Cumhuriyetimizin ağabeyi, 90’lık bilge Dr. Müh. Ali Nejat Ölçen’in ibretlerle dolu, tarihe tanıklık eden müthiş bir yazısı daha…
Mutlaka okunmalı ve paylaşılmalı..
Cumhuriyetimizin ağabeyi, 90’lık bilge Dr. Müh. Ali Nejat Ölçen!
En az 10 yıl daha mutlaka yaşamanız ve üretmeniz dileğiyle..
Cumhuriyetimizin 100. yılına sizinle girmek büyük mutluluk olacak..
Sevgi ve saygı ile. 23.8.12, Tekirdağ
Dr. Ahmet Saltık, www.ahmetsaltik.net
EFENDİ OLABİLMEK
Dr. Ali Nejat Ölçen
Tokat’da Behzat deresinin sol kıyısında kerpiç duvarlarla çevrili bahçe içindeki mahalle mektebinde bir odaya girdiğimde yere serili hasırın üzerine tünemiş ve “elif, be, cim” de¬meye başlamıştım. Ellerimizi dizlerimize vuruyor sarıklı hocanın karşısında bu sözcükleri mırıldanıyorduk. Kaykılmamız ya da bağdaş kurup oturmamız günahtı, dizlerimizin üzerine tavuklar gibi tünemiştik.. Beyaz sarıklı hocanın elinde up uzun ve ucunda leblebi kadar küçük bir nesnenin başımıza değmesiyle arı sokmuş gibi irkilirdik. Dizlerimiz yara olmuştu. Analarımı evde tütün basar bezle bağlardı dizlerimizi.
Bir gün kahve renkli çul giysili bir adam içeri girdi, karşımızda bağdaş kurmuş hoca efen¬dinin suratına bakmadan “evlerinize” diyerek bizleri dışarı çıkardı. Dizüstü hazır üzerine tünemekten kurtulmuştuk. Birkaç ay sonra sokakta davul çalarak bir adamın mektebe, mektebe diye bağırdığını işittik. Behzat deresinin sol kıyısındaki mektebin o küçük oda¬sında hasır yoktu kahverengindeki küçük sıralar konmuştıu. Üzerilerine çıkıp tünedik. İçeriye mini etekli bir hanım girdi ve
-Bu ne hal diye seslendi
Sıraların içine nasıl oturacağımızı öğrendik. Duvara kocaman bir kara tahta konmuştu hocanım elindeki kireç parçasıyla kocaman bir şey yazdı bu ve a’dır dedi. Sonra yazdığının b olduğunu öğrendik. b’den sonra a’gelince ba’ oluyordu. Bir gün yan yana iki ba yazdı biz de baba’mızın nasıl yazılacağını öğrendik. Bir gün içimizden bir öğrenci,
-Hocanım, ş’i yaz diye bağırdı.
Hocanım ş’yi yazmayı bilmiyordu. Çocuk
-Yılan yap diye seslendi. Götüne çengel as.
Ş‘harfini öğrenmiştik. Üç ay sonra üstünde adlarımız yazılı kağıt parçaları dağıttılar. Adına Karne deniyordu. ”Ali Nejat efendi” olduğumu o zaman öğrendim.
Karnemde böyle yazılıydı. Madem ki okuyor, Mustafa Kemal’in öğrencisiydik,
o halde efendi olmamız gerekiyordu.. 1928 günü kendimin 7 yaşında efendi olduğumu öğrenmiştim. Bizler yüksekokulda bile efendi idik. Öğretmenlerimizin tümü bizlere çocuk demediler çünkü efendiydik ..
Yüksekokul yıllarında bile, öğretmen derse girdiğinde hep birden ayağa kalkardık ve “oturunuz efendiler” sesiyle yerlerimize otururduk.
Zaman bana “efendi olabilmenin” güçlüğünü yaşatmakta gecikmedi. İlk kez, Başkent‘te Kocatepe camiinin karşısında Belediyesinin Kültür Merkezi adlı binanın kaldırımındaki gerili zincire takılarak düştüm ve bir süre içindeki otların kuruduğu büyük beton saksı bozuntusunun altında sıkışan kolumu kurtaramadığım için öylece yüzükoyun yatılı kaldım. Kimse yardım etmiyor onların kara pabuçlarını görüyordum. Sızarak yere serilmiş bir ay¬yaş olduğumu sanmaktaydılar. Neden sonra kurtulabildim. Valiliğie durumu bildiren ve yaya kaldırımına geçmeyi önleyen böylesi zincirlerden Ankara’yı kurtarmak gerektiğini bildiren yazıma gelen yanıtta “Sadece “Ali Nejat Ölçen” sözcükleri vardı. Adımın başında ne “bay” ve ne de “sy” sözcükleri eklenmiş değildi. Valilik makamı İlkokul karnemdeki “efendi” sözcüğünden beni yoksun bırakmışlardı.
