Etiket arşivi: “Haka dansı” eşliğinde Pavlov’un koşullu refleksi ile özel savaş marşları ile koşullandırılan birer savaş canavarı

“MODERNLEŞEN TÜRKİYE’NİN TARİHİ” ERİCH JAN ZÜRCHER


Dostlar,

Meslektaşımız Dr. Alper Akçam‘ın derinlikli bir aydın (entellektüel) olarak keyif veren, öğreten.. yazılarını paylaşıyoruz.. O bir yurtsever aydın.. Kendi ekinine yabancılaşmamış ve aşağılık kompleksi içinde de değil doğallıkla..

Tersine, Anadolu kültürünün kendine özgü güzellik ve varsıllıklarını önemsiyor.
Bunların gerek Anadolu yazarları – yöneticileri gerekse Batı’lı içtenlikli olmayan
yazar- tarihçilerce bilerek görmezden gelinmesine hatta gözden kaçırılmasına, modernitenin salt Batı tekeline alınmasına içerliyor..

Biz de !

Hele tüm bunlara ek olarak Mustafa Kemal’in Devrimlerine künt kalmaları,
dahası tektipleştirici- tepeden inme – Jakoben gibi nitemleri iliştirmeleri
sigortamızı attırıyor.

Bilim – tarih namusu olan ve gerçeği teslim eden Batı’lı yazarlar da yok değil bereket. Bunlardan biri de İngiliz tarihçi Arnold Toynbee..

Üstelik Toynbee 1915’lerde İng,liz gizli servisi için çalışırken sipariş üzerine
“The Blue Book” adlı kara propaganda kitabını yazmıştı. Kitap İngiliz sömürgelerinde dağıtılmış, Yeni Zelanda ve Avusrtalya’dan asker toplamak için psikolojik ajitasyon aracı olarak kullanılmıştı. 

Toynbee “The Blue Book” adlı kara propaganda kitabında barbar Türklerin ayaklandığını ve yeryüzü uygarlığını yok edeceklerini savlamaktaydı. Onları durdurmak gerekiyordu.. 7-8 yy. önce de Hıristiyan alemi Haçlı seferleri düzenlemişti
Kutsal Kudüs’ü barbar Müsümanlardan (!) almak için.. Bu kitap sayesinde ANZAC (Australia and New Zealand Army Corps) Kolordusu oluşturulmuş ve “Haka dansı” eşliğinde Pavlov’un koşullu refleksi ile özel savaş marşları ile koşullandırılan
birer savaş canavarı
olarak Çanakkale’ye yollanmışlardı.. Bu dev cüsseli yerliler,
45+ kg tüm erkekleri askere alınan Türk ordusu neferlerinin yer yer 2 katı irilikteydiler.. Ama gene başaramadılar.. Mustafa Kemal’in askeri dehası ve Mehmetçiklerin vatan aşkını geçemediler..

****

Biz de Dr. Akçam’ın 3 kişilik mini toplantısına sanal ortamda birkaç gün sonra katılmış olduk.. Salı akşamı toplantılarına zamanımız elverdikçe katılacağız..

Teşekkürler Dr. Akçam..

Sevgi ve saygıyla.
12.9.2014, Datça

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net

=========================================

“MODERNLEŞEN TÜRKİYE’NİN TARİHİ”
ERİCH JAN ZÜRCHER ve BİR DERNEK TOPLANTISI ÜZERİNE…

portresi

Dr. Alper AKÇAM

Dün akşam (AS:9.9.14), Yeni Kuşak Köy Enstitülüler Derneği Ankara Şubesi’nin olağan haftalık toplantısı vardı.
İki üye, bir konukla derneğin en verimli toplantılarından birini yaptık!
Toplantı saati geldi geçiyor derken yalnızdım. Kapı çaldı; yeni üyelerimizden,
çok sevgili Kerim amcamın küçük kızı Fatma Akçam Duran’dı gelen.
Elinde de üç simit taşıyan bir paket.
Hemen çay suyunu koyduk, uzun süredir görüşmemiştik, sohbete başladık.
Tam demlenen çaylarımızı almıştık ki, kapı yeniden çaldı. Bir konuğumuz vardı.
Öyle ya, çağrılarımızda toplantılar üyelere (üye sayımız yüz ona ulaştı, ne kadar sevinsek azdır!) ve tüm dostlara açıktır, demiyor muyduk? Gelen, Bilkent Üniversitesi Kütüphane Sanat Galerisi Koordinatörü, daha önce de birkaç etkinlikte karşılaşmış olduğumuz F. Atilla Güllü idi.

Derneğin yakın gelecekteki etkinlikleri üzerine biraz konuşup Cumhuriyet tarihi üzerine bir söyleşiye daldık. Batılı Şarkiyatçı düşüncenin Orta Doğu’da işgal ve savaş çığırtkanlıklarına başladığı zaman dilimiyle örtüşen tarihlerde, Cumhuriyet tarihine karşı başlatılmış kültürel saldırı ile Cumhuriyet’e sahip çıktığını sanırken Atatürk’ten ülkenin tapusunu almış gibi davranan elitist bir zümrenin yol açtığı kavram karışıklıkları üzerine yoğunlaşmıştık.

Tarihimiz yeniden yazılırken nesnel gerçeklikler gözardı ediliyor,
inanç bezirgânlıkları ve halktan kopuk aydın gevezelikleri ile
genç kuşakların kafaları karıştırılıyordu.

