Etiket arşivi: Sadi Irmak : Milli Mücadelede Atatürk’ün Çevresi /Atatürk’ten Anılar

TBMM ve Mustafa Kemal

Dostlar,

Değerli hocamız Sn. Prof. Dr. D.Ali ERCAN,
“TBMM ve Mustafa Kemal” başlıklı bir yazı paylaşıyor..
Bu metni, bir tıp hocası olan, Türkiye’nin 1945’te ilk Çalışma Bakanı
ve Başbakanlık da yapmış olan (38. kabine; Kasım 1974 – Mart 1975)
Ord. Prof. Dr. M. Sadi Irmak‘tan aktarıyor..
(Kaynak : Sadi Irmak’ın Milli Mücadelede Atatürk’ün Çevresi /Atatürk’ten Anılar  eserinden alıntılar)

Gündemimiz öylesine yabanıl (vahşi) biçimde yapay olarak, istendik biçimde
işgal ediliyor ki; gerçekten gereksinimimiz olan konuları konuşup – yazamıyoruz..

Bu kısır döngüyü kıralım ve Sn. Ercan’ın aktarımını aşağıda paylaşalım..

Sevgi ve saygı ile.
17.01.2015, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

================================================

TBMM ve Mustafa Kemal

Ord. Prof. Dr. M. Sadi Irmak

Ben kimim?

İstanbul Üniversitesi’nde öğrenci olduğum sıralar, okul duvarında bir ilan gördüm: “Avrupa’ya talebe yollanacaktır.”
Ülke yıkık dökük, her yer virane, Lozan yeni imzalanmış, bu durumda Avrupa’ya talebe göndermek… Lüks gibi gelen bir şey…Ama bir şansımı denemek istedim. 150 kişi  içinden
11 kişi seçilmişiz. Benim ismimin yanına Atatürk, “Berlin Üniversitesi’ne gitsin” diye yazmış. Vakit geldi, Sirkeci Garı’ndayım; ama kafam çok karışık. Gitsem mi, kalsam mı? Beni orada unuturlar mı? Para yollarlar mı? Tam gitmemeye karar verdiğim,
geri döndüğüm sırada bir posta müvezzi ismimi çağırdı.

‘Mahmut Sadi! Mahmut Sadi! Bir telgrafın var.’
Telgrafı açtım, aynen şunlar yazıyordu:

  • Sizleri birer kıvılcım olarak yolluyorum; alevler olarak
    geri dönmelisiniz. (İmza) Mustafa Kemal

Okuyunca düşündüklerimden olağanüstü utandım. ‘Şimdi istersen gitme, git de çalışma ve dön de bu ülke için canını verme, olacak şey mi? ’ dedim kendi kendime…
Düşünün 1923’te o kadar kişinin arasında 11 öğrencinin nerde, ne zaman, ne hissettiğini sezebilen, ona göre telgraf çeken bir liderin önderliğinde bu Ülke için can verilmez mi?”

Çok başarılı oldum. Ülkeme alev olarak döndüm. Önce İstanbul Üniversitesi
Genel ve Beşeri Fizyoloji Enstitüsü’nü kurdum. Kürsü başkanı oldum.
Daha sonra ülkemin Başbakanlığını yaptım. Ben kim miyim?

Ben sadece iki satırlık bir telgrafın yarattığı bilim adamı Ord. Prof. Dr. Sadi Irmak’ım…

***

“Bu inceleme, tarih yazmak ve tarih ölçüsünde hükümler ortaya koymak iddiasını taşımamaktadır. Ancak, ileride bu cidden büyük ve çağ açıcı dönemin objektif tarihinin yazılmasında yararlı olabilecek belge, yaşantı ve izlenimlerini, o dönemi yaşamış,
başlıca otoritelerini tanımış ve bazılarıyla siyasî hayatta işbirliğinde bulunmuş bir gözlemcinin, o dönem belgelerinden, başta Meclis açık ve gizli oturumların tutanakları
ve kişisel izlenimlerimden edindiğim görüşleri kapsamaktadır.

