Etiket arşivi: Prof. Dr. Hayri Kozanoğlu

Umut yok batıyoruz!

Umut yok batıyoruz!

Prof. Dr. Hayri Kozanoğlu
http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/ekonomi/1389717/Prof._Dr._Kozanoglu_Umut_yok_batiyoruz.html 13.5.19, Cumhuriyet

Prof. Dr. Hayri Kozanoğlu: Türkiye’nin daha demokratik, daha özgürlükçü, bilime, aydınlanmaya ve kurumsallaşmaya önem veren bir anlayışla yönetilmesi gerekiyor. Böyle bir dönüşüm olmadan krizden çıkış olmayacak.

Altınbaş Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Hayri Kozanoğlu, var olan zihniyet ve ekonomi politika anlayışı devam ettiği sürece Türkiye’nin nefes almasının olanaklı olmadığını söyledi.
Kozanoğlu, ekonomide umut verici söylemin zor olduğunu vurgulayarak, “Dolar 6.20 TL’ye çıkmışsa belki yarın çok daha büyük bir sıçrama göstermeyebilir, faizler bulunduğu yerde kalabilir ama bu bile bir ekonominin yavaş yavaş bulunduğu yerde çürümesi için yeterli bir neden” dedi.
Türkiye’de en endişe veren göstergenin işsizliğin yükselmesi olduğunu dile getiren Prof. Dr. Hayri Kozanoğlu ile İstanbul seçiminin yenilenmesinin ekonomiye etkisini, krizi ve çıkış yollarını konuştuk

İstanbul seçiminin tekrarlanması krizdeki Türkiye ekonomisi açısından ne anlama geliyor?
– 23 Haziran’a giderken ekonomide hiçbir gösterge 31 Mart’tan daha iyi olmayacak. Türkiye’de en endişe veren gösterge işsizliğin yükselmesidir. Ocak 2019’da işsizlik oranı % 14.7’ye çıktı, gelecek dönemlerde %15’in üzerinde gelecek. Bu sürede merak ediyorum geçim sıkıntısı çeken kesime AKP nasıl bir mesaj verecek. Türkiye’de zaten işgücü piyasasında yapısal bir bozukluk var. İşgücüne katılım %50 düzeyinde. Bu % 15’in işsiz kalması demek, 100 kişiden yaklaşık 43’ünün çalışması demek. Çalışacak insanların yarısı bile işgücüne katılamıyorsa o toplumun üretken bir toplum olması beklenemez. Türkiye ne yazık ki bu eşiğin altına düşmüş durumda.

Bu denli yüksek işsizliğin sonu nereye varır?
– İspanya gibi ülkelerde gençlere yeni yetenekler ve beceriler kazandırmak için çabalar var. Ama Türkiye’de işsizliğin getirdiği karamsarlık, dışlanma duygusu, şiddete yatkınlık gibi psikolojik sorunlarla karşılaşmaları daha yaygın. Türkiye’de ne bir işte ne eğitimde olan gençlerin oranı %25’lerin üzerinde. Dünyanın değişik coğrafyalarında kapitalist küreselleşmenin getirdiği gelir ve servet dağılımı bozuklukları ve insanların üretimden dışlanmasına karşı çok ciddi bir tepki oluşmuş durumda.

  • Bir anlamda küresel kapitalizmin sonuna geldik.

Nefes almak yok!

Ekonomi için umutlu olabilme olanağı var mı, her şey güzel olabilecek mi?
– Ekonomik göstergelerde 23 Haziran’da da daha sonraki dönemde de var olan zihniyet ve ekonomik politika anlayışı devam ettiği sürece Türkiye’nin bir nefes alması mümkün değil. Aslında 2008-2009 krizinde farklı olarak gözlemlediğimiz 2 tane çok ciddi tehlike var.

