Etiket arşivi: İslâm hukuku

LOZAN DELİNMEKTEDİR! KİMMİŞ EKÜMENİK ???

AZİZ VATANIMIZ İÇİN TEHLİKE ÇANLARI ÇALIYOR; TARİH, AYNI OSMANLILARIN SON YÜZYILLARI GİBİ TEKRAR EDİYOR!


Güzide Filiz Tuzcu
Tarih Bilimci

TÜRK MİLLETİNİN KURTULUŞ ZAFER TACI VE TÜRKİYE CUMHURİYETİ’NİN TEMEL KURULUŞ BELGESİ LOZAN DELİNMEKTEDİR! KİMMİŞ EKÜMENİK ???

Koskoca Türkiye Cumhuriyeti’nde bunca yüksek okullar ve üniversiteler varken, ve bunların “Tarih Bölümleri ve Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi Enstitüleri” varken ve de bu bilim kurumlarında binlerce öğretim üyesi görev almışken, “Türklerin güvenliği ve vatanlarının toprak bütünlüğünü yakından ilgilendiren LOZAN Andlaşmsı maddelerinin gizlenmesi, hatta “ekümenik” gibi Hıristiyan azınlık lehine yalan ve yanlış haberlerin gündeme getirilerek göz göre göre LOZAN’ın delinmesi karşısında bunların tümünün ölüm sessizliğine bürünmüş olmaları kesinlikle kabul edilemez ve affedilemez bir suçtur! Tarihten günümüze bu vahim durumun bir örneğini, başka bir millette görmek kesinlikle mümkün değildir! Aziz Türk Milleti, söz konusu bu kurumların ve buralarda görev alanların, görev suistimallerini, “bilime ve tarihe olan söz konusu bu ihanetlerini hiçbir zaman unutmayacak ve affetmeyecektir.

Ayrıca ülkeyi yönetmeye istekli olan siyasilerin ve devlette en yüksek makamlara dek gelen devlet adamlarının, tarih bilincinden, vatanın hak ve hukukunu korumaktan yoksun oluşlarını” ve böylece Türk düşmanlarının ekmeğine, halk deyimiyle “yağ, bal ve kaymak sürmelerini” de affetmeyecektir. Ki Osmanlı devrinde de İslâm Hukuku ve Türk Yasaları sürekli delinerek, ruhban sınıfına (AS: Ulema’ya) ve gayrimüslim azınlıklara olağanüstü özgürlükler, imtiyazlar ve ayrıcalıklar verilmiş; azınlıkların kendi dil ve dinlerini yaymalarına, dış güçlerle devlet aleyhine işbirliği yapmalarına, Türkler aleyhine yıkıcı ve bölücü faaliyetlerde bulunmalarına ve Türk topraklarını gasp etmelerine hep göz yumulmuştur. Böylece koskoca Osmanlı İmparatorluğunun temelleri çökertilerek, parçalanmış ve kaçınılmaz bir son – bir yok oluş gerçekleşmiştir.

Büyük Atatürk devrinde (1923 – 38) hiç sesi soluğu çıkmayan, söz verdiği  üzere tümüyle Türk Yasalarına harfiyen uyarak, uslu uslu oturan ve yalnızca Hıristiyan azınlıklara din hizmeti vererek, görev sınırını oldukça iyi bilen İstanbul Grek (Rum) Patrikhanesi ve başındaki zat, günümüzde –aynı Osmanlı devrinde olduğu gibi– yine meydanı boş ve elverişli bularak, keyfince konuşup, davranmaya başlamıştır! Bir başka deyişle İstanbul (Fener) Grek Patriği Barthelomos, Osmanlı devrinde yaşamış olan meslektaşlarının izinden giderek, Batılı emperyalist devlet liderlerinden ve ülke içinde kimi siyasilerden aldığı destekle fırsatları, Türkler aleyhine oldukça iyi değerlendirmektedir! Şöyle ki; adı geçen Patrik, istediği gibi demeçler vermekte, törenler düzenlemekte ve hiçbir hukuksal – yasal hakkı olmadığı halde kendisini “Ekümenik” ilân etmektedir! Öyle ki; Barthelomos, CBS Kanalının, 17 Aralık 2009 tarihli “60 Minutues” TV programında, ünlü TV habercisi Bob Simon’a özetle şunları söylemiştir:

  • Türkiye’de biz Ortodoks Hıristiyanlar kendimizi 2. sınıf vatandaşlar olarak, ben de kendimi haça çivilerle gerilmiş (crucified) gibi hissetmekteyim. İstediğimiz gibi yaşama zevkinden yoksun bırakılmaktayız..” vs…

Gerçeklerle asla bağdaşmayan, bu inanılmaz sözleri söyleyen zat, aynı bir kral gibi lüks ve saltanat içinde, özgürce yaşayan, ülkemizde dilediklerini yapabilen bir kişidir. Ancak anlaşılıyor ki bu saltanat ve özgürlük O’na yetmemektedir! O, aynı Osmanlıdaki meslektaşları gibi, “Büyük Grek İdeali (Megali İdea) misyonuyla, “Vatikan papalık modeli” İstanbul topraklarında kendine ait bağımsız bir Grek Hıristiyan Ortodoks Din Devleti kurmayı planlamaktadır!

  • Dikkat çekmek isteriz ki; 1938 sonrasından günümüze, planlı ve sistematik olarak Devletimizin temelleri, hem dıştan, hem de içten olmak üzere –çeşitli cephelerden– bir kez daha saldırılar altındadır…

Hatta Patrik Barthelomos, Patrikhanenin resmi internet sitesinin İngilizce sayfasına “Constantinople Ecumenical Patriacrhate yazdırmaya bile cüret edebilmiştir!

Dünyanın hiçbir yerinde, hiçbir millette, ülkesinde kalmasına lütfen izin verdiği Hıristiyan bir din kurumu liderinin “yaşadığı ülke aleyhine bu denli rahat, başına buyruk ve pervasız konuşup, hareket edebildiği” bir başka ülke örneği yoktur. (Çünkü bu sözde din kurumu, yüzyıllarca Türklerin aleyhine çalışmıştır ve her zaman Türk düşmanlarıyla işbirliği içinde olmuştur; Kurtuluş Savaşı sürecinde de Türklere yapmadığı düşmanlık ve zulüm kalmamıştır! Grek din adamları, İstanbul ve Anadolu’da bulunan kiliseleri Grek askerlerinin ve çetelerinin buluşma merkezleri ve onlara silah ve cephane sağlayan depolara çevirerek, tüm Türk düşmanlarını maddi ve manevi olarak, azami ölçüde desteklemiştir… Büyük Atatürk Nutuk’ta bu kurumu “fesat yuvası” diye tanımlamış ve bunu kanıtlayan resmi belgeleri sunmuştur.) Ancak Patrik efendiye hemen anımsatalım ki; burası artık Osmanlı Devleti değildir, Grek azınlıkların diledikleri gibi at koşturdukları, o peri masalı gibi tatlı ve saltanat dolu yıllar bitmiştir; Osmanlı Devleti ve padişahları tarihin çok derinliklerine gömülmüştür.

Bu aziz ve kutsal Anadolu toprakları, yani Türklerin binlerce yıllık Kadim Ana Vatanları, 1923’den başlayarak Büyük Atatürk’ün olağanüstü emeklerle, kanla ve canla kurduğu Türkiye Cumhuriyeti Devleti olmuştur. Bunun için Aziz Türk Milleti, LOZAN ANDLAŞMASI maddelerinin, ANAYASA’MIZIN ve TÜRK YASALARIMIZIN delinmesine asla izin vermeyecektir.

