Etiket arşivi: Mustafa Kemal’in Devrimleri

ORTADOĞU BATAĞINDAN ÇIKMAK İÇİN!…

ORTADOĞU BATAĞINDAN ÇIKMAK İÇİN!…

tülay1.jpgProf. Dr. Tülay Özüerman

(AS : Bizim kısa katkımız yazının altındadır..)

Artık tek bir gündemi var Türkiye’nin: TERÖR!…
Öyle ki, kollar ana muhalefetin başkanına kadar uzandı. Daha Kılıçdaroğlu
ve konvoyuna menfur suikast girişimini konuşamadan, ertesi sabah Cizre’de, 26 Ağustos “Büyük Taarruz”un başlangıcının yıldönümünde acıttılar yine canımızı…

maviileriKılıçdaroğlu’nun şahsında hepimize geçmiş olsun dileklerimizle, şehit askerimizi acı ve rahmetle uğurluyor, yakınlarına ve hepimize başsağlığı, hepsinden öte sabırlar diliyoruz. Zira sabır taşı  çatlamak üzere!…

Toplumda kaygı giderek artmakta; kurumlara ve kişilere güven giderek azalıyor. TV’lere yerleştirilen yağdanlıklar boş sözleri, tutarsızlıkları ve güven vermeyen yüz ifadeleri ile bu kaygıyı giderecek yerde, artırıyorlar.

FETÖ’cü darbe girişiminden bu yana OHAL uygulaması var ancak terör tırmanışta.

  • Suriye politikasındaki yanlışların faturası, savaşın içine itilen Türkiye oldu!…

Bu arada Meclisimiz ne yapıyor? Tatilde!… Erteleyip, ülkemizi güllük gülistanlık hale getirince (!) tatile çıkabilirlerdi. En azından “FETÖ’cü darbe girişimi” soruşturması tamamlanmış ve 15 Temmuz olayı Meclis araştırması ile açığa çıkarılmış olmalı değil miydi?

Bu süreçten nasıl çıkacağız?
Herkes bu soruyu sormakta. Nasıl çıkarız sorusunun yanıtını bulmak için önce şu gerçeği kabullenmek gerekiyor:

  • Bizi bu duruma sürükleyen akılla çıkamayız.

Sürükleyen akıl dışında her şey, herkes sorgulanabiliyor. Elimize tutuşturulan, beynimize sabahtan akşama işlenen ile kafamızdaki sorular yanıt bulmuyor. Açıklamalar, açıklanamayan soruları örtmeye yetmiyor. Gidişatla ilgili uyarılara kulaklarını tıkayan ve “sıfır sorun” tezi ile terör batağına iyice batışımızda vebali olanlar değil de, delilsiz, kanıtsız suçlamalarla açığa alınanları suçlayarak mı çıkacağız bu süreçten?

Ortak akıl, dayanışma, birliktelik sözcükleri ve muhalefeti de yanlarına aldıkları fotoğraflar çoğaltılıyor ancak, muhalefetin talepleri rağbet görmüyor. İktidarın aklı her konuda önde!… Ortak akıl diye hala kendi akıllarını dayatıyorlar.

Açılacak köprüye, Atatürk adını verelim önerisini getiren muhalefete verilen yanıt: “Yavuz Sultan Selim” adı yerleşti!… Yerleşik adları bir günde silip yerine kendi öngördükleri adları veren kendileri değilmiş gibi! Bu aklın, “ortak akıl” ve “uzlaşma” dediğinin tam adı; “dayatma”. Bu dayatmacı zihniyetin uzlaşmadan anladığı herkesin onların sürüklediği yerde toplaşması. Başka deyişle; farklı ses ve görüşlere şimdilik düşük, herkes aynı yerde toplaştırılınca sıfır tolerans.

Çıkış yolu: O belli!… Aklı başında olan herkesin dile getirdiği gibi; başta Cumhuriyet ve Atatürk olmak üzere, bizi devlet yapan ve bugüne dek birlikte getiren kişi, kurum ve değerlere sıkıca sarılmak.

“Güçlü ordu”, içinden geçtiğimiz süreçte çok daha önemli. Öbür tüm sorunlarımıza sıranın gelmesi için, terörün bitirilmesi gerekiyor. Güvenlik zafiyeti ve güvensizlik duygusundan arınmış bir Türkiye için Ordu’nun giderek zayıflatıldığı ve yalnızca kurumsal değil, psikolojik olarak da dağıtılmış görüntüsünden uzaklaştırılması gerekiyor.

