Etiket arşivi: SELÇUK CANDANSAYAR

Beslenme, barınma, sağlık, eğitim

Dile egemen olan, dünyaya egemen olur. Egemen dili belirleyip, denetlemeye çalışır. Medya çağı önermenin doğruluğunu daha da açık seçikleştirdi. Egemenin dilinin içinde kalarak ona karşı çıkman, onunla mücadele etmen pek mümkün değil. Sadece egemenin dilinin desteklemekle kalmazsın, onun önermelerini de savunmak zorunda kalırsın. Somut bir örnek; AKP dilinin temel cümlelerinden biri olan, laiklik tartışması.

AKP, “Kemalizmin din ve devlet işlerini birbirinden ayırarak milletin dinini yaşamasına engel olduğu” cümlesini topluma ezberletti. Karşı çıkanlar ise “Ama din ve devlet işleri birbirlerinden ayrılmalı, bu Anayasa maddesi” diye çırpınıp durdular. İlk bakışta haklılar gibi, değil mi? Ama, toplumun zihninde bu önerme laiklik dinsizleşmedir ile eşdeğer hale geldi.

Böylece tartışma dinin etkisini, gücünü azaltmaya çalışanlar ile dini inancı (dini) korumaya çalışanlar arasındaki mücadeleye döndü. “Alnı secdeye değiyorsa, iyidir” yanılsaması son bir kaç yıla kadar ne kadar güçlü bir kabuldü, değil mi? AKP, laiklik tartışmasında kendi “dilini” muhaliflerine de kabul ettirince laiklik tartışması, hiç ilgisi olmamasına karşın, dindar/ dinsiz tartışmasına döndü. Muhaliflerin “Ama benim de annem, anneannem başörtülü” diye sızlanmalarını hatırlayın. Kimin kazandığı belli, değil mi?

Oysa muhalefet, laikliği, “devletin aklın, bilimin ilkelerine göre yönetilmesi” olarak tanımlasaydı? Bu tanımda din ve devlet işlerini ayırıyoruz gibi bir ifade yok, ama anlamı aynı. İktidarın uygulamalarını akla, bilime aykırılık üzerinden eleştirip, insanların inançlarını sömürme diye itiraz etseydi, tartışma dindar/dinsiz ayrılığına döner miydi, en azından bu kadar kolay döner miydi? “İnönü camileri ahır yaptı” yalanına, İnönü’nün beş vakit namaz kıldığı hatıralarıyla karşı çıkarsan, kamu görevlilerinin aleni olarak namaz kılmalarına, mesai saatinde Cuma’ya gitmelerine ses çıkaramazsın. Cumhuriyet’in belki de en çok önem verdiği kadınların eğitim ve çalışma hayatına katılmasını, laiklik elden gidiyor diye, başörtülü öğrencileri okula almayarak sen darbe vurmaya kalkarsan, hakimin, doktorun türban taktığı aşamaya nasıl geldiğini anlayamazsın bile!

Egemen dili belirler ve denetlerken, dile gelmesini istemediğini de dilin alanından çıkarmaya çalışır. Medyada yoksan, dile gelmemişsen, yok sayıldığın bir dünyada yaşıyoruz. Egemen dilinde Şehir Hastaneleri denilen yapıların görkemi var. Ama hiçbir zaman tomografi için 6 ay sonraya gün verildiği gerçeği yok. Şehir Hastaneleri ihale süreçlerinin, işletim sistemlerindeki yolsuzlukların dosyalarını tutmakla yetinirsen, zaten sağlığa ulaşma zorluğu çeken toplumda hastane karşıtı olarak damgalanırsın.

Evet, tabii ki haklısın Şehir Hastaneleri toplum sağlığı düşmanı sistemler. Ama sistemle uğraşacağına bina ile uğraşırsan, hastanın, doktorun, sağlık emekçisinin yanında durmazsan, muhalefet milletvekili olarak kamu hastanesinden randevu alıp sırada bekleyip, orada doktorun ve hastanın çektiği sıkıntının, ezanın ortağı olmazsan, sadece bina düşmanı olarak kalırsın.

Bugün dile taşınması gereken, egemenin dilini işlevsiz bir yabancı dile çevirecek somut, can yakıcı gerçekler var. Beslenme, barınma, eğitim ve sağlık hakkını dile taşıyan bir muhalefetin TOGG’ la MOGG la ilgilenmesine gerek var mı? TOGG çok pahalı olmuş diye muhalefet edersen egemen de seni yürütemediğin Devrim arabasıyla aşağılar.

