Etiket arşivi: savaş ekonomisi

KUTSAL SAVAŞI YÖNETEN TÜRKİYE BÜYÜK MİLLET MECLİSİ

KUTSAL SAVAŞI YÖNETEN TÜRKİYE BÜYÜK MİLLET MECLİSİ

Ahmet Nişancı
E. Öğretmen, 23.04.2020

Ulusların yaşamlarında önemli günler vardır.

Bu önemli günler uluslarca Ulusal Günler ve Milli Bayramlar olarak kutlanır.

Yeni Türkiye Devleti Cumhuriyet’i 29 Ekim 1923 günü ilan ve kabul etmişse de, Türkiye Cumhuriyeti’nin gerçek kuruluş tarihinin birçok tarih ve sosyal bilimci tarafından 23 Nisan 1920 olduğu, bu tarihin Türkiye Devletinin doğum günü olduğu konusundaki değerlendirmelere de katılmakta bir sakınca görülmemelidir.

23 Nisan 1920 / Kutsal Savaşı Yöneten T. B. M. Meclisinin Açılışı

23 Nisan 2020 Türkiye Büyük Millet Meclisinin (TBMM) açılışının (100.) Yüzüncü Yılı. Ulusların yaşamında önemli günlerin yükselişlerin yüz yıl ya da yüz yıllara ulaşmasının tarihsel anlamının değerlendirilmesi ve o yüz yılın her türlü koşullar zorlanarak da olsa en üst düzey görevlilerin katılımıyla, en üst düzey hazırlık ve etkinliklerle kutlanması modern bir ülke için vazgeçilemeyecek bir görevdir. (“zorlanarak” sözcüğü Corona Virüs/ Covid 19 salgını nedeniyle kullanılmıştır.) Bu önemin nedeninin yediden yetmişe tüm vatandaşlar tarafından bilinmesi, gereğinin yerine getirilmesi ve gelecek kuşaklara aktarılması gerekir.

Osmanlı Padişahı ve Saray Yönetimi Yok Düzeyindedir

Altı yüz yıl Türk Yurdu, yönetildiği Osmanlı İmparatorluğu 1. Dünya Savaşından yenik çıkınca, Padişahuın kabul ettiği Sevr Antlaşması ile parçalanmanın eşiğine gelmiştir. Ülkemizin birçok yeri Emperyalist Avrupa Devletleri /İngiltere, Fransa, İtalya, Yunanistan tarafından tam bir işgal altındadır ve paylaşılmak için gün sayılmaktadırlar. Doğuda Ermeniler kışkırtılarak başkaldırmıştır ve orada bağımsız bir devlet kurma arzusundadırlar; içimizde azınlık olarak yüzyıllardır iyi komşuluk ilişkileri ve varlık içinde, ayrıcalıklı olarak yaşayan Rumlar, Ermeniler hainlik içindedirler; İstanbul’da Padişah Vahdettin ve saray yönetimi, ülkemiz gibi tutsaklık altındadır, teslim alınmışlardır. (AS: Ama Sevr Aanlaşmasını kabulş etti!?)

Ulusun kurtuluşunu topluca karşı koyulacak bir savaşta gören Mustafa Kemal,  Amasya Genelgesi’yle (22 Haziran 1919) kurtuluşun yolunu gösterecektir.

  • Vatanın Bütünlüğü, Milletin İstiklâli tehlikededir.  
    (Amasya genelgesi 1. madde)
  • Milletin Bağımsızlığını Yine Milletin Azmi ve Kararı Kurtaracaktır. 
    (Amasya Genelgesi 3. madde) 

Erzurum Kongresi öncesinde General Üniformasını çıkararak milletin bir ferdi olarak kurtuluşa giden Kutsal İsyanı başlatacaktır. Sivas Kongresi ile oluşturulan Önder Kadrosuyla Ankara’ya gelerek milletin azmi ve kararını temsil edecek TBMM açılacak ve Türk Kurtuluş Savaşı bu Kutsal İsyanı yönetecek Meclisle başarıya ulaşacaktır.