Meclisin her bir kurumun işleyişinin hukukun dışına çıkmamasını sağlamak gibi bir görevi var. Denetleyici olmak yerine seyirci olmayı seçmiş bir Meclisin ulusun iradesini yansıttığı söylenebilir mi? Türkiye’nin dağıtılan kurumlarına bakınca, en büyük revizyonun siyasette yapılması gerektiğini atlayışımızı göremez oluyoruz. Düzeltilmesi gereken bir kurum, bozmanın aracısı durumuna gelmişse, çıkış yolu için umut olabilir mi?

Terörün gölgesinde, aklımız bulanık, bir önceki travmayı atlatamadan, hatta üzerinde düşünemeden, konuşamadan ötekinin içine itilirken, ortak ve sağlıklı aklı üretmenin önünde bunca barikat yığılmışken, siyaset yalnızca iktidarda olan akla oturtulmuşken, her yerde isim olarak çoğaltılan “demokrasi” kelimesi yaşadıklarımızın üstünü örtemediği gibi fena halde sırıtıyor.

Otoriter uygulamalar demokrasi sopasına tutunarak ilerletilirken, itiraz edecek olanlar, “sen demokrat değil misin?” suçlaması gelmeden kendi kendilerini susturuyorlar. Farklı düşüncenin önünde yalnızca tutuklamalar değil, artık demokrasiyi toplaştırılmaktan ibaret gören insan topluluğunun yaptırımları da bir engel. Herkesin toplaştırıldığı yere gitmemek, toplaşanların baskısı ile farklı düşünmek olmaktan çıkıp, dışlamaya dönüşüyor.

Demokrasinin olmazsa olmazı muhalefet refleksleri türlü yöntemlerle kırılmakta. Bazıları tek tek birey olmak yerine, iradesini kalabalıkta erittiğini açıklamak, hatta kanıtlamak zorunda hissediyor ki, sistem içinde zarar görmesin ya da ödüllendirilebilsin. Giderek daralan bir çemberin içine çekilerek, kimimiz için açık, kimimiz için kapalı tutukluluk alanına dönüşen ülkemizde, içi tümden boşaltılarak tabelalara yerleştirilen demokrasi, bu iklimin yaratılmasında ve ilerletilmesinde araçtan öte değil. Bu yüzden

  • “Ben Cumhuriyetçiyim” diyenlerin safları sıkılaştırması gerekiyor.

Terör lanetini defetmenin yolu da susan, sinen ve dayatmalar karşısında giderek eriyen muhalefetin yeniden güçlenmesinden geçiyor. Türkiye, dahil edildiği büyük oyunun parçası olmak yerine, kendisini koruyacak yeni stratejiler ile Ortadoğu’daki ateş topunun menzili dışına çıkmayı başarabilmeli. Acı olan; bu ateş topunun içine “barış” ve “demokrasi” sözcükleri ile itilmiş olmak!..

Ülkenin dış politikasının yeniden gözden geçirilmesi için de güçlü bir muhalefet şart. Joe Biden’ın gelişini yazacaktım, gündem değişti, konuşamıyoruz bile, bir cümle ile açıklayacağım; bu kadar yolu bizim için tepmedi: “vermeye değil, almaya geldi”. Bu cümleden bakarak daha doğru analiz yapabileceğiz.

Kendi askerlerinin burnu bile kanamadan Ortadoğu’daki ülkelerin birbirleri ve kendi içlerindeki büyük hesaplaşmanın yok ettiği ve kararttığı yaşamların üzerinden elde ettikleri / edecekleri çıkarların peşindeler.

Kocaman bir coğrafya kendi içinden ufalandıkça, ellerini ovuşturanların sayısı artıyor. Kıbrıs, Ege, Ermeni sorunları gündem dışı gibi ama… tam dibimizde bekleşenler var.

  • Uçurumun kenarından döndüğümüzü söyleyenler, başka bir uçuruma savruluşumuzu göremiyor olabilirler mi gerçekten?!…
  • “Uçurumun kenarı” denilen noktadan OHAL’e, OHAL’den savaş haline geçiş yaptık.
  • Durum vahimden de öte.