2023 seçimlerine kadar sadece bu 4 hakkı savunan, başka hiçbir şeyi konuşmayan bir muhalefet dilini benimsemek çok mu zor! Bugün Türkiye’nin açlık sınırındaki yoksullar ve her an bu sınıra gerileyecek alt orta sınıf ile karnı tok, sırtı pekler dışında bir ayrımı yokmuş gibi bir dili benimseyen muhalefet, egemenin düşmanlık üretici, bölücü dilinin tüm cümlelerini boşa çıkarabilir.

Egemenin biz ve düşmanlarımız ayrımı ile yani bölücülüğüyle mücadele etmenin yolu bu kamplardan birinde kalmak değil. Bu iki kampın ortaklıklarını bulmak. Egemenin böldüklerini birleştiren ortak payda ne? Beslenme, barınma, sağlık ve eğitimden yoksun olanlar değil mi? Mesele başörtüsü takanlar ve takmayanlar arasında mı, yoksullar ve zenginler mi? Hastanede sıra bekleyene doktor yüzünden değil egemen yüzünden bekliyoruz diyebilmek değil mi? İş bulamayana, mülteci yüzünden değil iktidar yüzünden işsiziz demek değil mi?

Tarihe ve tarihine bak! “İş, Ekmek, Hürriyet” diyenlerin sesine ortak ol.

Peker’in araladığı kapı

Sedat Peker videoları izlenme rekoru kırıyor. İtirafla ifşanın içe içe geçtiği sözlerini hepimiz nefesimizi tutmuş “seyrediyoruz.” Ben biliyordum zaten hissi ile yok artık bu kadar olamaz tepkisi arasında salınıyoruz.

Her Peker videosu sonrası yorumcuların videoları başlıyor. Yorumcuların aklında aynı soru var. Neden şimdi ve kimin işine yarayacak? Yorumcular O’na hâlâ baş rolü vermiyorlar. Çoğunluk Peker’in, RTE’nin elini güçlendirdiğini düşünüyor. Peker, anlattıklarını yorumlayanların da bir amaçla ve işlerine geldiği gibi yorumladıklarını söylemeyi ihmal etmiyor. Yine de “biri/leri/nin işine yarayacak “aparat” muamelesi yapılması üzerine Peker’ in kendisi de düşünmeli belki. Belki de bile bile yapıyordur, o ayrı.

Ama, Peker videolarının sokaktaki sıradan insanda yaratacağı etki ne olabilir?

Zaten yokluk, yoksulluk içinde hayatta kalmaya çalışırken bir de salgınla yüz yüze ölüm riskinde olan, kendisini hayatın zorlukları karşısında güçsüz ve çaresiz hisseden, bir çıkış yolu bulamayan yığınlar Peker videolarını nasıl yorumluyorlar?

Doğru olduğunu sandığın her şey aslında yalan! Temiz sandıkların aslında çok kirli! Seni, aldatıyorlar!
***
İçinde yaşadığı zorlukların kendi beceriksizliği, zayıflığı yüzünden değil de “karanlık güçlerin”, “derin ilişkilerin”, “kirli insanların” suçları nedeniyle olduğunu düşünmek rahatlatır insanı. Benim eksikliğim değil onların hainliğiymiş! Bak ne dümenler varmış, ben istesem de bir şey yapamazmışım zaten. Bu rahatlama isyanı değil “kurtarıcı” beklentisini kışkırtır. Yesinler birbirlerini ile biri çıksın ve bunların hepsinin hakkından gelsin arzusu, sorumluluktan kaçma kapısını aralar.

Politik muhaliflerin, öyle derin bir pislik var ki, “olağan hukuk” yolları ile temizlenmesine olanak yok düşüncesine kapılmaları da toplumdaki kurtarıcı beklentisi ve edilgen boyun eğişe katkı sağlayabilir.

Böylece, sıradan insan “ben ne yapabilirim ki?”, diyerek seyirci rolüne çekilip “bir gücün” başlatacağı “temizliğin” tamamlanmasını beklemeye, onay verebilir.

  • İçinde bulunduğumuz koşullarda var olan politik örgütlenmelerden, aynı anda hem koruma hem de kurtarma vaadini en çok sunabilen, yığınların desteğini alabilir.

Desteği alan, topluma, bu pisliği temizlemek için çok büyük yetkilere sahip olmalıyım fikrini, kolayca kabul ettirebilir. İşte o zaman “kurtarıcı tiran“ın önü açılmış olur.
***
Var olan koşullara nesnel olarak bakarsak bu rolün en güçlü adayının kim olduğu belli. Elinde şu anda bile çok büyük bir güç var. Üstelik nasıl toplum videolar sayesinde içimizde hain varmış hissine kapılmışsa O da içimizde hain besliyormuşuz demeye çok yatkın. Daha önceden de deneyimli.