Son derece ilginç ve memleketimiz için olduğu kadar, insanlığın kaderinde çığır açmış olan
o dönemi yansıtabilmek için şu konuları incelemek gerekir:

A- Türk milletini bir Millî Mücadeleye girişmek zorunluluğuna götürmüş olan sebepler;
B- Atatürk’ü bu Millî Mücadelenin önderliğine yüceltmiş olan faktörler;
C- Birinci Meclisin kurulmasına kadar geçen olaylar;
D- Birinci Meclisin yapısı, hüviyeti, Önderle işbirliği, yarattığı başlıca eserler;
E- O dönemde Yurdun ve Dünyanın durumu ve koşullan;
F- O dönemin başlıca şahsiyetlerinin kimlikleri (tabiatıyla Atatürk’ün yakın çevre şahsiyetlerine öncelik tanınmıştır).

İddiasız da olsa, böyle bir incelemenin o dönemi yaşamış birisi tarafından yazılmasının başlıca güçlüğü, kişisel görüşlerden mümkün olduğu kadar uzaklaşarak objektif kalabilmektir. Buna çok gayret ettiğimi söyleyebilirim. Bu zorluğa rağmen incelemeyi bir görev yükümlülüğü ile ortaya koymak gereğini duydum. Çünkü o dönemi yaşamış olanlar
gün geçtikçe azalmaktadır. Bu nedenle anıların ve gözlemlerin gelecek kuşaklara iletilmesi, görev olarak ortaya çıkmaktadır.

ATATÜRK Millet egemenliğini 1907’de tasarladı

Goethe der ki;

“En mutlu insan, ömrünün başıyla sonunu düz bir çizgide birleştirebilendir.”

Bu deyime, dünya tarihinin yaratıcı simalarından Atatürk en lâyık olandır.
1923’te gerçekleştirdiği kayıtsız şartsız bağımsız, ilerici millet egemenliği gerçeğini
1907’de aynıyla tasarlamış olduğunu şu belgeden açıklıkla anlıyoruz :

O tarihte Selanik’te tanıdığı bir Türkolog olan İrene Melikof’a şunları söylemiştir :

“- Gün gelecek şimdi hepinizin hayal sandığınız reformları ben gerçekleştireceğim.
– Mensup olduğum millet bana inanacaktır.
– Sultanlık kaldırılmalıdır, devletin yapısı mütecanis (bağdaşık) bir temele dayandırılmalıdır.
Din ile devlet birbirinden ayrılmalıdır.
– Doğu medeniyetinden ayrılıp Batı medeniyetine yönelmek zorundayız.
– Erkekle kadın arasındaki farkı kaldırmalıyız.
– Böylece yeni bir toplum düzeni kurmalıyız.
– Batı uygarlığına girmemizi zorlaştıran yazıyı kaldırmalıyız.
– Latin alfabesi kabul etmeliyiz.
– Kıyafetimize kadar her noktada Batıya yönelmeliyiz.
-Emin olunuz ki bir gün bütün bu hedeflere ulaşacağız.”

Bu tarihten tam bir yıl önce de Mustafa Kemal Paşa, sınıf arkadaşı Ali Fuat Cebesoy’a
ilerde Misâk-ı Millî’de gerçekleştireceği vatan haritasının sınırlarını çizmişti.

Mustafa Kemal Paşa, 1919’da da Erzurum Kongresi günlerinde Mazhar Müfit’e
Türkiye’nin bir Cumhuriyet olacağını “millî sır” olarak tevdi etmişti.

Bütün bunlar gösteriyordu ki Mustafa Kemal Paşa, ömrünün başıyla sonunu hiçbir zik-zak’a yer vermeden düz bir çizgide birleştirmiştir. Bu olağanüstü görünüş mutlu bir rastlantı mıdır, yoksa yılmaz bir azmin, görülmemiş bir inanç ve gayretin sistemli bir ürünü müdür?
Şüphe yok ki, bu ikincisidir. Şimdi bu muazzam eseri yaratmış olan insanın başarısını sağlayan zihnî ve ruhî faktörlere bir göz atalım:

1- Mustafa Kemal, bir meşruiyetçidir. O’na göre meşruiyetin temeli, millet iradesidir.
Bu iradeye dayanmayan her girişim, meşruiyet dışıdır. Onun için gençlik çağından başlayarak daima millî iradeye dayanmayı temel hedef olarak almış ve bu iradeyi yansıtmayan her girişimin karşısında yer almıştır. Millî iradeden çok uzaklaşmış olan padişahlık rejimine bu sebepten karşı çıkmış, yine aynı sebeple, platonik de olsa,
büyük ve tehlikeli bir maceraya girişen Enver Paşa rejiminin ve İttihat ve Terakki’nin karşısında yer almaktadır.