Türkiye’mizde şimdiki bireyler efendi olmaktan uzaklaşmaya mı başladılar?
Ne kendilerine ne de kendilerine bu gümleri kazandıran eşine az rastlanır devlet adamlarımıza saygıları var.. Dünyanın hiçbir ülkesinde bizdeki kadar kendi tarihini karalayan, kendi insanlarını küçümseyen, böylesi bir kuşak başka ülkelerde de var mı, bilemiyorum. Tarih elbette sorgulanabilir ne var ki tarihi sorgulamanın da yöntemi vardır belli düzeyde bilgi birikimine ve de tarih bilincine sahip olmak gerekir. Sokaktaki adam tarihi sorgulayamaz. Sorgulamaya yeltenirse Türkiye’mizin Kurtuluş Savaşı sonrası yakın tarihi karşı devrimin ağına düşürülmüş olur. Tarihin pozitif bilim dalı olduğu bilincinden çok uzaklarda kalan kişilerin tarihi sorgulamaya kalkışmaları o tarihi karalama sonucunu doğurur. Bu gün ülkemizde yapılan budur.
Bilgisayar kullanarak internet aracılığıyla ilişkiler kurmayı öğrenen seçkinlerin büyük bölümünün kullandıkları sözcükleri burada yinelemekten utanç duyuyorum. Kültürün bu denli yozlaştırıldığı, değer yargılarının bu denli çöplüğe atıldığı
başka bir ülke var mıdır bilemiyorum.?
Tarihsel olayları kendi zamanının koşulları içinde yorumlamak gereğinden uzakta kalan kişilerin, Cumhuriyetimizi kuran saygın devlet ve siyaset adamlarını eleştirinin ötesinde, suçlamayı aşarak tahkir etmeyi art niyet ya da ahlak sorunu olarak yorumlamak gerekir. Onlar efendi olabilselerdi konuyu böylesi basite indirgemez, nankörlüğün sınırları içine çekemezlerdi.
Mustafa Kemal Atatürk’ün Anne’sinin büstündeki burnuna kafası türbanlı hanım kızların parmaklarını sokacak kadar ilkelleştiğine hangi ülkede tanık olabilirsiniz?
İslam’ın sanal simgesine bağlı görünen başı kapalı kızlar hangi okulda ne tür eğitimden geçerek bu denli alçalabilmektedirler? Hangi ülkede bugüne kadar bir başbakan “yüreğinizdeki kine sahip çıkınız!” diyebilmiştir? Dünyada barış cihanda barış özdeyiminin kültürüne hangi devlet adamı bu denli pervasızca karşı çıkabilmiştir? İç barışa en çok gereksinim duyulan bir dönemde bu sözün tarihsel sorumluluğunu taşıyabilir mi bu kişi?. Ülkemizde emperyalizmin öngördüğü iç savaş çıktığında önerdiği kinin ona doğru yönelmeyeceğini kim bilebilir?
Sabancı Üniversitesinde öğretim üyesi olan Prof. Cemil Koçak adındaki kişinin
Mustafa Kemal Atatürk için:
-Yarbay Mustafa 5-10 kişiyi bile yönetemezdi, diyebiliyorsa
O’nun annesinin büstündeki burnuna kafası çaput sarılı kızların parmağı girecektir elbet. TBMM’ 5-10 kişiyi yönetemeyen yarbayı başkomutan olarak seçer miydi.
Ve O, TBMM’nin yetkilerini üstlenirsem bu görevi kabul edebilirim der miydi.
Böylesi ahlak erozyonu ülkemizi manda yönetimine bir gün ederse ederse,
bunun vebalini kim nasıl ödeyecek?
Anafartalar’da Mustafa kemal karşısında yenilgiye uğrayarak donanmasıyla ülkesine geri dönen Churchill, eğer bir Türk komutanı olsaydı, herhalde aşağılanır ve de taşlanırdı. Hayır demeyiniz, İnönü taşlanmadı mı, her savaştan zafer ile çıktığı halde. CHP genel başkanı olarak Menderes demokrasisinde.