Hal böyleyken, topluma, başka türlü de olabilir diyecek bir muhalefete asıl şimdi ihtiyaç var. Peker durmadan vatanın fedaisi, serdengeçtisi, delisiyiz deyip duruyor ya, işte bu toprakları memleket, vatan belleyen ve memleketin bir devleti olsun diyen sıradan insanlara, barış içinde bir arada yaşayabiliriz ve bunu birlikte yapabiliriz diyecek, tek tek insanları bir araya getirebilecek bir muhalefete. Kahramanlara değil örgütlere. Demokratik yasal örgütlere.
***
Ne Peker’den devrimci çıkar ne de O’nun ifşa ettiklerini temizleyecek tirandan adalet gelir. Toplum, tam da şimdi toplum olmayı seçme sorumluluğuyla yüz yüze kalmışken ona, birlikte ve bir arada yaşayabiliriz diyecek, “inadına” demokratik bir cepheyi kurmakla sorumlu olanlar, tarihi değiştirme fırsatı yakalamış durumdalar.

Covid-19, derinleşen kriz ve toplumun ruh hali

Covid-19, derinleşen kriz ve toplumun ruh hali

Nâzım Hikmet, Kartallı Kazım’ın hikayesini anlatırken söz eder açlıktan. Seferberlik yıllarında Osmanlı ordusunun askerlerinin açlıktan nasıl kırıldıklarını döker dizelere. Atların fışkısından arpa ayıklayıp yiyen “Memed”in gözüne, Alman askerlerinin yedikleri makarnanın kalanını köpeklerine verdikleri, çarpar. Dört ayak sürünerek yaklaşır köpeğe ve çalar makarnayı. Nazım, Kartallı Kazım’a

  • “Aç insan kurt olup saldırmazsa / açlık itten beter eder insanı” diye düşündürür.

Beslenme ve barınma koşullarının yetersizliği insanın fiziksel sağlığını olduğu kadar ruh sağlığını da bozar. Umutsuzluk, çaresizlik, kendine güveni yitirme, değersizlik, işe yaramazlık hisleri yoksullarda daha yaygındır ve bu özelliklerin şiddetlenmiş hali olan depresyon da daha sık görülür. İşsizlik ve açlık riski kaygılandırır herkesi. Yarın işsiz kalabileceği endişesi, eve ekmek götürüp götüremeyeceğinden emin olamama yoksullarda daha yaygındır ve bu özelliklerin hastalık hali olan anksiyete bozuklukları da daha sık görülür. Şiddetin her türü yoksullar arasında daha yaygındır. Çünkü yoksulluğun kendisi bizatihi şiddettir ve yoksulluk koşulları, hayatta kalabilmek için şiddet uygulamaktan başka bir yol bırakmaz, yoksullara. Ama ancak birbirlerine! Maalesef intihar da yoksullar arasında daha sıktır. İntihar bir anlamda, bireyin kendisine şiddet uygulamasıdır.

Covid-19 salgınının 1980’lerde baskınlaşan neo-liberal sistemin üzerine geldiğini aklımızda tutmalıyız. Neydi neoliberalizm? Esnek çalışma adı altında iş güvencesinin ortadan kaldırılması, eğitim ve sağlığın kamu hizmetinden çıkarılması ve herkesin yapayalnızlaştırılmasıydı. Geleceği belirsiz ve tehditkar bir zaman olarak kodlamasıydı. Kendini bir yere ait hissedemeyen, dayanışacağı, yardımlaşacağı, dertleşeceği ilişkiler geliştiremeyen, kimliksiz, yersizyurrtsuz hisseden yığınlar oluşturdu. Onları gittikleri her yerde sadece kuran kursları, camiler ve tarikatlar bekler oldu.

Sonra Covid 19 salgını başladı ve zaten kendini kimsesiz, arkadaşsız, örgütsüz ve kimliksiz hissedenler bu kez somut olarak yalıtıldılar, sokağa çıkamaz, iş bile arayamaz oldular.

  • Neoliberalizmin eseri olan Covid 19 en çok da neoliberalizmin ezdiklerini vurdu.

Siz bakmayın herkes hastalanabilir diyenlere; hastalanan ve ölenlerin ezici çoğunluğunun yoksullar olduğunu tahmin etmek için gizlenen sayılara ihtiyaç yok. Her gün tıka basa toplu taşıma araçlarına binerek, fabrikalara gidenlere bakarsanız, hastalığın kimlere daha kolay bulaştığını, kimleri daha çok öldürdüğünü hemen anlayabilirsiniz.

