Etiket arşivi: küçük Amerika

Cezaevinin anlamı

Örsan K. ÖymenÖrsan K. Öymen
07 Kasım 2022, Cumhuriyet

Düzeni bozuk ülkelerde, cezaevinde daha fazla mahkûm olur. Çünkü bir ülkenin düzeni bozuksa o ülkede daha fazla insan suç işlemeye yönelir. Bu durum, düzeni bozuk ülkede, herkesin suç işleyeceği veya düzenin bozuk olduğunun tek göstergesinin, cezaevlerindeki mahkûm sayısı ve oranı olduğu anlamına gelmez. Ancak düzeni bozuk ülkelerde, suç oranlarının da ona paralel olarak daha yüksek olduğu bir gerçektir.

  • Bir ülkenin cezaevlerinde çok sayıda vatandaşın bulunması, övünülecek değil, utanılacak bir durumdur.

Amerika Birleşik Devletleri, dünyada hem mahkûm sayısı hem de nüfusa oranla mahkûm oranı en fazla ülkedir. ABD cezaevlerinde yaklaşık 2 milyon insan bulunmaktadır. ABD birçok alanda gelişmiş bir ülke olmasına rağmen (karşın), ekonomik ve sosyal adalet açısından, Avrupa Birliği ülkelerinin gerisinde olmasına da bağlı olarak, suç oranı konusunda dünya rekorunu elinde tutmaktadır.

Cezaevindeki mahkûm sayısı açısından ABD’yi, yaklaşık 1 milyon 600 bin kişi ile Çin izlemektedir. Ancak Çin’in nüfusunun 1.4 milyar olduğu, ABD’nin nüfusunun 335 milyon olduğu dikkate alınacak olursa, Çin’de nüfusa oranla cezaevinde bulunanların oranı, ABD’ye göre düşüktür.

ABD ve Çin’den sonra, dünyada cezaevinde en fazla sayıda mahkûma sahip olan ülkeler sırasıyla Brezilya, Hindistan, Rusya, Tayland, Türkiye, Endonezya, Meksika ve İran’dır. Bu ülkelerin içinde, yine nüfusa oranlandığında Hindistan’ın oranı diğer ülkelere göre daha düşüktür.
***

  • Türkiye’de yaklaşık 310 bin kişi, cezaevlerinde mahkûm veya tutuklu olarak bulunmaktadır.

Türkiye, dünyadaki 195 ülke içinde, cezaevlerinde en fazla kişi bulunduran 7. ülkedir!

Türkiye Avrupa’daki 45 ülke içinde, Rusya’dan sonra, cezaevlerinde en fazla kişiyi bulunduran 2. ülkedir!

Dünya rekorunu elinde bulunduran ABD nüfusunun % 0.6’sı cezaevindedir, Türkiye nüfusunun %0.36’sı cezaevindedir! Türkiye’yi küçük Amerika yapma projesi istikrarlı bir biçimde devam etmektedir!

Tabii ki ABD’ye göre, Türkiye’de suçsuz olduğu halde cezaevlerinde bulunan insanların oranı daha fazla olduğu için, Türkiye’nin “küçük Amerika” olmak için daha fazla çaba göstermesi gerektiği de söylenebilir!
***
Cezaevleri, intikam alma merkezleri değildir.

Cezaevleri, suç işleyerek topluma zarar veren vatandaşların, belli bir süre için toplumdan yalıtılmaları ve o süre içinde topluma yeniden kazandırılmaları için kurulan yerleşkelerdir. Demokratik bir hukuk devletinde olması gereken budur. Ancak dünyanın birçok ülkesinde olduğu gibi, Türkiye’deki fiili durum bu değildir.

Örneğin, Türkiye’deki cezaevi koşulları, Avrupa Birliği ülkelerinin çok gerisindedir. Türkiye, cezaevlerindeki fiziksel işkence uygulamasının sonlandırılması konusunda önemli bir aşama kaydetmiş olsa da psikolojik işkence konusunda yeterli bir gelişme sağlayamamıştır. Cezaevlerinden mahkûmların yolladıkları mektuplar, mahkûmların yakınlarına ve avukatlarına aktardıkları dikkate alınacak olursa, Türkiye’nin bu konuda hâlâ çok şey yapması gerektiği açıktır.