23 Nisan 1920 : Kutsal Savaşı Yöneten Türkiye Büyük Millet Meclisinin Açılışı

Kurtuluşu ve Kuruluşu yönetecek T.B.M. Meclisi 23 Nisan 1920 Cuma günü dualarla açıldı. Ankara’da yeni bir Türk Devleti kurmak üzere başında yeminli Mustafa Kemal’in olduğu yeni bir Ulusal Meclis, önünde kurtarılacak bir yurt göreviyle yükümlü, zor bir görevin beklediği, üstesinden gelebilmek için varlıklarını her şeyin üstünde tutmak zorunda olan yurdu kurtarmak görevine soyunmuş bir T.B.M. Meclisi Hükümeti vardır artık. Kuruluş aşamasındaki bu 1. Meclis her ideolojiden ve meslekten insanlarla kurulu bir karma yapı barındırmaktadır. Bu Meclis, birçok konuda geriye dönük kişilerin atılımların önüne set koymaya çalışmalarına karşın, Büyük Önder Mustafa Kemal Paşa’nın akılcı yönetimiyle Kurtuluş Savaşını üstün bir başarıyla yönetmiştir.

Meclisin Önündeki Zorluklarla Dolu Büyük Görevin Açmazları

Bir Kutsal İsyanla başlayarak kazanılan bu Kutsal Savaş ve sonunda sağlanan Kutsal Barış hangi güçlükler aşılarak kazanılmıştır? Bu soruyu ve yanıtını milletin her bireyinin beyinlerinde bir fırtına yaratırcasına oluşturup yerleştirmedikçe ve bugünkü nesilden gelecek kuşaklara aktarma görevini yerine getiremedikçe Türkiye Cumhuriyeti için tehlike her zaman var olacaktır.

Meclisin açıldığı zaman içinde Sevr Antlaşması Osmanlı Devleti’ni yönetenler tarafından kabullenilmiş, tehlike olarak değerlendirdikleri yörelerimiz, topraklarımız işgal güçlerinin yeni bahaneleriyle işgal ettikleri önceki topraklarımıza eklenmektedir. İngilizlerin desteğiyle İzmir’e asker çıkaran Yunan Kuvvetleri ilerlemelerini Aydın, Afyon boyunca genişletmekte ve geçtikleri kentlerimizi yakıp yıkmakta ve halkımızı vahşice katletmekte, kadınlarımızın, kızlarımızın namuslarını kirletmekte, çocuklarımızı süngüleyerek eğlenmektedirler.

Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümetine karşı, Osmanlı Saray Yönetiminin teşvik ve destekleriyle iç isyanlar çıkarılarak kurtuluş hareketine engeller koymaya çalışılmakta, içimizde yüzyıllarca en iyi şekilde varlık içinde ve ayrıcalıklı olarak yaşattığımız Rumlar, Ermeniler hainlikleriyle işgal güçlerinin yanında yer almakta, biz komşularını kalleşçe arkadan vurmaktadırlar.

Savaş sürecinde Türk toplumunun yapısı, Ordunun durumu, savaş ekonomisi, halkın desteği bir başka yazıya bırakılarak; bu metinde Atatürk’ün Ulusal Bayram olmanın yanında Türk çocuklarına bayram olarak armağan ettiği 23 Nisan’ın geçirdiği evrelere yer verilmiştir.

23 Nisan’ın Geçirdiği Evrelere Ait Bilgiler

23 Nisan 1920,  T.B.M. Meclisi’nin açılışıyla ulusumuzun tarihinde çok önemli bir gün olma özelliği, ulusallık kazanmıştır. Bu ulusal günün bugüne değin kutlanması aşamasında geçirdiği evrelerin hepsi akılda tutulamasa da, zaman zaman hatırlanması için evinizdeki önem verdiğiniz bir bilgi dosyasında bulundurulması, özellikle de çocuklarınıza bu günün öneminin kavratılması okullarımıza/ öğretmenlerimize olduğu kadar aileler için de bir görev olmalıdır.

1-      1920 / 23 Nisan – Türkiye Büyük Millet Meclisi açılmıştır.
2-      1921/ 23 Nisan – İlk olarak Bayram olarak kutlanmıştır.
3-      1921/ 2 Mayıs – 23 Nisan Yasa ile Milli Bayram olarak kabul edilmiş ve Ceride-i Resmiye (Resmi Gazete)’ de yayınlanarak yürürlüğe girmiştir.  İki maddeden oluşan kanunun;