BÜYÜK ATATÜRK’ün  BİLİNÇLİ ULUSAL SİYASETİ ve KARARLI DİREKTİFLERİ SAYESİNDE İMZALANAN ULUSLARARASI LOZAN ANDLAŞMAMIZA ve TÜRK ANAYASIMIZA tümüyle aykırı olarak, İstanbul Grek Patrikhanesi’nin İngilizce resmi internet sitesinde: İstanbul’umuza “Konstantinople” diyebilmek ve yalnızca din hizmetleriyle ilgilenmesi gereken sade bir Türk Kurumu olan, azınlık Hıristiyan vatandaşlarımıza din hizmetleri vermesi koşuluyla İstanbul’da kalmasına izin verilen Patrikhaneye  “Ekümenik” diyebilmek, hiç kimsenin ama hiç kimsenin haddi değildir!

AŞAĞIDA GÖRÜLDÜĞÜ GİBİ PATRİKHANENİN İNGİLİZCE İNTERNET SİTESİNDE “KONSTANTİNOPOLİS EKÜMENİK PATRİKHANESİ” YAZMAKTADIR!!!  BU ASLA KABUL EDİLEMEZ; TÜRK MİLLETİNE HİZMETLE GÖREVLİ – TAM BAĞIMSIZ ve TARAFSIZ T.C. DEVLETİ SAVCILARI, KANIMIZCA DERHAL HAREKETE GEÇMELİDİR.

(Önemli Not: Avrupa Birliği Türkiye İlerleme Raporlarının İngilizce ve Fransızca özgün metinlerinde “Greek Ecumenical Patriarchate” yazmakla birlikte, raporların Türkçe tercümelerinde nedense “Ekümenik” yazmamaktadır!!! Greklerin ve dış güçlerin planı – Osmanlıda olduğu gibi- Türk Milletini uyandırmadan, gerçeklerden haberdar etmeden, derinden  ve gizli gitme taktiğidir… İşin daha da vahim noktası şudur ki; Doktora Tezimde bu raporların orijinalinden bahsetmem yasaklanmıştı!)
****

İSTANBUL (FENER) GREK PATRİKHANESİ’nin KISA TARİHÇESİ

1453’te Osmanlıların, “Ortodoks Grek Kilisesini” baskı altına alacakları beklenirken, Sırp Kralı Bronkoviç’in kızı Mara Despina’dan doğma oğlu 2. Mehmet (Fatih) Hıristiyanları desteklemeyi tercih etmiştir. (Yabancı tarih kaynakları, Orhan’ın üç Grek eşinden biri olan Teodora gibi fanatik bir Hıristiyan olan bu kadının da, adının değiştirilmesine bile izin vermediğini ve hem kocası 2. Murat devrinde ve özellikle de oğlu 2.Mehmet’in saltanat devrinde devlet yönetiminde ve dış ilişkilerde – diplomaside son derece etkili, sözü geçen, her dediğini oğlu 2. Mehmet’e mutlaka yaptırtan, patrikleri bile bizzat seçen ve destekleyen, hatta tıpkı bir kraliçe gibi hüküm süren, güçlü bir Hıristiyan kadın olduğunu vurgulamışlardır… Hatta 2. Mehmet, anasına geniş topraklar ve gelirlerini bağışlamak üzere, kendi el yazısıyla yazmış olduğu bir fermanında anasını, “Hıristiyan kadınların en yücesi benim anam Mara Despina diye onu övmüştür. Konuyla ilgili bilgi almak isteyenler için çeşitli yansız kaynaklar vardır: İlk akla gelen, Alman tarihçi Franz Babinger’in kapsamlı 2. Mehmed araştırmasının ürünü “Mehmed the Conqueror and His Time” adlı tarihi kaynaktır, Princeton Univ. Press, 1992) Gennadius’u Patrik olarak seçen 2. Mehmet, O’na hem dostluğunu, hem de bütün imtiyazları kapsayan geniş bir yetki alanı sunmuştur! Sultanın bahşettiği geniş yetkilerle Patriklik makamı zenginleşmiş ve güçlenmiştir. Böylece Bizans’ta küçük bir alanda sıkışmış kalmış olan Patriklik makamının etkisi, muazzam bir alana yayılarak, öbür Doğu kiliselerinden üstün bir konuma yükselmiştir! Tüm bu ihsanlara ek olarak Sultan 2. Mehmet, Grek Ortodoks Patriğine tüm Hıristiyanlar üzerinde sivil ve yargısal otoriteye sahip olma yetkisi de vermiştir.” [Kaynak; John Binns, An Introduction to Christian Orthodox Churches, Univ. of Cambridge, 2002, s. 173]