Mahkûmların, dar hücrelerde tecrit edilmeleri; yakınlarıyla görüşmelerinin ve açık görüş olanaklarının, dış mekânda hava almalarının ve gökyüzüyle temas kurmalarının, gazete, dergi, kitap ve televizyon gibi olanaklara ulaşmalarının sınırlandırılması; kış aylarında soğuk havalarda ısınma sistemlerinin zaman zaman çalıştırılmaması; bakım, temizlik ve beslenme koşullarının zayıf olması; mahkûmların topluma yeniden kazandırılmaları amacıyla eğitilmelerine yönelik nitelikli çalışmaların yok denecek kadar az olması, Türkiye’deki cezaevlerinin başlıca sorunları arasında yer almaktadır.

Türkiye’de, bu koşulların düzeltilmesi için ölüm orucuna giren ve ölüm orucu sonucunda ölen onlarca vatandaş bulunmaktadır. Bir insan, cezaevi koşullarının düzeltilmesi için ölümü göze aldıysa, hükümetlerin bunun üzerine ciddi bir biçimde düşünüp sorunu çözmesi gerekir.

Cezaevlerinin ölüm, eziyet ve intikam merkezleri olmaktan çıkıp vatandaşları yeniden kazanma araçlarına dönüşmesi, uygarlık yolunda atılacak çok önemli bir adım olacaktır.

ULUSAL TASARRUF – BİREYSEL TASARRUF İLİŞKİ VE ÇELİŞKİSİ : TASARRUFLARIMIZI NEREYE YÖNLENDİRECEĞİZ??

portresiLütfü Kırayoğlu
Elektrik Müh. (İTÜ)
ADD Gn. Bşk. Başdanışmanı

ULUSAL TASARRUF – BİREYSEL TASARRUF İLİŞKİ VE ÇELİŞKİSİ :
TASARRUFLARIMIZI NEREYE YÖNLENDİRECEĞİZ??

Hiç fark etmedik ama, 40-45 gün önce Tutum (Tasarruf) ve Yerli Malı Haftasını sessiz sedasız geçiştirdik. Hemen belirteyim haftanın adında Türkçe “tutum” sözcüğü olmasına karşın, “tutum” sözcüğü tekstilden politikaya başka alanlarda da kullanıldığı için bu yazıda konunun daha iyi anlaşılabilmesi için “tasarruf” sözcüğünü kullanacağız. Yine en baştan söyleyelim ki, ulusal tasarruf ile bireysel tasarruf arasında çelişki yerine güçlü bir ilişki olması gerekirken, son 40 yıldır ülkemizde bu iki kavram arasında çelişkinin ötesinde bir çatışma yaratılmıştır.

Karadeniz adlı vapurun TBMM kararı ile Haliç Tersanesinde bir sergi gemisi olarak düzenlenmesi sonrasında, 12 Haziran 1926’da İstanbul’dan yola çıkarak, içindeki yerli mallar ile 12 ülkenin 16 limanını ziyaret rotası, yalnızca bir ihracat hamlesi (AS: dışsatım atılımı) değil, Türk halkı için de bir ekonomik rota idi.

Tasarruf ve Yerli Malı Haftası kavramı ilk kez 12 Aralık 1929’da Türkiye Ekonomi Kurumu tarafından benimsenmiş ve 12-18 Aralık 1930’dan başlayarak her yıl etkinliklerle kutlanması kararlaştırılmıştır. 1934’ten başlayarak adı Milli Ekonomi ve Yerli Mallar Haftası olmuş, 1946’da adı Yerli Malı Haftası olmuş, 1950’de Ekonomi ve Yerli Malı Haftası olarak kutlanmaya başlamış ve sonunda 1983’te Tutum, Yatırım ve Yerli Malı Haftası olmuştur. Dünyada da 1924’ten başlayarak pek çok ülkede 31 Ekim günü Dünya Tasarruf Günü olarak kutlanmaktadır. Pek çok ülkede Yerli Malı günü ve kampanyaları düzenlenmektedir.