1919’da Anadolu’ya geçtiği zaman arkasında Çanakkale zaferi vardı ve milletimizin hemen tek ümidiyle Anadolu, kayıtsız şartsız O’na bağlanmaya hazırdı ve başlıca askerî güçlerin başında bulunan Karabekir ve Cebesoy paşalar da O’nun emrine girmeye hazırdılar.
Fakat O, bu yolu tercih etmedi. Milletimizin bir bölümünü de olsa temsil eden Erzurum Kongresi’ne katıldı ve bu kongreden sonra kurulmuş olan Temsil Heyeti‘nin başına geçti.
Bu, mevzii de olsa, millî iradeye bir dayanıştı. Daha sonra Sivas Kongresi’nin kurduğu Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti temsil heyetinin başkanı seçildi.
Bu artık, bütün memlekete şamil bir millet iradesinin temsili demektir. Ve nihayet o günün
en elverişsiz koşulları altında bir Millet Meclisi’nin kurulmasını sağladı. Artık, O, Meclisin başkanı olarak, milletin iradesini temsil yetkisini kazandı. Böylece bütün ömrünce meşruiyet ilkesine bağlılığını gösterdi.

2- Mustafa Kemal Paşa’ya göre özgürlüğün de, eşitliğin de, insan haysiyetinin de temel şartı, millî bağımsızlıktı. Yine Mustafa Kemal Paşa’ya göre bu bağımsızlık “kayıtsız ve şartsız” olmalı yani, sadece belli hudutlar içinde bir siyasî bağımsızlık değil, aynı zamanda
adlî, askeri, malî, ekonomik ve kültürel, yani istiklâl-i tam (tam bağımsızlık) olmalıydı.
Yönettiği millî mücadelenin asıl hedefi buydu.

3- Mustafa Kemal, büyük bir (rasyonel plancı) zamanlama üstadıdır. Hangi hareketi ne zaman ve hangi koşullar altında gerçekleştirdiğini, dört başı mamur bir hesaba dayandırırdı. O, şartların gerçekleşeceği günü ve atmosferi beklemekte görülmemiş bir sabıra sahipti. Bunun sadece bir iki örneğini verelim:

Sivas Kongresi’ne gelen ilk temsilciler arasında bir de, tıbbiyeyi temsil için geldiğini söyleyen genç bir tıbbiyeli vardı. Adı Hikmet’ti. Bu genç, müzakereler esnasında İstanbul’daki padişah ve halifenin hıyanet içinde olduğunu söylemişti. Mustafa Kemal, o zaman bu gencin hareketinden memnun olmadı. Çünkü o, gerçi sultanlığı ve halifeliği kaldırmaya daha 1907’de karar vermişti ama Sivas Kongresi günleri bu işin günleri değildi. Çünkü o günlerde henüz padişah ve halifenin memleket birliğini koruyabilecek tek merci olduğuna inanılıyordu. En yakın arkadaşlarından bir kısmı da bu inançtaydı. Eğer kendisi
o gün tıbbiyeli gencin dediğine katılsaydı millî birliğin zorunlu olduğu o koşullarda zararlı hatta tehlikeli olabilirdi.

Benzeri bir durumla I. Mecliste de karşılaşıldı. Söz alan bazı milletvekilleri padişahlık ve halifelik sorununu ortaya attıkça başkanlık mevkiinde olan Mustafa Kemal, bu sorun üzerinde fazla durulmamasını istemiş ve sağlamıştır. Böylece büyük bir zamanlama ustası olduğunu göstermiştir. Aynı ustalığı eğitim ve öğretimin birleştirilmesi ve medenî kanun devrimlerinde de görmekteyiz. Medreseyle okulu karşı karşıya getirmeye zamanı gelinceye kadar
imkân vermemiştir. Toplumu yeniliklere hazırladı

4- Zamanlama üstadı Mustafa Kemal, kendi hayatında, kayıtsız şartsız millî egemenliği sağlamak için gerekli atılımları yapabileceği bir ortam yaratma hususunda öğretmenliğini göstermiştir. Evet, kendisinin de bir vesileyle ifade etmiş olduğu gibi Mustafa Kemal Paşa bir halk öğretmenidir. Milletimizin asırlarca içinde alıştığı ve zamanla soysuzlaşan müesseseleri yıkıp yeni, ilerici ve çağdaş müesseseleri kurmak hususunda toplumumuzun hazırlanması gerekiyordu. Mustafa Kemal, bu hazırlığı, bu yetiştirmeyi ideal bir öğretmen olarak gerçekleştirmiştir. Mustafa Kemal’in eserlerini ve I. Meclisle olan ilişkilerini
gereği gibi anlayabilmek için O’nun zihin ve ruh yapısını göz önünde tutmak lâzımdır.

