Dostlar,
Değerli dostumuz Sn. A.Rıza Aydın engin hukuk (özellikle Anayasa hukuku) birikimiyle,
çok öğretici aşağıdaki makalesini bizimle paylaşıyor. Kalemine sağık.. diyoruz elbette..
Bir nokta var anlamadığımı – katılmadığımız :
Sayın Aydın yazısında özeksel (merkezi) yönetimin Anayasaya göre yerel yönetimler üzerindeki denetiminin “idari vesayet” ile sınırlı olması gerekirken bunu çok aştığını ve yerel yönetimlerin özeksel yönetimce bir tür teslim alındığını belirtip bunu eleştiriyor.
Ancak, Türkiye’nin 3 Ekim 1992’de Bakanlar Kurulu Kararı ile yürürlüğe koyduğu
“Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı” denen uluslararası hukuk belgesi tam da tersine yerel yönetimleri olabildiğine özerk – özgür – geniş yetkili dükalıklar konumuna yükseltmedi mi? İnanılmaz ölçüde “şımarık” bir hukuksal kayırma ve hatta dokunulmazlık sağlamadı mı?? Üstelik Türkiye, bu Şart’a koyduğu çekinceleri de
daha sonra kaldırarak ipleri iyice gevşetmedi mi?? Yerel yönetimlerin Yurtdışı bağlar – birlikler kurabilmesi, dışarıdan borçlanabilmesi vb..??
Sayın Aydın, bu konuların bir uzmanı olarak ne derler acaba??
Sevgi ve saygı ile.
27 Mart 2014, Ankara
Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net
====================================================
Seçim ve sonrası
Ali Rıza Aydın
E. Anayasa Mahkemesi Raportörü
Anayasa’ya göre seçimler yargı organlarının genel yönetim ve denetimi altında
yapılsa da başlamasından bitimine dek yönetimi ve dürüstlüğü ile ilgili bütün işlemleri yapma ve yaptırma, yolsuzlukları, yakınma ve itirazları inceleyerek karara bağlama görevi Yüksek Seçim Kurulu’nun olsa da fiili durum “güven” yerine güvensizliği
işaret ediyor.
Güvensizliğin başında, her türlü yolsuzluğu yapma yeteneğine sahip AKP ve AKP’li dönemde yapılan önceki seçimlerde yaşananlar ile adrese dayalı nüfusa kayıt sistemindeki kargaşa geliyor. Yozlaşmadan yargının da payını alması ve
“AKP yargısı”na geçilmesi, seçimlerin genel yönetim ve denetimini tümüyle güvensizlik batağına itiyor.
30 Mart yerel seçimleri, AKP’den kurtulma hedefiyle birlikte, halkın “seçim güvenliği”ne kilitlenmesinin gerekçelerini fazlasıyla artırıyor. Seçime, AKP’nin ve
eline geçirdiği devletin yerine Haziran Direnişi’ni yaratan halkın sahip çıkması gerekliliği zorunlu duruma geliyor.
Seçimin biçimsel ilkesi, “serbest ve gizli oy, açık sayım ve döküm”dür.
Oy verme sandık başını ilgilendirir iken, açık sayım ve döküm, hem sandık başını
hem de daha sonra, ilçe ve il seçim kurullarıyla başlayan ve YSK’de sonuçlanan bölümü ilgilendirir.
Sandık başına gitmek, iki sorumluluğu birden gerektirir. Birincisi, oy kullanmak;
ikincisi, açık sayım ve dökümde, sandık görevlileri ve parti gözlemcileri yanında
halkın ve adaletin gözlemcisi olmak… Serbest ve gizli oy, yalnızca kendi oyunun serbestliği ve gizliliği anlamına gelmez. Sandık başında oy verme süresince
seçim güvenliğini sağlama, seçimle ilgili yolsuzlukları saptama, yakınma hakkını kullanma anlamına gelir.
Açık sayım ve döküm ise ilkin her bir sandıktan çıkan oyların tek tek sayımı ve dökümü ile bunların tutanağa geçirilmesini içerir. Bu süreç halkın doğrudan içinde bulunduğu süreçtir. Ancak, döküm, sandık başında, yani tutanakların sandık görevlilerince imzalanıp kapılara asılmasıyla bitmez.
Döküm, sandık sonuçlarının veri tabanına işlenerek birleştirilmesini,
ilçe ya da il düzeyinde toplanmasını da içerir. Bu süreç, doğrudan ilçe ve il seçim kurullarının ve sonuçta YSK’nin içinde olduğu süreç olmakla birlikte gizli değildir.
Ancak, işin tekniği gereği bu süreçte halkın bulunması zor (olanaksız denemez) olmakla birlikte, seçime katılan siyasal partilerin bulunması gerekir.
- Hükümet buyruğundaki UYAP üzerinden yürütülen bu döküm sistemi,
AKP dönemindeki seçimlerin en güvensiz alanı olmuştur.
Bu güvensizliği ortadan kaldırmak siyasal partilerin elindedir ve olanaksız değildir.
* * *
Yerel seçimlerin özüne yönelik uyarı ise bir yanıyla neo-liberalizmin, küreselleşme ve yerelleşmeyi ikiz olarak görmesi ve belediyeleri kapitalizmin vazgeçilmez pazarları haline getirmesi, öbür yanıyla AKP’nin, dönüştürdüğü devlet ve hukuk içinde yerel yönetimleri de eritmesi şeklinde özetlenebilir.