Yunanistan ordusunun Başkomutanı General Trikopis esir düşmüştü. İnönü O’nu
Mustafa Kemal’e tanıtır. General Trikopis’e şunları söyler Mustafa Kemal:
-Üzülmeyin generalim, der. Siz görevinizi sonuna kadar yaptınız.
Askerlikte yenilmek de vardır. Size karşı saygı besliyoruz. Yakında her şey düzelecektir, konuğumuzsunuz buyurun istirahat ediniz..
General Trikopis, kendisiyle 1952 yılında Atina’da söyleşi yapan Hıfzı Topuz’a
şunları söyleyecektir:
Atatürk’ün bu ince ve nazik davranışı karşısında rahatlamıştım.
Bu büyük Komutan’a hayranlık duymaya başladım.
General Trikopis’in Mustafa Kemal’e duyduğu hayranlığı acaba
Prof. Cemil Koçak ve benzerleri duyabiliyorlar mı?
Şimdi soracaksınız, Yunan Ordusunun Başkomutanı ülkesinde suçlanmadı ve
küçümsendi mi? Hayır, O’na duyulan saygıda azalma söz konusu olmadı.
İstanbul Belediye Başkanı Ord. Prof. Dr. Fahrettin Kerim Gökay ile Atina’ya Hıfzı Topuz birlikte giderler. Onların onuruna Atina Büyükelçimiz Ruşen Eşref Ünaydın’ın verdiği kokteyle kimi bakanlarla birlikte emekli general Trikopis de katılmıştı.(Bakınız: Hıfzı Topuz, Eski Dostlar, s. 83-85, 6. baskı, 2006, İstanbul)
Eğer Trikopis bir Türk generali olsaydı, ülkemizde kim bilir ne denli küçümsenir, suçlanır aşağılanırdı!
Birbirimizle didişmemiz, yakın tarihimizden koparak hasım kamplara bölünmemiz,
değer yargılarımız çökertilerek ordusuz devlet, devletsiz ordu sürecine sürüklenmemiz aslında manda yönetimine ülke kapılarını açmak değil midir?
Bugün yürürlükte olan BOP’un amacıdır bu.
Başbakan R.T. Erdoğan yüreğindeki kini unutarak bir an önce
BOP eşbaşkanlığından istifa ettiğini açıklamalıdır.
İhanet çemberinden kendisini kurtarmanın tek yoludur bu..
Bir ülke kendisiyle didişmeye başlar ve temel sorunlara sırtını dönerse asıl suçlamaya yeltendikleri manda yönetimine kendileri davetiye çıkarmış olurlar.
Mustafa Kemal Atatürk’ün Kurtuluş Savaşı sürerken Başkomutan olarak TBMM’nin
6 Mart 1922 günlü gizli celsesinde şu konuşmayı yapmaya gereksinim duymuştu.
Bugünün siyaset ve devlet adamları O’nun bu konuşmasındaki öğretiyi özümsemelidirler eğer bu ülkeyi misakı milli sınırları içinde ulusu ve devletiyle birlikte
korumayı amaç almışlarsa:
-Cepheler cümlenizce malumdur ki ikiye ayrılır, demişti. Dahili cephe, zahiri cephe. Dahili cephe aslolan cephe, bütün memleketin aynı fikir ve kanatta yek vücut olarak tesis etmiş oldukları cephedir. Zahiri cephe doğrudan doğruya ordumuzun düşman karşısında göstermiş olduğu cepheden ibarettir. Bu zahiri cephe ordu cephesi’nin tezelzül etmesi tebeddül etmesi, mağlup olması çözülmesi hiçbir vakit bir milleti ve bir memleketi mahvedemez. Bunun hiçbir ehemmiyeti yoktur. Asıl haizi ehemmiyet ve asıl memleketi temelinden yıkan ve halkını esir eden dahili cephenin sukutudur.
İşte bu hakikate bizden ziyade vakıf olan İngiliz, asıl bu cepheyi iki üç seneden asırlardan beri bu cepheyi yıkmak için sarfı mesai etmektedir. (Kahrolsun sesleri)
(Başkomutan Gazi Mustafa Kemal’in bu konuşması ve devamı için bkz. Ali Nejat Ölçen, Türkiye Sorunları kitap dizisi, sayı 66, 2006: www.olcen.net)
Menderes’in Başbakan olduğu Demokrat Parti iktidarında ülkenin “vatan cephesi” olarak ikiye bölündüğünü göreceksiniz. Ayrıca o kendi Meclis Grubunda odunu koysam milletvekili seçilir diyecektir. Kendi partisinden seçilen milletvekillerine “isterseniz şeriatı da getirirsiniz” diyendir O.