Sürüklendiğimiz yerden çıkmayı başarabilmeliyiz. Bunun için önce sürüklenme halinden çıkmamız gerekiyor.  Bırakınız haftaları, günlerin, saatlerin, hatta dakikaların çok önemli olduğu, olayların hızlandıran etkisi ile belleğimizi alt üst ettiği bir süreçten geçiyoruz.

  • Türkiye’yi başta terör kıskacı, zorlu bir süreç ve zor günler bekliyor.

Umarım ve dilerim, terör bilançomuzu kabartan başka bir eylem olmaz da, önümüzdeki hafta, Zafer Bayramımızı hep birlikte kutlar, başta Atatürk ve silah (AS: ve dava) arkadaşları olmak üzere, bize canları ile bugünleri armağan eden tüm şehitlerimizin aziz anılarına layık bir anmada birlik olabiliriz. (26 Ağustos 2016)

30 Ağustos Zafer Bayramımızı şimdiden kutluyorum.

================================

Dostlar,

Bir Cumhuriyet aydını olan, daha önce de pek çok makalesini bu sitede paylaştığımız değerli hocamız Sn. Prof. Dr. Tülay Özüerman‘a teşekkür ediyoruz..

AKP – RTE’nin gerek ufuksuzluğu kaynaklı (BOP eşbaşkanlığı örn.!) gerek örtük din devleti – Anadolu Federe İslam Devleti ve Halifelik ham ve akıl dışı hayalleri
yüzünden içine sürüklendiğimiz kanlı iç savaş – bölüünme eşiği tablodan neden olan akılla ve aynı düzlemde kalarak çözüm stratejik bağlamda olanak dışı..

Sorumluları tasfiye eden gerçek bir akıllılıkla, halkımızın duruma el koymasıyla bu beka sorunu aşılabilir ancak..

Mustafa Kemal’in devrimleri gibi.. Saltanatın – Halifeliğin kaldırılması gibi..
Yepyeni bir Cumhuriyet kurması gibi..
Ulusumuz bu AKP – RTE fetret (yıkım – dağılma) sürecini durdurmalıdır, durduracaktır..

Sevgi ve saygı ile.
27 Ağustos 2016, Tekirdağ

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

“MODERNLEŞEN TÜRKİYE’NİN TARİHİ” ERİCH JAN ZÜRCHER


Dostlar,

Meslektaşımız Dr. Alper Akçam‘ın derinlikli bir aydın (entellektüel) olarak keyif veren, öğreten.. yazılarını paylaşıyoruz.. O bir yurtsever aydın.. Kendi ekinine yabancılaşmamış ve aşağılık kompleksi içinde de değil doğallıkla..

Tersine, Anadolu kültürünün kendine özgü güzellik ve varsıllıklarını önemsiyor.
Bunların gerek Anadolu yazarları – yöneticileri gerekse Batı’lı içtenlikli olmayan
yazar- tarihçilerce bilerek görmezden gelinmesine hatta gözden kaçırılmasına, modernitenin salt Batı tekeline alınmasına içerliyor..

Biz de !

Hele tüm bunlara ek olarak Mustafa Kemal’in Devrimlerine künt kalmaları,
dahası tektipleştirici- tepeden inme – Jakoben gibi nitemleri iliştirmeleri
sigortamızı attırıyor.

Bilim – tarih namusu olan ve gerçeği teslim eden Batı’lı yazarlar da yok değil bereket. Bunlardan biri de İngiliz tarihçi Arnold Toynbee..

Üstelik Toynbee 1915’lerde İng,liz gizli servisi için çalışırken sipariş üzerine
“The Blue Book” adlı kara propaganda kitabını yazmıştı. Kitap İngiliz sömürgelerinde dağıtılmış, Yeni Zelanda ve Avusrtalya’dan asker toplamak için psikolojik ajitasyon aracı olarak kullanılmıştı. 

