Etiket arşivi: Yavuz Sultan Selim

TOPÇU KIŞLASI İRTİCANIN SİMGESİDİR


TOPÇU KIŞLASI İRTİCANIN SİMGESİDİR

portresi

 

 

 

 

 

Şahin MENGÜ

Hükümetin Taksim Topçu Kışlasını yeniden inşa etme isteğini yalnızca
AVM inşa ederek kimi yandaşlara rant sağlama çabası, halkın buna tepkisini de
yalnızca yeşili korumak olarak görürsek, yaşananları yanlış değerlendirmiş oluruz.

Taksim Kışlası yakın tarihimizde yaşanmış iki olayın simgesidir.
Bunlardan ilki, bir gerici ayaklanması olan 31 Mart İsyanı’nda yobazlar bu kışladan çıkarak isyanı başlatmışlardır. Yani kışla irticanın simgesidir.
İkincisi ise İstanbul’un işgali sırasında Fransızların emrindeki Senegalli askerlerin kışlası olarak kullanılırken aynı zamanda, bağımsızlıktan yana olanlara da işkencehane olarak kullanılmasıdır.

Bu binanın yeniden yapılmak istenmesi,
yenileşmeye ve Cumhuriyete karşı duyulan düşmanlığın dışa vurumudur.
İşte halk buna izin vermeyeceğini göstermiştir.Dokuz bin yıllık İstanbul tarihinin
gün ışığına çıkartılmasını, “Çanak Çömlek” diye izah eden bir kafa yapısının,
“Topçu Kışlası”nın yeniden yapımını istemesini yalnızca yeşil katliamı olarak görmek büyük bir yanlıştır.Bu laik ve demokratik Cumhuriyete duyulan düşmanlığın simgeleştirilmesidir.Gerek Tayyip Erdoğan ve gerekse AKP yetkilileri, her ağızlarını açtıklarında,
devletin temel değeri olan laikliği hedef alan söylemlerde bulunmaktadırlar.
Başbakan laikliğe aykırı bir şekilde, bir yasanın getirilme nedenini “dini” gerekçelere dayandırırken, Bakanı da, laikliği de içinde barındıran Anayasa’nın ilk üç maddesine ellenebileceğini söyleyebilmiştir.

Tayyip Erdoğan iktidarının ilk gününden beri yapmak istediği, adım adım
laik Cumhuriyetin izlerini silmekti; ama halk buna izin vermeyeceğini,
“Yeter artık” diyerek ortaya koydu.

Yeşil elbette çok önemlidir, onun korunması çağdaş insanın görevidir.

AKP İktidarının yeşile düşmanlığı yalnızca Taksim Gezi Parkıyla mı sınırlı?
Atatürk’ün Devlete bağışladığı Atatürk Orman Çiftliğinde yapılan “Saray Yavrusu” için kesilen ağaçlar da bir katliamdır.

Dayanışma haklarından olan “Çevre hakkı” 3. kuşak insan haklarındandır.

Elbette ona sahip çıkacağız.
3. Köprüye Atatürk adını vermeyip, aslında toplumun en azından bir bölümünün tepkisini çeken Yavuz Sultan Selim adının verilmesi de iç barışı
sabote etmeye yöneliktir.

Bir yandan Genç Cumhuriyet’in kendisini koruma refleksini görmezden gelip,
buradan hareketle Atatürk ve O’nun en yakın çalışma arkadaşlarını katliamcılıkla suçlayacaksın; öbür yandan da, Alevileri hunharca katlettiği söylenen bir padişahın
adını 3.  köprüye vereceksin.

Bu davranış Türkiye’yi gerer, ayrıştırır. Türkiye’de bir dönem denenmiş ama
başarılı olunamamış gerginliklerin yeniden yaşanmasına neden olabilir.

Bunların yapılmasının nedeni, laik Cumhuriyete, onun kurucularına ve laik Cumhuriyetin baştan beri sadık destekçisi olan insanlara duyulan düşmanca duygulardır.
İktidarın bu fütursuzluğunun nedeni, dayatmalarına, zorlamalarına karşı ortaya çıkıp
“Ey efendi kendine gel, yanlış yapıyorsun” diyebilecek güçlü bir muhalefetin olmamasıydı, ama milyonlar kendiliğinden sokaklara dökülerek
güçlü bir halk muhalefetinin varlığını iktidara da, muhalefete de gösterdi.

