Etiket arşivi: ahmet saltık

4+4+4 sistemindeki sorunların çözüm yeri hastaneler değildir!

Türk Tabipleri Birliği son derece yerinde bir bilimsel açıklama yaparak 4+4+4 zorlamasında 66 aylık çocukların ilköğretime başlatılmalarının ciddi sağlık sakıncalarına dikkat çekti.. Aileleri ve hekimleri tıbbi rapor için zorlamayın.. Akla ve bilime uygun uygulamalar yapın.. Yasada değişiklik yapın.. Minnacık bebelere Kuran’ı ezberleteceğim.. diye ruh ve beden sağlıklarını kalıcı olarak bozmayın..
Sevgi ve saygı ile.
5.8.2012, Ankara
Dr. Ahmet Saltık, www.ahmetsaltik.net

4+4+4 sistemindeki sorunların çözüm yeri hastaneler değildir!

04 AĞUSTOS 2012

Türk Tabipleri Birliği, Türkiye Çocuk ve Genç Psikiyatrisi Derneği ve Eğitim Sen, 4+4+4 eğitim sistemini başlatan Milli Eğitim Bakanlığı’nın, endişeleri nedeniyle çocuklarını erken yaşta okula göndermek istemeyen ailelere çocukları için doktor raporu alma yolunu göstermesiyle ilgili olarak ortak basın açıklaması yaptı. TTB’de bugün (4 Ağustos 2012) gerçekleştirilen basın toplantısına TTB Genel Sekreteri Dr. Bayazıt İlhan, Çocuk ve Genç Psikiyatrisi Derrneği Başkanı Prof. Dr. Füsun Çuhadaroğlu ve Eğitim Sen Genel Başkanı Ünsal Yıldız katıldılar. Ortak açıklamayı Prof. Dr. Füsun Çuhadaroğlu okudu.

Basın toplantısında, bilimsel açıdan 72 ayını doldurmamış olan çocukların okula başlamasının doğru bulunmadığı bir kez daha hatırlatılırken, bu konuda kaygısı olan ailelerin rapor almaya yönlendirilmesinin dayatma ve bilim dışı olduğu vurgulandı.
Bu konunun hekimlik meselesi değil, eğitim meselesi olduğunun kaydedildiği toplantıda, “Milli Eğitim Bakanlığı topu hekimlere atmaktan vazgeçmelidir.” denildi.

04.08.2012

BASIN BİLDİRGESİ

4+4+4 Uygulamasına Ailelerin Gösterdikleri Tepkilerin Çözüm Yeri Hastaneler Değil Eğitim Kurumlarıdır!

4+4+4 uygulamasıyla 66 ayı doldurmuş çocuklarımızın ilköğretime başlamasının gündeme gelmesi, ailelerin buna karşı çıkmaları ve Milli Eğitim Bakanlığı’nın konuya çözüm bulmak yerine aileleri çocuk psikiyatristlerine yönlendirerek soruna hastanelerden çözüm beklemesi üzerine bu toplantıyı düzenlemiş bulunuyoruz. Eğitimcilerden ve sağlık bilimcilerden görüş alınmaksızın hazırlanan bu yasanın çocuklar açısından sakıncalarını ve çözüm önerilerimizi iletmek dileğindeyiz.

*Gelişim dönemi açısından henüz oyun çağında bulunan 66 aylık çocuğun okul öncesi eğitim almadan ilkokul disiplinine girmesi, onun ruhsal, duygusal ve bilişsel gelişimini sekteye uğratarak yıllarca sürecek olan akademik hayatı açısından olumsuz sonuçlar doğuracaktır..

*5 yaş çocuğu (60-71 aylar arası) zihinsel, fiziksel, sosyal ve psikolojik olarak ilkokula henüz hazır değildir. Çocuğun okul eğitimine katılabilmesi için gerekli sosyal, duygusal, bilişsel, dil ve motor becerilerinin gelişimi 6 yaştan (72 ay) önce tamamlanmaz. Bu bilimsel ortalama dışında kalan çok az çocuk vardır.

* Çocukların bu gelişimleri tamamlanmadan ilkokul 1. sınıfa başlamaları ruh sağlığını pek çok yönden olumsuz olarak etkileyecektir:

-Küçük yaşta okula başlayanlarda ayrılık kaygısı rahatsızlığı görülme riski, altı yaşında ilkokula başlayan çocuklara göre daha fazladır. Özellikle bu çocuklar okul öncesi eğitim almadılarsa risk daha da artmaktadır.

-Dürtü kontrolü 5 yaşındaki bir çocukta tam gelişmediğinden davranışlarının kontrolünü sağlamakta zorlanacak, sınıfta sırasında bekleyemeyecek ve ilkokulda uyması gereken kurallara uymakta güçlükler yaşayabilecektir.