Ne acıdır ki bu haftanın adının son olarak değiştiği 1983 yılı, aynı zamanda Türk Parasının Değerini Koruma Yasasının kuşa çevrilip neredeyse kaldırıldığı, özelleştirme saldırısı ile ulusal sanayinin yok edilmesi ya da yabancılara tesliminin ideolojik tabanının oluşturulduğu, dışalımın (ithalatın) serbest bırakılarak ottan çöpten dışalım malların vitrinleri doldurmaya başladığı tarih olmuştur. Bu yıllarda bir yılbaşı öncesi yaptığım İstanbul gezimde, Sirkeci’de tam da Emniyet Müdürlüğü binasının sırtında, ana cadde üzerinde, tümü dışalım (ithal) mallar satan bir mağazanın vitrininde “sürpriz kutusu” adı altında içinde plastikten yapılma bir “insan b.ku” satılıyordu! Bu nesnenin üzerine de canlıymış gibi duran parlak yeşil “b.k sineği” kondurulmuştu. Bu “sürpriz kutusu” ülkemiz için gerçekten bir utanç tablosuydu.

12 Eylül 1980 darbesinin ideolojik ve ekonomik nedenini oluşturan 24 Ocak 1980 kararları, büyük bir faşist baskı ortamında hükmünü yürütmüş ve 1980 sonrasında ortada ne tasarruf ne de yerli malı kalmıştır. Ulusal tasarruf kavramı ile bireysel tasarruf kavramının çelişkisi ve giderek çatışmaya başlaması da bu tarihten sonra olmuştur.

TASARRUF KÜLTÜRÜNÜN ULUSTA YARATILMASI

1. Dünya Paylaşım Savaşı ve Ulusal Kurtuluş Savaşı ardından yanmış – yıkılmış bir ülkenin ayağa kaldırılması için ulusal seferberlik ilan edilmiş, yenilgiyi kabullenemeyen emperyalist ülkelerin ekonomik kuşatması sürerken, patlayan 2. Dünya Paylaşım Savaşı ülkede yeni bir yokluk dönemi başlatmıştı. Ekmeğin ve pek çok zorunlu tüketim maddesinin karneye bağlanması iktidarın keyfinden değil zorunluluktandı. Yokluk yılları, tasarruf edilen her şeyin ne denli değerli olduğunu kanıtladı. Pek çok şey yoktu. Ama yine de var olanlardan tasarruf etmek gerekiyordu. “Sakla samanı gelir zamanı” atasözü ilkokulda ilk öğrendiğimiz önemli atasözlerinden biriydi. Tasarruf ve Yerli Malı Haftası ilkokul çocuklarının sınıflara elma armut, fındık, kuru üzüm getirdiği şenlikli günlerdi. Ancak minik beyinlere bir şeyler aşılanıyordu. Tasarruf… Her alanda tasarruf…

Marka ayakkabılarımız yoktu. Kışın en soğuk ve karlı günlerinde Gızlaved marka siyah lastik çizme bulabilenler şanslı çocuklardı. Bayram harçlıklarımız çok küçük miktarlardı. Bize verilen 5 kuruş harçlığı mahalle bakkalında bozdurur, karşılığında çengele geçirilmiş ortası delik iki tane “100 para”, yani “2,5 kuruş!” alırdık. Ortası delik “40 para”lar, yani “bir kuruş”lar bile değerliydi. Bu paraları da harcamaya kıyamaz kumbaralara atardık. Kumbarası olmayan, kapağına delik açılmış kavanoz ya da konserve kutusuna atardı. Eliptik silindir biçiminde kumbaraların yanında kimi bankalar, minik heykelcik biçiminde kumbaralar dağıtırdı. Kumbara dolunca babamızla birlikte heyecanla bankaya gider içinden çıkan bozuk paraları kendi adımıza açılmış hesaplarda biriktirirdik.

MİLLİ (Ulusal) BANKACILIK

Osmanlı Bankası dışında ülkede yabancı banka yoktu. Küçük tasarruflar uılusal bankalarda toplanıp ekonomiye katılırdı. Bu bankalar sektörel olarak kurulmuş yardım sandıkları biçiminde örgütlenmişti. İlk kurulan İş Bankası salt tasarrufları toplayıp kredi olarak dağıtan bir kuruluş değil, aynı zamanda sanayi kuruluşları da açan bir ulusal yapıydı. 1933’te başlatılan sanayileşme atılımını destekleyen Sanayi Maadin Bankası sonradan değişip geliştirilmiş, Sümerbank ve ardından Etibank kurulmuştu (AS: Banka adlarına dikkat, eski Anadolu uygarlıkları!) . Bu bankalar halktan topladıkları tasarrufları yeni kurulmakta olan sanayi kuruluşlarına kredi (borç) olarak aktarıyordu. Sonraki yıllarda kurulan bankalar hep bu model üzerinde gelişti. Sümerbank kendi fabrikalarını geliştirirken, Etibank madenciliğe destek oluyor, Osmanlı döneminde Mithat Paşa önderliğinde kurulan (1862) Ziraat Bankası çiftçiye destek veriyor, Emlak Kredi Bankası konut yapımına destek oluyor, Halk Bankası esnafa, konut kooperatiflerine destek oluyor, Öğretmenler Bankası öğretmene, Tütünbank tütüncüye, Milli Aydın Bankası adıyla kurulan Tarişbank incir, üzüm üreticisine destek oluyordu.