AKP Milli Bayramları iptal ederek, katılmayarak, Cumhuriyete ve onun kurucularına duyduğu nefreti en sonunda da “iki sarhoşun yaptığı yasa” diyerek ortaya koyması üzerine, milyonlar sokaklarda “Atatürk’ün askerleriyiz” diye slagonlar atarak
artık bunlara göz yummayacağını, her şeyin farkında olduğunu gösterdi.

AKP iktidarı bilerek ve isteyerek toplumun dikkatini başka noktalara çekerek, Cumhuriyetin temel değerlerini tahrip ederken, bir bölüm yandaş yardakçı,
gerçeği halkın gözünden saklayarak, olayları başka noktalara çekerek AKP iktidarına hizmet etmek için birbirleriyle yarışmakta ve Türkiye’nin ileri demokrasiye geçtiği yalanını söyleyebilmektedirler.

Türkiye’de demokrasi ileri falan değildir. Gelişmiş, ileri demokrasilerin en önemli göstergeleri,

tüm özgürlüklerin güvencesi olan, bağımsız yargı ve özgür basındır.

Bugün Türkiye’de ne özgür basından ve ne de bağımsız yargıdan söz edebilmek mümkün değildir.

İktidarın tek hedefi vardır; o da laik demokratik Cumhuriyeti ortadan kaldırmak,
tek adam istibdadını yaşama geçirebilmektir.

Milyonlar buna izin vermeyeceğini, Atatürk’ün Bursa Söylevi‘nin gereklerini yapmaya başlayarak göstermiştir.
http://sahinmengu.blogspot.com/

BEKÇİ MURTAZA ATATÜRKÇÜLÜĞÜ ÜSTÜNE-1

BEKÇİ MURTAZA ATATÜRKÇÜLÜĞÜ ÜSTÜNE-1

Rıza GÜNER (ALEVİ YAZAR ve DÜŞÜNÜRÜ)
Eylül 2007, Malatya

“Her kim, Fatih Hilmioğlu’nu öldürürse; sorgusuz sualsiz Cennet’e gider!”
(Anonim Fetva)

Y A R A S I N L A İ K L İ K ! . .

Fatih Hilmioğlu, Malatya İnönü Üniversitesi’nin rektörüydü. Görevde olduğu süre içinde; Üniversite’yi, Halife-i Azam Fethullah Gülen Hocaefendi Hazretlerinin, “ele geçir, ye!..” dediği ölçüde geliştirmiş, cümle Tarikat ve Hilafet erbabının iştahını kabartmıştı. Ama koltuğunu, bir Hilafetçi’ye bırakıp görevden ayrılmamıştı. Ayrılmaya da niyeti yoktu. Fethullahçıların dokundurmaları, herkesi aleyhine çevirmeleri, hakkında karalayıcı kampanya açmaları ve nihayetinde aleyhinde “sorgusuz sualsiz Cennetlik olunan ölüm fetvası çıkarmaları,” boşa gitmişti. Üniversite, Fatih Hilmioğlu’nun kişiliğinde Atatürkçülerin elinde kalmış ve Fatih Hilmioğlu’nun kuyusu kazılmaya başlanmıştı.

Bir Atatürkçü’nün kuyusu da herkesin kuyusu gibi kazılır. Önce, Yusuf Halaçoğlu’nun ortaya attığı cinsten bir yalan atılır. Sonra Müslümanların, “nasıl ve ne kadar büyük bir haksızlığa uğradıkları,” kanıtlanmaya çalışılır. Sonunda; ya kuyu kurbanı yutacak kadar büyür ya biri kuyu kazmaktan yorulur; gelir, işi kökünden bitirir.

Fatih Hilmioğlu’nun kuyusunu kazma yalanı; “Üniversite’de Müslüman bırakmadı!..” biçiminde düşünülmüştü.. Kız öğrencilerin, başörtüsü ile okula gidememesi ise “RAFIZİLİK” sayılarak; bu yalana kuyruk bağlanmıştı. Bu sıfat, başlangıcından bu yana her türlü Engizisyon Kararını, ve Halifeliğin Beş Şartı’nı reddeden Alevilere verilen sıfattı; affı da yoktu. Rafızilik’le damgalanan kişinin bertaraf edilmesi, en büyük ibadetti. Bir Rafızi’yi bertaraf eden kişinin bütün günahları bağışlanır ve sorgusuz sualsiz Cennet’e giderdi.