-Beş yaşından önce el-göz kordinasyonunun, ince motor becerilerin, işlemsel düşüncenin tam gelişmemiş olması, soyut düşüncenin yetersizliği ve dikkati sürdürmedeki güçlükler nedeniyle bu yaştaki çocuklar öğrenme becerilerinde zorlanacaklardır. Bu yaştaki çocukların okulda belli seviyede başarı elde etmekte zorlanmaları gelişimsel açıdan normal olmasına karşın okul programları kapsamında beklenen kazanımları karşılamamaları nedeniyle, başarısızlık olarak yorumlanacak ve gereksiz olarak ‘zeka geriliği’, ‘öğrenme güçlüğü’ veya ‘dikkat eksikliği’ olduğu gibi tanımlara maruz kalacaktır.

*Ayrıca bu çocukların 6 yaş grubu (72-83 aylar) ile aynı sınıflarda eğitime alınacağı açıklanmıştır. Bu da ayrı bir sakınca getirmektedir. Bu demektir ki aynı sınıfta 60-83 aylar arasında, yani aralarında yaklaşık 2 yıl fark olabilen çocuklar olacaktır.
Bu durumda gelişimsel özellikler açısından 72-83 aylık çocuklar doğal olarak 60-66 ay arasındakilere göre çok önde olacak, onlardan daha hızlı öğrenecek, beklenenleri daha kolay yerine getirecektir. 60-66 aydakiler de bu durumda zorunlu olarak sınıfın daha başarısız ve geriden gelen grubunu oluşturacaklardır, yani bu grup daha okula başlarken başarısızlık duygusuna mahkum edilecek ve bu duygu onlarla eğitim yaşamları boyunca gidecektir. Erken dönemde kazanılan başarısızlık duygusunun çocukların daha sonraları da kendilerine güven duymalarını engellediği bilimsel olarak gösterilmiştir. Erken dönemde başarısızlık duygusu edinen çocukların okuldan soğudukları ve okul yaşamını kısa sürede bıraktıkları yapılan araştırmaların çok net olarak ortaya koyduğu bir gerçektir. Dolayısıyla eğitime başlama yaşını aşağıya indirmenin önemli bir sonucu kendini başarısız görerek büyüyen ve dolayısıyla kendine güvensiz ve başarılı olabileceğine inancı kalmamış nesiller yetiştirmek olacaktır. Milli Eğitim Bakanlığı böyle bir sorumluluk aldığının da farkında mıdır?

* Ayrıca 5 yaş uygulaması 1983-1985 yıllarında zaten ülkemizde denenmiş ve olumsuz sonuçlarından dolayı vazgeçilmiştir,

* Ülkemizde yapıldığı gibi okul öncesi eğitimi ilkokulun ilk yılına sıkıştırmak ve sınıf öğretmenlerini okul öncesi çağı çocuklarıyla eğitim yapmaya zorlamak gibi bir uygulama dünyada kabul görmemekte, gelişmiş ülkelerde yaygın ve ücretsiz okul öncesi eğitim ve kreş imkanları sağlanmaktadır. Eğitimin bu evreleri çocuğa temel oluşturduğundan vazgeçilmez önemdedir, geçiştirilemez.

*Daha önce de duyurmaya çalıştığımız tüm bu gerçeklere karşın okullarda ve müfredatta hiçbir yeterli hazırlık olmadan uygulama başlatılmaktadır. Okulların maddi koşulları, sıraları, tuvaletleri, tahtaları bu denli küçük çocuklar için hazır değildir. İlköğretim öğretmenleri 5 yaş çocuklarla çalışmaya ve aralarında 2 yaş fark olan iki farklı grubu aynı sınıf ortamı içinde eğitmeye hazır değildir. Bu sınıflar köy okullarındaki her yaştan 1-2 çocuğun bulunduğu sınıflarda çok daha farklı olacaktır ve öğretmenler için de buna uygun mesleki eğitim programı yapılması gerekir. Veliler de endişelidir. Birçok velinin çocuğunu okula göndermek istemediğini basından da duymaktayız. Milli Eğitim Bakanlığı ise bu uygulamanın yanlışlığını ve sakıncalarını görmek ve çözüm aramak yerine “çocuğunu okula göndermek istemeyen nörologlardan ya da psikiyatrlardan çocuk zihnen okula başlamaya uygun değildir, diyen rapor almak zorundadır.” diyerek çözüm bulma işini, hiç danışmadan doktorlara atmıştır.