Osmanlı döneminde Adapazarı’nda kurulup gelişen Türk Ticaret Bankası tüccara destek oluyor, Çukurova bölgesinde kurulan özel banka Pamukbank pamuk üreticisini destekliyordu. Uzun sözün kısası bireysel tasarruf ile ulusal tasarruf bir uyum içindeydi. Elbette toplumda yine varsıllar (zenginler), yine yoksullar (fakirler) vardı. Ancak hepsi aynı mahallelerde oturuyor, hepsinin çocukları aynı okula gidiyor, kimse kimseye giyimiyle yaşantısıyla hava atmıyordu. Bu sistem Demokrat Parti döneminde “küçük Amerika” olma hevesi ile darbeler almaya başladı. ABD ve NATO’ya teslimiyet ülke ekonomisini sarsmaya başladı. 4 Ağustos 1958’de yapılan büyük devalüasyon ile Türk parasının değeri ABD dolarının değeri karşısında %300’den çok düşürülerek 9 TL oldu. (AS: Örtük moratoryum = ülke iflası!)

DOLAR EGEMENLİĞİ BAŞLIYOR

Artık kendi parasını ve tasarrufunu güvencede tutmak isteyenler, her türlü yola başvurarak Dolar edinmek istiyordu. Dolar yasaktı ama karaborsada işlem görmeye başladı. Çarşılarda eli çantalı Dolar satıcıları bile türemişti. Dış ticaretle uğraşanlar dışalım kotalarını kullanabilmek uğruna Ticaret ve Sanayi Odalarını ele geçirme savaşına girişti. Yine de ABD parasının yasak olması nedeniyle Türk lirası o denli hızla değer yitirmiyordu. 70 Cent’e muhtaç olduğumuz günler bile oldu. Ancak yine de paramız paraydı. Ne olduysa 24 Ocak 1980 kararlarının mimarı Turgut Özal’ın önünü açan 12 Eylül darbesi ve ardından “Özal ekonomisi” ile oldu. Önce Türk Parasının Kıymetini Koruma Yasası kuşa çevrilerek işlevsizleştirildi. Sözde “devrim” yapılmıştı. Artık cebinde ABD Doları ve döviz taşıyanlar hakkında yasal işlem yapılmayacaktı. Artık ekonomide Dolar egemenliği başlıyordu. 1980 ve 90’lı yıllardaki yüksek enflasyon döneminde büyük para sahipleri dışında çok küçük tasarruf sahipleri bile tasarruflarını korumak için ABD Dolarına koştular. Türk lirası uçurumdan aşağı yuvarlanmaya başlamıştı. O günlerde başlayan düşüş Türk parasından kaçışı öyle bir hızlandırdı ki, işte ulusal tasarruf ile bireysel tasarruf çatışması o zaman kendini gösterdi.

NASIL YOKSULLAŞTIRILDIK?

Bireysel olarak tasarruf etmek isteyen yatırımcı ya da sıradan vatandaş, yeni egemen ABD dolarına sarıldıkça ulusal anlamda yoksullaşıyorduk. Gerçek değeri birkaç kuruş etmeyen ABD Doları o denli değerlendi ki, 4 Ağustos 1958 devalüasyonu ile değeri 9 TL’ye yükseltilen ABD Doları günümüzde 13.5 TL ancak yakın zamanda paramızdan altı sıfırı attığımızı düşünürsek bu gün Dolar tam ON ÜÇ MİLYON BEŞ YÜZBİN TÜRK LİRASI!…

  • Özetle, toplumsal olarak 64 yılda tam BİR BUÇUK MİLYON KEZ YOSULLAŞTIRILDIK!