Fatih Hilmioğlu’nun kuyusunun kazılmasına her çevrenin katılması için; “başörtüsü ve Rafızi sıfatı” yeterliydi. Başörtüsü konusunda “dik durmak,” Rafızilik konusunda, “Yavuz Sultan Selim gibi acımasız olmak,” esastı. Herkes Fatih Hilmioğlu’na karşı, hem dik durdu; hem Üniversite Hastanesine bile kadro vermeyerek, “hastadan doktor ve ilacı esirgeyecek ölçüde acımasız,” davrandı.

Son yıllarda; devlet, belediye, özel sektör ve özellikle üniversite kadrolarının “YARISININ FETHULLAHÇILARLA, YARISININ TALİBANLARLA (İmam-Hatipliler ve Diyanet’ten gelenlerle) doldurulması YÜZDE YÜZ YEZİTLİK biçiminde kural haline gelmişti. Artık, Aleviler hiçbir işe alınmıyordu. Fatih Hilmioğlu, bu kurala uymamış, yüzde dört-beş oranında Alevi personel alarak, Yüzde Yüz Yezitlik İlkesi’ni kırmıştı. Yani, Rafızi denilmeyi de, Rafızilere yapılan ‘tarihi’ muameleyi de hak etmişti.

1915’te Aleviler, Fatih Hilmioğlu’nun bu durumundaydılar; hem 1514 tarihli İbni Kemal Soykırım Fetvası’nın tehdidi altında, hem 1895’te Alevileri ortadan kaldırmak üzere kurulan Hamidiye Alaylarının tehdidi altında…

Üstelik de; Aleviler aleyhinde Fetva, yani Engizisyon Kararı, değiştirilmesi, kaldırılması, uygulanmaması mümkün olmayan ve İLAHİ BİR KARAR da sayılan; Sünni Mezhebi’nin omurgası kabul edilen, İCMA-İ ÜMMET KARARI vardı. Alevilere; “hepsini öldürmekten başka, bir hak ve hukuk da tanınmıyordu;” Ermeniler, aleyhinde ise, geçici bir “Hükümet Kararı” vardı. Alevilerin aksine Ermeniler, hiçbir zaman gizlenmek, varlıklarını inkar etmek zorunda kalmamışlardı.

1839’daki Tanzimat Fermanı ile “başı önünde utanç içinde, Müslümanlara haraç vermekten kurtulmaları,” Sünni Engizisyon Alimlerinin ve Sünni Din Adamlarının içini kemirse de; aleyhlerinde 1514 tarihli İbni Kemal Fetvası gibi Engizisyon Kararları çıkarılamamıştı. Ama dünyada bir örneği daha olmayan “Anayurt’un Dışına Tehcir Kararı,” ile devlet güvencesi, devlet koruması ve her türlü hukuk ortadan kaldırılmış, insan canı cellatlara emanet edilmişti.

Gene de, 1514 tarihli İbni Kemal Fetvası’nda açıkça söylendiği gibi, “Alevilerin durumu, Kitaplı kafirlerden daha kötüydü”… Bu topluluğun öldürülmekten ve böylece bazı Müslümanları Cennetlik yapmaktan başka bir hakkı yoktu… Başka bir hak ve hukukları olamazdı…” Alevi kelimesini kullanarak, “ben Aleviyim,” demek de, “şu kişi Alevi!..” demek de günahtı… Bu durumda; bazı Ermenilerin, “ben Aleviyim,” diyerek “Anayurt’un Dışına Tehcir Kararı”ndan kurtulması, mümkün değildi. “Ben Aleviyim,” demek, “ben Ermeni’yim,” demekten daha kötüydü… .

Sünni Engizisyonu; dünyadaki bütün insanları dört grupta toplar: Müslümanlar, Kitaplı Kafirler, Kitapsız Kafirler, Dinsiz Kafirler… Kitaplı Kafirler, Hıristiyanlarla Yahudiler; Kitapsız Kafirler, dünyadaki diğer dinlerin mensupları; Dinsiz Kafirler, Alevilerle hiçbir dine inanmayan insanlardır. Yani Aleviler, hiçbir dine inanmayan insanlarla bir tutulmakta ve yaşama hakları dahi kabul edilmektedir. Eğer, birde; Rafızi diye suçlanma ihtiyacı duyuluyorsa, yaşamaları mümkün de değildir.

