Etiket arşivi: 31 Mart Vakası

Sedef Kabaş ve 113 yıl önceki telgraf

Alev CoşkunAlev Coşkun
Cumhuriyet, 13.3.22

 

Gazeteci, yazar, TV programcısı Sedef Kabaş, TELE1 TV’deki konuşması sırasında tekrar ettiği bir atasözü nedeniyle cezalandırıldı ve Bakırköy Cezaevi’nde 49 gün tutuklu kaldı. Cuma günkü duruşmayla salıverildi ancak kendisine 2 yıl 4 ay hapis cezası verildi.

Bu yazımızda Sedef Kabaş tutuklamasıyla paralel bir örnek olay olarak 113 yıl önceki bir telgraftan söz edeceğiz. Telgrafta açıkça Osmanlı Devleti’nin sadrazamına hakaret ediliyordu. Sonra ne oldu? Konuyu özetleyelim:

23 Temmuz 1908’de İkinci Meşrutiyet ilan edildi, ardından seçimler yapıldı ve 17 Aralık 1908’de Osmanlı Meclisi (Meclis-i Mebusan) çalışmaya başladı. Osmanlı tarihinde çalkantılı bir dönem yaşanıyordu.

SERT TELGRAF

İstanbul’da gerici unsurlar bir araya gelerek 13 Nisan 1909’da ayaklandılar. (Bu tarih, o dönem kullanılan Rumi takvime göre 31 Mart 1325’e denk geldiği için bu olay tarihe 31 Mart Vakası olarak geçer.)

  • Ellerinde yeşil bayraklarla ve şeriat isteriz bağırışlarıyla Meclis’i bastılar.

Adalet Bakanı Nazım Paşa ve Lazkiye milletvekili Emir Aslan Bey’i Meclis’in kapısının önünde öldürdüler. Bir gün sonra Binbaşı Ali Kabuli Bey, Yıldız Sarayı önünde saldırıya uğradı ve linç edildi. İstanbul’da sokak çatışmalarında ölenlerin sayısı 30’u geçiyordu.

Padişah Abdülhamit, Ahmet Tevfik Paşa’yı sadrazamlığa getirdi. Tevfik Paşa’nın isyan eden gericileri destekleyeceği sanılıyordu. Bir yandan da Hareket Ordusu Rumeli’den İstanbul’a doğru hareket etmişti.

Rumeli ve Anadolu’dan sadrazama ve Meclis’e telgraflar gönderiliyordu. İşte Tevfik Paşa’nın Sadrazam olduğu günlerde, Nisan 1909’da Ödemiş Belediye Başkanı Ali Haydar Bey sadrazama aşağıdaki telgrafı gönderdi:

“Yüksek makamdaki keyfi yönetimin sadrazamı Tevfik Paşa’ya, 

Hürriyete âşık olan ve bu uğurda kanlarının son damlasını akıtmaya her an hazır bulunan 85 bin nüfusu aşkın, fedakârlık ve yiğitliği ile ünlü ilçemiz vatandaşlarının yıkım ve zorbalık ürünü hükümetinize zerre kadar güveni yoktur.

Sadrazamlık makamını mezar taşınıza yazdırmak için kabul ettiyseniz üç gün de yeterlidir. Yok, vatanı yok etmek ve milleti alçak ve bağnazlık derecesine indirmek ve kan döktürmek için üstünüze aldıysanız bu alçaklıktır, hainliktir. Cezasız kalmaz. Görevden ayrıl, yoksa indireceğiz.

Halkı adına Ödemiş Belediye Reisi Ali Haydar
7 Nisan 1909  (26 Mart 1325)” (*)

Ali Haydar Bey

Ahmet Tevfik Paşa

Sadrazama gönderilen telgrafta O’nu “keyfi ve zorba yönetimin sadrazamı” olarak niteleyen, “Sadrazamlık makamını mezar taşınıza yazdırmak istiyorsanız üç gün de yeterlidir” diyen, “Görevi kan döktürmek için aldıysanız bu alçaklıktır, hainliktir” diyen; bununla da yetinmeyip “Görevden ayrıl, yoksa indireceğiz” diyen Ödemiş Belediye Başkanı Ali Haydar Bey’e ne yapıldı?

SONUCU NE OLDU?

Görevden alındı mı? Kendisine ceza verildi mi? Hapse atıldı mı?

Belediye Başkanı Ali Haydar Bey, görevden alınmadı, kendisine ceza verilmedi ve görevini sürdürdü. Telgraf, doğal bir protesto olarak kabul edildi.

Bu telgraftan 113 yıl sonra yalnzıca bir atasözünü tekrarlayan gazeteci Sedef Kabaş’a gelince, bu atasözü “cumhurbaşkanına hakaret” olarak değerlendirildi. Sabaha karşı polis tarafından evinden apar topar alınıp Emniyet Müdürlüğü’ne götürüldü, mahkemeye çıkarıldı ve mahkeme kendisini tutukladı.

Atasözünü tekrarlamak, tutuklanma gerekçesi yapıldı. Ardından kendisine 2 yıl 4 ay ceza verildi. Hukuk tümüyle ortadan kaldırıldı.

TARİH YAZACAKTIR

Söyleyecek fazla bir şey yok; zorba yönetim, istibdat yönetimi olarak tarihe geçen Abdülhamit yönetimi, belediye başkanına herhangi bir ceza uygulamazken 113 yıl sonra bir gazeteci yalnızca bir atasözünü tekrar ettiği için demokratik olduğunu iddia edenler tarafından cezaevine atılıyor; ayrıca kendisine 2 yıl 4 ay ceza veriliyor.