Birincisi borçların azaltılması çabası. Türkiye’nin dış borçları 2018’in ilk çeyreğinde 467 milyar dolarken şu anda 448 milyar dolara düşmüş. Bu borçların üretkenliği verimliliği artıracak alanlara yönelmemiş. Borçların hızlı biçimde azaltılması daha büyük bir tehlikeyi getirir. Ekonomi durgunlukta. Mal ve hizmet üreten şirketlerin kapasiteleri artmıyor. Nakit akışları durmuş durumda. Tüm kaynaklarını borçlarını ödemeye ayırmaları demek, üretimlerini
daha da düşürmek demek. Bu da işçi çıkarmak anlamına gelir. Bu bir anlamda ekonominin damarlarından kanın çekilmesini gösterir.

İkinci tehlike kredi kıtlığı. Krediler neredeyse dondu. Faizlerin enflasyonun yüksek olduğu bir ortamda kredilerin enflasyon oranında artması gerekiyor. Böyle bir ekonominin çıkış yakalama dinamiği kaybolur. Olduğu yerde debelenmeye başlar. Zaten bu kriz ortamının başından beri Türkiye’nin geçmişte karşılaştığı krizlerden farklı olarak günbegün hafta ve hafta akut etkilerinin görülmesinden öte, çok uzun süreli, yavaş yavaş insanın bataklığa batmasına benzer bir tablo izliyor. Dolar 6.20 TL’ye çıkmışsa belki yarın büyük bir sıçrama göstermeyebilir, faizler bulunduğu yerde kalabilir ama bu bile bir ekonominin yavaş yavaş bulunduğu yerde çürümesi için yeterli bir neden.

Bir programla çıkış önermem..

Çıkışı nerede görüyorsunuz, IMF’ye gidilme olasılığı var mı?
– Türkiye için bir ekonomi programı çerçevesinde çıkış yolunu önermiyorum.

  • Türkiye’nin öncelikle daha demokratik daha özgürlükçü, bilime ve kurumsallaşmaya önem veren bir anlayışla yönetilmesi gerekiyor.

Böyle bir dönüşüm olmadan ekonomik performanstan fazla bir şey beklenmemeli. IMF’nin Türkiye benzeri ülkelere önerdiği reçetelerin de çok hayır getirdiğini düşünmüyorum. Bugün IMF ile bir anlaşma yolu aransa burada ABD’nin onayı gerekiyor. ABD ile S-400 sorunu varken onaylanacağını beklemiyorum.
Diyelim ki sorunlar aşıldı ve IMF ile bir anlaşma yapılacak, hiçbir hesabın verilmediği harcamaların kısıtlanması gerekiyor, bu bir anlamda Cumhurbaşkanı’na mali yetkiler veren sistemin tıkanması anlamına geliyor. Bu açıdan da IMF ile anlaşma yapmak kolay görünmüyor. Ben IMF temelli bir kemer sıkma politikasını desteklemem. Ama hükümetin Bakan Berat Albayrak’ın niyetlendiği hamleleri yapabilmesi de kendi iç kaynaklarıyla mümkün değil. Böyle büyük bir enjeksiyona gereksinim var.

Kamu, üretimde daha etkin olmalı

Ekonominin önünde 3 seçenekten söz edebiliriz:

1- Kamunun ekonomide üretim bağlamında da daha etkin olması gerekiyor. Tanzim satışlarında bunu yeniden anımsadık. Devlet her şeyi üretmez ama onun düzenleyici rolü çok önemlidir. Kamuculuğun, planlamacılığın yeniden canlandırıldığı bir anlayış gerekiyor. Ama böyle bir iktidardan bunu beklememiz söz konusu değil.

2- Bunu pek temenni etmem ama kendi parametreleri içinde bir çözüm olabilecek piyasacı bir yaklaşım. 2001 ve 1994 krizindeki gibi yine büyük fatura emekçilere kesilecektir.

3- Tehditlere, korkutmalara, sopa sallamalara dayanarak insanların hizaya geleceği, ekonominin bu şekilde yoluna gireceği anlayışı terk edilmeli. Eğer bu yöntemden vazgeçilmezse Türkiye ekonomisi debelenmeye devam eder.

