Yaşamlarımızın bir yılı
Pandemi elbette bitecek, ancak pandeminin çok net şekilde ortaya çıkan sınıfsal ve politik yönü, eşit aşılama, eşit sağlık hizmeti, fırsat eşitliği ve yurttaşlık hakları çerçevesine yeni ve daha ortaklaşmacı yaşam pratikleri yaratabilecek bir noktaya ulaşacak mı göreceğiz.
Geçtiğimiz hafta (AS: 11 Mart 2020), Dünya Sağlık Örgütü tarafından Covid-19 hastalığının pandemi ilanının ve aynı zamanda Türkiye’deki ilk resmi tanımlanan vakanın ortaya çıkmasının birinci yıl dönümüydü. Bu süreçte pandemi, yaşamamızın vazgeçilmez bir parçası haline geldi. 31 Aralık 2019 günü Çin’de ilk Covid olgusu zatürree kapsamında rapor edildi. 7 Ocak 2020’de bu hastalığı yaratanın bir virüs olduğu ortaya çıktı ve bu virüsün genetik dizini belirlendi. Covid-19‘un daha önceden bildiğimiz ancak elimizde çok fazla bilgi ve tedavinin olmadığı koronavirüsler ile ortaya çıkan bir hastalık olduğunu anladık. 30 Ocak’ta DSÖ acil durum ilan etti ve 11 Mart‘ta Pandemi ilanıyla küresel alarm durumuna geçilmiş oldu.
Tüm dünya pandemiye hazırlıksız girdi
Pandemi başından itibaren hepimizin kafasında yanıtlarını bilmediğimiz sorular vardı. Sağlık sistemlerinin ve çeşitli ülkelerin pandemi yönetimlerinin ortak bileşeni üç sacayağı üzerine oturmaktaydı. Birincisi, sağlık sistemlerinin ve önleyici tıbbi çalışmaların lojistik planlamasının yapılması, salgının yayılmasının önlenmesi için bilimsel çalışmaların ilerlemesi, ilaç ve aşı çalışmalarının başlatılması, bilim insanlarının riski ve hasarı en düşük seviyeye çekmek için yapılacakları toplumla ve siyasetçilerle paylaşması. Bir başka ve diğerleri kadar önemli olan başka bir konu da yönetenlerin toplumla gerçekleri şeffaf ve doğru biçimde paylaşmaları, toplumlarda yönetimine karşı güvenin tesis edilmesiydi. Salgının en başından itibaren bu pandeminin uzun süreceği, almadığımız her tedbirde faturanın ağırlaşacağı, toplumsal yayılımı düşük seviyede tutmanın ne kadar süreceğini bilmediğimiz pandemide aşı ve ilaç çalışmalarına zaman kazandıracağı için ve toplum sağlığını koruyacağı için önemli olduğu gibi bilgiler ilk elden ivedilikle paylaşıldı.
Ancak bir sene sonra dönüp pandemi sürecine baktığımızda görebildiklerimiz iyi ve kötü yönetimlerin net bir şekilde ayrışmış olduğudur. Bu ayrımı yaratan faktörlerden (AS: etmenlerden) en önemlileri verilerin şeffaf paylaşımı ve toplum-yönetim arasındaki güven olduğuna inanıyorum. Salgının detaylı (AS: ayrıntılı) verilerine sahip olan ülkelerde bilim insanları çeşitli öngörüler yaparak toplumların karşılaştığı riskleri daha net bir şekilde ortaya koydular. Bölgesel yayılım dinamiklerini inceleyip tahmin edilebilen sınırlar içinde yol haritaları oluşturdular. Elbette şunun altını çizmek gerekir ki; hiçbir ülke pandemiye hazır değildi ve birçoğumuzun yaşamlarımızda gördüğümüz en kapsamlı ve yaygın sağlık sorunu ile mücadelenin lojistik temelini mükemmelce sağlayacak altyapılar neredeyse hiçbir ülkede mevcut değildi. Salgında ağır kayıplar veren New York eyaletinde ventilasyon aleti eksiklikleri, Avrupa Birliği içinde test yapmada yaşanan eksikler, bugünlerde yavaş ilerleyen aşılama süreci gibi olgular, bunu destekler nitelikte. Ancak son bir yılda şunu da anladık ki pandemide iyi ve kötü yönetimlerin farkını yaratan şey pandemiye hazırlıksız yakalanılmasına rağmen toplumsal faturayı hafifletmek için neler yapıldığı ve bilim insanları ile hekimlerin sözlerine ne kadar itibar edildiğiydi.