*Bu duyurular ve düzenlemeler çocuğunun durumu hakkında kaygılanan pek çok ailenin, çocuğunu okula bu yıl başlatmamak için doktor kapılarına dayanmasına yol açmıştır. Plansız, programsız, bilimi ve tarafların itirazlarını dikkate almadan dayatılan uygulamalar nedeniyle hekimler zor duruma sokulmakta, hatta ailelerle karşı karşıya bırakılmaktadır. Sayısı 600.000’i bulduğu belirtilen bu çocukların çocuk psikiyatrisi veya çocuk nörolojisi kliniklerinde değerlendirilmesinin ne demek olduğunun Milli Eğitim Bakanlığı’nca yeterince düşünülmemiş olduğu kanısındayız. Bir çocuğun çocuk psikiyatrisi kliniğinde değerlendirilmesi en az 30-45 dakikadır. Bu değerlendirme için ailelerin önceden randevu alması gerektiğinden randevu sıraları yoğun başvuru nedeniyle çok uzayacak, çocukların bir kısmı okul açılma zamanı geldiğinde bile değerlendirilememiş olabilecek ve yanlış sınıfa verilme riskiyle karşı karşıya kalacaktır. Ayrıca bu grubun randevuları doldurması kliniklerde tedavisi sürdürülmekte olan hastaların randevularını aksatacak ve tedavileri de yarım kalmış olacaktır. Milli Eğitim Bakanı’nın bu önerisi pratik uygulamada yaratacağı önemli sorunlar nedeniyle uygulanabilir görünmemektedir. Bu sadece milli eğitim kurumlarında çözüm bulması gereken bir sorunun sorumluluğunu başka bir meslek grubuna yükleyerek çözüm aramaktan sıyrılmaya çalışması ve kendi çaresizliğiyle hekimlerden medet ummasıdır.

*Milli Eğitim Bakanı geçtiğimiz günlerde bir açıklama daha yapmıştır: “Orta ve alt gelir grubundan vatandaşlar çocuğunu okula göndermek isterken, üst ve orta gelir grubu ve eğitimli kesimin çocuğunu okula göndermekten çekindiğini” ifade etmiştir. Bu sözler, eğitimde iyice belirginleşen sınıfsal ayrışmanın ve fırsat eşitsizliğinin göstergesidir. Belli ki “eğitimli kesim”den birçok veli mevcut sorunları görmekte ve çocuğunu okula geç başlatmak istemektedir.. Az eğitimli ve dar gelirli ailelerin çocuklarını ‘bir an önce yetiştirmek kaygısı’ büyük olduğundan onların ‘çocukları erken okula gönderip, bir an önce bu sorumluluğu tamamlamak’ endişesi anlaşılır birşeydir. Çocuklarını okula erken başlatan üst ve orta gelirli, eğitimli aileler belki özel dersler ve diğer destekleyici eğitimlerle erken başlamanın dezavantajlarını ortadan kaldırabileceklerdir. Ancak yoksul ve daha az eğitimli kesimin erkenden noksan koşullarda eğitime başlayan çocuklarını ise bekleyenler:

-Eğitim sürecinde yaş farkından doğan açıkların kapatılamaması ve mevcut konumlarının daha da dezavantajlı hale gelmesi,

-Okul eğitimi aşamasında yaşanan zorluklar sonucunda zorunlu olarak mesleki eğitime yönelme ve daha erken yaşta çıraklıkla, işyerleriyle tanışmaları, ve

-Özellikle kız çocukları için; daha erken bir yaşta açık lise uygulaması ile mekânsal olarak okuldan koparılmalarıdır.

*Sonuç olarak: şimdiye dek, eğitim fakültelerinin, meslek örgütlerinin ve eğitimcilerin hiçbir önerisini dikkate almayan Milli Eğitim Bakanlığı’nı ve çocuklarımızı yeni dönemin başlamasıyla okullarda bir kaos ortamı beklemektedir. Endişemiz bu kaostan öğrencilerimizin onarılamayacak zararlar görmesidir. Çocukların 72 aydan önce ilkokul 1. sınıfa başlamaları başta kaygı bozuklukları, okul başarısızlığı, kendine güvensiz olarak büyümeleri ve davranış sorunlarının gelişmesi açısından sakıncalıdır. Bu yaştaki çocukların okul öncesi eğitim almaları daha doğrudur.

Saydığımız bilimsel gerekçeler ışığında ilkokula başlama yaşı 72 ay ve üstü olarak ivedilikle düzeltilmelidir. Önümüzdeki eğitim-öğretim yılı için söz konusu yasal düzenleme yetiştirilemeyecek ise Milli Eğitim Bakanlığı taraflarla bir araya gelerek çocuklarımızın zarar görmeyeceği bir çözümü ortaya koymalı, aileleri hekimlere yönlendirmekten vazgeçmeli, ülkenin eğitim sorunlarına çözüm için hekimlerden çare bekler duruma düşülmemelidir.

Saygılarımızla kamuoyuna duyururuz.

Türk Tabipleri Birliği / Türkiye Çocuk ve Genç Psikiyatrisi Derneği / Eğitim Sen (Eğitim ve Bilim Emekçileri Sendikası)

Özkök : Darbe Girişimi Yok..