Bir örnek vermek gerekirse; 1958 yılında bir birim ürünü Amerika’ya satıp karşılığında Dolar getiren yerli üretici bugün aynı miktar Doları elde etmek için tam BİR BUÇUK MİLYON KAT ÇOK ÜRÜN satmak zorunda. O gün kilosu 9 liradan 1 kg muz dışsatımı yapan Anamur’daki çiftçi, bugün, aynı değeri elde etmek için BİR BUÇUK MİLYON KİLO muz satmak zorunda. Ya da bir başka deyişle başımızın tacı, “Milletin efendisi” köylü BİR BUÇUK MİLYON KEZ yoksullaştırıldı!.

Elbette üretici yoksullaşırken birileri de varsıllaştı (zenginleşti). Dolar karşılığında bu yoksullaşTIRmayı gören / yaşayan küçük büyük tasarruf sahipleri de daha büyük bir şehvetle ABD Dolarına saldırdı. Ülkede önce Dolar milyonerleri, sonra Dolar milyarderleri türe(til)di.

GELİR DAĞILIMINDAKİ ADALETSİZLİK

Ulusal ölçekte yoksullaşma kimi kişilerde yığılan büyük servetlere karşın toplumsal yoksullaşmayla sonuçlanıyor. Öyle ki, son uluslararası istatistiklere göre ülkemizde üst gelir dilimi %10’luk kesim, ulusal gelirin %55’ine el koyarken, alt gelir dilimindeki %50’lik vatandaş kesimi ulusal gelirin salt % 13’ünü paylaşıyor. En tepedeki %1’lik krem katman ise ulusal gelirin %40’ına el koymakta! (Dünya Eşitsizlik Veritabanı https://wid.world/) Elbette bütün bunlar olurken salt yurttaşlar yoksullaştırlmadı. Yurttaşların yoksullaştırılmasından önce ulusal değerlerimiz, bankalarımız, sigorta şirketlerimiz, ulusal sanayimizin kaleleri fabrikalarımız, haberleşme şirketlerimiz, enerji kurululşlarımız, yeraltı kaynaklarımız, kıyılarımız, limanlarımız, hatta suyumuz bile elden gitti! Ülke yoksullaşTIRILIRırken vatandaş da yoksullaşTIRILdı. Yoksullaşmayan kesim salt geleceğini yabancılara ve ABD dolarına bağlayanlar oldu.

O halde ne yapmalıydık?
Ne dernli birikimimiz (tasarrufumuz) varsa ABD Dolarında mı toplamalıydık?

Öyle de oldu. Üst gelir dilimindeki bin kişinin bir milyon Dolar edinmesi ile alt orta guruptan bir milyon kişinin bin Dolar edinmesi arasında Dolar açısından değişen bir şey yoktu. Hep dolar kazanıyordu. Değeri birkaç kuruş olan yeşil kağıt parçasının üzerine “100” yazdıklarında değeri 1350 TL ediyordu.

DOLARLAR NEREDE İSTİF EDİLİYOR?

Madem ABD parasına bu denli hücum vardı, bu denli para nerede istiflenecekti? Buna da “çözümü” 1985 yılında Turgut Özal, Döviz Tevdiat Hesapları ile getirdi. Artık Türk yurttaşları da bankalarda döviz hesabı açabileceklerdi. Yabancıların açtıkları hesaplar ise vergiden bağışık tutulmuştu. Günümüze gelindiğinde Döviz Tevdiat Hesapları öyle çok arttı ki, 2021 sonunda bankalardaki tasarruf hesaplarının yaklaşık %63’ü yabancı para cinsinden. Bunun da büyük kesimi USD. Bankalardaki 265 milyar Doların 93 milyar Doları şirketlere, gerisi kişilere ait. Üstüne üstlük artık çok az kalan Türk bankalarının her an batabileceği söylentileri ile bu hesapların büyük bölümü yabancı bankaların denetiminde.

  • Yani Türk halkının tasarrufu yabancıların denetimine girdi, muazzam miktarlara ulaşan banka kârları ya dışarıya akıyor ya da zor duruma düşen yerli firmaların teslim alınarak yabancıların eline geçmesinde kullanılıyor...