Salgın verileri şeffaflıkla açıklanmadı
Türkiye’de epidemiyolojik bilgiler gerektiği gibi paylaşılmadığından toplumda gerçek olmayan bir iyimser hava yaratıldı. Yönetim, alınması gereken tedbirlerin yaşama geçmesini engelleyecek söylemlerde bulunarak Türkiye’deki pandemi tablosunu olduğundan hafif gösterdi. Uygulanması gereken kapanma önlemleri ekonomik ve siyasi nedenlerle uygulanmadı. Salgının en başında yaygın test yapılması gerektiği ve hastaların takibi, izolasyonu, karantinası etkili bir şekilde gerçekleştirilmeli vurgusu yapılmasına rağmen, Türkiye’deki test ve filyasyon mekanizmaları ilk vakanın açıklamasından birkaç hafta sonraya kadar etkili şekilde uygulanamadı. Türkiye’ye virüsün gelmesi ve yayılması kesin olarak bilmemekle beraber çeşitli mekanizmaları dayandırılabilir. Öncelikle 25 Şubat günü Sağlık Bakanı’nın, yaptığı açıklamada şeffaf olunduğu belirtilmesine rağmen Türkiye’de bir günde 1.7 milyon vaka açıklanması ile aylar sonra anladığımız bir şekilde vakaların tümü toplumla paylaşılmıyormuş.
Seyahatin kısıtlanması öncesinde dini ibadetlerini yapan binlerce kişinin serbest bir şekilde ülkede dolaşımına izin verilmesi, salgında ilk vaka öbeklerini tetikleyen mekanizma olarak ortaya çıktı. Test yapılan merkez sayılarının yavaş artması ve gerekli ilk müdahale seviyesine ulaşamamış olması bu toplumsal lokal yayılımın serbest bir şekilde birkaç hafta devam etmesini beraberinde getirdi. Sağlık emekçilerinin koruma ekipmanının (AS: donanımının) yeterince sağlanamaması, gerekli sahra hastaneleri veya pandemi hastanelerinde triyaj uygulamalarının yeterli seviyede gerçekleştirilememesi, tanısı doğrulanmış olguların ikamet ettikleri il ve ilçelere göre yaş ve cinsiyetlere göre dağılımının net bir şekilde açıklanmaması, 65 yaş üzerinin sokağa çıkmasının yasaklanmasına rağmen hane içinde yaşayan diğer yaş gruplarından kişilerin toplumda hareketliliğinin azaltılmaması, test kitlenin güvenilirliğinin net olmaması ve yapılan testlerin sayıca düşük kalması sebebiyle tanımlanamayan olası Covid vakalarının ilk aşamada belirlenememiş olması, Mart 2020 içinde Türkiye’nin salgına hazırlıksız yakalandığının işaretleri olarak ortaya konabilir.
İlerleyen aylarda Türkiye’de salgının ilerlemesinde katkısı olan önemli olaylardan bir tanesi de Ayasofya’da binlerce insanın toplanması, akabinde de (AS: ardından da) topyekün bir normalleşme sürecine geçilmesiydi. Vaka sayılarının gerçeği yansıtmadığını söyleyen bilim insanlarına, her ay pandemi raporu yayınlayarak yapılması gerekenleri net bir şekilde açıklayan Türk Tabipleri Birliği’ne yöneltilen tehditlerle oluşturulan hava, bilimle inatlaşan ve ekonominin toplum sağlığından önde olduğunu net şekilde ortaya koyan bir yönetimin varlığını göstermiş oldu. Yurt dışından gelenlere test zorunluluğu konmaması, toplumsal kısıtlamalardan kendisini muaf tutan yönetimin geniş katılımlı ve mesafenin korunmadığı toplantılar, mitingler, düğünler ve buluşmalar düzenlediği bir süreçte dünyada aşı alanında gelişmeler hızla ilerlerken, aşı alım anlaşmalarını aracı bir kurum vasıtasıyla sadece (AS: yalnızca) bir şirketle yapan ve tercihini halen klinik faz (AS: evre) çalışmaları yayımlanmamış bir aşıdan yana kullanan Türkiye, aşı tedarik sürecinde yaşanan sıkıntılar nedeniyle de zor günler yaşamakta. Türkiye’deki pandemi yönetimi, aşılamanın etkili gerçekleştirilmesinin yanında toplumsal tedbirlerin de pandemiyi azaltmak için en az aşı kadar önemli olduğunu ve ödün vermeden devam etmesi gerekliliğini göz ardı eden bir yerde durmakta. Bu ise, alınan politik kararların bilimselmiş gibi gösterilmesi için bir gün söylenenin diğer gün söylenen ve yapılanla uyuşmadığı bir trajikomik görüntüyü beraberinde getiriyor. Türkiye’de halen genetik dizin analizi ve yaygın test yeterli seviyede değil. Varyant virüslerin hastalık yayılımını artırıcı ve aşıların etkinliğini düşürücü rolleri olduğu ihtimali gün geçtikçe güçlenirken, Türkiye’de her 7 vakadan birinin resmi sayılarla varyant olması gerçeğine rağmen (AS: karşın), hâlihazırda yaşadığımız açılma ve normalleşme sureci kaygı uyandırıyor.