Çok geç olmadı mı Özkök paşa, çoook geç..??
Vicdanınız elvermedi daha fazla susmaya değil mi?
Ama daha erken de gelseydiniz tertip gene bildiği gibi yürüyecekti anlaşılan..
Huzur-u mahşerde bu Ergenekon hesabı nasıl verilecek ??
Dr. Ahmet Saltık, 4.8.12 www.ahmetsaltik.net

2007 Seçimleri AKP’ye Nasıl Kazandırıldı ??

Bu seçimlerde hileye ilişkin Oktay Ekşi’nin 24 Ağustos 2007 günü Hürriyet’te çıkan makalesi bizim yorumlarımıza gönderme yapıyor.. Yalçın Bayer de.. “Yanıt” bölümüne bu yazıyı alıyorum.. Tıklayıp okuyabilirsiniz.
Ayrıca, aşağıdaki adresten erişebilececeğiniz konuya ilişki ayrıntılı irdelemememizi okumanızı da öneririz..

http://ahmetsaltik.net/ne-yazmistik-22-temmuz-2007-secimlerinin-anatomisi-the-nude-anatomy-of-general-elections-held-on-22nd-luly-2007/

Ne yazmıştık : 22 Temmuz 2007 Seçimlerinin Anatomisi / The Nude Anatomy of General Elections held on 22nd July 2007

Sevgi ve saygı ile. Dr. Ahmet Saltık, 4.8.12, www.ahmetsaltik.net

SON 60 YILDA NEREDEN NEREYE SÜRÜKLENDİK ??

SON_60_YILDA_NEREDEN_NEREYE_SURUKLENDIK

Sünnet çocuğuna ninniler!

Sünnet çocuğuna ninniler!

Mehmet Bedri Gültekin
mbgultekin@ip.org.tr
www.ulusalkanal.com.tr, 03 Ağustos 2012,

Akşam gazetesinden Şenay Yıldız, ABD’nin iki önemli “Kürt uzmanı”ndan biri olan Henry Barkey ile (diğeri Graham Fuller) 30-31 Temmuz 2012 günlerinde yayınlanan bir röportaj yaptı.

Kürt sorununu kullanarak ulaşmayı düşündükleri hedeflerine, epeyce yaklaşmış olmanın rahatlığı ile konuşuyor Barkey. Suriye’deki gelişmelerin ABD penceresinden bakıldığında nasıl görüldüğünü
anlamak bakımından Barkey’in röportajında dikkat çekici noktalar var.

“IRAK’TAN DAHA KANLI OLACAK!”

Birinci olarak Barkey, Suriye’nin bundan sonra; Nusayriler, Sünniler, Dürziler, Hristiyanlar
ve Kürtler olarak ayrışacağını ve bunun çok kanlı olacağını söylüyor. Ve bir kıyaslama yapıyor:

“Suriye’de maalesef bir müddet kan gövdeyi götürecek. Ne yazık ki Irak’takinden çok daha kanlı
bir süreç bekliyorum.”

Bu sözler, Suriye’nin kaosa sürüklenmesinin ve parçalanmasının ABD açısından başlı başına bir “amaç” olduğunu gösteriyor.

Peki kan banyosuna dönmüş ve kaosa sürüklenmiş olan Suriye’de ABD’nin kazancı ne olacaktır?

İSRAİL’İN GÜVENLİĞİ

Birinci ve hemen gerçekleşecek olan “kazanç”, İsrail’in en önemli düşmanından kurtulacak olmasıdır. Çünkü Suriye’deki Baas yönetimi, Filistin direnişini en başından beri kararlı olarak destekledi. Hamas lideri Halit Meşal’ın karargâhı daha yakın zamana kadar Şam’da idi.

Lübnan’daki Hizbullah da etkinliğini ve İsrail’e karşı yürüttüğü başarılı mücadeleyi Suriye’ye borçludur. Esat yönetiminin yıkılması, İsrail’e derin bir nefes aldıracaktır.

ASIL “KAZANÇ”

ABD’nin ikinci ve en önemli kazancı ise, kaosa yuvarlanmış Suriye’nin kuzeyinde,
Türkiye sınırı boyunca bir “Kürt bölgesi”nin ortaya çıkmasıdır.

Hatta diyebiliriz ki, ABD’nin tam bir buçuk yıldır Suriye’ye karşı örgütlediği sabotaj, cinayet, provokasyon ve iç yıkıcılığın esas amacı budur. Suriye’nin kuzeyinde bir “Kürt Bölgesi” olacak
ve bu oluşum daha sonra Barzanistan’la birleşecek. Böylece bir sonraki adımda Türkiye’nin Güneydoğusu’nu da kapsayacak ve ABD’nin “derdine derman olacak” “ikinci İsrail” kurulmuş olacak…

ABD’nin tam otuz yıldır bilinen projesinden söz ediyoruz.