  1. Maddesi: “TBMM’nin ilk yevmi küşadı (açılış zamanı) olan 23 Nisan günü milli bayramdır.”
  2. Maddesi: “Tarihi kabulünden muteber (geçerli) olan işbu kanunun icrasına (yürütülmesine) Türkiye Büyük Millet Meclisi memurdur. Bu yasanın kabul edilmesiyle 23 Nisan her yıl coşkuyla ve büyük bir mutlulukla milli bayram olarak kutlanmıştır.
    4-      1924, 23 Nisan’ın her yıl Mustafa Kemal (Atatürk ) buyruğu ile Egemenlik Bayramı olarak kutlanmasına karar verilmştir.
    5-      1927/ Ulusal Egemenlik Bayramı Türkiye Himaye-i Etfal  (Çocuk Esirgeme) Cemiyeti’nin öncülüğünde daha ayrıntılı bir bayram kutlamasına dönüştürülmüştür.
    6-      1929/ 23 Nisan Mustafa Kemal (Atatürk) tarafından Türk Çocuklarına armağan edilmiş ve 23 Nisan Çocuk Haftasına dönüştürülmüş, zengin etkinliklerle kutlamalar yapılması gelenekleşmiştir.
    7-      1935/ 27 Mayıs tarihinde kabul edilen “Ulusal Bayramlar ve Genel Tatiller Hakkında Kanun ile 22 Nisan öğleden sonra ve 23 Nisan gününün Ulusal Egemenlik Bayramı olarak kutlanması yasalaşmıştır.
    8-      1979 /  23 Nisan Ulusal Egemenlik Bayramımız Yurtdışındaki temsilciliklerimizde de ve ilk olarak davet edilen dünya çocuklarının katılımıyla Uluslararası Çocuk Bayramı olarak kutlanmaya başlanmıştır.
    9-      1983/ 20 Nisan –1981 tarihli Ulusal Bayramlar ve Genel Tatiller Hakkında Kanunda yapılan değişiklikle 23 Nisan ““Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı” olarak düzenlenmiştir.  Böylece 1929 yılından bu yana Mustafa Kemal (Atatürk) ‘in bayram olarak çocuklara armağan etmiş olduğu “Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı‘na “Çocuk” sözcüğü yasayla eklenmiştir.

Bu 23 Nisan’da yüzüncü yılını kutlayacağımız Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı’nı coşku içinde kutlamamız salgın durumu alan Korona Virüs bulaşı nedeniyle olanaklı olmasa da, büyüklü küçüklü hepimiz bu bayramı içimizde çocuksu bir sevinç içinde yaşamalı, yaşatmalıyız.

Ulusumuzun kurtuluşa giden yolunda bir köşe başı taşı olan 23 Nisan’ı bize sonsuza dek kutlayacağımız bir ulusal gün olarak armağan ve emanet eden Yüce Atatürk’e, O’nun dava ve silah arkadaşlarına, milyonlarca şehitlerimize sonsuz şükranlarımızı sunuyoruz; ruhları sevinçli olsun.

  • Ulusumuzun Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı,
    tüm ulusumuza kutlu olsun!

İsmet İNÖNÜ : Ben Sizi Aç Bıraktım Ama Babasız Bırakmadım



İSMET İNÖNÜ : Ben Sizi Aç Bıraktım, Ama Babasız Bırakmadım

portresijpg
Prof. Dr. Kemal Arı

“ONUNCU YIL MARŞI” TAKINTISI…

 (-Ben Sizi Aç Bıraktım, Ama Babasız Bırakmadım)

 

Her ulus, kendi ulusunun geçmişiyle övünç duymak ister.

Bu övüncü de ya ünlü bir söylevle, ya bir anıtla ya da marşlarla ve
buna benzer başka bir şeyle tarihe not düşmek ister…

Cumhuriyetin “Onuncu Yıl Marşı” böyle bir tutkunun ve coşkunun eseridir.

Yazarı, cumhuriyet döneminin en önemli şairlerinden iki kişiye aittir:
Behçet Cemal Çağlar ve Faruk Nafiz Çamlıbel

Bestesi de Türk Müzik Tarihi’nin unutulmaz abidelerinden Cemal Reşit Rey

1923’te kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin onuncu yılı olan 1933 yılına girilirken,
ülkenin her yanında “Cumhuriyet on yaşını doldurdu” diye büyük bir coşku yaşanıyordu. Piyesler ve şiirler yazılıyor; bunlar okullarda değişik gösteri ve müsamerelerde okunuyor; izci yürüyüşleri yapılıyor; değişik spor etkinlikleri düzenleniyor; Cumhuriyet coşkusu toplumun her kesiminde büyük bir coşkuyla
terennüm ediliyordu.