Elbette bankalarda yatan döviz hesaplarının dışında birde “yastık altı paraları” adı verilen ve miktarı asla bilinemeyen dövizler (Dolarlar) vardı ki; belirli bir kesimde bankalara güven sarsılması sonucu bu iş oluyordu. Bir de kara para sahiplerinin resmen gösteremedikleri paralar vardı. Bunlara bir de yurt dışındaki gizli hesaplardaki dövizleri eklediğinizde Türk halkının neden bu denli yoksullaşTIRILDIğı daha kolay anlaşılabiliyor.

ABD’YE YARDIM YA DA HİBE…

Değeri birkaç kuruş olan (dünyada karşılığı olmayan tek para) “yeşil kağıt parçası“nı edinmek için bunca yarışa girmenin Türk ekonomisindeki karşılığı ise ABD ekonomisine sorgusuz sualsiz destek, yastık altı Dolarlar ise hibe anlamına geliyor. Türk halkının birikimlerinin çok azı Türk ekonomisinin kullanımına sokulurken (Merkez Bankasının tuttuğu Munzam Karşılık kadarı) gerisi önce ülke ekonomisinin kalelerinin fethinde, sonra da yurttaşlarımızın yoksullaştırılmasında kullanılıyordu. Yoksullaşan Türk halkı da Kredi Kartı adı altında kendisine kaldırımlarda dağıtılan plastik paralarla çoğu yabancı olan bankaların tutsağı oluyor, yüksek faizle ya da temerrüde düşerek, haciz yoluyla soyuluyor, özekıyıma (intihara) sürükleniyor, köylülerimiz tarlalarını, traktörlerini yitiriyordu.

BİRİKİMLERİMİZİ NEREDE DEĞERLENDİRECEĞİZ?

Bunca yoksullaşTIRILan Türk halkının birikim yapacak durumu kalmasa da, yine de geleceğini güvence altına almak için biriktirebildiği birkaç kuruş için bir karar vermesi gerekiyor. Ancak bu karar ulusça toplu bir istenç (irade) ile verilmeli. Bunun için de gerçekten ulusal bir karar verilmeli. Bu karar bireysel seçimlerle oluşturulamayacak ölçüder çok değişkenlidir.

Türk halkının önüne, 1980 sonrası, birikimler için konan seçenekler şunlardı:

Geleneksel olarak altın. Emlak ve gayrı-menkul gelirleri. Cumhuriyet döneminde temeli atılan TL getirili banka birikimleri (tasarruf bonoları). 1980 sonrasında önü açılan yastık altı ya da döviz hesapları. Yine 1980 sonrasında patlayan borsa ve hisse senetleri. Bunlara son yıllarda bankalarda değerli madencilik adıyla açılan gram altın, gümüş hesapları ile ne-menem bir şey olduğu henüz anlaşılmayan Bitcoin hesapları (AS: küresel kumarhane!) hatta uzayda arsa almak (!?)  gibi uçuk kaçık araçlar (!’) eklendi! Neredeyse 24 saat ekonomi yayını yapan TV kanalları, gazetelerin 3-4 sayfayı bulan ekonomi sayfaları, internet haberleri ve türlü elatmalar (manüplasyonlar) ile halkımız bir sandalye kapma oyunundaki gibi boş (avantajlı) sandalye kapma yarışına girişmiş, nefes nefese birikim aracı (enstrüman) değişikliği peşinde. Her değişiklik sırasında alış ve satış fiyatları arasındaki farklılıklar nedeniyle bir miktar yitiriyor. Onların bireysel olarak yapmaya çalıştıkları bu iş için, bankalar, borsa simsarları, yabancı yatırımcılar, binlerce Dolar ücretle elemanlar çalıştırıyor.

  • Türkiye, bir avuç para babasının çöktüğü büyük bir kumarhaneye dönmüş durumda.

Sonuçta kumarhaneciden başka kazanan yok. Arada sırada raslantı ile kazanan birilerinin bol bol reklamı yapılıyor. Burada yitiren yurttaşlar için de her gün her saat oynama şanslarının olduğu, at yarışı, Sayısal Loto, On Numara, Kazı Kazan, Milli Piyango gibi kumar araçları var; onlar da yetmez ise internet ortamında iş yapan sanal kumarhaneler var.