ŞAŞIRMAMAK GEREK

Neoliberalizmin yarattığı kriz, insanlara artık çok da çalışsalar, çok iyi eğitimler de alsalar, bir sürü donanımları olsa da açlığa mahkum olabilecekleri bir dünya yarattı. Bir de üstüne Covid 19’a yakalanma korkusu bindiğinde, açlıktan ölmekle hastalıktan ölmek arasında sıkışan insanların ruh sağlıklarının bozulması değil, bozulmamasına şaşırmak gerekir.

1 yıldır yoksullar hem sokağa çıkıp iş aramak, günlük ekmeğini çıkarmak ya da çalıştığı işten kovulmamak, hem de her an hastalanıp ölme, yakınlarına hastalık bulaştırma korkusuyla yaşamak zorundalar. En saklanan, tahrip edilen rakamlar bile yoksulluğun derinleştiğini kanıtlıyor. Her geçen gün daha çok sayıda insan egemenlerin “ölen ölür kalan sağlar bizimdir” diye onların canını hiçe saydığını hissediyor; aşı bulamadığında, işsiz kaldığında, evine ekmek götüremediğinde, hastalıktan kırıldığında iliklerine kadar hissediyor “düzen”i!

Açlıktan itten beter olmamak için aç kurtlar gibi saldıranların sayısı artıyor. Sokakta, evde insanların birbirlerine daha da çok şiddet uygulaması, hayvanlara yapılan eziyetlerdeki artışda, bu sıkışmışlığın da büyük katkısı var. Kendini başına gelenlerden sorumlu hisseden, yalıtılmış, yalnız bırakılmışlardan bazılarının, öfkelerini kendilerine yönelterek, içinde bulundukları koşulların kendi başarısızlıkları olduğu yanılsamasına kapılarak canlarına kıymalarında da bu halin etkisi yok mu?

YOKSULLUK KADER OLAMAZ!

Bugün en anlamlı haykırış bu. Ve eklememiz gerekiyor; yoksulluk senin suçun, başarısızlığın, beceriksizliğin değil. Öfkeni doğru hedefe yöneltmelisin. Sesini duyurmanın yolu haykırmaktan geçmiyor.

Dayanışma ağlarıyla, hayatta kalmak için sadakaya ihtiyaç duymak zorunda kalanlara, ona verilenlerin yardım değil hakkı olduğunu gösterebilmeli. Ev ev, mahalle mahalle kendisini bir başına ve kimsesiz hissedenlere ulaşmalı, birlikte güçlenebileceğimizi ve birleştikçe hakkımızı söke söke alacağımızı gösterebilmeliyiz. Yalnız ve kimsesiz değilsin kardeşim, ben varım, diyebildikçe olacak. Benlerin biz olduğu ağlarla olacak. Haklı öfkeyi doğru hedefe yöneltmenin yolu, önce arkadaş olmaktan geçiyor.

Nazım Hikmet, umutsuz Memedlerin bir araya geldiklerinde öfkelerini doğru hedefe yönelttiklerinde ne olduğunu da anlatır.

  • Öfkeyle hayır diyen bir el, bir anda binlerce ele çoğalır destanda.

AKP ile nasıl mücadele edilmez?

AKP ile nasıl mücadele edilmez?

Şiddet, sadece maruz kalanın ruhunu örselemez. Şiddete tanık olanlarda yarattığı korku daha yıkıcıdır. Şiddetin bu etkisini en iyi zalimler bilir ve kullanır. Zalim, tanık olanlar, zulmettiklerinden daha çok korksunlar ve hizaya gelsinler diye şiddet uygular.

Özellikle “devlet şiddeti” nin temel amacı suçluları bulmak ve cezalandırmak değil, toplumun tümünü her an suçlu bulunabilirim endişesine sürüklemektir. Sistematik devlet şiddetiyle güvenlik ve adalet sistemi bütünleştiğinde, sıradan insan, korku bataklığında soluk alamaz hale gelir. Her an tutuklanabileceği, işkence görebileceği ve sesini duyuramayacağı bir “denetim ve gözaltı” dünyasında içe kapanır, edilginleşir ve “korunmak için zalime benzemeye başlar”!

Ömer Uğur’un, Eve Dönüş filmi bu süreci olağanüstü doğrulukta yansıtır. Apolitik, okey oynayıp arkadaşlarıyla geyik yapmaktan başka bir özelliği olmayan bir işçiden (Mehmet Ali Alabora, mükemmel oynar) kurtulmak isteyen ev sahibi, onu ihbar eder. Günlerce ağır işkence görür. Bırakıldığında eski arkadaşlarının hepsi ondan uzaklaşırlar. Artık “mimlidir”. Arkadaşlarının uzaklaşması onun suçlu olduğuna inanmalarından değildir; bir kere suçlanmış olanın yanında görülüp kendilerini riske atmaktan korkmalarındandır.