Yurttaş için zor dönem

Yılın ikinci yarısında ekonomide bir düzelme beklentisi söz konusuydu, siz neler öngörüyorsunuz?
– Ekonomide düzelmeye dönük bir potansiyelin bulunduğunu düşünmüyorum. Özellikle
31 Mart seçimi ve sonrasında hükümetin ekonomide durumun vahametini kavrayamadığını görüyorum. Bu da manzaranın daha ürkütücü bir hal almasına yol açtı. Mart ayı dolar kuru ortalaması 5.40 TL iken şu anda 6.20 TL’ye sıçramış durumda. İki yıllık hazine bonolarının faizi de % 25’i aştı. Firmaların TL cinsinden kredilerinin faizi çok yükseldi, döviz cinsinden borçlarının da kur oynamasından dolayı maliyeti arttı. Kurun artması şirketlerin yüklerini artırıyor. Firmaların bunun altından kalkması hem çok zor olacak hem de firmaların 2011 krizinden de 1994 krizinden de tanık olduğumuz gibi işçi çıkartma, işçilerin ücretini geç ödeme, eksik ödeme, işten çıkarttıkları çalışanların yerine kalanları daha uzun mesailere bırakma gibi koşulları önlerine koyacaklar. Sade yurttaş bir taraftan istihdam olanaklarının daralmasıyla bir taraftan da hayat pahalılığıyla karşı karşıya kalacak. Cumhurbaşkanı “gaz sıkışması” ndan bahsetti, asıl enflasyonda bir gaz sıkışması olduğu düşünüyorum. Enflasyon rakamlarında üretici fiyatlarıyla tüketici fiyatları arasındaki fark 10 puanın üzerine çıktı. Bu da gelecek dönemlerde tüketici fiyatlarına yansıyacak. Kurdaki artış da fiyatları daha yukarıya taşıyacak. İnsanların satın alma gücü geriledikçe giderek en zaruri ürünlere yöneliyorlar.

Oylara sahip çıkmak önemli

Ekonomide dip nokta göründü mü, çürüme, batış nereye kadar gider?
– En iyimser tahminciler bile seçimlerin dip olacağını ondan sonra yükselişin başlayacağını düşünüyorlardı. Hiçbir analitik değerlendirme yapmadan ekonomi yönetimi de 2008-2009’da V şeklinde krizden dönüşe güveniyorlardı ama şu anda o zamanın potansiyelinin olmadığının farkında değiller. O dönemde IMF’den büyük kaynak geldi. Dünya likiditeye boğuldu. Petkim, Tüpraş, Erdemir gibi büyük kuruluşlar elden çıkartıldı. Şimdi öyle bir potansiyel yok. Dünya ekonomisi uygun değil. Şu anda Türkiye’nin imajı da dibe vurmuş durumda. Ekonomide
umut verici şeyler söylemek çok zor
. Ekonomiyle ilgili umut verici mesajların da ancak siyasi dönüşümden sonra verileceğine inanıyorum. İnsanların oylarına sahip çıkması çok önemli.

Liyakat yoksa yenilik olmaz

Hükümet bu krizi öngörmedi mi, hangi noktadan itibaren yanlış yapmaya başladı,
bu kadar seçimin yapılması mı ekonomiyi bu hale getirdi?

– Buna aşama aşama bakmak gerek. Türkiye kapitalist küreselleşmeyle ülkenin dinamiklerini göz önüne almadan gözü kapalı bir bütünleşme süreci izledi. Türkiye sıcak para dediğimiz anında vurup kaçan akımlara çok açık bir ülke. Kendi kaynaklarınızın ötesinde geçici bir refah yaşanmasına neden oldu. 2012’de yabancıların borsadaki yatırımları ve devlet iç borçlanma senetlerine park ettikleri para miktarı 140 milyar dolardan giderek krizin en şiddetli yaşandığı ağustos – eylül döneminde 40 milyar dolara düşmüştü. İkinci aşama enerji ve inşaat gibi döviz üretmeyen üretkenlik düzeyi düşük sektörlere hapsolundu. Bu da bir yandan borçların geri ödenmesini zorlaştırdı.