“KORKMAYIN, BİLDİĞİNİZ BARZANİ”

Suriye’nin kuzeyinde şimdi PYD’nin (PKK) etkinlik kazanması ve bu durumun Türkiye’de tedirginliğe yol açması üzerine ise Henry Barkey, sünnet çocuğunu avutan büyük edasıyla; “Merak etmeyin, korkacak bir şey yok..” diyor. Ve neden korkulmaması gerektiğini ise şöyle açıklıyor:

“Suriye’nin kuzeyinde PYD değil Barzani etkin olacak. Çünkü Barzani’nin elinde para,
organize güç, dünya, bölge ülkeleri ve Türkiye tarafından tanınmışlık var.”

Devam ediyor Barkey: ‘Türkiye 2007 sonrasında Barzani yönetimini resmen tanıdı,
sonuçta korkulacak bir şey olmadığı ortaya çıktı. Suriye’de de aynısı olacak..’ diyor.

KENDİ BÖLGESİNE BİLE HAKİM DEĞİL

Aslında Barkey’in bu sözleri, ABD’nin Suriye politikasında esas hedefinin,
Kuzeyde PKK’nın etkin olduğu bir oluşumu ortaya çıkarmak olduğu anlaşılıyor.

Çünkü Barzani’nin Suriye Kürtleri içinde hiçbir zaman etkin olamayacağını en iyi ABD bilir.
Barzani’nin KDP’si feodal bir örgütlenmedir. Onun için Irak’ta bile esas olarak Bahdinan bölgesindedir. Kaldı ki, bu Bölge’nin bile küçümsenmeyecek bir bölümü PKK’nın denetimindedir.
Kendi Bölgesine bile tam olarak egemen olamayan Barzani’nin, Suriye Kürtleri için de
etkin olması düşünülemez.

ABD’NİN HESABI ve SURİYE’NİN VATAN SAVUNMASI

ABD açısında bugün temel sorun, tıpkı Barzanistan gibi Suriye’nin kuzeyini de Türkiye’ye
kabul ettirmektir. Aslında bu konuda önemli bir mesafenin de alınmış olduğu görülüyor.
TÜSİAD burjuvazisinin görüşlerini yansıtan kalemler, şimdi hep bir ağızdan, Suriye’deki
Kürt oluşumunu tanımanın Türkiye’nin ne kadar yararına olduğu üzerine yazılar döktürüyorlar.
AKP, zaten söz konusu ABD planının içindedir. CHP ve MHP’nin ise varlıkları ve attıkları
her adım AKP’nin (daha doğrusu ABD’nin) işini kolaylaştırıyor.

Barkey’in röportajında ifade ettiği ABD planına direnecek olan milli kuvvetler ise 2007 yılından
bu yana süren 50’ye yakın “Ergenekon Operasyonu” dalgaları ile etkisiz duruma getirilmiştir.
En azından Barkey öyle düşünüyor.

Ama her emperyalist gibi Barkey’in de hesaba katmadığı gerçek, halkların bağımsız yaşama arzuları ve bu uğurda yapabilecekleridir. Son bir haftada Suriye’nin dört bir yanında Şam’da, Halep’te ABD’nin piyonlarına indirilen darbeler, işte o “bağımsızlık” arzusunun gücünü gösteriyor.

Doç. Dr. İlker Belek’in yanındayız..

TTB’nin destek eylemine ve basın açıklamasına tümüyle katılıyorum..
Ben de meslektaşım Doç. Dr. İlker Belek’in yanındayım…
1999’da, türban-kara çarşaf üniversiteye girmesin diye hukuka uygun uğraş veren bir öğretim üyesi olarak, AKİT gazetesinde manşet üstü fotoğrafımız basılarak,
“Profesör mü, provokatör mü?!” diye hedef gösterilmiş ve 1 yıl yakın polis korumasında yaşamış idik.. O zaman iyi kötü devlet vardı.. Şimdi o da yok galiba..
Türkiye bu karanlığı da yırtacak.. Ahmet Saltık, www.ahmetsaltik.net, 3.8.12

TTB_basin_aciklamasi_2.8.12_Antalya

Mehmet Haberal’dan kamuoyuna açık çağrı

CHP Rize Milletvekili Prof. Dr. Mehmet Haberal
Başkent Üniversitesi Kurucu Rektörü, 3,5 yıldır Silivri’de tutuklu..
Kendisini yargılayan yargıçları tazminata mahkum ettirdi ama serbest bırakılmadı.
Saygıdeğer meslektaşım Haberal’a dayanma gücü ve sağlık diliyor, dayanışma
duygu ve düşüncelerimi sunuyorum. 3.8.12, Ahmet SALTIK www.ahmetsaltik.net