Söz döndü dolaştı, bizim liberal aydınlara esin kaynağı olmuş,
benim Anadolu Rönesası adlı kitabımda üzerinde uzun uzun durduğum
“Modernleşen Türkiye’nin Tarihi” adlı kitaba ve yazarı Erich Jan Zürcher’e geldi.

Zürcher ve O’ndan esin almış kimi liberal aydınların başlattığı bir kampanya ile Cumhuriyet kültür politikaları “tepeden inmeci”, “darbeci” bir nitelikte tanımlanmış,
Köy Enstitüleri ve Halkevleri gazeteci Engin Ardıç’ın kezlerce başlık yaptığı gibi
“faşist bir müesssese” ilan edilmişti.

“Komünistlik”ten kapatılmış Köy Enstitüleri, bu kampanya ve Karaömerlioğlu gibi ayakları ABD ve İngiltere’de olan aydınlar tarafından “faşistlik” mertebesine
terfi ettirilmişti!

Her gün en az bir saat özgür okumanın olduğu, öğrencilerin okul yönetimi ve derslerin hazırlanmasına etkin olarak katıldığı, cumartesi toplantılarında okul yönetimine ve işleyişe yönelik her türlü eleştirinin özgürce yapıldığı, doğaçlama oyunların,
halk oyunlarının oynandığı, her öğrencinin bir müzik aygıtı çaldığı, köylülerin de derslere ve eğlencelere katıldığı o okullarla günümüz eğitimini karşılaştırıldığında insanın içi burkulmaktadır ama, ne çare…

Akılları ve cepleri emperyalizm tarafından doldurulan aklı evvellerin sayesinde bizim Cumhuriyet tarihine ait birçok yapıt “resmi tarih”, Erich Jan Zürcher gibi Abdülhamit ve Saidi Nursi’yi “gelenekçi modernist” olarak gören bir Batılı Şarkiyatçı, “sivil tarihçi” olarak kayda geçirilmiş, üniversite öğrencilerine adı anılan kitap okutturulmuş, kitap yüzbinleri bulan baskılar yapmıştı.

“Anadolu Rönesansı”nda kitabın tabansızlığını, ülke tarihinden ve gerçekliğinden kopukluğunu, Şark ülkelerini dinsel bir yaşamın ötesinde görmeyen, görmek istemeyen, kendileri seküler yaşamı seçmişken Şark toplumlarını ille de inançları ile yaşatmak ve
o noktada bırakmak isteyen, kadın haklarını, inancını kendi diline çevrilmiş metin ve duyurularla yapmayı, dini devlet işlerinin dışında tutmayı bizlere layık bulmayan
bu anlayışın art niyetini Edward Said’in “Şarkiyatçılık” adlı yapıtından da örnekler vererek sergilemeye çalışmıştım.

Atilla Güllü, Erich Jan Zürcher’in Ankara’daki bir konferansına dinleyici olarak katıldığını söyleyerek söz aldı… Kendisini dinlemiş ve konuşmasının bitiminde birkaç sorusu ve itirazı olmuştu. O’na yönelttiği soruların başında, neden kitabında ve konuşmasında kadın haklarıyla ilgili tek bir sözün de bulunmadığı, okuryazarlık oranlarının neden karşılaştırılmadığı olmuştu. Öyle ya, madem Osmanlı’nın son zamanlarında “modernleşme” yolunda büyük adımlar atılmıştı, Abdülhamit ve sonrasında Said-i Nursi de “gelenekçi” bir “modernist” idi. Bu konularda onlar ve Jürcher ne düşünüyordu?

“Modernite” kadın hakları ve halkın kültürel yaşam içindeki yeri, özellikle okuryazarlığı konuşulmadan değerlendirilebilir miydi? Cumhuriyet’in kadın hakları konusundaki tutumu ve okuryazarlıkla ilgili olarak, özellikle Köy Enstitüleri’nden sonra atılmış
dev adımları ortadaydı…

Atilla Güllü’nün soru ve itirazlarından sonra Zürcher susup kalmış, arkadaşımızın kendisi böyle bir şey beklemediği halde salondan alkışlar yükselmişti.

Birden, içimde kocaman bir boşluk oluştu. Yıllarca uğraşmıştım Anadolu Rönesansı adlı kitap için. Yüzlerce kaynak taramış, tarihsel belgeleri incelemiştim. Halk kültürü içindeki seküler öğeleri görmezden gelen, Şarkı ve ülkemizi yalnızca İslami, Arap-Fars derebeyi toplumu gibi, politikada koçbaşı olarak kullanılan din bezirgânlığı içinde göstermek isteyen anlayışı yerden yere vurmaya çalışmıştım. Bu adamlara ve onlara yardakçılık eden yerli aydınlarımıza göre, Sis Yaylası’nda tulum çalıp kadın erkek el ele, kol kola horona duran halkımız “gelenekçi” değildi.

Bizim geleneğimiz, bu işe “günah” damgasını vuran Samsun Müftüsü’nün iki dudağı arasında olmalıydı!

Ben de bu tatlı söyleşi sırasında onca emek verdiğim kitapta es geçtiğim cins ayrımcılığı ve kadın hakları konusundaki yavanlığımın farkına varmıştım.
Üç kişilikti toplantımız ama, yol göstericiydi, ufuk açıcıydı.

Her Salı, dağarcığımızdakileri paylaşmak umuduyla, sevgiyle…

Tüm dostlara selam olsun.

10 Eylül 2014, Alper AKÇAM