Üçüncü aşama ise başkanlık sistemine geçilmesi. Şimdi Türkiye’de liyakat mekanizmanın tıkandığı, tüm yetkilerin yandaşlık, cemaat, tarikat bağları çerçevesinde verildiği bir sisteme geçildi. Bilimin olmadığı, liyakate değer verilmeyen bir sistemde yenilik de inovasyon da olmaz.

 

Merdan Yanardağ : Mısır ve yeni gerici ideolojik hegemonya

Mısır ve yeni gerici ideolojik hegemonya

portresi

Merdan Yanardağ
YURT
Gazetesi, 18.7.13

Mısır’da olan biteni yalnız Türkiye’nin muhafazakârları ve liberalleri “darbe” diye değerlendirmiyor. Entelektüel ve siyasal ortamın liberalizmle lekelendiği bu dönemde, sanki genel bir doğruyu tekrarlar gibi, solun bir kesiminin de içinde bulunduğu önemli bir çevre “demokratik” gerekçelerle aynı tutumu alıyor. Bu çevrelere göre, haftalardır sokaklara çıkan, başta Tahrir olmak üzere meydanları dolduran milyonlarca Mısırlı’nın olan bitene hiç katkısı yok.

Bu anlayışa göre, 25 Ocak 2011’de Hüsnü Mübarek’in devrilmesine katkıda bulunan Ordu nedense o zamanlar “darbeci” değildi! Ama siyasal İslamcı Mursi devrilince aynı Ordu birden bire “darbeci” oluverdi. Ortada tam bir siyasal ikiyüzlülük var.

Tahrir isyanına damgasını vuran kitleler her şeye karşın Mursi yönetimine bir şans vermişti, hem de büyük bir şans! Ancak Mursi bu şansı kendi dar “ideolojik” programını topluma dayatmak ve % 19’luk bir toplumsal destekle dinci dikta rejimi kurmak için harcadı. Bu olgu görülmeden Mısır’da olanları anlamak mümkün değil.

***

Türkiye’de AKP iktidarının liberallerin desteğiyle kurduğu gerici / muhafazakâr
ideolojik hegemonya nedeniyle, Mursi’nin devrilmesini “darbe” diye nitelendirenler, olması gerektiğinden hayli fazla. Ülkede öyle bir hava oluştu ki, dinci rejimlere karşı olan bazı gazeteci, aydın ve politikacılar bile Mursi’nin devrilmesine “darbe” demez ve iktidarın yeniden Müslüman Kardeşler’e devredilmesi görüşünü savunmazsa, kendilerine “darbeci” denilmesinden fena halde korkuyor.

Sanırım bu nedenle olacak AKP, CHP, MHP ve BDP Meclis’te ilk kez ortak bir bildiri yayınladılar. Bu bildiri ile Mısır’da “darbe” yapıldığını belirterek, Mursi’nin devrilmesini kınadılar. Dahası, bu dört parti iktidarın yeniden Mursi’ye iade edilmesini istedi.
Böyle bir bildirinin dünyada başka bir örneği bulunmuyor.

Bir siyasal eylemin nedenlerine, niteliğine, içeriğine, hedeflerine ve sonuçlarına bakmadan sadece biçimsel özelliklerinden dolayı değerlendirilmesi bilim ve akıl dışı
bir tutumdur. Bu düşünce yöntemi bırakın ahlaki, bilimsel ve ilkeli bir yaklaşımı ifade etmeyi, formel (düz) mantığa bile uygun değildir.

Gelin isterseniz çok uç bir örnek üzerinden soruna bakalım:

Hitler ve Naziler seçimle iktidara geldiler ve katıldıkları her seçimde de oylarını yükselttiler. Başka bir anlatımla “milli iradeyi temsil” eden Naziler, çok demokratik yoldan faşist bir diktatörlük kurup, soykırım yaptılar. 2. Dünya Savaşı’nda yaklaşık 60 milyon insanın öldürülmesine neden oldular.

