere giden yabancılara verilen haktır (hukuksal statüdür) 

Kendi ülkesindeki ağır insan hakları ihlallerine (çiğnemlerine) ve işkenceye uğrama tehlikesi altında olduğu için ülkesinden ayrılan kişilere “mülteci” adı verilir. Sığınmacı ise ülkesinden ayrılmış olan, zulüm ve ağır insan hakları ihlallerinden (çiğnemlerinden) korunmak için başka bir ülkeye sığınan, ancak hukuksal anlamda henüz mülteci olarak kabul edilmeyen ve sığınma başvurusunun sonucunu bekleyen kişidir. Göçmen, maddi durumunu iyileştirmek ve gelecekten beklentilerini artırmak için başka bir ülkeye göç eden kişidir. Göçmen, ülkesinde zulme uğrayacağından değil, eğitim ve çalışma gibi nedenlerle ayrılan kişiler olarak nitelendirilebilir. 

Bu tanımlardan anlaşılacağı üzere, ülkemize gelenler aslında sığınmacıdır hatta kaçak sığınmacıdır. Ancak özellikle Suriye’den gelenler Şeker ve Kurban bayramlarında Suriye’ye giderek, akrabalarıyla bayramlaşmakta, birkaç gün kalmakta ve sonra yeniden Türkiye’ye dönmektedirler. İşte asıl sorun buradadır; demek ki onların kendi ülkeleriyle ilgili sıkıntıları yok. O zaman ne için ve neden Türkiye’ye getirildikleri konusunda düşünmek gerekir? Sözüm ona yürüyerek (yüzlerce km !) Afganistan’dan gelenlerin arasında kadın, çocuk, yaşlı olmaması da, ülkemiz için oynanan tehlikeli oyunların bir başka çıplak göstergesidir. 

Siyasal iktidarın yanlış politikaları sonucunda Suriyelilere devlet kurumlarında iş verildiği, vergi vermeden ticaret yaptıkları, eğitim ve sağlık giderlerinin karşılandığı bilinmektedir. Suriyelilerin kimi halk sağlığı merkezlerinde, hastanelerde ve üniversitelerde çalıştıkları basına yansımıştır. Bunlar toplumda büyük öfke ve kızgınlığa yol açmaktadır. Kendi insanımız yoksulluktan kırılırken, işsiz perişanken, ülkemize doldurulan yabancılara yapılan haksız ve gereksiz yardımlar toplumu çileden çıkarmaktadır. 

Geçici koruma altında bulunan kaçak sığınmacı konumundaki Suriyelilerin kimi cinsel taciz, tecavüz, yaralama, öldürme, soygun gibi suçlara karıştığı bilinmektedir. Temmuz başında Kayseri’de Suriyeli bir kişinin yedi yaşındaki bir kız çocuğunu taciz (tecavüz!) etmesi üzerine, vatandaşlar olayı protesto etmek için sokağa çıkmış, Suriyelilerin işyeri ile araçlarını ateşe vermiştir. Güvenlik güçlerinin yoğun çabaları sonucu olaylar sona ermiş, çok sayıda kişi gözaltına alınmış ve yaralananlar olmuştur. Bunun üzerine Suriye’nin kuzeyinde de karşı olaylar çıkmış, Türk bayrağına ve TIR’larına yönelik saldırılar yapılmıştır. Ülkemizde sığınmacılar tarafından benzer olayların yaşanacağının bilinmesine karşın, siyasal iktidarın (AKP!) Batıya verdiği sözler nedeniyle yanlış ve tutarsız politikalarından geri dönülememektedir. 

14 Haziran 1934’te kabul edilen 2510 sayılı İskân Yasası, 21 Haziran 1934’te Resmi Gazetede yayınlanarak yürürlüğe girmiştir. Bu Yasaya göre “Türk soylu olmayanlar istediği yere yerleşemez. Anadili Türkçe olmayanlar müstakil mahalle kuramaz, işçi ve sanatçı kümesi oluşturamaz. Ecnebilerin bir belediyedeki nüfusu %10’u geçemez.” Ancak bu yasa yürürlükten kaldırılarak 19 Eylül 2006’da kabul edilen 5543 sayılı yeni İskân Yasası, 26 Eylül 2006’da Resmi Gazetede yayınlanarak yürürlüğe girmiştir. Atatürk zamanındaki İskân Yasası’nın gerçekliliği ve tutarlılığı ne yazık ki ortadan kaldırılmıştır. 

İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin 14. maddesine göre,

  • “Herkesin zulüm altında, başka ülkelere sığınma ve sığınma olanaklarından
    yararlanma hakkı vardır.”

Ancak ülkemize doldurulan sığınmacıların kendi ülkelerinde zulüm altında oldukları hakkında kesin bir bilgi yoktur. Yaşananlar ülkemizi Araplaştırma politikasının sonucudur ve geleceğimiz açısından son derece kötü sonuçlar doğuracak bir durumdur.

Ülkemizdeki sığınmacıların bir an önce
geldikleri yerlere gönderilmesi gerekmektedir.

Ülkemizin geleceğini düşünerek, komşu ülkelerle iyi geçinerek “Yurtta Barış, Dünyada Barış” ilkesi doğrultusunda olumlu politikalar ve dostluklar oluşturmalıyız.

Azim ve Karar, 8 Temmuz 2024