  • Mehmet (Fatih), İstanbul (Fener) Grek Patrikhanesini ihya etmesiyle patrikhane, Antakya, İskenderiye ve Kudüs patrikhaneleriyle teokratik olarak eşit düzeydeyken, padişah 2. Mehmet’ ten aldığı güçle Osmanlı yönetiminin ortağı konumuna sahip olmuş ve bu ayrıcalık onu, öbür patrikhanelerden üstün bir konuma getirmiştir. Grek İstanbul Patrikhanesinin yükselişi ve öbür patrikhanelerden üstün konuma gelmesi, doğrudan doğruya 2. Mehmet’in inisiyatifi ve Greklere bahşettiği olanaklarla gerçekleşmiştir.” [Kaynak: Kemal H. Karpat, Studies on Ottoman Social and Poltical History (Selected Articles and Essays), Koninklijke Brill, Leiden, 2002, 587-9]
  • Mehmet, Grek patrik Gennadius’a “benim onayım ve desteğim seninledir, arzu ettiğin tüm yetkiler ve imtiyazlar senindir.” demiştir. Balkanlardaki kiliselerin kontrolü ellerine geçer geçmez İstanbul Grek patrikhanesi ve Grek din adamları, kendilerinden olmayan milletleri “Helenleştirme” yoluna gitmişlerdir. Böylece Grekler, Balkanlarda bulunan tüm kilise okullarında ortak dil olarak “Grekçeyi” hızla yaygınlaştırmışlardır. İstanbul’da yer alan Grek patrikhanesi, yalnızca Greklerin lideri olmaktan çıkmış, tüm Doğu Hıristiyanlarının lideri konumuna yükseltilmiştir. Oysaki Hıristiyanlığın başlangıcından 1453’e dek, hiçbir Grek patrik bu denli kapsamlı ve geniş yetkilere sahip olamamıştır! Böylece büyük ve geniş topraklara da sahip olan Grek Patrikhanesi, kiliseler ve manastırlar, bu toprakları diledikleri gibi kullanmıştır. Ayrıca Osmanlıda Grek din adamları vergiden de bağışık tutulmuştur. 1453’ten – 1464’e (kesintisiz tam on bir yıl) dek patriklik makamında kalan Gennadius, Fenerli zengin Grek Beyleri “Prens – Voyvoda – Beylerbeyi vs..” gibi unvanlarla, Osmanlının Doğu Avrupa ve Balkan topraklarına yönetici olarak tayin etmiştir.” [Kaynak: Charles A. Frazee, The Orthodox Church and Independent Greece 1821-52, Cambridge Univ. Press, Cambridge, 1969, s. 2-7]
  • Grek Patrikhanesi, Osmanlı yönetiminden aldığı özel imtiyazlar sayesinde, her zaman Doğu’nun egemen kilisesi konumunda olmuş ve bu gücünü, hüküm sürdüğü bölgelerdeki insanlar üzerinde eziyet ve baskı aracı olarak kullanmıştır. Türk yönetimi ise (aslında “Türklükten” çıkmış, yabancıların eline geçmiş Osmanlı yönetimi demek daha doğru olur..) bu duruma müdahale etmemiş, bu gidişatı önlemek ve Grek baskısını bertaraf etmek için bir Türk politikası geliştirmemiştir! Grekler, yalnızca Hıristiyanlara değil, Müslümanlara da terör uygulayarak, kendilerine o gücü ve yetkiyi sağlayan Türklere karşı en ağır düzeyde ihanet suçu işlemiştir.” [Kaynak: The Times Newspaper/ October (Ekim) 20, 1821, pg. 2]
  • Osmanlı padişahlarının Grek Ortodoks tebaya tanımış oldukları haklar ve ayrıcalıklar, Grekler tarafından en şiddetli bir biçimde istismar edilmiştir.” [Kaynak: Erik Jan Zürcher, Turkey: A Modern Histoıry, I.B. Tauris and Comp. Ltd., London, 2007, s. 19]
  • Grek patrikhanesinin tümüyle Osmanlılar sayesinde yükselişini ve güçlenmesini gözler önüne seren daha pek çok tarihsel kaynak ve belge vardır, ancak verdiğim örneklerin yeterli olacağı kanısındayım. Burada konumuzu ilgilendiren can alıcı nokta özetle şudur: Gayrimüslim yabancı azınlıkların tümüyle ele geçirdikleri Osmanlı yönetimi, 1. Dünya Savaşı sonrası işgalci ve saldırgan düşman güçlere boyun eğmiş, teslim olmuş ve tümden onların buyruğu altına girmiştir; gerçekte birer idam fermanı niteliğinde olan Mondros Mütarekesi‘nin (30 Ekim 1918) ve Sevres Andlaşmasının (10 Ağustos 1920) imzalanmasıyla Osmanlı İmparatorluğu fiilen son bulmuştur. Ankara TBMM’de Osmanlı padişahlık sistemini ve saltanatını 1 Kasım 1922’de resmen sonlandırmıştır. Böylece Osmanlılar toptan tarihe gömülmüştür.
  • TÜRKLERİN BÜYÜK GURURU ve ŞEREFİ OLAN LOZAN’ı (24 Temmuz 1923) gerçekleştiren Büyük Atatürk, Türk Milleti için yepyeni – tam bağımsız  – parlak ve onurlu bir beyaz sayfa açmıştır; böylece Osmanlıların, kendi keyiflerince yabancılara ve gayrimüslimlere bahşettikleri imtiyazlar, ayrıcalıklar, kapitülasyonlar vs…, ve de tüm asılsız Ermeni ve Grek savları ve ayrıcalıkları bütünüyle sonlandırılmıştır.
  • “LOZAN’da ANKARA, İSTANBUL (FENER) PATRİKHANESİNİN “EKÜMENİK SIFATINI KULLANMAMASI ve ULUSAL NİTELİKTE BİR KURUM OLARAK YALNIZCA HIRİSTİYAN CEMAATİN DİNSEL SORUNLARIYLA İLGİLENMESİ KOŞULUYLA” TÜRKİYE’de KALMASINA İZİN VERMİŞTİR.” [Kaynak: The Times Newspaper/January (Ocak) 11, 1923, “Future Of the Patriarch – Agreement Reached at Lausanne”, pg. 10”]
  • Ünlü İngiliz tarihçi A. J. Toynbee de Grek patriğin “ekümenik” lik savını eleştirerek, İngiliz gazetelerine şu önemli demeci vermiştir; “Ekümenik statüsü (yani tüm kiliseleri içine alan evrensellik iddiası), papalık gibi hem dini, hem de siyasi bir otoriteyi temsil etmektedir. Grek patriğin iddiası olan “ekümeniklik, yani evrensellik niteliği” doğru değildir: İstanbul (Fener) Grek Patrikhanesi hiç bir zaman evrensel olmamıştır. Başlangıçta patriğin “Ortodoksların başkanı olma statüsü” bile yoktu. Eski tarihlerle kıyaslandığında, “İstanbul Kraliyet Başkenti ve İstanbul Patrikhanesi” gibi olgular, geç dönemlerde ortaya çıkmış, tarihsel derinliği olmayan yapay olgulardır.” [Kaynak: The Guardian Newspaper/January (Ocak) 13, 1923, “The Ecunemical Patriarchate – A Historical Sketch by A. J. Arnold Toynbee”, pg. 10.”]
  • Değerli hocamız Halil İnalcık’ın sözleriyle yazımızı bitiriyoruz; “İstanbul (Fener) Grek Patrikhanesinin hukuki temeli, Osmanlı Devleti’nin onun otoritesini tanıması ve tasdik etmesinden gelir. Grek patriğin otoritesi Türk Devletinin verdiği beraat üzerine inşa edilmiştir. Günümüzde patriğin “ekümenik olma iddiası” onun İstanbul’u, Ortodoks dünyasının merkezi olma statüsüne götürmek hedefidir! (Yani Barthelomos, her zaman olduğu gibi dış güçlere güvenerek, çeşitli siyasal baskılarla kendisine İstanbul’dan toprak gasp etmek ve İtalya’daki “Vatikan Modeli” bağımsız bir Grek Ortodoks Devleti kurmayı hedeflemektedir! Bu ekümeniklik hedefi, Osmanlı devrinde Fener patriğinin ve papazların da üye oldukları – gizli Grek terör örgütü Filik-i Eterya’nın (kuruluşu; 1814) 19. yy. başında belirlediği hedeflerden yalnızca biridir: Büyük Atatürk’ten dolayı ele geçiremedikleri öbür hedefleri şunlardır; Batı Anadolu bölgesi, Kuzey Karadeniz (sözde Pontus bölgesi), Kıbrıs’ın tümü ve İstanbul. Büyük devletlerin İstanbul’un tümünü kendilerine vermeyeceklerini oldukça iyi bilen Grekler, hiç değilse İstanbul’un bir bölümünü “ekümenik (evrensel) patrikhane” adı altında gasp etmek istemektedir) Kimi aydınlarımız sorunları bilmeden, insan hakları kahramanı kesiliyor ve Türkiye karşıtlarına destek veriyor Bunların “patrik, neden ekümenik olmasın, bunda ne var?“ sözleri tümüyle bilgisizliktir ve kayıtsızlıktır. HER ŞEYDEN ÖNCE BU LOZAN ANTLAŞMASINA AYKIRIDIR. LOZAN ANTLAŞMASI, TÜRKİYE CUMHURİYETİNİN ULUSLARARASI STATÜSÜNÜ BELİRLEYEN TEMEL BELGEDİR. PATRİĞE “EKÜMENİK” DEMEK, BU TEMEL BELGEDE BİR DELİK AÇAR, GREK DEVLETİ VE AVRUPA BİRLİĞİ BAŞKA İDDİALARDA DA BULUNABİLİRLER…” [Kaynak: Emine Çaykara, Tarihçilerin Kutbu – Halil İnalcık Kitabı, Türkiye İş Bankası Kültür Yay., İstanbul, 2005, s. 196]

Görüldüğü üzere Fener Grek patrikhanesinin tarihsel varlığı ve gücü tümüyle Osmanlı padişahları ve padişahların yabancı kökenli Hıristiyan Grek, Sırp, Rus vs… cariyeleri, eşleri, anaları, akrabaları, nedimleri ve devşirme yöneticilerinden gelmiştir. Osmanlı Devleti büyük bir gaflet ve israf içinde yönetilerek, Türklükten ve Kuran’ın tebliğ etmiş olduğu İslâm’dan uzaklaşmış, tümüyle yozlaşarak, sürekli içten içe çürümüş ve elbette kaçınılamaz bir biçimde yok oluşa gitmiştir.