Peki, eğer bir grup asker çıkıp Hitler’i devirseydi, pek demokrat ve çok liberal arkadaşlar bunu “darbe” diye kınayacak ve iktidarın yeniden Nazilere devredilmesini mi savunacaklardı? Üstelik bu arkadaşlar, “Biz Hitler’in görüşlerine hiç katılmıyoruz ama seçimle geldiler” mi diyecekti? Tartışmak bile saçma bir durum.

CHP İzmir Milletvekili Prof. Dr. Birgül Ayman Güler, önceki gün gazetemizde yayımlanan yazısında yukarıda değindiğim 4 partinin Meclis’te yayımladığı ortak bildiriyi çok doğru bir yerden eleştirerek, şunları söylüyor:

“Mursi sorunu ve bu soruna ilişkin zihinsel harita, ülkemizde hem akademik hem siyasal sol düşüncenin nasıl ‘ideolojik hegemonya’ altında ezildiğini gösteren açık bir örnek olmuştur. (…) ‘Darbeci’ yaftası yapıştırılmasından duyulan korku, muhalefeti AKP’nin zihin haritası içinde eritmektedir.”

Güler’in de işaret ettiği gibi,

  • Türkiye’nin acil ihtiyacı; AKP’nin ideolojik hegemonyasına son vermektir. 

“Algı her şeydir düsturunun yaydığı zehri atmalıyız. Biz, egemenliklerini algı ve yalan üzerine yükseltenlerin yöntemlerini kullanarak onlarla mücadele edemeyiz.
‘Gerçek her şeydir’ deyip, herkesi gerçeğe davet etmeliyiz.”
(Yurt Gazetesi, 12 Temmuz 2013)

***

Türkiye’nin önde gelen Amerikancı ve liberal kamuoyu yapıcılarından biri olan gazeteci Cengiz Çandar, bir yazısında Müslüman Kardeşler’in Mısır serüveninden hareketle siyasal İslamcıların demokrasi deneyiminin başarısızlıkla sonuçlandığını belirtince, yoğun bir saldırıya uğradı. Çandar’a bile “darbeci” dediler. Çandar makalesinde şunları söylüyordu:

“Soru, 30 Haziran 2011’de ‘sandıktan çıktığı’ halde, Müslüman Kardeşler lideri Muhammed Mursi’nin nasıl olup da tam bir yıl sonra, kendisinin çekilmesini isteyen tarihin büyük kitle gösterilerinin hedefi haline gelmiş olmasıdır.”

Çandar şöyle devam ediyor:

“30 Haziran 2013 gününde, Kahire, dünya tarihinin en büyük kitle gösterisine sahne oldu. O muazzam kalabalığın, o insan selinin içinde, Hüsnü Mübarek rejimini yıkan Ocak-Şubat 2011’in Tahrir kalabalıkları vardı; yetmemiş gibi ikiye katlanmıştı. Dolayısıyla ‘askeri darbe’ ya da ‘eski rejim yandaşları’ndan, ‘karşı-devrimciler’den
söz etmenin münasebeti yok. ”

“Evet… Seçimle gelen seçimle gitmeli. Bununla birlikte, tarihin büyük altüst oluşları,
çok kez kitabi doğrulara riayet etmiyor. Seçilmesinden bir yıl sonra halk Mursi’ye ve Müslüman Kardeşler iktidarına başkaldırmışsa, bu başlı başına bir tarihi olaydır.
Askeri darbeye şiddetle karşı olmanız, Mısır 2013’ün sunduğu ve etkisini uzun yıllara yayacak olan ‘siyaset dersi’ni ortadan kaldırmıyor: Mısır’da Müslüman Kardeşler tecrübesi başarısızlıkla sonuçlanmıştır!” (Radikal Gazetesi, 4 Temmuz 2013)

Çandar’ın bu yazısı sadece dünyada ve bölgede değil, Türkiye’de de bir dönemin kapandığına işaret ediyordu.

AVRUPA SOLU DA DARBE DEMİYOR

Dünyada, Avrupa solu dahil Mursi’nin devrilmesini “darbe” diye niteleyen ve kategorik olarak karşı çıkanlara pek rastlanmıyor. Mursi’ye ve Müslüman Kardeşler yönetimine “demokratik” gerekçelerle destek verenler ise hayli küçük bir çevre oluşturuyor.