Mehmet Haberal’dan kamuoyuna açık çağrı

Haberal’dan kamuoyuna açık çağrı Tahliye talebi reddedilen CHP Zonguldak Milletvekili
Prof. Dr. Mehmet Haberal,

“Bir bilim insanı ve milletvekili olarak bu haksızlığa, bu zulme ve bu adaletsizliğe niçin
maruz bırakıldığımı, aziz milletimizin takdirine sunuyorum.” dedi. (Vatan, 1.8.12)

CHP Zonguldak Milletvekili Prof. Dr. Mehmet Haberal, tahliye talebinin soyut ve adli kontrol tedbirinin yetersiz kalacağı gerekçesiyle reddetmesinin milli iradenin tutsak alındığının göstergesi olduğunu ifade etti. Mahkeme kararıyla yargılamanın sürüncemede bırakıldığını belirten Haberal, “Bir bilim insanı ve milletvekili olarak bu haksızlığa, bu zulme ve bu adaletsizliğe niçin maruz bırakıldığımı, aziz milletimizin takdirine sunuyorum” dedi.

İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi’nin 3. Yargı Paketi kapsamında “kaçma ve kuvvetli suç şüphesi” nedeniyle tahliye talebi reddedilen CHP Zonguldak Milletvekili Prof. Dr. Mehmet Haberal kamuoyuna açık çağrıda bulunan bir mektup kaleme aldı. 3. Yargı paketi olarak bilinen 6352 sayılı Yasa’nın 97. ve 98. maddeleri ile tutuklama kararlarında kuvvetli suç şüphesinin somut olguya dayandırılması zorunlu hale getirilmiş ve adli kontrol uygulamasındaki üst sınır kaldırılarak Türk hukuk sisteminin çağdaşlaşması yönünde önemli bir adım atıldığını anımsatan Haberal,

“3 yıl 4 aydır tutuklu olarak yargılandığım İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi’nde görülen davanın son duruşmasında da, 6352 sayılı Yasa ile getirilen bu kanun değişiklikleri tamamıyla göz ardı edilerek, her bir sanığın hukuki ve fiili konumu, dosyadaki deliller ile somut olarak irtibatlandırılmaksızın, önceden olduğu gibi basma kalıp, müşterek ve soyut gerekçeler gösterilmek suretiyle tutukluluk halimin devamına karar verilmiş ve böylece, keyfi muamele ile milli iradenin tecellisi bir kez daha engellenmiştir” dedi.

DELİLLERDE SUÇ UNSURU BULUNAMADI

Hukuksal hiçbir gerekçe gösterilmeksizin 3 yıl 4 aydan beri tutuklu olarak devam eden yargılama sürecinde, tarafına isnat edilen suçlamaların tamamıyla gerçek dışı iftiralardan ibaret olduğunu, bu durumu da mahkeme huzurunda somut belgelerle kanıtladığını belirten Haberal, duruşmadaki çapraz sorgusu sırasında, tarafına terör örgütü ile ilgili tek bir sorunun dahi sorulmamasının, iddiaların mesnetsiz olduğunun açık bir göstergesi olduğunu savundu. Evinde ve işyerinde yapılan kapsamlı aramalarda en küçük bir delil dahi bulunamadığını ifade eden Haberal, şahsına ait sadece tek bir
el bilgisayarı bulunduğunu, söz konusu bilgisayar üzerinde İstanbul Emniyet Müdürlüğü’nce yapılan inceleme sonucunda “herhangi bir suç unsuruna rastlanılamadığını” vurguladı. Savcılık aşamasında bilgisayarının avukatlara iade edildiğinin altını çizen Haberal, kurucusu olduğu üniversiteye bağlı kuruluşlar ve televizyon kanalında, başkalarına ait odalarda yapılan aramalar neticesinde
el konulan ve kendisiyle bir ilgili bulunmayan CD/DVD ve disket üzerinde herhangi bir
suç unsurunun bulunamadığına ilişkin bilirkişi raporu bulunduğunu hatırlattı.