Ama Osmanlı’da Sünni Din Adamları, Engizisyon Kararlarını uygulayacak güce hiçbir zaman erişememişlerdi. Üstlerinde, çok güçlü bir devlet kontrolü vardı. Kitapta okudukları her şeyi gerçekleştirmeye çalışmalarına izin verilmezdi. Din adamı olmak, çok ağır şartlara ve kendini mutlak kanıtlamaya bağlanmıştı. Bazı okulları bitirmekle, birkaç kitap okumakla din adamı olunmuyordu. Padişah’ın Halifelik Makamını işgal etmesi ve kimsenin Halifelik yapmasına izin vermemesi nedeniyle; GERÇEKTE MÜÇTEHİT İMAMI, TARİKAT ŞEYHİ VE MÜFTÜ DE OLUNAMIYORDU.

Padişah, kimse Halifelik yapmasın diye Halifelik Makamını işgal edince; kimse Halifelik yapamıyordu. Halifelik, yapılamayınca Müçtehit İmamlığı; Müçtehit İmamlığı yapılamayınca, Tarikat Şeyhliği; Tarikat Şeyhliği yapılamayınca Müftülük yapılamıyordu. İmam bildiğini okumakla sınırlı kalıyor; devlet Engizisyon Kararlarını uygulamaya istek duymuyor ve bu bağlamda örgütlenmiyordu.

1514’te çıkarılan İbni Kemal Fetvası; Yavuz Selim tarafından titizlikle uygulanmış ve yüz binlerce Alevi; yaşlı, genç, çoluk çocuk demeden kılıçtan geçirilmişti. İki aylık Alevi bebeğini, törenle boğup öldüren Köprülü Mehmet Paşa tarafından da, titizlikle uygulanmış ve gene yüz binlerce Alevi kuyulara doldurularak, evleri ateşe verilerek, kılıçtan geçirilerek, elden gelen diğer öldürme biçimleriyle katledilmiştir. 1895’te kurulan Hamidiye Alayları da; bu fitneyi Yavuz gibi, Köprülü gibi ezmek üzere kurulmuştur.

    * Köprülü Mehmet Paşa, iki aylık Alevi bebeğini, kamuoyu karşısında, törenle boğup öldürürken;

Yavuz Sultan Selim’in ezdiği fitneyi ortadan kaldırmanın ‘hayırlı’ bir başlangıcını yapıyordu. Haksızlık yapmıyordu, adaletsizlik yapmıyordu; hele hele soykırım hiç yapmıyordu!..

Yalnızca, bir fitneyi ezip; memlekete huzur getirmek istiyordu.
1895’te, kurulan Hamidiye Alayları, memlekete bu anlamdaki huzuru getirmek için kuruldu.

Bu alaylar; çok kan dökücü ve çok zalim olan Asur soyundan gelen Sünni Kürtlerden oluşturuldu ki, memlekete soykırım yoluyla huzur getirmekten başka bir şey düşünmesinler… Köprülü Mehmet Paşa gibi elleri titremeden, vicdanları rahatsız olmadan, canla başla bu Engizisyon görevini yerine getirsinler!..
Türkiye’de, Cumhuriyet de bu kafayla kuruldu!.. Eşit Yurttaşlık İlkesi, kabul edilmedi. Önce Türk olma mecburiyeti, sonra Sünni olma mecburiyeti getirildi. Bunlarla çelişen insan gruplarına, kuşkuyla, hoşgörüsüzlükle ve düşmanca yaklaşıldı; temizlenmeleri gereken ayrık otları gibi, hor ve hakir görülerek teşhir edildi.

Devletler Hukuku Profesörlerinin Nazım Hikmet’in deyimiyle cahil olması gibi, Tarih Profesörleri de aptal değilse; Yusuf Halaçoğlu’nun Alevi Kürtlerin, ANAYURT’UN DIŞINA TEHÇİRDEN, “Aleviyim…” diyerek kurtulan ERMENİLER olduğunu iddia etmesi, bir hedef göstermedir.