Bugün bu kutsal vatan topraklarımızda kurulan devletin adı Türkiye Cumhuriyeti’dir. Cumhuriyeti kuran Büyük Devlet adamı – dahi Atatürk, aynı zamanda büyük bir bilim insanı ve tarihçidir de: O patrikhanenin geçmişini, Türkler aleyhine uyguladığı politikaları ve verdiği ölümcül zararları çok iyi bilmekteydi. Onun için kendi deyimiyle bu “fesat yuvasını” Türk topraklarından atmak istiyordu, ancak yine de büyüklük göstererek, yalnızca dinsel konularla ilgilenmesi ve haddini bilmesi koşuluyla İstanbul’da kalmasına izin vermiştir. O halde patrik, bir Türk Kurumu olan patrikhanenin sade bir din görevlisinden başka bir şey değildir. (Bu noktada Atatürk zamanında kurulan, ancak Grek ruhban sınıfının bir türlü kabul etmediği Türk Hıristiyan Ortodoks Patrikhanesi’nden ve onun başı olan ve her zaman Türklüğünü ön plana çıkaran, hatta Büyük Atatürk’ün bile övgüyle sözettiği Papa Eftim’e değinmeden geçemeyiz. 1938 sonrası bu değerli kurum ve yöneticileri de çeşitli saldırılara sunuk (maruz) kalarak, maalesef etkisiz duruma getirilmiştir! Hatta yakın geçmişte Papa Eftim’in torunu Sayın Sevgi Erenerol da tutuklanıp, cezaevine atılmıştır!)

Tarih, bir ulusun BELLEĞİDİR, onun için tarihten mutlaka ders alınması gerekir: Türk Milleti, Osmanlı devrinde olduğu gibi,  yeniden gaflet ve aymazlık içine düşerse, binlerce yıllık Türk Anayurdunu bir kez daha parçalatma ve yitirme tehlikesi ile karşı karşıya kalır. Kutsal vatan topraklarımızda özgürce yaşayan, bu toprağın ekmeğini yiyen – suyunu içen hiçbir Türk, hiçbir Müslüman, hiçbir gerçek bilim insanı, hiçbir vicdanlı – namuslu vatandaş, böylesine ölümcül bir tehlike karşısında duyarsız ve sessiz kalamaz.

Atatürk’ün Hukuk Devrimi..

Dostlar,

22 yıl önce, efsane ve duayen hukuk bilgini, İstanbul Üniversitedi Hukuk Fakültesi Ceza Hukuku hocası

Ord. Prof. Dr. Sulhi Dönmezer‘den tarihsel değerde kapsamlı bir makaleyi paylaşmak istiyoruz.

Tam da ülkemizde hukukun tüm boyutlarıyla ayaklar altına alınıp kolunun kanadının kırıldığı günlerde..

Sevgi ve saygı ile.
28.9.12, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

===============================================================

Atatürk Hukuk İnkılâbı

Ord. Prof. Dr. Sulhi Dönmezer
ATATÜRK ARAŞTIRMA MERKEZİ DERGİSİ, sayı 18, cilt: VI, Temmuz 1990

Sosyal Normlar:

Hukukun anlamını belirtir ve tanımını yaparken, hukuk bilimi yönünden olduğu kadar toplumbilim bakımından da konuya yaklaşabiliriz. Bir hukuk inkılâbından veya devriminden söz ettiğimiz zaman, konuya, elbette ki, daha çok toplumbilim yönünden yaklaşmak gerekecektir. Hukuk bilimi yönünden hukukun anlamını tayin etmek, tanımını yapmakta fazla bir güçlük yoktur. Gerçekten sırf hukuk bilimi yönünden hukuk bir tekniktir. Bu bakımdan hukukta inkılâp, teknikte köklü değişiklik anlamını taşıyabilir.

Oysa hukuk sosyolojisi yönünden hukuk, her şeyden önce bir toplumsal olgudur; bir sosyal oluşumdur. Belirli derecede genişliğe sahip bir insan toplumu, sosyal bilim yönünden sosyal bir sistem olarak kabul ve analiz edilebilir. Genel olarak sistem kavramından da değişik kısımlardan yani aralarında bağlantı bulunan yapısal unsurlardan oluşan bir bütünü anlamaktayız.

“Sosyal Sistem” kavramı da aynı tanımlama çerçevesinde belirlenebilmektedir. Toplumu oluşturan bireylerin gerek birbiri, gerek bireyler ile grup yani toplum arasındaki ilişkileri söz konusu sistem düzenlemektedir. İnsan toplumu sosyal ilişkilerin bir yumağı gibi telâkki edilebildiğine göre bütün ilişkiler bu sisteme göre cereyan etmektedir. Sosyal sistemler bir takım yapısal unsurlardan oluşur. Bunlar arasında en önemlisi sosyal normlardır.

Sosyal normlar, toplumsal hayatta insanların ve grupların tavır ve hareketlerini, davranışlarını örgütleyen kurallar ve otorite taşıyan standartlardır. Böylece sosyal normlar bir sosyal gruba mensup olan kişilerin bölüştükleri, kendilerine uyulması herkesçe beklenen ve uymanın pozitif ve negatif müeyyidelerle sağlandığı ve uymamanın da müeyyidelerle karşılandığı standartlardan, örneklerden ibaret bulunmaktadırlar.

Bir toplumun varlığını sürdürebilmesi, söz konusu sosyal normları meydana getirmesine, gerektiğinde bunları değiştirmesine bağlıdır. Toplum hayatında her şey bu sosyal normlara göre cereyan eder. Bu itibarla normlar beklentileri belirleyen kültür tarifleri olarak da tanımlanabilirler.

Karmaşık, geniş nüfusa sahip bir toplum normlar olmadan işletilemez ve çağdaş toplumun önemli bir özelliği de normların karmaşık tabiatta bulunmasıdır. Çünkü günümüzün karmaşık toplumlarında, sosyal örgütlenmeler çok sayıdadır ve bunların kendilerine özgü norm türlerine sahip olmaları zorunludur.

Hukuk Kuralları:

Sosyal norm kategorileri arasında çok önemli bir grubu hukuk kuralları oluşturmaktadır. Kendilerinden sapılmasını toplumun, onun siyasî örgütlenmesini oluşturan devletin, rasyonel olarak örgütlediği müeyyidelerle yani güç kullanarak karşıladığı sosyal normlar kategorisine hukuk kuralları diyoruz.

Hukuk Kurallarının Temel Özellikleri:

Hukuk kurallarının, diğer norm kategorilerine nazaran iki temel özelliği vardır: Bu kurallar devlet, başka bir ifadeyle toplumun siyasî örgütlenmesi tarafından “tanınmış ve kabul edilmiş”lerdir. Yani hukuk kuralları devletin iradesinden kaynaklanan bir otoriteyi taşımaktadırlar. Devlet, bu kuralları mahkemeleri ve diğer mercileri vasıtasıyla belirli durumlar karşılığında uygulamaktadır. Kuralların uygulanması ise mutlaka yorumlanmalarını gerektirmektedir.

Hukuk kurallarının diğer bir temel özelliği ise, aralarında mantıkî bir ahenk bulunan, genelleştirilmiş ve sistematik yani belirli bir sistemin yapısını yansıtan bünyede bulunmalarıdır. Hukuk kuralları bütünüyle bir sistemin parçalarını oluşturmaktadırlar. Belirli temel bir sistemin ahenkli kurallarından oluşmakta bulunan bu normların diğer sosyal normlardan kendilerini ayırmaya imkân veren temel vasfını böylece belirlemek mümkündür.