Mustafa Kemal Paşa, hele Millî Mücadele önderliğini -âdeta tabiî ve mukadder bir şekilde- üstlendiği gün, tam anlamıyla bir “yalnız adam”dı. Yüklendiği görev -sahip olduğu olanaklarla kıyaslanınca- bir maceraya hem de maceraların en cüretlisine çok benzer. Üstlendiği savaş, adeta matematiğe, olmazlara karşı bir savaştı. Gerçi tecrübeli ve fedakâr bir milletin evladıydı ve O, bu milleti çok iyi tanıyordu, ama bütün hesaplar ve olasılıklar
O’nun aleyhindeydi. Bir cihan harbinden yeni çıkmış bir milletin taze yaraları hâlâ kanamakta; maddî her şeyini kaybetmiş, silâhları elinden alınmış, üstelik milyarlarca harp tazminatı ödemeye mahkûm edilmiş, toprakları paylaşılmış. Aldatılmış, ümitleri gasp edilmiş bir toplum, yalnız ve terk edilmiş. Zalim ellerden yaşama şansını bağımsızlığını insan üstü bir güçle söküp almaya mahkûm edildiği, düşmanların tarihin görmediği bir zaferin sahibi.

Bütün olanaklar onların elinde! Bu tablonun karşısındaki adam;  üstelik en güvendiği
silah arkadaşlarının dahi şüpheciliğine maruz. Daha yüzbaşılık döneminden beri
“ihtiraslı adam” damgasını taşımakta! İşte böylece O, bir yalnız adamdır. Bu yalnız adam, tarihin akışını değiştirmek gibi bir görevi yüklenmiştir. Her yalnız adam gibi, sürekli bir gurbet içindedir. Ne var ki matematiğe karşı gibi görünen bu adamın bir matematiği vardır: Milletini tanımaktadır ve inanmaktadır ki “Bir millet topyekûn bağımsız yaşamaya
karar verirse O’nun bu iradesini yenmeye dünyanın bütün maddî güçleri yetemez.”

İşte bu gizli matematik yalnız Türkiye’nin değil, O’nun örneğine uyan, daha nice
“Mazlum milletlere” örnek olacak, kurtuluşuna yol açacaktır.

Dünyada emperyalizme karşı savaş açmış ilk millet olan Türk milletini, bütün ümitsiz koşullara rağmen Millî Mücadeleyi açmak zorunda bırakmış olan olay, I. Cihan Harbi’ni kaybetmiş olanlar arasında bulunmamız ve bu yüzden memleketin her şeyinin, bağımsızlığının, hatta varlığının tehlikeye girmiş olmasıdır. Böyle bir yenilgiyle sonuçlanmış olan I. Cihan Harbi’ne niçin girmiştik? Buna bir tek cevap verilebilir; Emperyalizmin yaygın saldırıları karşısında “tek başımıza ayakta duramamak” endişesindeydik. Dönemin Sadrazamı olan Sait Halim Paşa ve O’nun ardından gelen Talât Paşa bu kanaatlarını açıkça ifade etmişlerdir. Memleket, Balkan Harbi’nden yeni çıkmış, bir meşrutiyet inkılâbı geçirmiş ve
iyi niyetli fakat ütopik hayaller peşinde olan tecrübesiz ve kendi içinde bölünmüş
İttihat ve Terakki
nin yönetimine girmişti. Memleket içinde türlü yetersizlikler yanında imparatorluğumuza şeklen bağlı olan ve farklı kültürlere mensup olan toplumlar,
Devletimiz aleyhine gizli gizli çalışıyordu Bir yandan da memleketin sorunlarını çözmekte acze düşen yöneticiler, ütopyalar peşindeydiler.