Kamu kaynaklarının yağmalanmasında, hukukla birlikte, halkın seçtiği yerel yöneticiler aracı kılınmıştır. Anayasa’daki, merkezi yönetimin yerel yönetimler üzerindeki
“idari vesayet yetkisi”, yerini “elleri kolları Hükümete bağlı” yerel yönetim anlayışına bırakmıştır. Bu durum, merkezi iktidarı elinde tutan partinin de seçim kozu haline getirilmektedir.
Sonu geldiği halde koltuğundan kalkmayan AKP’yi yıkmak için,
burjuva devlet düzeninin yerel yönetimlere biçtiği rolleri de reddetmek gerekir.
Yerelin, “sermaye egemenliğinin derinleşmesi” için kullanılmasına izin verilmemeli,
30 Mart seçimlerinin özü bu reddiyeye dayandırılmalıdır.
Çözümü, emperyalist, sömürücü, gerici, işbirlikçi ve uzlaşmacılarla birlikte arayan, Haziran Direnişi’nden Berkin Elvan’a ve bugünlere gelen süreçte yapılan
uyarı tokadını anlamayan herkes,
yakında beyinlere yerleştirilecek “düşünmeyi engelleme çipleri”
ne de hazır olmalı.
Seçime, “karanlıktaki ışık arayışı” rolü yüklenirse,
karanlıktan çıkmayı bilmeyene fayda etmez.
- Çözüm için her şey, “Haziran Direnişi”nin uyarısını,
“solun zamanı”nı işaret ediyor.
Her şeye karşın, 31 Mart sabahı, seçimin tek çözüm olmadığını,
halkın egemenliği için “solun gerekliliği”ni işaret ediyor.
(http://haber.sol.org.tr/yazarlar/ali-riza-aydin/secim-ve-sonrasi-90052, 27.3.14)
Sayın Saltık
İlginize ve duyarlılığınıza teşekkür ediyorum. Soru için yanıt yerine, düşüncelerimi aktarmaya çalışacağım.
Anayasal bakışla, hukuksal yönüyle açıklarsak, Anayasa’da “idarenin bütünlüğü” ilkesi benimsenmiştir. Yani merkezden yönetim ve yerinden yönetim esasları, idarenin bütünlüğü ilkesine dayanır. Esasları Anayasa’da yazılan yerel yönetim anlayışı, düz bakışla, yazımdaki örneği de sizin örneğinizi de reddeder. Yazımdaki örnek, AKP döneminin otoriter, piyasacı ve yaşam tarzına müdahale eden, demokrasi kurallarını tanımayan devlet anlayışını tanımlamakta, sizin örneğiniz ise küreselleşmenin pazarı haline getirilen yerelleşmeyi tanımlamaktadır.
Her iki örnek de, yerel yönetimlerin karar organlarının yerel sınırlar içinde seçmenler tarafından seçilmesini anlamsız kılar. Yerel seçimlerin de o seçimler sonunda farklı partilerin politikalarını uygulayacak karar organlarının yerel iktidara gelmesinin de anlamı kalmaz.
Asıl sorun, vahşi kapitalizmin devletinden kaynaklanmaktadır. Merkezi ve yereli ile devletin, halkın değil, egemen sınıfın devleti haline getirilmesinden kaynaklanmaktadır. Bu batak içinde yerel seçimlerin önemi, (partili ya da bağımsız) ilerici, aydınlanmacı, yurtsever, laik ve sömürü düzeninin işbirlikçisi olmayan başkan ya da meclis üyelerinin halkın oyları ile yerel iktidarlara gelebilmesi ve gelmekle yetinmeyip halk için mücadele edebilmesidir.
Ekonomik ve sosyal planlamanın ve halk yönetiminin (demokrasinin) ayaklar altına alındığı bir dönemde hiç olmazsa evrensel hukukun çizdiği sınırlara, demokratik hukuk devleti ilkelerine uyan bir yönetim anlayışı beklenmelidir. Artık bu bile fazla görülmektedir. Ayrıca, yazımda da vurguladığım gibi, “seçime, karanlıktaki ışık rolü yüklenirse, karanlıktan çıkmayı bilmeyene fayda etmez”.
Demokratik ve laik Cumhuriyet ilkelerini tanımayan ve demokrasiyi seçimle özdeşleştiren; devleti, yasaması ve yargısıyla “AKP’li” yapan bir siyaseti reddetmek, hiç olmazsa burjuva devletin demokratik niteliğini geri getirmekten öte, en iyi burjuva devlet arayışlarına bağlanmanın da tartışılmasını gerektirmektedir. Sömürünün ve fiili eşitsizliğin vahşice sürdüğü bir toplumda “düzen içi iyi devlet” araya araya Cumhuriyet’in kuruluş değerleri yok edilmedi mi? Hangisi “daha az satar”, hangisi “acısız sömürür” arayışı süre süre bugünlere gelmedik mi? Bu yönüyle bakmadıkça, örnekleme üzerinden tartışmak, kısır döngü olacaktır.
Girişte de belirttiğim gibi, bu kısa notu bir yanıt olarak değil, düşünce paylaşımı olarak aktardım.
İyi dileklerimle…
28.3.14
Ali Rıza Aydın