Hukuk Sistemleri:

Hayatın çok değişik alanlarına ilişkin bu kurallar, bütünüyle değişik hukuk sistemlerini yansıtabilmektedirler. Böylece meselâ Anglosakson hukuk sisteminden Common Law sisteminden, Kontinantal (Kara Avrupası) hukuk sisteminden, İslâm hukukundan, kilise hukukundan ve sosyalist hukuktan söz edebiliyoruz.

Hukuk böylece bir sistem teşkil edince ve hukuk kuralları da sistemin parçalarını oluşturunca, her sistem için olduğu gibi hukukun da esas (eski deyimiyle müdîr) bir takım ilkelerinin ve kurallarla bu ilkeler arasında ahenk bulunması zarurî olur. Söz konusu ilkeler hukukun temel kaynakları arasında ifadelerini bulmaktadırlar:

İslâm hukuku temel ilkelerini Kur’an’da, hadislerde, icma-ı ümmet ve kıyası fukaha da bulmaktadır. Bu sebeple İslâm hukuk sistemlerinde devletin tanıyıp kabul edeceği ve arkasına kendi güç ve otoritesini koyacağı kurallar hiçbir suretle sözünü ettiğimiz hukuk kaynaklarının hükümlerine, bahis konusu kaynaklarda yer almış ilkelere aykırı olamaz. Bundan da ahkâmı şer’iyenin üstünlüğü kuralı ortaya çıkar. Buna karşılık lâik ve demokratik batı hukukunda, hukukun temel kaynağı millî iradedir. Millî irade temsilî demokrasi çerçevesinde, milletçe meydana getirilmiş anayasaya göre geçici sürelerle seçilmiş ve bu anayasanın temel esaslarına göre hukuk kurallarını koyması gereken parlâmentolar tarafından temsil olunur. Anayasa, böylece toplumun bütününün, bütün bireylerin meydana getirmiş bulundukları bir toplumsal sözleşme niteliğindedir ve egemenliğin gerçek sahibi millettir. Oysa dinî hukuk sistemlerinde egemenliğin sahibi Allah’tır ve en büyük şârî (kanun koyucu) de odur.

Sosyalist hukuk sistemlerinde ise millî irade değil ve fakat sadece çalışanların iradesine itibar olunur. Sosyalist hukuk sisteminde millî irade kavramı bir aldatmacadır ve gerçekte egemenlik çalışan sınıfa ait olmalıdır. Buradan da komünist olduğunu iddia eden sistemlerde proletarya diktatörlüğü kavramı ortaya çıkmaktadır.

Hukuk İnkılâbı:

İşte hukuk, belirttiğimiz bu temel sistem özelliğini, niteliğini değiştirdiği zaman bir hukuk inkılâbından ve bazen de bir hukuk devriminden söz etmek mümkün olabilir.

Atatürk’ün hukuk inkılâbı” dediğimiz büyük toplumsal olay, biraz evvel açıkladığımız özelliği taşıması itibariyledir ki, gerçek bir hukuk inkılâbı teşkil etmektedir. Çünkü Atatürk’ün hukuk inkılâbı, eski hukukun sistem olarak dayandığı temel kaynak ve ilkelerin terk edilmesini ve batı hukukunun, sistem olarak, temel ve ilkelerinin kabul edilmesini ve asıl önemlisi batı hukuk zihniyetinin benimsenmesini ifade etmektedir ve bu sebeple gerçek bir inkılâptır. Bu bakımdan da Gülhane Hatt-ı Hümayunu’ndan itibaren hukuk alanında batı modeline uygun olarak gerçekleştirilmiş girişimlerden, ıslahat hareketlerinden geniş ölçüde farklıdır. Gerçi bazıları Atatürk’ün hukuk inkılâbını bir kısım batı kanunlarının 1926 yılından itibaren iktibas edilmesi olarak anlamışlardır. Bu sebepledir ki, iktibas olunan bu kanunlarda geçen zaman içinde ortaya çıkan değişiklik ihtiyaçlarına karşı bir kısım inkılâpçılar hep olumsuz bir tutum içine girmişler, meselâ bir medenî kanunda yapılması öngörülen değişiklikleri âdeta Atatürk’ün hukuk inkılâbından sapma gibi telâkki etmişlerdir. Oysa yabancı kanunların iktibası yani “resepsiyon” olayı tarihte, devletler arasında çok sık olarak rastlanan bir olgudur. Bu konuya aşağıda avdet edeceğiz.

Atatürk’ün Hukuk İnkılâbı ve Millî Egemenlik:

Yukarda yaptığımız açıklamalar çerçevesinde, Atatürk’ün hukuk inkılâbının, hukuk sisteminin temeli yönünden yaptığı en büyük değişiklik, bir kere millî egemenlik kavramının hukukun temeli olarak kabul edilmiş bulunmasıdır. Gerçi 1876 yılında, devleti hukuka saygılı hâle getirmek, hukuk egemenliği yoluna girmek bakımından bir anayasa (Kanun-u Esasi) meydana getirilmişti. Hukuk devleti kavramının yerleşmesi bakımından bu hareketin bir aşamayı ifade ettiği muhakkaktır. Ancak aşağıda nakledeceğimiz hükümleri itibariyle bu anayasa millî irade ilkesine mutabık değildi ve bir hukuk inkılâbını ifade etmiyordu. Gerçekten 1876 Kanun-u Esasisi’-nin 3. maddesinde şöyle deniliyor: “Saltanat-ı Seniye-i Osmaniye Hilâfeti Kübrayı İslâmiyeyi haiz olarak sülâle-i Âli Osman’dan usul’ü kadimesi veçhile ekber evlâda aittir”.

4. Madde : “Zat-ı Hazreti Padişahî hasbel hilâfe dini İslâm’ın hamisi ve bilcümle tabaayi Osmaniye’nin Hükümdar ve Padişahıdır”.

5. Madde : “Zat-ı Hazreti Padişahı’nın nefsi Hümayunu mukaddes ve gayrı mesuldür”.

7. Madde : “Hukuk-u mukaddese-i Padişahî … Ahkâmı Şer’iye ve Kanuniyenin icrası…” nı içermektedir.

17. Madde : “Osmanlıların kâffesi huzuru kanunda ve ahval-i diniye ve mezjıebiyeden maada memleketin hukuk ve vezaifinde mütesavidir”.

87. Madde : “Deavi-i Şer’iye mahakimi ser’iyede ve deavi i nizamiye ma-hakimi nizamiyede rü’yet olunur.”

Bu hükümler göstermektedir ki ahkâm-ı şeriyeye uygunluk hukukun temel ilkesi olmakta devam etmektedir.

İşte Cumhuriyet’le birlikte hukuka temel ve kaynak teşkil edecek ana kavram değiştirilmiş ve böylece hukukta sistem değişikliği gerçekleştirilerek hakikî anlamda bir hukuk inkılâbının yolu açılmıştır. Yukarıda da açıklandığı üzere bu, çağdaş Cumhuriyet hukukuna karakterini veren temel kavram, millî egemenliktir. İstiklâl Savaşı’nın başlangıcından itibaren millî egemenlik teorisi fiilen kabul edilmiş ve egemenliğin tek ve yegâne sahibinin Türk milleti olduğu başlangıçta zımnen ve Cumhuriyet’in teşekkülünden sonra ise açık surette ifade edilmiştir. Bugünkü Anayasamız 6. maddesinde “Egemenlik kayıtsız şartsız Türk milletinindir” demektedir.