Bir yanda “Dünyadaki yüz milyon Türkü birleştirerek büyük bir devlet kurmak” hayali,
(AS: Pan-Türkizm) öte yanda  İslâm dayanışmasına (?) güvenerek “Üç yüz milyon Müslüman’ı Türkiye’nin önderliği altında birleştirmek” sevdası (AS: Pan-İslamizm). Ufuklar simsiyah kararmıştı. Bir yanda Fransa, İngiltere ve Rusya’nın kurdukları büyük blok; bunun karşısında Almanya’nın önderi olduğu “merkezî devletler” bloku… Yalnız yaşayamamak endişesini taşıyan Osmanlı İmparatorluğu, bu cephelerden birine katılma zorunluğunu duyuyordu. Fransa, Suriye ve Arabistan’ı; İngiltere, Musul ve Bağdat’ı; Rusya, Doğudaki illerimizi ele geçirmek peşindeydiler. Böyle bir dönemde
Alman diplomasisi daha becerikli ve daha etken davranıyor, nerdeyse bizi bağrına basacak izlenimini uyandırıyordu. Aslında yalnız kalmamak korkusunu taşıyan Osmanlı İmparatorluğu, daha maharetli davranan Alman blokuyla kader birliği etmeyi
şerlerin
ehveni saymıştı.

Ne çare ki bu şer de ehven değildi. Almanya da aslında genişlemek, yayılmak peşindeydi. Bunun ilk etabı olarak “Berlin-Bağdad mihveri”ni oluşturmayı plânlamıştı. Fakat başarılı olduğu takdirde plân bununla yetinmeyecekti. Bağdat, Almanlar için bir sıçrama tahtası olacaktı ve İngiliz emperyalizmiyle yarışma, Hindistan üzerinde olacaktı. Osmanlı İmparatorluğu’nun kendisine platonik gibi görünmüş olan Alman blokuna yaklaşmasının
bir sebebi de politik ve coğrafî kaderde bir ortaklığın mevcut olmasaydı. Biz asırlardan beri Doğudaki büyük tehdidin baskısı altındaydık. Zamanla genişleyen Rusya, Avrupa’yı ve
bu meyanda Almanya’yı tehdit etmeye başlamıştı.

Osmanlı İmparatorluğu’nun kararında pek göze görünmeyen, fakat nihaî bir rol oynamış olan önemli bir faktör daha vardı: Başta Enver Paşa olduğu halde, İttihat ve Terakki’nin
ileri gelenleri Almanya’nın yenilmezliğine inanmışlardı.

Hürriyet inkılâbı(A: 1908’de 2. Meştutiyrt’in ilanı) başarmış olan Türk Ordusu,
o dönemde siyaset çukuruna saplanmış bulunuyordu. Subaylar askerî görevlerinden ziyade, siyasî partilerde hâkim yerler elde etmeye koyulmuşlardı. Bunların başında gelen Enver Paşa, Harbiye Nazırlığını yani fiilen ordumuzun başkomutanlığını ele geçirmişti. Siyasî nüfuzunu artırmak ve “Âlem-i İslam” ütopyasında nüfuz kazanmak için bir de halife ve padişah damatlığını elde etmiştir. Böylece fiilen bütün iktidarı elinde toplamıştı. O kadar ki,
bir emri-vaki halinde memleketi Cihan Harbine sokarken ne hükümete ne de
İttihat ve Terakki genel merkezine haber vermek gereğini duymuştu.

Bütün bu durumları uzaktan gören ve memleketin içine düşmekte olduğu uçurumu anlayan
bir kişi vardı: Sofya elçiliğimiz Askerî Ataşesi Yarbay Mustafa Kemal. Mustafa Kemal,
başlıca ordular gibi Alman ordusunu da yakından biliyor ve bu ordunun yenilmezliğine inanmıyordu. Üstelik Fransa ve İngiltere’nin sahip oldukları maddî potansiyeli de çok yakından biliyordu. Onun hesaplarına göre harp Türkiye için daha o günden kaybedilmiş bulunuyordu. Sonraki olaylar gösteriyor ki, Mustafa Kemal kaybedileceğine inandığı
bu harpten sonra memleketin kaderi üzerinde düşünmeye ve hazırlanmaya,
o günlerde başlamıştır… (devamı var)

(Kaynak : Sadi Irmak’ın Milli Mücadelede Atatürk’ün Çevresi /Atatürk’ten Anılar  eserinden alıntılar)
========================