Bilim insanlarının dinlenmesi gerekli
Pandemi sürecinde, risklere dikkat çeken, olasılıklar içinden her senaryoyu tartan, toplumu ve yönetenleri uyarmak için çabalayan, gerçeği talep eden bilim insanlarına, hekimlere, yurttaşlara yapılan saldırılar ve yaftalamalarla, ”felaket tellalı” nitelemesi sıkça kullanıldı. Ancak şunun altını çizmek gerekir; mesele (AS: sorun) kötümser olmak ve negatif yaklaşmaktan öte, gerçek riskleri değerlendirmek ve gerçekçi bir öngörü spektrumu çizebilmekti. Örneğin, sıtma ilacının etken maddesi hidroksiklorokini uzunca sure tedavi algoritmasının başarısı ve dünyada başka ülkenin denemediği bir biçimde kullanmaktan kaynaklanan bir yenilik olarak niteleyen Türkiye Sağlık Bakanlığı ve yönetimin destekçileri, dünyada yapılan tüm klinik çalışmalarda bu maddenin hastalığa hiçbir faydasının olmaması ve hatta bazı durumlarda hastalara zararının bile olduğunun gösterilmesi sonucunda hiçbir şey olmamış gibi, özür bile dilemeden karalama ve ithamlarına devam ettiler.
İnsanlığa yeni bir tıbbi katkı olan ve 300 milyon kişinin aşılandığı mRNA aşılarını “güvensiz” olarak niteleyen, genetik yapımızı değiştirecek ve bu nedenle biz geleneksel aşılardan yanayız diyerek yaptıkları yanlış tercihleri meşrulaştırmaya çalışan pandemi yöneticileri her durumda artık başarısızlıkları ortaya çıkmışken, halen bir başarı ve hamaset söylemini devam ettirebiliyorlar. Buradan sonra yapılması gereken, virüsün yayılımını toplumsal tedbirlerle önlemeye çalışarak, ilk önce okulların açılması gerektiği perspektifinden yola çıkarak aşılama etkili bir seviyeye çıkıp toplumsal bağışıklık yeterli düzeye ulaşıncaya kadar Türk Tabipleri Birliği ve uluslararası bilim dünyasının söylediği metotlarla yola devam etmektir. Bir seneyi geride bıraktığımız pandemide bilinen sayılarla 2.6 milyon kişi yaşamını kaybetti. Bu sayıların gerçeğin ne kadarı olduğunu bilmiyoruz. Türkiye bu bir sene içinde yaptığı yönetimsel yanlışları tekrar etmekte ısrar ederse, ağırlaşan faturayı öngörmek zor olmayacak. Bu yanlışlara eleştiriyle yanıt veren bilim insanlarının da felaket tellallığı yapmak için değil, halk sağlığını koruma sorumluluğu içinde hareket ettiklerini bir kere daha belirtmeliyiz.
Pandemi elbette bitecek, ancak pandeminin çok net şekilde ortaya çıkan sınıfsal ve politik yönü, eşit aşılama, eşit sağlık hizmeti, fırsat eşitliği ve yurttaşlık hakları çerçevesine yeni ve daha ortaklaşmacı yaşam pratikleri yaratabilecek bir noktaya ulaşacak mı, göreceğiz.