“YARGILAMAYI SÜRÜNCEMEDE BIRAKMAYA YÖNELİK SUNİ BİR GEREKÇE”

Haberal, “Tüm bu gerçeklere rağmen, mahkemenin tutukluluk haliminin devamına ilişkin kararında, halen dahi bilgisayarımda ve diğer sanıkların bilgisayarlarında elde edildiği ileri sürülen, ancak hiçbir şekilde var olmayan belgelerin, sözde gerekçe gibi gösterilmeye çalışılması maddi gerçeğe aykırı ve inandırıcılıktan yoksundur” değerlendirmesinde bulundu. Haberal, merhum Başbakan Bülent Ecevit’in, Başkent Üniversitesi Ankara Hastanesi’ndeki tedavisi süreci ile ilgili tanıklar tarafından ortaya atılan ve somut hiçbir belgeye dayanmayan mesnetsiz iddiaların Rahşan Ecevit tarafından defalarca yalanlandığını, belgelerle çürütüldüğünü ifade ederek, şu ifadeleri kullandı:

“Yargılama aşamasında, şahsımla ilgili tüm deliller toplanmış ve tanık ifadeleri tamamlanarak, iddiaların tamamen mesnetsiz oldukları somut biçimde kanıtlanmış olmasına rağmen, mahkemenin
halen daha ‘tanıkların tamamının dinlenilmediğini’ ileri sürerek tutukluluk halimin devamına
karar vermesi, yargılamayı sürüncemede bırakmaya yönelik suni bir gerekçedir.”

“AZİZ MİLLETİMİZİN TAKDİRİNE SUNUYORUM”

İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi’nce verilen kararda “bazı sanıkların yurtdışına kaçmaları” gerekçe gösterilerek, ilk kez “kaçma şüphesi” nedeniyle adli kontrol tedbirinin yetersiz kalacağının ileri sürülmesinin “ceza ve güvenlik tedbirlerinin şahsiliği ilkesine” açıkça aykırılık teşkil ettiğini savunan Haberal, 2007 genel seçimlerinde tutukluyken milletvekili seçilmesinin ardından tahliye edilen Sabahat Tuncel’in durumunu hatırlattı. Haberal, “İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi’nin
soyut gerekçeler ile adli kontrol tedbirinin yetersiz kalacağından bahisle tutukluluk halimin devamına karar vermesi milli iradenin tutsak alındığını ortaya koymaktadır” dedi. Haberal,
şu değerlendirmede bulundu:

“Bazı sanıkların, tanıkları ve itirafçı sanıkları etkileme çabalarından bahisle, şahsımın da delilleri karartma şüphesi altında olduğumun ileri sürülmesi, hukuki dayanaktan yoksun olmasının yanı sıra, insaf sınırlarını da zorlayan kabul edilemez bir yaklaşımdır. Bütün bu gerçekler çerçevesinde, bugüne kadar devam eden yargılama sürecinde şahsıma isnat edilen suçlamaların tamamıyla gerçek dışı iftiralardan ibaret olduğunu somut belge ve tanık beyanları ile ispatlamış olmama ve son 13 aydır milletvekili sıfatıyla milli iradeyi temsil etmeme rağmen, mahkemenin
6352 sayılı Kanun değişikliğini de tamamıyla göz ardı ederek tutukluluğuma devam kararı vermesinin yasal hiçbir dayanağının olmadığı açıktır. Tüm bu gerçeklere rağmen, bugüne kadar ülkeme hizmet etmekten başka hiçbir amacı olmayan bir bilim insanı ve milletvekili olarak bu haksızlığa,
bu zulme ve bu adaletsizliğe niçin maruz bırakıldığımı, aziz milletimizin takdirine
saygılarımla sunuyorum.” 01 Ağustos 2012

Ankara Tabip Odası’ndan Su Hakkında Basın Açıklaması..

SU HAKKINDA ORTAK BASIN AÇIKLAMASI
01 Ağustos 2012, Ankara
ANKARA TABİP ODASI
ÇEVRE MÜHENDİSLERİ ODASI
GIDA MÜHENDİSLERİ ODASI
HALKEVLERİ GENEL MERKEZİ
KİMYA MÜHENDİSLERİ ODASI
PEYZAJ MİMARLARI ODASI (ANKARAM PLATFORMU DÖNEM SÖZCÜLÜĞÜ)
SUKA-DER
TÜKETİCİ HAKLARI DERNEĞİ
ZİRAAT MÜHENDSİLERİ ODASI..

Dostlar,

1 Ağustos 2012 günü, Ankara Tabip Odası’nda aşağıdaki kurumların katılımıyla önemli bir basın açıklaması yapıldı. Bu toplantıya, Ankara Tabip Odası ve Halk Sağlığı Komisyonu üyesi olarak
biz de katıldık ve hazırlanmasına naçizane katkı verdiğimiz basın açıklamasının paylaşımında
hazır bulunduk. Katılmcıların bize yöneltilen sorularını yanıtlamaya çalıştık.

Bu metnin bir bölümü aşağıda .. Tümü ise ATO web sitesinde..
http://ato.org.tr/#/bilgi/basin-aciklamalari/detay/258

Sevgi ve saygı ile..
3.8.12, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

==============================================================

Sağlıklı ve Güvenilir İçme-Kullanma Suyu Herkesin Hakkı

BASIN AÇIKLAMASI

SAĞLIKLI ve GÜVENİLİR İÇME ve KULLANMA SUYU HERKESİN HAKKI !