ÖDP’nin eski genel başkanlarından iktisatçı Prof. Dr. Hayri Kozanoğlu, geçen hafta Birgün Gazetesi’nde, Mısır’da gelişen büyük halk hareketi ve Muhammed Mursi’nin devrilmesine ilişkin Avrupa solunun yaklaşımını ortaya koyan çok önemli bir yazı yayımladı.

Kozanoğlu yazısında, Avrupa Sol Partisi’nin (ASP) 6-7 Temmuz tarihlerinde Portekiz’in Porto kentinde yapılan toplantısına katıldığını belirterek, izlenimlerini aktarıyordu. Toplantının Gezi Direnişi dahil “küresel bir ufuk turu şeklinde” geçtiğini belirten Kozanoğlu, iki günlük yoğun çalışmanın ardından Mısır’daki gelişmelere ilişkin
ortak bir bildiri yayımlandığını duyurdu

***

Türkiye’den ÖDP’nin üye olduğu ASP’de Fransız Komünist Partisi, Alman Sol Partisi, Yunanistan Syriza Koalisyonu gibi kitle partileri bulunuyor. Diğer bir ifadeyle ASP, Avrupa’da sosyal demokrasinin solundaki kitle partilerinin bir araya geldiği bir çatı örgütü niteliğinde. Kozanoğlu’nun da belirttiği gibi ASP’nin “Devletten de sermayeden de emperyalizmden de bağımsız olan, sicili temiz partileri” arasında askeri müdahalelere sıcak bakan tek bir örgüt bulmak olanaksız.

İşte bu Avrupa Sol Partisi Mısır’da Mursi yönetiminin devrilmesine ilişkin yayınladığı bildiride şunları söylüyor:

“Devrimin amaçlarına zıt düşen Başkan Mursi’nin tepkici kararlarına karşı, son haftalarda müthiş bir halk hareketi gerçekleşti. Bu güçlü halk hareketi, silahlı kuvvetleri, ilerici güçlerin son haftalarda kampanya yürüttüğü yol haritasını benimsemeye zorladı.
Onlar yeni bir kurucu meclis ve yenilenecek seçimleri talep ediyorlar.

“Bu durumda önemli olan halk hareketinin sürmesi ve devrimci ve demokratik süreci güçlendirmesidir. Bu, devrimde yeni bir sayfa açabilir. Biz Mısırlı ilerici insanları ve güçleri cesaretleri ve kararlılıkları için kutluyor ve onlara demokratik süreçlerin devamı yolunda başarılar diliyoruz.” (Birgün Gazetesi, 11 Temmuz 2013)

Kozanoğlu’nun aktardığı, benim ilgili bölümünü yukarıya aldığım bu önemli bildiri,
önyargısız bir yaklaşımla Mısır’da yaşanan süreci değerlendiriyor.

  • Mursi’nin devrilmesindeki ana dinamiğin halkın büyük başkaldırısı
    ve 
    devrimine sahip çıkma bilinci olduğunu

açık bir biçimde ortaya koyuyor. Genellikle kendilerini “özgürlükçü sol” çizgide partiler olarak tanımlayan ASP üyesi örgütlerin bu tutumu dünya solu bakımından çok anlamlı.

Çünkü Mısır’daki büyük halk isyanını gözmezden gelmeyen ASP, “Bu güçlü halk hareketi silahlı kuvvetleri, ilerici güçlerin yol haritasını benimsemeye zorladı” diye
altını çizerek, konuya ilişkin gerici ve liberal yaklaşımlara prim vermiyor. Daha önemlisi milyonlarca Mısırlı’nın eylemini yok sayarak, muhafazakâr-liberal bir ezberle Mursi’nin devrilmesini kestirmeden “darbe” diye mahkûm etme tuzağına da düşmüyor.

MISIRLI DİRENİŞÇİLER NE DİYOR?