Millî Egemenliğin Bugünkü Anlamı:

Bilindiği üzere egemenliğin hukukta iki görünümü vardır: Dış egemenlik devletin bağımsızlığını, bütün diğer devletlerle eşitliğini ifade eder. İstiklâl Savaşı’nda Türk milleti “ya istiklâl ya ölüm” sloganını haykırdığında devletin tam bağımsızlığını bütün dünyaya karşı açıklamıştır. İç bakımdan egemenlik ise devletin ülke sınırları içinde en üstün ve yüksek, hiçbir kurumla paylaşılamayan, devredilemeyen, aslî, kayıtsız ve şartsız, zaman aşımına uğramayan iktidarını ifade eder. Ancak bu iktidar keyfî değildir; hukuk kurallarıyla ve en başta anayasanın hükümleriyle kayıtlıdır. Devlet iktidarının menşeini izah bakımından tarihen öne sürülmüş temel görüşler arasında, yeni Türk Devleti’nin dayandığı esas, millî egemenlik olmuştur. Millî egemenliğin çok kısa olarak anlamı ise şundan ibarettir: Egemenliğin tek, meşru kaynağı ve sahibi millettir. Yöneticiler ancak egemenliği kullanmak yetkisine sahip olabilirler. Böyle olunca da egemenlik ancak milletin temsilcileri marifetiyle kullanılabilir. Böylece millî egemenlik, millî temsil ilkesiyle birleşmiş olur.

Ülkemizde, İstiklâl Savaşı’yla birlikte millî egemenlik kavramı ortaya çıkmış ve 20 Ocak 1921 ‘den itibaren yürürlüğe giren bütün anayasa niteliğindeki metinlerde millî egemenlik anlayışı hâkim olmuştur.

1961 ve 1982 Anayasalarındak Milli Egemenlik Anlayışı:

Ancak Millî Kurtuluş Savaşı’ndan sonra meydana getirilen anayasaların millî egemenliğin temsili hususundaki anlayışı ile 1961 ve 1982 anayasalarının millî egemenlik anlayışları arasında esaslı farklar vardır:

1921 ve 1924 anayasaları Türkiye Büyük Millet Meclisi’ni egemenliğin kullanılmasında yegâne temsilci olarak kabul ediyordu. Böylece meclis üstünlüğüne dayalı millet iradesiyle meclis iradesini birbiriyle bütünleştiren, özdeşleştiren bir durum ortaya çıkmış bulunuyordu. Böyle bir meclisin yetkileri kısıtlanamaz; zira meclisin iradesini kısıtlamak, milletin iradesini kısıtlamak olur. Dikkat edilmelidir ki, bize İstiklâl Savaşı’nı kazandıran büyük Meclis’in kısıtlanamaz iradesinin bugünkü Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde de tecelli ettiği görüşünden hareketle meselâ Anayasa Mahkemesi kararlarının eleştirildiğine, mahkemenin kararlarıyla millet iradesine sınırlar konulduğuna işaret eden görüşlere rastlanmaktadır. Oysa 1961 ve 1982 anayasalarının egemenlik anlayışı, evvelkilere nazaran farklıdır: Egemenlik hiç şüphesiz kayıtsız ve şartsız Türk Milletinindir, bu bakımdan herhangi bir değişiklik yoktur. Böylece egemenlik hiçbir, güç veya kudretle paylaşılamaz. Hiçbir kişi kendisini millet yerine koyarak egemenliğin içerdiği yetkileri kullanamaz, kendisinde böyle bir yetenek bulunduğunu iddia edemez. Egemenliğin kendisine özgü vasıflarıyla mutlak oluşu onun yegâne sahibi olan millette tecelli eder. Ancak egemenliğin millet adına kullanılmasında, her yetki için olduğu gibi, kayıtlar vardır. Bu kayıtlar Anayasa’nın açık hükümlerinde ifadelerini bulmaktadır:

a) Bir kere Anayasa’nın 2. maddesine göre Türkiye Cumhuriyeti bir hukuk devletidir. Hukuk devletinde ise her yetki hukukun gösterdiği sınırlar içinde kullanılabilir.

b) Anayasa’ya göre kaynağını Anayasa’dan almayan bir devlet yetkisi kullanılamaz. Demek oluyor ki, millet adına kullanılan her yetki mutlaka kaynağını Anayasa’da bulmalıdır.

c) Anayasa’nın 6/2. maddesine göre “Türk milleti egemenliğini Anayasa’nın koyduğu esaslara göre, yetkili organlar eliyle kullanır”. Demek oluyor ki, egemenlik yetkileri Anayasa’da gösterilmiş, bir bakıma sınırlandırılmış organlar tarafından hukuk devletinin zorunlu kıldığı hudutlar içerisinde kullanılacaktır.

d) Devletin egemenliği, devlet faaliyetleri bakımından yasama, yürütme ve yargılama alanlarında kullanılır. Anayasa’nın II. maddesi ise bu konuda şu hükmü getirmiştir: “Anayasa hükümleri, yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını ve diğer kuruluş ve kişileri bağla yan temel hukuk kurallarıdır. Kanunlar Anayasa’ya aykırı olamaz”. Bu hüküm egemenliğin kullanılmasında, Anayasa hükümlerinin kesin sınırlar teşkil ettiğini ve millet adına egemenliğin kullanılmasının, yetkilerin Ana yasa’nın çizdiği sınırlar içinde kullanılacağını açık surette ifade etmektedir.

Atatürk’ün hukuk inkılâbı, elbette ki, o dönemde Türkiye’nin içinde bulunduğu şart ve ihtiyaçlara göre millî egemenlik görüşünü anlamlaştırmıştı.

Bu görüş, temelde, bugün de varlığını sürdürmektedir. Ancak günümüzde millî egemenlik kavramına, daha doğrusu millî egemenliğin kullanılması hususundaki özelliklere göre durum değişiktir. Vurgulayarak beyan edelim ki, Atatürk’ün hukuk inkılâbının temel ilkeleriyle bugün Anayasa’da millî egemenliğin ifade olunuşunun yönelttiği hukuka hâkim olması gerekli ilkeler arasında hiçbir fark yoktur ve 1982 Anayasası da Atatürk’ün hukuk inkılâbının ilkelerini aynen sürdürmektedir.

Atatürk’ün Hukuk İnkılâbında Temel Fonksiyon:

Atatürk’ün hukuk alanında gerçekleştirdiği yeniliklerin bir inkılâp olarak tanımlanmasını ifade eden ikinci temel sistem değişikliğini belirtmeden önce Atatürk’ün hukuk inkılâbında, hukuka düşen çok önemli bir fonksiyona işaret etmek istiyoruz. Bunu, hukukun, gerçekleştirilen bütün sosyal değişme hareketlerinin güvencesi, teminatı olarak kullanılmış bulunması şeklinde belirtebiliriz. Hukuk inkılâbımız sadece çağdaş anlamda bir devletin kurulması, sosyal hayatımızın çağdaş uygarlık çerçevesinde yaşayan milletlerin yaşam biçimleri doğrultusuna yönlendirilmesi, toplum düzenimizin geleneksel toplum biçiminden çağdaş sanayi toplum sistemi doğrultusuna sokulması anlamını taşımakta değildir. Bütün inkılâplarımızın ve yenilik hareketlerimizin muhafazası ve daha da ileriye götürülmesi için de hukuk en etkin bir araç rolünü oynamıştır ve hukuk inkılâbının temel özelliklerinden birisini de hukuka verilen bu rolde bulmak icap eder.

Günümüzün meselesi, söz konusu teminat veya müeyyidelerin bugün de fonksiyonlarını sürdürmelerine gerek olup olmadığıdır. Türk Ceza Kanunu’nun bazı maddeleri üzerinde yapılan tartışmaların temelinde aslında bu vardır. Bütün diğer inkılâpların varlıklarını, gösterilmesi sosyolojik bakımdan tabiî sayılan dirençleri bertaraf etmek bakımından hukuk inkılâbı etkin bir araç olmak rolünü oynamıştır. Bizce bugün de bu rolünü sürdürmektedir. Bu sebeple hukuk inkılâbının, bütün diğer alanlarda gerçekleştirilen yeniliklerin devam ettirilmesinin hem zorunlu şartını ve hem de güvencesini sağladığını belirtmekte hata yoktur.