  • Çıktık açık alınla on yılda her savaştan
    On yılda on beş milyon genç yarattık her yaştan,
    Başta bütün dünyanın saydığı başkumandan!
    Demir ağlarla ördük anayurdu dört baştan.

Her marş, kendi döneminin koşulları içinde anlam kazanır. O günü empati yaparak
kendi iç dünyanızda canlandırıp yaşayamadığınız sürece ne yaparsanız yapın,
onu yeterince anlayacağınızı, kanıksayacağınızı ve hatta benimseyebileceğinizi sanmıyorum.

Eğer Cumhuriyetle ve onun değerleriyle bir derdiniz varsa;
onlara karşı allerji duyuyorsanız, bir biçimde o söylenen sözler size batıyorsa;
tarihe ön yargılar, ön yargıların oluşturduğu gözü karalık ve olumsuz etkilerle bakıyorsanız, o coşkuyu duyumsamanız elbette olanaklı olmaz…

Bunu geçtik…
Hep söylenir:

  • “Cumhuriyetin onuncu yıl marşını söylemek karın doyurmuyor.
    On yılda her yanı demir ağlarla örmüş de ne yapmış?
    Atatürk’ün ölümünden sonra, O’nun zamanında başlayan ilerleme ve gelişmeden eser mi kalmış?”

İlk başta eleştiri, Onuncu Yıl Marşı ile sınırlı kalacak sanıyorsunuz.
Hayır…
Ortada aslında bir İsmet İnönü alerjisi var…
Daha doğrusu İsmet Paşa üzerinden Atatürk alerjisi

Sağ gösterip, sol gösterme; Marş perde olarak kullanılırken, başka kimi değerlere ve tarihsel dönemlere vurarak siyaset yapma anlayışının öne çıktığı derhal anlaşılıyor…Uzatın da uzatın. Sonu yok ki bu tür bakış biçiminin?

Ama söz Atatürk’ten sonraki dönemin yani Tek Parti zamanlarının eleştirisi ise,
elbette onu da kendi koşulları içinde değerlendirmek gerekiyor.
Hemen bir saptama yapalım:

  • 10 Kasım 1938 günü Atatürk öldü mü?

Öldü…
Hemen bir yıl sonra büyük bir dünya (AS : paylaşım) savaşı başladı mı?
Başladı… Ve bu savaş, bütün dünyayı yalım ateşi gibi sardı mı?
Kuşkusuz ve kesin olarak “evet”…
Peki; o zaman Türkiye’nin görüntüsü neydi?

Şöyleydi: Türkiye bir tarım ülkesiydi. Nüfusunun büyük bölümü hala köylerde yaşıyordu. Halkın temel üretim ve tüketim maddeleri tarım ürünleriydi. Savaş yıllarında Türkiye, Meriç’e dek Alman orduları dayandığında ve Meriç üzerinden Türkiye’ye doğru uzanan köprüler yapmaya başladıklarında, İsmet Paşa’nın başkanlığındaki Türkiye,
derhal savaş ekonomisi uygulamaya başladı.

Üretim süreçlerinde yer alması gereken nüfusun önemli bir bölümü askere alındı. Ülkenin bütün limanları; herhangi bir saldırı riskine karşı kapatıldı.
Dış Ticaret, krom ve magnezyum gibi değerli madenlerin satışı dışında
hemen hemen durdu.
Limanların önlerine mayınlar döşendi ve kentlerde karartma uygulanmaya başladı. Ardından da her an savaşa girilebileceği düşünülerek; zaten dış pazarlara sunulamayan, üstelik de o yıllarda yaşanan büyük kuraklık nedeniyle iyice düşen tarımsal verim düşüklüğüne karşın, devlet silolarında yoğun bir lojistik birikim yapıldı. Bu yıllarda ekonomi alt üst olduğu için, kimi temel tüketim malları karneye bağlandı.

Kimi açıkgözler karaborsacılık gibi yöntemlere başvurarak, yoksul halkın daha da
acı çekmesine neden oldular. Tahıl stoklarına el konuldu. Ekmek, zeytin ve şeker gibi ürünler karneyle verildi. Buğday unu çok değerli olduğu için, ondan pasta vb. gıda üretimi yasaklandı. Kimin ne denli ekmek alacağını Hükümet belirledi. Alınan ekmek karnelere işleniyor ve yeniden alınmasının önüne geçiliyordu.