O’nun bir benzerinin R.T. Erdoğan olduğunu düşünebilirsiniz.
Menderes kibar görünümlü despot, R.T. Erdoğan ise Menderes’in kaba ve hırçın olanıdır. İlki Bayındırlık Bakanını “Kemal” diye çağırıyor :”Arabaları çevir Üsküdar’a gideceğim.” diyor. Kemal Zeytinoğlu bu buyruğu bir odacı sadakatiyle yerine getiriyor, İkincisi de (R.T. Erdoğan) “Hangi bakanı kapının önüne bırakayım?” diyor ve hiçbir bakandan “senin uşağın değiliz..” yanıtı çıkmıyor. Emir kulu olduklarını başka nasıl kanıtlayacaklar.
Dahili Cephenin Süleyman Demirel’in 1. ve 2. Cephe hükümetlerinde nasıl tahrip edildiğini de göreceksiniz.. O’nun iktidarlarında adalet bakanı olan MSP’li
İsmail Müftüoğlu’nun (1976) vatan sever ile vatan sevmeyenlerin mücadelesidir bu..”, dediğini anımsamanız gerekir..
Kurtuluş Savaşı ve sonrasında Mustafa Kemal’e İsmet İnönü kadar yardımcı olan bir
2. ada rastlayamazsınız. TBMM’nin gizli celseleri bunun sayısız örneklerini içermektedir.
Bu iki büyük insan arasında düşünüsel düzeyde rezonans vardı. 24 Nisan 1920 günlü gizli celsede İsmet Paşa’nın konuşması aradaki düşünbirliğinin en canlı kanıtıdır. Bakınız 36 yaşındaki bu genç komutan ne söylüyor; O’nu karalamaya yeltenenler işitsin istiyorum:
-Bir milletin bir kısım arazisini işgal etmek kafi değildir. Onun iradesine galebe etmek ve o milleti teslime icbar eylemek gerekir. Yunan Ordusu bütün ortaya döküldükten sonra bizim irademize galebe etmek şöyle dursun o henüz bizim irademizin başladığı noktada bulunuyor. (Bakınız, Türkiye Sorunları kitap dizisi, sayı 82, 2011, TBMM’in gizli celselerinde İsmet İnönü)
Şimdi düşünmek gerekir; İsmet Paşa’nın koşul gördüğü ulusal iradeye galebe etmek bugün 92 yıl önceki kadar zor mu? Bütünlük birliktelik ve direnç gücü kaldı mı
ulusal iradede?
Ulusal iradeyi pekiştirecek siyasal iktidar mevcut mu? Birbiriyle didişen, birbiriyle anlaşmazlık konuları keşfetmeye kendisini alıştırmış böylesi laf ebesi seçkinler yığınıyla ulusal irade nasıl belirecek?
Bu seçkinlerin neyin kavgasını yaptıklarını acaba kendileri de biliyor mu?
Bakanlar Kurulu kararını yırtarak atan bir parti başkanı hangi ulusal iradeden yanadır.
Belli ki BOP’un iradesini ülkemizde temsil ediyor.
BOP ulusal irademize galebe etmekte güçlükle karşılaşır mı?
Onun eşbaşkanı ülkemizde başbakan iken ulusal irade nasıl direnecek?
Bu temel yaşamsal sorunları görmezden gelerek birbiriyle didişen kişilerin çokluğu umut kırıcıdır ve İnternet ekranları onların ilkel, saçma ve de çirkin sataşmalarıyla doludur.
Bir ülke için bundan daha vahim durum söz konusu olabilir mi?
Bu dalaşmaya son vermeleri için önce efendi olmaları gerekir.
Ancak ondan sonra yurtsever olabilirler.
Efendi olabilmek yurtsever olmaktan daha güç değilse.
Efendi olmayı önemseyenlere sesleniyorum :
Ülkemizin paraya, ekmeğe, gereksinimden önce vicdan özgürlüğüne gereksinimi var.
Vicdanınızda haklı olduğunuzu kanıtlamadığınız bir düşünceyi karara,
o kararı eyleme, o eylemi sözcüklere dönüştürmeyiniz.
Anadolu kültürümüzün bir özdeyişini anımsatmak istiyorum.
Tatlı söz yılanı deliğinden çıkarır.
Saygılarımla. 22.8.2012
Dr. Ali Nejat ÖLÇEN