Alevilere, “Ermeni Dölü, Ermeni Tohumu!..” denilerek saldırılması ve Alevilerin hedef tahtasına konulması için verilmiş, bir alçaklık fetvasıdır. Mübadeleyle Rumlardan, ‘Tehcirle’ Ermenilerden kurtulan “Aptal Ulusalcılar,” BU ANLAYIŞLA DA Alevilerden kurtulmayı ümit etmektedirler.

Anayurt’un Dışına Tehcir, bir ülkenin dış bölgelerinden iç bölgelerine ya da bir ucundan diğer ucuna yapılan BİR ZORLA YER DEĞİŞTİRME değildir; bir temizlik harekatıdır. Ve İlhan Selçuk’un; “Mübadele’yle Rumlardan, Tehcir’le Ermenilerden kurtulduk,” demesinde olduğu gibi bir insan topluluğundan kurtulmadır. Bu nedenle; “ben Aleviyim,” demek şöyle kalsın, “ben Sünni’yim,” demekle bile kurtulmak mümkün değildir. Ayrıca; “ben Aleviyim,” demek; “beni sağ bırakmayın!..” demeye de eşittir.

Halaçoğlu’nun Alevilerden Kurtulma Fetvası, Laiklik iddiasına rağmen, Türkiye’nin Osmanlı’nın bile çok gerisinde kaldığını göstermiştir. Laiklik iddiasına rağmen Türkiye, Yezid’in Yedinci Yüzyıl’daki din anlayışında kalmış ve Yezid’e Biat Mecburiyeti’ni, 600 İmam-Hatip Okulunda, 30 İlahiyat Fakültesinde biçilen bilimsel kılıfa bağlamıştır. Sünni-Yezitçi Mezhepçiliği, hayatın biricik gerçeği olmuş; Alevi olmak da, Yezid’e Biat etmemek gibi, çok büyük bir suç kabul edilmiştir.

Laiklik; Sünni Yezitçi Din Adamlarına, “İlahiyatçılar ve İmam-Hatipliler,” diye iki büyük din adamı sınıfı eklemekten başka bir işe yaramamıştır. Diğer din adamları, üç yüz kat, etkili din adamları bin kat, Kurân Kursçuları on bin kat, Alevi ve bilim düşmanları ise, bir milyon kat artmıştır.

Laiklik iddiasına rağmen; Alevilere, Halifeliğin beş şartını yerine getirmedikleri için, gene “Rafızi” denilmiştir. Kimseye; “artık Laiklik var, … Halifeliğin beş şartını yerine getirmedikleri için Alevileri Rafızi diye suçlayamazsın… Devlet ve toplum içindeki çıkarlarına dokunamazsın… Devlet ve toplum içinde yükselmelerine engel olamazsın…” denilmemiştir.

Laiklik iddiasına rağmen; Hırıstiyan ve Yahudilere gene “Kitaplı Kafir…” denilmiştir. Kimseye; “artık Türkiye’de Laiklik var… Hıristiyan ve Yahudileri, kitaplı kafir diye, gavur diye, misyoner diye; ya da Sünni-Yezitçi Mezhepçiliğine özgü başka bir Engizisyon terimi ile suçlayamazsın…” denilmemiş; aksine, Sünni Yezitçi Din Adamlarının, bütün ideallerini gerçekleştirmeleri istenmiş; emirlerine devletin bütün imkanları verilmiştir.

Hepsi istisnasız aylığa bağlanan, devlet bütçesinden aslan payı alan Sünni Yezitçi Din Adamlarının etkili olması için; Laiklik de; “din işlerini dünya işlerinden ayırmak,” diye tanımlanmıştır. Sünni İslam’ın; “din işlerinden ayıracağı dünya işleri olmadığı,” ya görmezlikten gelinmiş, ya idrak edilmemiştir… “Artık, Laik bir ülkede yaşıyorsunuz, şu işler dünya işidir; bunları Kur’an’la, Sünnet’le, İcma ve Kıyas’la anlatamazsınız; kabul ya da reddedemezsiniz…” demek kimsenin aklına gelmemişti. Türkiye’nin Laikliği, bu kadar anlamsız, yöneticileri Laiklikte bu kadar isteksizdir. Sünni Yezitçi Din Adamlarının, önüne hiçbir engel konulmamış; aksine, Alevilik başta olmak üzere diğer din ve mezhepleri ortadan kaldırabilecek çapta güç ve olanak sahibi olmaları için gereken her şey titizlikle yapılmıştır.