Büyük kentlerde özel araçların trafiğe çıkması yasaklandı. Sonradan ticari araçlar da
bu kapsama alındı. Yeni vergiler uygulandı.
Tifo, kolera ve salgın hastalıklarda yoksulluk nedeniyle artış görüldüğü için
buna dönük çalışmalar yapıldı. Askeri harcamalar zorunlu olarak arttı.
Karadeniz’deki gemi seferleri durduruldu. Radyo yayınlarına kesintiler yapıldı ve
kimi bölgelerde gece sokağa çıkma yasağı uygulandı.

İnsanlar bu uygulamlalardan elbette çok etkilendiler; ama bütün bunlar savaş günlerinin doğurduğu zorunluklardı ve böyle bir ortamda ve bu etkenlerden olumsuz olarak etkilenen bir ülkede elbette sağlıklı bir kalkınma politikası izlenemezdi…
Can derdine düşmüş ve güvenliği en öncelikli konu olarak gören bir zaman diliminde, normal demokratik dönemlerin koşulları aranabilir mi?

Ara istersen… Kafa bu kadar algılıyorsa, yapılacak bir şey yok…
Ancak buna karşın, kimi önemli işletmelerin ve fabrikaların temeli atıldı.
Türkiye’de çok önemli görülen maddelerin üretilmesi için devlet yatırımları daha da artırıldı. Aşırı tasarruf düşüncesi uygulamaya konuldu. Çünkü bir anda savaşa girilirse, hangi cephelerde ne kadar durulabilir, ne denli büyük zorluklarla karşılaşılabilir;
bunu kestirmenin ve ateşin nerede duracağının önceden hiçbir güvencesi yoktu.
Söz konusu olan vatandı; ülke topluca yok olabilecek bir noktaya gelmişken,
çay yoktu, şeker yoktu yaklaşımı ne denli içten olabilir?

Bunları anlamak zor gelebilir bugün; ama koşullar öyleydi.
Devam edelim: Türkiye üç önemli ekonomik karar aldı:

1. Milli Korunma Kanunu
2. Varlık Vergisi Kanunu
3. Toprak Mahsulleri Vergisi’ne İlişkin Kanun

Türkiye ateş çemberi içinde kıvranır ve her an savaşa çekilmeye çalışılırken,
İsmet Paşa bir yandan İngiltere’yi, öte yandan Almanya’yı karşısına almamak için
son derece başarılı bir dış politika izledi.

Savaşın sonlarına doğru, sonradan Türkiye’yi Batı’ya daha da yanaştıracak sonuçlar doğuracak olan Sovyetler Birliği’nin kimi doğu illeri ve Boğazlar üzerinde hak isteği geldi. Bu durum karşısında, 1945 yılında savaş bittiği halde, Türkiye’nin sıkıntıları
sonradan NATO’ya girene dek (AS: Kore savaşına katkımız sonrası 1952) sürdü.

Diyeceksiniz ki; bunların tümü doğru şeyler miydi yani?
Eleştirebilirsiniz… Ben de eleştirebilirim…
Yanlışları bir bir sıralayabilirim. Şunlar olmamalıydı diyebilirim… Olabilir.
Hangi iktidar döneminde yanlışlar yapılmıyor ki?
Ama o zor koşullarda her şeye karşın Türkiye’yi savaşa sokmamayı ilke edinmiş kuşaklar, bunu bir övünç nedeni yaptılar ve gerçekten de ülkeyi savaşa sokmadılar.

Pisliklere, yolsuzluklara, akıl almaz ve vicdana sığmaz ahlaksızlıklara malzeme oldular.
Yurtseverlikleri tam; ülkelerine sevgisi dağlarca büyüktü…

Her şeyi bir yana bırakalım; bu içtenliklerine karşı bir saygı duygusu taşımak
gerekmiyor mu?

Sonradan Demokrat Partisi bu savaştan uzak kalma politikasını,
“Milletin erkekliğini öldürmek” gibi kırsal bir söylemle eleştirirken;
Yurt gezisinde ellerine döviz verilen çocuklar;
“Sen bizi aç bıraktın!” diye
Batı Cephesi Komutanı İsmet Paşa’ya karşı bağırtıldılar…

Buna karşın İsmet Paşa onlara şu yanıtı vermişti:

“Ben sizi aç bıraktım ama babasız bırakmadım…” (29.10.2014)