Mısır’da Mursi’nin devrilmesiyle sonuçlanan başkaldırı eylemini başlatan Tamarrud (İsyan) hareketinin 28 yaşındaki lideri Mahmut Badr ile Doğu Eroğlu’nun yaptığı söyleşi, bu ülke direnişçilerinin olan bitene nasıl baktığını anlamamız için zengin veriler sunuyor.

  • Tamarrud Hareketi Mursi’nin istifa etmesi için hazırladığı bildiriye
    tam 22 milyon imza topluyor.

Tamarrud’un lideri Mahmut Badr, Eroğlu’nun soruları üzerine, yaşamın içinden gelen gerçek yanıtlar veriyor. Biraz uzun da olsa bu söyleşinin özünü oluşturacak bir bölümü, büyük önemi nedeniyle buraya almakta yarar görüyorum.

Birgün Gazetesi’nde yayımlanan söyleşide Mahmut Badr şunları söylüyor:

Müslüman Kardeşler, İslam’ı kullanarak toplumu ikiye böldüler.
Ne Müslüman Kardeşler’in, ne de Mursi’nin ülkeyi yönetebilme yetisinde olmadığı anlaşıldı. Özellikle Mursi her alanda başarısız oldu. Mursi, FJP dışındaki tüm siyasi partileri etkisizleştirdi; partilerin meşru siyaset yapma yollarını teker teker kapattı. Kendisini, Mısır’da binlerce yıldır beklenen, toplumu ve İslamı dönüştürecek kişi olarak görmeye ve böyle tanıtmaya başladı.”

“Bizi 30 Haziran’a götüren süreçte en çok birleştiren, Mısır halkının demokrasi talebi oldu. Mursi seçimle işbaşına gelmiş olmanın, kendisine her şeyi yapabilecek bir meşruiyet sağladığını düşünüyordu. Ancak bu yanılgısı O’na pahalıya mal oldu; demokratik bir siyasal yaşam umuduyla oy veren kitleler karşılarında gücünü seçim sandığından alan yeni bir tiran bulunca tekrar sokaklara indiler. İmza kampanyasının bu denli desteklenmesinin sebebi buydu.”

“Asker, meşru demokratik aktörleri deviren bir darbe gerçekleştirmedi. Bu anlamda
halk hareketinin meşruiyeti de azalmış olmadı. (…) Seçimle işbaşına gelmiş olmaları durumu değiştirmez. Asker yalnızca halkın isteğini yerine getirmiş oldu.”

“Mursi’nin indirildiği gün bir telefon aldık ve askeri yönetimin toplantısına davet edildik. Toplantıda Abdülfettah El-Sisi, Mursi’nin görevde kalıp kalmamasına ilişkin bir referandum yapılabileceğini teklif etti ama bu öneriyi doğru bulmadığımı kendisine söyledim. Kendisine, ‘Siz Mısır Ordusu’nun komutanı olabilirsiniz ama Mısır halkı
sizin üzerinizdedir ve size kendi yanlarında olmanızı ve taleplerini dikkate alarak
erken başkanlık seçimlerine gidilmesini emrediyorlar’ dedim.”
(Birgün Gazetesi, 11 Temmuz 2013)

Sanırım bu söyleşi, Mısır’ı Türkiye’deki ideolojik hegemonyanın belirlediği koordinatlar üzerinden okumaya çalışan ve bu nedenle AKP İktidarı’nın yedeğine düşen kimi aydınların, solcuların, gazetecilerin ve politikacıların sorunu yeniden düşünmelerine yol açacaktır. Tıpkı, Türkiye’ye en özgürlükçü ve demokratik anayasayı kazandıran
27 Mayıs 1961 hareketi ve Portekiz’de faşist diktatörlüğü yıkan 1974 Karanfil Devrimi gibi, Mısır’da olup bitenin de başka bir gözle irdelenmesi gerekiyor.

Mısır’da kurulu düzenin temel taşlarından biri ve geleneksel iktidar blokunun çok önemli bir bileşeni olan Amerikancı ordunun; kendi imtiyazlarını korumak ve halk hareketinin gerçek bir devrime dönüşmesini önlemek için isyancıların taleplerini benimsemiş olması, asıl durumu değiştirmiyor.