Sünni Yezitçi Din Adamları, Diyanet İşleri Başkanlığı adıyla, dünyanın en büyük Halifelik Örgütü’nü kurmuşlar, dünyanın en büyük Halifelerini yetiştirmişlerdi. “Müslüman olmayanları öldürün,” diye Kur’an tefsiri yapabiliyorlar; “Aleviler, bizden olmayan küçük bir azınlıktır, Yasal ve Anayasal, hiçbir hakları, hukukları yoktur,” diyebiliyorlardı. Yalnızca şimdilik; İbni Kemal Fetvası’nın hükümlerini açıkça söyleyip, “bir tek ferdi canlı bırakılmaya,” diyemiyorlardı.

Sünni Yezitçi Din Adamları, Yezid’in Halifelik dönemindeki gibi Fetvalar veriyorlar. Şiilere ve Vehhabilere, “Bidat Ehli,” diyerek, “sert ve hoşgörüsüz,” davranılmasını istiyorlar; Fatih Hilmioğlu gibi kişilerin, Alevilerin müstehak olduğu muameleyi görmesi gerektiğini her fırsata dile getiriyorlar… İslam dininden çıkarak başka bir dine girenlere ya da yetkili olduğu bir makamda “başörtüsü ve tesettürü reddederek İslam dışına düşenlere,” mürted denileceğini, bu kişilerin her türlü hakkını yitireceğini, Dar-ül İslam’da yaşayamayacağını söylüyorlar ve konuda personel (cellat) yetiştiriyorlardı.

Malatya’da 17 Nisan’da, “bir kitaplı kafirle, iki mürted’in öldürülmesi,” de; bir ibadet olarak yapılmıştı. “İslam’da adam öldürmek yoktur, İslam Barış dinidir,” gibi sözlerin yöneticilere söyletilmesi başarıldıktan sonra, böyle cinayetlerin işlenmesi eşyanın doğası gereğidir. “Falanca Ayet de şöyle, filanca Hadis’te böyle denildiğinin,” iddia edilmesi de, Engizisyon terimleriyle gereken mesajın verilmesi içindir.

Bu nedenle; Laiklik, Sünni Yezitçi din adamlarına yaramıştır. Ne Bidat Ehli, ne Dalalet Ehli, ne Sapkınlık Ehli, ne Rafıziler, ne Mürtedler, ne Kitaplı Kafirler, ne Kitapsız Kafirler, ne Dinsiz Kafirler, Türkiye’nin Laikliğinden bir şey kazanmıştır. Sünni olmayan herkes, “batılda ve yanlış yolda,” kabul edilmiş, doğru yola girmeye davet edilmiş ya da Tevhid-i Tedrisat’la eğitilerek mecbur ve mahkum edilmiştir. Alevilere ise; önce Hıristiyan olmaları, sonra Hıristiyanlık’tan dönmeleri istenerek; ‘bu kurtuluş yolu’ da kapatılmıştır. Bu sözde, bu tamamen yalan Laiklik Alevilere, doğrudan Sünni olma hakkını bile vermemiştir.

Şimdi, bazı kişilerin; Laikliğin tehlikede olduğunu söylemeleri saflık ve zekice düşünmemektir..

Hiç kaygılanmasınlar… Sünni Din Adamları, bu Engizisyonu ve Hilafeti yasaklamayan, Aleviliği ve Dedeliği yasaklayan Laikliktn asla vazgeçmezler. Çünkü her Sünni Yezitçi Din Adamı, Engizisyon ve Halifelik çalışmalarının serbest, Alevilikle Dedeliğin yasak olmasını ister… Üstüne de devlet memuru olarak hazineden beslenmenin yolunu bulmuşlarsa!…

Sünni Engizisyonu, gelişme ve yükselmesinin temel kaynağını Türkiye’nin Laikliğinden almıştır.

Bu kaynağı kurutmayı hiçbir Sünni din adamı düşünmez…

Bu nedenle; Sünni Din Adamlarına helal olsun ve yarasın Laiklik!… (2010-05-10)