ÜZGÜNÜZ, BU HAKKIN ÖNÜNDE ENGELLER VAR !

BİZLERİN de AÇIKLAMA BEKLEDİĞİMİZ TESPİTLERİ VAR !

1.8.2012, Ankara, http://ato.org.tr/#/bilgi/basin-aciklamalari/detay/258

Değerli basın mensupları,

Ülkemizde yaşayan her yurttaşın çok iyi bilmesi gerektiği gibi sağlıklı, temiz, güvenilir su,
en temel sağlık ve insan hakkıdır. Bu hakka herkes eşit düzeyde ulaşabilmelidir. Bu temel kabulün gereği olarak da, sağlıklı ve güvenilir içme-kullanma suyuna ulaşımın önündeki ekonomik ve sosyal adaletsizlik ve fiziksel, kimyasal ve biyolojik kirlilik gibi her engel ivedilikle ortadan kaldırılmalıdır. Ekonomik ve sosyal engellerin olmaması için güçlü ve toplumda herkesi eşit kılan üretim-tüketim ilişkisi; kimyasal, fiziksel ve biyolojik kirlilik gibi sorunlar için ise bu yaklaşımın yanı sıra güçlü izleme ve değerlendirme sistemleri, laboratuvar olanaklarının yeterli olması gibi ek yapılanmalara gereksinim bulunmaktadır. İçme-kullanma sularının çoğunlukla enfeksiyon etkenleri, zehirli maddeler, kimyasallar, radyoaktif kirleticiler vb. tarafından kirletildiği bilinmektedir.[1],[2]

Geçtiğimiz günlerde TMMOB Kimya Mühendisleri Odası (KMO) tarafından yapılan basın açıklamasında belirtildiği gibi, Ankara şebeke suyunda alüminyum değerlerinin yüksekliği nedeniyle halkın musluktan akan suya olan güveni tıpkı yıllar önce Kızılırmak suyu nedeniyle yaşanılan sürece benzer bir şekilde zedelenmiştir. Bugünlerde İstanbul’da da halkın ne yazık ki şebeke suyuna güvenemeyip, “daha güvenilir” olarak kabul ederek satın aldığı damacana sularıyla ilgili pek çok tartışma kamuoyuna yansımıştır. Ne yazık ki, her iki güncel örnek ve yarattığı sorunlar farklı kentlerde de olsa aslında çarpıcı gerçekleri göz önüne sermiştir:

 Toplumun “en ekonomik yolla” ulaştığı şebeke suyuna güven sarsılmıştır.
Oysa herkesin gönül rahatlığı ile şebeke suyunu güvenle içebilmesi sağlık açısından kaçınılmaz bir gerekliliktir. Ancak, ülkemizde yaşanan bu vb. sorunlar musluktan akan su yerine kişileri
güvenli suya ulaşmak için daha yüksek bedeller ödedikleri değişik seçeneklere yöneltmektedir.
(damacana, pet şişe, vb.).

 İstemediğimiz halde halkın farklı su kaynaklarına yönelmiş olması da sağlıklı su tüketildiği anlamını ne yazık ki taşımamaktadır. Damacana sularında kirlilik saptanmış olması, bu seçeneğin de aslında yeterli çözüm olmadığını açıkça gözler önüne sermiştir.

…..
…..
…..

Değerli basın mensupları,

Kamuoyunu meşgul eden bu vb. sorunların ivedilikle yetkililer tarafından açıklanması gerekmektedir. SAYDAMLIK yetkililerin izlediği yol olmalıdır. Aksi takdirde kamuoyunda oluşan güvensizlik
artarak sürecektir.

Saygılarımızla. 01 Ağustos 2012

Su.. bir insanlık hakkı ama ciddi tehdit altında.. Su kaynaklarının üstüne titremeliyiz.. Ahmet Saltık, www.ahmetsaltik.net

Dr. Onur Öymen : Lozan.. 24.7.12, Türk Hukuk Kurumu-Ankara

Dostlar,
Sayın Dr.Onur Öymen, 24 Temmuz 2012’de Ankara’da Türk Hukuk Kurumu’nda verdiği LOZAN hakkındaki konferansının metnini bana dün yollama inceliği gösterdi.
24 Temmuz 1923 ve 89 yıl sonra gene 24 Temmuz 2012.. Başka kutlanan Anlaşma var mı sahi ?? Konuşma metni tek sözcükle HARİKA! Mutlaka okunmalı, paylaşılmalı. Çok teşekkürler Sn. Öymen. Dr. Ahmet Saltık, www.ahmetsaltik.net

Dostlar,

Sayın Onur Öymen’in 5 sayfalık LOZAN konuşma metnini okumak için
lütfen tıklar mısınız?

Lozan_24.7.12

Sevgi ve saygı ile.
24.7.2012, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net