Yukarıda saydığımız yatırım araçları arasında halkımızın en güvendiği ve geleneksel olarak elinde bulunduğu altın olsa da sonuçta, altına yatırılan para kişiyi güvende tutsa da, ulusal ekonomiye zerrece yararı yok. Köyden kente göç ve özellikle yoksullaşan köylülerin büyük kentlere akması, kent topraklarının daralarak değerinin giderek anormal yükselmesi ile emlak, vatandaşların tasarruflarını koruyan bir yatırım aracı gibi dursa da; bu paralar ekonomiye katılmak yerine bir avuç emlak simsarının cebine girmekte, sonuçta bir yurttaşın çalışarak asla sahip olamayacağı değerlere ulaşan konut fiyatları, yurttaşların altından kalkamayacakları bir boyut kazanmaktadır. İster yastık altı, ister bankalarda olsun döviz üzerinden birikimin ülke ekonomisini ne duruma getirdiğini yukarıda uzun uzun anlattık. Borsa adı verilen yatırım aracına ne denli güven olduğu hep tartışmalıdır. 1/3’e varan oranda kayıt dışı üretim ve ticaretin olduğu bir ülkede, borsada işlem gören kağıtlara ne denli güvenileceği tartışmalıdır. Üstelik siyasal istikrarın olmadığı ülkemizde bir siyasinin konuşması ile borsa değer kazanmakta ya da yitirmektedir. Oysa bir hisse senedinin değer kazanması ya da yitirmesi o şirketin üretimi, aldığı ya da yitirdiği işler, siparişler.. bilançosu ile ilgili olmalıdır. Bu çekinceler olmasa ve işlem gören kağıtlar ulusal şirketlere ait olsa, borsa yatırımı, görece ulusal ekonomiye katkısı olan bir yatırım türüdür. Son yıllarda gelişen değerli madencilik ya da gram altın, gümüş hesapları donmuş paralar olmadıklarından ve enflasyon karşısında değerini korudukları ve ekonomiye katkısı olduklarından, görece sakin limanlar olmalarına karşın bu hesapların artık çoğu yabancıların eline geçen bankacılık sistemindedir. Nasıl kullanıldığı, ulusal tasarruf kavramı içinde tartışılması gereken bir konudur. Bitcoin ve uzay arsaları konusunda yaşanan belirsizlikler ve bu paraların tümünün yurt dışına kaçıyor olması tümden konumuz dışında. Geriye ulusal bankalarda açacağımız TL hesapları kalıyor ki, Dolara bağımlı ekonomik sistemimizde son alınan kararlarla TL hesapları ancak Dolar kuru artışna dek gelir güvencesi ile bir miktar korunabilir duruma gelmiştir. Buradaki dövize indeskli mevduat getirisi güvencesi korumasının karşılığı tüm halkın bütçesinden karşılanacağı için, ulusal birikim kavramı ile ilgisi kalmamıştır.

ÇÖZÜM

Sorun, yukarıda anlatılan ölçüde çözümsüz ve karmaşık değildir. Çözüm Kolomb’un yumurtası gibi yalındır. Yumurtanın alt yanı sertçe vurulacak ve yumurta dik tutulacak, yani Türk ekonomisi ayağa kaldırılacak ulusal birikim ve bireysel birikim yeniden uyumlu duruma getirilecektir. Çözüm, Türk toprakları üzerinde ABD Doları ve öbür yabancı paraların, dış ticaret yapan sanayici ve tüccarlar dışında dolaşımının ve kullanımının yasaklanmasından geçmektedir. Döviz tevdiat hesapları derhal Türk lirasına çevrilecek, yastık altı yabancı paralarını Türk Lirasına çevirmeyenler hakkında eskiden olduğu gibi işlem yapılacak, Türkiye Cumhuriyeti’nin komşuları ve öbür ülkelerle ticaretinde USD kullanımına son verilecek, karşılıklı ve ulusal paralarla ticarete geçilecektir. Bundan sonraki adım, özellikle bankacılık sisteminde ulusallaştırmaya geçilmesi, özelleştirilen stratejik kurumların kamulaştırılması, bundan böyle yabancılara satılmasının kesinlikle yasaklanması olmalıdır. Bu durumda yabancı bankalar, zaten tası toprağı toplayıp “Geldikleri gibi gideceklerdir”…

Bütün bu önlemler güçlü bir ulusal irade ile yani, yeniden Kemalist Devrim stratejisine dönmekle olanaklı olacaktır. İşte bu nedenle,

  • “Yaşasın Tam bağımsız ve Gerçekten Demokratik Türkiye!” diye haykırıyoruz.