Batı Kanunlarının İktibası:

Hukuk inkılâbından neyin anlaşılması gerektiğini yukarıda açıklamıştık. 1926 yılında ve takip eden dönemlerde bazı batı kanunlarının iktibas edilerek yürürlüğe konulmuş olması, Medenî Kanun’un, Ceza ve Usul Kanunlarının, Ticaret Kanunu’nun metin olarak batıdan iktibas edilip yürürlüğe konulması, elbette ki, toplum hayatı bakımından büyük bir olay, önemli bir yeniliktir; büyük bir sosyal değişme önerisidir. Söz konusu kanunlar toplumun yeni bir hayat düzeyine geçmesini sağlamak bakımından başvurulmuş araçlardandırlar. Ancak sadece bu kanunların alınmış olmasını hukuk inkılâbı olarak tanımlamak yeterli olmaz. Çünkü ülkemizde yabancı kanunların iktibası hareketine 19. yüzyılın ikinci yarısından sonra girişilmiştir. Ceza kanunu, usul kanunları, matbuat kanunları ve diğerleri 1850’lerden 1920’lere kadar batı kanunlarından tercüme veya iktibas suretiyle alınmış ve Osmanlı ülkesinde yürürlüğe konulmuşlardır ama bu hareket hiçbir zaman gerçek bir hukuk inkılâbı olarak telâkki edilmemiştir.

Nasçılığın Tasfiyesi:

Batı kanunlarının çok kısa bir zaman süresi içerisinde, bir arada, âdeta bir paket halinde iktibas edilmelerinin özel bir anlam taşıdığını elbette belirtmek gerekir. Bu anlam hukukta geleneksel doğu yaklaşımından çağdaş yaklaşıma hiçbir taviz verilmeden intikal edilmesini ve bu husustaki kararlılığı ifade eder. Olay bu bakımdan büyük anlam taşır ve sosyolojik analizlere konu teşkil etmelidir. Ancak alınan bu kanunlar zaman içerisinde bizzat bunları meydana getiren ülkelerde değiştirilmişlerdir ve bizde de, olayların zoru ile, mahallî ihtiyaçların baskısı ile esaslı değişiklikler geçirmişlerdir. Bugün Medenî Kanun’u çok geniş ölçüde değiştirmek istiyoruz ve Ceza Kanunu yerine yeni ve Türk toplumunun bugünkü gerçeklerinden esinlenen yeni bir kanunu ikame etmek için yaptığımız çalışmalar sona ermiş bulunmaktadır. Bizde bazıları Medenî Kanun’un bir noktasına bile dokunulmasını âdeta inkılâba ihanet gibi telâkki ederken İsviçre bu kanunda çok esaslı değişiklikler yapmıştır ve yapmakta devam etmektedir.

Önemli olan yukarda da işaret ettiğimiz gibi yaklaşım değişikliğidir: Hukuk inkılâbını bağladığımız ve sistemi değiştiren yeni yaklaşım, mevzuatta ve tatbikatta çağdaş batı hukuk anlayışını hareket düsturu haline getirmek olmuştur ve Atatürk’ün hukuk inkılâbının temel taşlarından birisi budur. Bu anlayış hukukun ve hukuk kaynaklarının temeli olarak nasçılığı bertaraf etmek ve millî egemenliği esas almaktır. Böyle olunca hukukun ilham alacağı kaynağın sadece hayat ve onun zaruretleri olması icap ettiğini ve bunun için de medenî ülkelerce kabul edilmiş üstün hukuk ilke ve ölçülerine egemen esaslar olarak uymak ve bunları muhafaza etmek gereğini hukuk inkılâbı ifade etmektedir. Çağdaş hukuk zihniyeti, yazılı hukuk kuralları meydana getirilirken, uygar ülkelere ortak üstün hukukî ve insanî değerleri, toplumun o günkü ve ileriye yönelik ihtiyaçlarını göz önünde bulundurmayı ve pozitif bilim zihniyetinin ve felsefesinin gereklerine uymayı emreder. Mevzuatın toplumun o günkü ve geleceğe yönelik ihtiyaçlara göre tertibi ve zaman içinde değişmesi bu zihniyetin gereğidir. Böyle bir tutum her türlü ilkenin inkârı ve zaman ve mekâna göre oportünistçe hareket edilmesi anlamını taşımaz. Çünkü çağdaş uygar ülkelerde ortak hukukun bugün artık milletlerarası hukuk belgelerinde, insan hakları bildiri ve sözleşmelerinde açıkça ifade edilen üstün ilkeleri ve kavramları vardır; bunlara medenî olduğunu iddia eden her ülkenin hukuku uyacaktır. Naslar bunlara uyulmasını engellemeyecektir.

İşte 19. yüzyılın batı kanunlarını iktibas etme hareketi ile Atatürk’ün hukuk inkılâbı arasındaki temel ayrılığı sözünü ettiğimiz temel yaklaşım farkı oluşturmaktadır. 1856 yılında Hıristiyan bir devletin ceza kanununu oluşturan Fransız Ceza Kanunu Osmanlı İmparatorluğu’nca “Ceza Kanunname-yi Hümayunu” olarak iktibas edildiğinde daha birinci maddeye kanunun Halifeye ait tâziratı şar’iyeyi göstermekte olduğu ve herhalde ahkâmı şer’iyenin mahfuz bulunduğu belirtilmiş ve böylece batı kanunu alınırken, batı hukuk zihniyetini reddeden, onunla zıddiyet halinde bir düşünce hemen kanunun I. maddesine yerleştirilmiştir. Atatürk’ün hukuk hareketinde ise bu türlü tavizlerin reddolunması ana yaklaşım direktifini oluşturmaktadır.

Hukuk İnkılâbını Yerleştirme:

Gerçek hukuk fiilen uygulanmakta olan hukuktur. Hukuka şeklini uygulama verir. Bu sebeple uygulama yönünden çağdaş hukuk anlayışına ulaşmak için, uygar milletlere ortak hukukun gerektirdiği zihniyeti taşıyan bir hukukçu neslin yetişmesi zorunlu idi. Bu ise elbette ki, bir zaman ve imkân meselesidir. îşte bu noktada Atatürk’ün kavrayıcı ve gerçekçi kimliği kendisini göstermektedir: Atatürk bu maksatla yeni bir hukukçu neslinin yetiştirilmesine her şeyden ziyade öncelik veriyor ve Ankara Hukuk Mektebi’nin açılışı törenindeki söylevinde şu hususları belirtiyor: “Milletimizi inhitata mahkûm etmiş ve milletimizin feyyaz sinesinde devir devir eksik olmamış olan teşebbüs erbabını, cehit ve himmet erbabını en nihayet meftur ve münhezim etmiş olan menfî ve kahir kuvvet şimdiye kadar elinizde bulunan hukuk ve onun samimî muakkipleri olmuştur. Belki ağır ve cesurane olan tarihî müşahedemin güzide heyetiniz içinde ve Cumhuriyet hükümetinin bugün hizmetlerinden istifade etmekte olduğu kıymetli memurlar ve hâkimlerimiz içinde kimsenin hayretini mucip olmayacağına eminim … Eski hukukun ve onun müntesiplerinin yeni inkılâp devremizde bizzat bana çıkardıkları müşkülâttan misal getirmeye kalksam sizi tasdi etmek tehlikesine maruz kalırım”. Bu ifadelerden de anlaşılmaktadır ki, Atatürk hukukta gerçekten bir inkılâp istemektedir. Eski hukukun, dayanakları ve ilkeleri itibariyle bir kenara bırakılmasını ve yepyeni esaslara dayalı yeni bir hukuk sistemine geçilmesini amaçlamaktadır.