Türkiye insanına değil, insana özgü bir ruhsal dinamiktir. Bir kadın tecavüze maruz kaldığında da aynı süreç işler. Saldırgan alçaktan çok kadın suçlanır. Oraya gitmeseydi, öyle giyinmeseydi, öyle gülmeseydi vs vs. Tecavüz öyle korkutucudur ki, ondan korunmanın en kolay yolu saldırganın dokunmayacağı biri gibi olmak, dahası saldırganın tarafındaymış gibi yapmaktır. Hele de zaten kendisini güçsüz, çaresiz, yalnız hisseden için, saldırgandan yana olmak koruyucudur.

Şiddet siyaseti güden otoriter yönetimler altında yaşayan sıradan insanın edilgen boyun eğişi aynı süreçle ilişkilidir. Zalim açık fiziksel şiddet ile yapısal şiddeti bir arada yürütür.

  • Açık fiziksel şiddet gözaltı, tutuklama ve işkencedir.
  • Yapısal şiddet ise eşitsizlik, işsizlik, eğitimsizlik, güvencesizlik, işten atılma, sağlığa erişememedir.

Yapısal şiddet koşullarında her an fiziksel şiddete maruz kalabilirim korkusu yaşayan, her gün çevresinde fiziksel şiddete maruz kalan benzerlerine tanık olan insanlar, varkalabilmek için zalimden yanaymış gibi görünmekten başka yol bulamazlar.

Onlara başka bir yolun mümkün olduğunu göstermeye politik eylem diyoruz.

Ama, zalimin zulmü politik karşıtlarını da yetersizlik, çaresizlik çukuruna düşürürse ya da bizatihi yetersizlerse, onlar da zalimin postuna bürünürler. Sanki zalimle elbirliği yaparmışcasına, ona boyun eğenlere öfke kusmaya başlarlar.

Nasıl oluyor da hala onu destekliyorsunuz, nasıl oluyor da hala ona oy veriyorsunuz, nasıl oluyor da hala ona inanabiliyorsunuz, nasıl oluyor da isyan etmiyorsunuzla başlayıp, siz o zaman müstehaksınız, demek siz de onun gibi yalancı, ahlaksızsınızla devam eden aşağılayıcı bir dile sığınıp, kendi korkularını ve yetersizliklerini inkar etmeye çalışırlar.

Erdoğan zulmünün (ve yapısal neo-liberalizmin) en büyük becerilerinden biri politik karşıtlarını kendisine benzetebilmesi. Hepimiz (!) kendi başarısızlıklarımızın, hatalarımızın sorumluluğunu karşı tarafa kolayca yıkmayı öğrendik. Onunla özdeşleştik. Yapamadım demektense senin yüzünden yapamadım demenin, kandım demektense kandırdın beni demenin, sana kötülük yaptım demektense senin yüzünden sana kötü davrandım demenin koruyuculuğuna sığınıyoruz.

Politik eylemden sorumlu olanların politika yapmaktan anladıkları ise ya Erdoğan’a boyun eğenleri suçlamak ya da Erdoğan yöntemlerini kullanmak; içinde bulundukları yapılarda Erdoğan gibi bir güce ve yönetme tarzına sahip olmak.

Erdoğan da bir fani, elbet bir gün hak tecelli edecek ama zulüm altındaki toplumu Erdoğan gibi olarak kurtarmak mümkün değil.

Aksi halde herkesin hemfikir olduğu en aşağılarda biriken çaresizlik ve öfke Erdoğan’a değil onun karşıtıymış gibi yapanlara yönelir. AKP-MHP örgütünün “halk” tarafından alaşağı edileceğini umanlara hatırlatmak istedim. Kurtarmaya çalışıyoruz, akıllarını başlarına getirmeye çalışıyoruz dedikleri insanların öfkesi can havliyle Erdoğan’a değil onlara yönelebilir.

Çok basit bir güncel örnek bu sürecin kanıtı. Devlet, Covid- 19 salgınında üzerine düşeni yapmıyor ve vatandaşını suçluyor ama vatandaş öfkesini devlete değil sağlık çalışanlarına yöneltiyor. TTB, TMMOB, Eğitim-Sen’e yönelik iktidarın saldırısına ve bu örgütlerin içinden yönetimlere yönelik saldırılara bakın, aynı dinamiği göreceksiniz.