İstibdat rejimi”, 113 yıl geride mi kaldı, yoksa bugün de devam mı ediyor?

Bunu tarih yazacaktır…

Uğur CİLASUN : NUTUK

NUTUK

portresi

Dr. Uğur CİLASUN
YURT Gazetesi,
07.11.16

6 Kasım 2016 günü sabah uyandım. Memlekette vaziyet-hâl ve ahvâl-i şerait şöyle idi:

Misak-ı Milli sınırları dışında dost olarak bir tek komşu devlet kalmamış idi.
Ordumuz, Suriye’de eğittiği başıbozukları, IŞİD denen İslami terör örgütünün üzerine gönderiyormuş gibi yapıp, Suriye idaresine muhalif Kürt kuvvetlerine hücum ettiriyordu. Sultan ve Sadrazam bu harekâtı tasdik etmeyen ABD’ye ‘’Eey Amerika’’ diye posta koyup, kapalı kapılar ardında temenna çekiyordu.
Eğitimli başıbozuklar bir gün üç köy alıyor,ertesi gün beş köy verip geri çekiliyordu.
Sultan Irak’ta Musul’a sefer etmeyi ve fethetmeyi çok istiyordu.
Bunun için sınıra tanklar ve asker yığıyordu ama Irak Başbakanı, ABD ve Rusya ‘’hööt’’ deyince kıpırdayamıyordu.
Sultan hırsından muhtarları toplayıp onlara “gazanız mübarek ola” naraları attırıyordu.
Misak-ı Milli sınırları içinde terör örgütleri cirit atıyordu.
PKK’lı şakiler ve IŞİD’li haramiler her gün şehirlerimizde bombalar patlatıyor, asker, polis, sivil, çoluk-çocuk demeden insanlarımızı katlediyordu.
Buna karşı Saray ve çevresi hamasi nutuklar atıp, ölenlere rahmet, ailelerine başsağlığı dilemekten başka bir şey yapmıyordu.
Bütün memlekette “örfi idarenin” bir alt basamağı olan “Olağanüstü Hal” ilan edilmiş idi.
Meclis-i Mebusan’ın kanun yapma selâhiyeti elinden alınmış, Heyet-i Vekile’ye devredilmiş idi.
Bu suretle mebuslar, bir anda boşta gezen ‘kaldırım mühendislerine’’ dönüşmüş idi.
Anayasa lüzumsuz bir metin halini almıştı.
Bir iktidar mebusu, televizyonlardan, “Anayasayı yırtıp yakacağız” diye şirretleniyordu.
Anayasayı korumakla vazifedar mahkeme “yetkim yok” diye kanun hükmünde kararnameleri incelemeyi reddediyordu.
15 Temmuz akşamı “aslında iktidar bizim hakkımız” diye Cumhuriyete karşı ayaklanan FETÖ’cüleri, 31 Mart Vakası’nda olduğu gibi düzenli orduları ve demokrasiye inanmış sivil güçler marifeti ile defeden saray idaresi,

  • Bu ayaklanma bize Allahın bir lütfudur diyordu.

Darbecilerle birlikte nerede kendisine muhalif bir teşkilat mensubu, Darülfünun hocası, muharrir, gazeteci ve benzeri kişi varsa işinden ayırıyor, hapishaneye atıyor, olmadık eza-cefa yapıyordu.
Son olarak muhalif “Cumhuriyet” ceridesinin idareci ve muharrirlerini derdest edip hapishaneye tıkmıştı.
Sultan’ın “selahiyetlerinin azlığı” şikâyeti ile getirmek istediği, garplıların “Diktatorya” dedikleri idareye destek vereceğini açıklayan Meclis-i Mebusan’daki bir fırkanın reisi Devlet Efendi’nin arzusu üzerine, HDP Fırkasının Kürt mebusları gözaltına alınıp tutuklanıyordu. Memleketin afakını, büyük şair Tevfik Fikret’in dediği gibi bir “dûd-ı muannid” sarmış idi.

Ey Türk Gençliği!

İşte bu ahval ve şerait altında dahi vazifen Cumhuriyeti ve Demokrasiyi ilelebet müdafaa ve muhafaza etmektir. Muhtaç olduğun kudret sana “ATA”ndan tevarüs etmiştir.’’
================================
Evet Dostlar,

Meslektaşımız, bizim gibi Halk Sağlığı Uzmanı hekim olan ağabeyimiz Uz. Dr. Uğur Cilasun’un “NUTUK” adını verdiği “hiciv” ve “tarihsel analoji” yazısı yukarıda. Çok öğretici ve düşündürücü değil mi?? Tarihten eytişimsel (diyalektik) çıkarımları yap(a)mayan toplumların başı, benzer koşullarda benzer sonuçlar determinizmi gereği dertten – beladan kurtulamıyor; TARİH HAZRETLERİ TEKERRÜR EDİYOR!..

Oysa Mustafa Kemal Paşa bu olgunun da ayırdındaydı ve en büyük kutsal emaneti olan Türkiye Cumhuriyeti‘ni ne bağrında yetiştiği ve sonsuza dek Başkomutanı olduğu Ordu’ya ne de Kurtuluş Savaşı’nı Başkanı olarak verdiği TBMM’ye emanet etmiş; tam da TÜRK GENÇLİĞİNE bırakmıştı.. O denli emindi ki; kendi ölümlü bedeninin elbet bir gün toprak olacağını biliyor ama Türkiye Cumhuriyeti’nin sonsuza dek yaşayacağını haykırıyordu..

Sevgi ve saygı ile.
08 Kasım 2016, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com