Hukuk konusunda tecrübeleri olanlar bilirler ki, hukukçu, ülkesinde geçerli hukuk sistemine göre yetişkinlik kazanır ve o sistemin gerektirdiği zihniyeti taşır. Nitekim Atatürk’e girişmek istediği inkılâp hareketlerinde, eski hukukun gereklerini söz konusu etmek suretiyle muhalefette bulunanlar aslında yetiştirildikleri hukukçu zihniyetini ifade etmekten başka bir şey yapmamışlardır. Ancak Atatürk o büyük dehasıyla hukukçunun toplumsal gelişmenin temel unsurlarından birisi olduğunu görmüş ve bu bakımdan yeni hukuk düzenine uygun zihniyet taşıyan hukukçular yetiştirmenin hayatî önemine ifade etmek istemiştir. Nitekim 1 Mart 1924 tarihinde Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde yaptığı konuşmada bu hususa isabetle işaret etmiştir: “… fakat bundan daha mühim olan nokta adlî telâkkimizi, adlî kanunlarımızı, bizi şimdiye kadar şuurî, gayrı şuurî tesir altında bulunduran asrın icabatına gayrı mutabık rabıtalardan bir an evvel kurtarmaktır”. Bu ibarenin açık seçik anlamı yeni bir hukuk sistemine geçmek ve onun gerekli kıldığı zihniyeti egemen kılmaktır. Bu bakımdan da en önemli ilke nasçılığın bertaraf edilmesi ve millî iradeye tabî olunmasıdır. Nasçılıkla mücadele etmek zaruretini Atatürk Büyük Nutkunda şu suretle ifade etmiştir: “İlk Teşkilât-ı Esasiye Kanunu’nu hazırlayanlara bizzat riyaset ediyordum. Yapmakta olduğumuz kanunla ahkâmı şer’iye-nin bir münasebeti olmadığını anlatmaya çok çalışıldı. Fakat bu tâbirden kendi zuumlannca bambaşka mana murat edenleri ikna mümkün olmadı”.

Atatürk’ün bu şikâyetlerini iyi anlamak lâzımdır: Atatürk Türk toplum yapısını gelenekçilikten hareketliliğe yöneltmek, Türk toplumunu çağdaş hayat düzeyine ve toplum sistemine geçirmek hedefini güdüyordu. Gelenekçi, sosyal değişme hızı kesilmiş, ekonomisi ilkel bir tarım teknolojisine dayalı bir tarım toplumunun sanayi toplumu haline dönüşmesini, böylece Türk insanının lâyık olduğu refah düzeyine ulaşmasını ve batının sömürüsünden kurtulmasını amaçlamakta idi. Türk inkılâplarının tümünün hedefi budur. Oysa böyle bir hedefe nasçılığa dayalı bir hukuk ile ulaşılamaz. Nasçılığa dayalı bir hukukun hedefi durağan bir toplum yaratmak ve toplumsal sistemi geleneksel niteliği içerisine hapsetmektir. Böyle bir hukuk, toplumu yeniliklere kapatır; en azından yeniliği büyük ölçüde zorlaştırır. Oysa Atatürk inkılâplarının temel hedefi Türk toplumunu çağdaş medenî toplum düzeyine çıkarmak, yani geleneksel toplumsal sistemi bütünüyle değiştirmek idi. Böyle olunca da nasçılığı reddeden millî iradeye ve millî temsil sistemine dayanan yeni bir hukuk ve onun gereği olan zihniyet bütün Atatürk inkılâplarının zarurî temel şartını oluşturuyordu.

Atatürk’ün hukuk alanında gerçeğe dayanan ve çağdaş medeniyetin temellerini oluşturan esasları egemen kılmak yolundaki hareketlere engel olmaya gayret eden hukuk zihniyetinden ve bu zihniyeti temsil edenlerden şikâyet etmesinin sebebi budur. Atatürk’ün hukuku, muhafazakârlığı temel değer telâkki ederek yeniliği durdurup statik bir toplum düzeyini muhafaza etmek için kullanmayı öğütleyen eski hukuk sisteminden ve onun zihniyetinden kurtarmak amacıyla yaptığı şey işte bu gerçek hukuk inkılâbıdır. Atatürk inkılâbı çerçevesinde çağdaş hukukun temel karakteri ve fonksiyonu, toplumu mümkün olduğunca muhafaza ederek durağan bir toplumsal sistemi egemen kılmak değil ve fakat topluma ve insanlara hareket sistemi sağlamak suretiyle yenilik yollarını açmaktır. Yeniliği tıkayan unsurları bertaraf etmektir.

Hukuku nasçılıktan kurtararak millî egemenliği tesis etmenin aslî şartı ise lâiklik ilkesini devletin değişmez niteliği ve vasfı olarak kabul etmek ve yerleştirmektir. Atatürk inkılâbı, lâiklik ilkesi tam manasıyla yerleştirilmedikçe, 1839 Tanzimatı’ndan itibaren yürütülmesine girişilmiş ıslahat hareketlerinin istenen sonuçlara götüremeyeceğini açık ve seçik olarak tespit etmiştir.

Bu sebeplerdir ki, çok akıllı ve plânlı bir biçimde lâikliğin devlet hayatında ve hukukta egemen olmasına giden yol açılıp temizlenmiştir. Lâiklik ilkesi kelime ve metin olarak Teşkilât-ı Esasiye Kanunu’na 1937 yılında girer. Ancak gerçek anlamda lâiklik 1924 Teşkilât-ı Esasiye Kanunu’nun yürürlüğe girdiği andan itibaren devlet hayatında fiilen uygulanmıştır. 1928 yılında devletin dininin İslâm olduğu, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin şeriatı tenfiz yükümlülüğünde bulunduğu hususundaki hükümler, milletvekillerinin Cumhurbaşkanı’nın yeminlerindeki dine atıflar anayasada yer almış “zevait” (gereksiz fazlalıklar) gibi tanımlanarak kaldırılmıştır. 1928 yılında Anayasa’da yapılan bu değişikliğe ait gerekçede aynen şöyle denilmiştir: “… Esbabı mesrudeye binaen lâik devletin esas telâkkisine münafi fıkraların teşkilâtı esasiyeden tayyı teklif olunmuştur… Muasır medeniyet hukuku ammesinde, milletin hâkimiyetinin tecellisine medar en mütekâmil devlet şeklinin lâik ve demokratik cumhuriyet olduğu müsellimattandır”.

Bu yazımıza bir özetle son vermek istersek diyeceğiz ki:

Hukuk inkılâbı aslında hukuk sisteminde temelden değişiklik demektir.
Hukuk sisteminde değişiklik hukukun ana kaynak ve temel ilkelerinin değişmesi anlamına gelir.

Atatürk’ün hukukunda yapısal değişme, millî egemenliğin hukukun ana kaynağı olmasıdır.

Bu ilke zarurî olarak nasçılığın bertaraf edilmesini gerektirir.
Hukukta nasçılığın bertaraf edilmesinin aracı ise lâikliğin kabulüdür.

O halde dün olduğu gibi bugün de Türk milletinin millî egemenlik ve lâiklik ilkelerine sımsıkı sarılması,

Atatürk’ün gösterdiği hedefe ulaşabilmenin temel şartıdır.

Bu aynı zamanda Atatürk inkılâplarına sadakatin gereği ve bağımsızlık ve milletçe mutluluğumuzun temel şartıdır.