Toynbee “The Blue Book” adlı kara propaganda kitabında barbar Türklerin ayaklandığını ve yeryüzü uygarlığını yok edeceklerini savlamaktaydı. Onları durdurmak gerekiyordu.. 7-8 yy. önce de Hıristiyan alemi Haçlı seferleri düzenlemişti
Kutsal Kudüs’ü barbar Müsümanlardan (!) almak için.. Bu kitap sayesinde ANZAC (Australia and New Zealand Army Corps) Kolordusu oluşturulmuş ve “Haka dansı” eşliğinde Pavlov’un koşullu refleksi ile özel savaş marşları ile koşullandırılan
birer savaş canavarı
olarak Çanakkale’ye yollanmışlardı.. Bu dev cüsseli yerliler,
45+ kg tüm erkekleri askere alınan Türk ordusu neferlerinin yer yer 2 katı irilikteydiler.. Ama gene başaramadılar.. Mustafa Kemal’in askeri dehası ve Mehmetçiklerin vatan aşkını geçemediler..

****

Biz de Dr. Akçam’ın 3 kişilik mini toplantısına sanal ortamda birkaç gün sonra katılmış olduk.. Salı akşamı toplantılarına zamanımız elverdikçe katılacağız..

Teşekkürler Dr. Akçam..

Sevgi ve saygıyla.
12.9.2014, Datça

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net

=========================================

“MODERNLEŞEN TÜRKİYE’NİN TARİHİ”
ERİCH JAN ZÜRCHER ve BİR DERNEK TOPLANTISI ÜZERİNE…

portresi

Dr. Alper AKÇAM

Dün akşam (AS:9.9.14), Yeni Kuşak Köy Enstitülüler Derneği Ankara Şubesi’nin olağan haftalık toplantısı vardı.
İki üye, bir konukla derneğin en verimli toplantılarından birini yaptık!
Toplantı saati geldi geçiyor derken yalnızdım. Kapı çaldı; yeni üyelerimizden,
çok sevgili Kerim amcamın küçük kızı Fatma Akçam Duran’dı gelen.
Elinde de üç simit taşıyan bir paket.
Hemen çay suyunu koyduk, uzun süredir görüşmemiştik, sohbete başladık.
Tam demlenen çaylarımızı almıştık ki, kapı yeniden çaldı. Bir konuğumuz vardı.
Öyle ya, çağrılarımızda toplantılar üyelere (üye sayımız yüz ona ulaştı, ne kadar sevinsek azdır!) ve tüm dostlara açıktır, demiyor muyduk? Gelen, Bilkent Üniversitesi Kütüphane Sanat Galerisi Koordinatörü, daha önce de birkaç etkinlikte karşılaşmış olduğumuz F. Atilla Güllü idi.

Derneğin yakın gelecekteki etkinlikleri üzerine biraz konuşup Cumhuriyet tarihi üzerine bir söyleşiye daldık. Batılı Şarkiyatçı düşüncenin Orta Doğu’da işgal ve savaş çığırtkanlıklarına başladığı zaman dilimiyle örtüşen tarihlerde, Cumhuriyet tarihine karşı başlatılmış kültürel saldırı ile Cumhuriyet’e sahip çıktığını sanırken Atatürk’ten ülkenin tapusunu almış gibi davranan elitist bir zümrenin yol açtığı kavram karışıklıkları üzerine yoğunlaşmıştık.

Tarihimiz yeniden yazılırken nesnel gerçeklikler gözardı ediliyor,
inanç bezirgânlıkları ve halktan kopuk aydın gevezelikleri ile
genç kuşakların kafaları karıştırılıyordu.

Söz döndü dolaştı, bizim liberal aydınlara esin kaynağı olmuş,
benim Anadolu Rönesası adlı kitabımda üzerinde uzun uzun durduğum
“Modernleşen Türkiye’nin Tarihi” adlı kitaba ve yazarı Erich Jan Zürcher’e geldi.

Zürcher ve O’ndan esin almış kimi liberal aydınların başlattığı bir kampanya ile Cumhuriyet kültür politikaları “tepeden inmeci”, “darbeci” bir nitelikte tanımlanmış,
Köy Enstitüleri ve Halkevleri gazeteci Engin Ardıç’ın kezlerce başlık yaptığı gibi
“faşist bir müesssese” ilan edilmişti.

“Komünistlik”ten kapatılmış Köy Enstitüleri, bu kampanya ve Karaömerlioğlu gibi ayakları ABD ve İngiltere’de olan aydınlar tarafından “faşistlik” mertebesine
terfi ettirilmişti!

Her gün en az bir saat özgür okumanın olduğu, öğrencilerin okul yönetimi ve derslerin hazırlanmasına etkin olarak katıldığı, cumartesi toplantılarında okul yönetimine ve işleyişe yönelik her türlü eleştirinin özgürce yapıldığı, doğaçlama oyunların,
halk oyunlarının oynandığı, her öğrencinin bir müzik aygıtı çaldığı, köylülerin de derslere ve eğlencelere katıldığı o okullarla günümüz eğitimini karşılaştırıldığında insanın içi burkulmaktadır ama, ne çare…

Akılları ve cepleri emperyalizm tarafından doldurulan aklı evvellerin sayesinde bizim Cumhuriyet tarihine ait birçok yapıt “resmi tarih”, Erich Jan Zürcher gibi Abdülhamit ve Saidi Nursi’yi “gelenekçi modernist” olarak gören bir Batılı Şarkiyatçı, “sivil tarihçi” olarak kayda geçirilmiş, üniversite öğrencilerine adı anılan kitap okutturulmuş, kitap yüzbinleri bulan baskılar yapmıştı.

“Anadolu Rönesansı”nda kitabın tabansızlığını, ülke tarihinden ve gerçekliğinden kopukluğunu, Şark ülkelerini dinsel bir yaşamın ötesinde görmeyen, görmek istemeyen, kendileri seküler yaşamı seçmişken Şark toplumlarını ille de inançları ile yaşatmak ve
o noktada bırakmak isteyen, kadın haklarını, inancını kendi diline çevrilmiş metin ve duyurularla yapmayı, dini devlet işlerinin dışında tutmayı bizlere layık bulmayan
bu anlayışın art niyetini Edward Said’in “Şarkiyatçılık” adlı yapıtından da örnekler vererek sergilemeye çalışmıştım.

Atilla Güllü, Erich Jan Zürcher’in Ankara’daki bir konferansına dinleyici olarak katıldığını söyleyerek söz aldı… Kendisini dinlemiş ve konuşmasının bitiminde birkaç sorusu ve itirazı olmuştu. O’na yönelttiği soruların başında, neden kitabında ve konuşmasında kadın haklarıyla ilgili tek bir sözün de bulunmadığı, okuryazarlık oranlarının neden karşılaştırılmadığı olmuştu. Öyle ya, madem Osmanlı’nın son zamanlarında “modernleşme” yolunda büyük adımlar atılmıştı, Abdülhamit ve sonrasında Said-i Nursi de “gelenekçi” bir “modernist” idi. Bu konularda onlar ve Jürcher ne düşünüyordu?

“Modernite” kadın hakları ve halkın kültürel yaşam içindeki yeri, özellikle okuryazarlığı konuşulmadan değerlendirilebilir miydi? Cumhuriyet’in kadın hakları konusundaki tutumu ve okuryazarlıkla ilgili olarak, özellikle Köy Enstitüleri’nden sonra atılmış
dev adımları ortadaydı…

Atilla Güllü’nün soru ve itirazlarından sonra Zürcher susup kalmış, arkadaşımızın kendisi böyle bir şey beklemediği halde salondan alkışlar yükselmişti.

Birden, içimde kocaman bir boşluk oluştu. Yıllarca uğraşmıştım Anadolu Rönesansı adlı kitap için. Yüzlerce kaynak taramış, tarihsel belgeleri incelemiştim. Halk kültürü içindeki seküler öğeleri görmezden gelen, Şarkı ve ülkemizi yalnızca İslami, Arap-Fars derebeyi toplumu gibi, politikada koçbaşı olarak kullanılan din bezirgânlığı içinde göstermek isteyen anlayışı yerden yere vurmaya çalışmıştım. Bu adamlara ve onlara yardakçılık eden yerli aydınlarımıza göre, Sis Yaylası’nda tulum çalıp kadın erkek el ele, kol kola horona duran halkımız “gelenekçi” değildi.

Bizim geleneğimiz, bu işe “günah” damgasını vuran Samsun Müftüsü’nün iki dudağı arasında olmalıydı!

Ben de bu tatlı söyleşi sırasında onca emek verdiğim kitapta es geçtiğim cins ayrımcılığı ve kadın hakları konusundaki yavanlığımın farkına varmıştım.
Üç kişilikti toplantımız ama, yol göstericiydi, ufuk açıcıydı.

Her Salı, dağarcığımızdakileri paylaşmak umuduyla, sevgiyle…

Tüm dostlara selam olsun.

10 Eylül 2014, Alper AKÇAM