Etiket arşivi: ılımlı İslamcılık

Muammer Aksoy anılıyor: ‘Milli petrol davası’nın öncüsü

Ödünsüz Kemalist, yazarımız Prof. Dr. Muammer Aksoy, 33 yıl önce
bu gün, evinin önünde uğradığı suikast sonucu yaşamını yitirdi.
Her zaman tam bağımsız laik Türkiye Cumhuriyeti için mücadele eden Aksoy, mezarı başında anılacak..

Çağdaş Bayraktar  31 Ocak 2023, Cumhuriyet

Hain bir saldırıyla katledilişinin 33. yıl dönümünde, ödünsüz Kemalist Muammer Aksoy’un ‘Milli Petrol Davası’ndaki öncü rolünü enerji politikaları uzmanı Necdet Pamir, anti-emperyalist karakterini ise
Doç. Dr. Mehmet Emin Elmacı Cumhuriyet‘e değerlendirdi

Muammer Aksoy’un “Milli petrol davası” ile bütünleştiğini söyleyen Enerji Politikaları Uzmanı Necdet Pamir “Muammer Aksoy hocamız, petrolün stratejik öneminin küresel ölçekte öne çıktığı 1960’lı yıllarda, ülkemizde de bu konudaki farkındalığı artırabilmek için öncü bir rol oynadı.” dedi.

Bu kapsamda Aksoy’un Şubat 1965’te Milliyet gazetesinde bir dizi yazı yayınladığına ve bu yazıların daha sonra “Türkiye’nin Petrol Faciası ve Çıkar Yol” başlığıyla kitaplaştığına değinen Pamir,  “O’nu harekete geçiren temel dürtü, Cumhuriyet’in ilanından başlayarak, 1926-1954 dönemine damgasını vuran, ülkenin yeraltı kaynaklarının aranması ve geliştirilmesi sürecindeki devlet yönetimindeki politikanın, Demokrat Parti iktidarında yabancı şirketlerin ağırlık kazandığı liberal politikaya dönüştürülmesine yönelik ulusalcı tepkisidir.” ifadelerini kullandı.

Aksoy’un bu duyarlılığının temelindeki motivasyonu anlamak için Cumhuriyet’in kuruluş dönemindeki “tam bağımsız” ve gerçek anlamda milli petrol politikasının iyi bilinmesi gerektiğine dikkat çeken Pamir, kapitülasyonlardan dersler çıkaran genç Cumhuriyet’in bir yandan Türk yerbilimcilerini yetiştirmek üzere yurt dışına yollarken, öte yandan kimi yabancı uzmanları (Dr. M. Lucius, vb.) ülkeye davet ederek, petrol ve maden potansiyelimizin saptanabilmesi amacı ile bir dizi çalışmayı organize ettiğini (düzenlediğini) anımsattı.

Bu sürecin hukuksal alanda da desteklendiğini belirten Pamir, “Petrol rezervlerinin işlenmesine ilişkin hükümlerin de yer aldığı Maden Kanunu çalışması başlatılmıştı. 24 Mart 1926’da 792 sayılı yasa çıkarıldı. Bu yasaya göre, ‘Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde petrol dahil tüm madenlerin işletilmesi hakkı devlete’ veriliyordu” dedi.

1933’te Petrol Arama ve İşletme İdaresi, 20 Haziran 1935 tarihinde (2804 sayılı yasayla) Maden Tetkik ve Arama Enstitüsü (MTA) ile bugün için hayal etmenin bile olanaksız olduğu çetin, hatta ilkel koşullarda çalışmalar yapıldığını söyleyen Pamir, “1951 yılına gelindiğinde; devletçi politikaların terk edildiği yıl olan 1954 yılına dek, yaklaşık 1,1 milyon varil petrol üretildiğinin, 1935–54 arasında MTA tarafından toplam 79 kuyu açıldığının ve bu sahalardaki üretimin artmasıyla, bir rafineriye olan gereksinimin ortaya çıkması nedeniyle 1945’te, Batman Rafinerisi‘nin kurulduğunun altını çizdi.

ADIM ADIM DÖNÜŞÜM

Sektörün, Demokrat Parti iktidarı ile özel sektörün egemenliğine geçtiğini söyleyen Pamir, 27 Mayıs 1960 sonrasında bu alanda yeniden millileşme ve devletleşme politikalarına yönelindiğini belirtirken, 12 Mart 1971 Muhtırası ve 12 Eylül 1980 darbesi sonrası yeniden özelleştirmeci politikalara dönüldüğünü ifade etti. Pamir bugün gelinen noktayı ise şu sözlerle özetledi:

  • “12 Eylül rejimi ve ardından 2002’de iktidara gelen AKP dönemi, ülkeyi ve enerji sektörünü tam bir yıkım sürecine dönüştürdü. Sektörünün tüm kamu kuruluşları “liberal” iktidarlar elinde, özelleştirilerek birer birer elden çıkarıldı”

“ÖZELLEŞTİRME DEĞİL ÖZERKLEŞME GEREKLİ”

Stratejik sektör olarak kabul edilen enerjide Türkiye’nin, petrolde %92, doğal gazda %99 dışa bağımlı olduğunu belirten Pamir,  “Ulusal kuruluş, sektörün özerk olarak yapılandırılarak TPAO’nun yönetiminde, dikey bütünleşik yapıda kurulması, ulusal çıkar ve kamu yararının gereğidir.” dedi. Mevcut uygulamaların, bunun tam tersi yönde olduğuna dikkat çeken Pamir, sözlerini “1960’lı yıllarda kurulan TÜPRAŞ, Petrol Ofisi, PETKİM, Petlas ve BOTAŞ çatısı altında yer alan dağıtım şirketleri ve kamu kurumları, 1980’li yıllardan başlayarak ve AKP döneminde ivme kazanarak özelleştirildi. Elde kalan son iki kuruluş olan TPAO ve BOTAŞ’ın da özelleştirilme hazırlıkları sürmektedir. Buna engel olabilecek tek güç, Atatürk’ün tam bağımsızlık yolundan ayrılmayan gerçek yurtseverlerdir.” diyerek tamamladı.

“ILIMLI İSLAMCILARIN İLK HEDEFLERİNDENDİ”

Prof. Dr. Muammer Aksoy’un “tam bağımsızlıkçı” ve “anti emperyalist” özelliklerinin en öne çıkan yönleri olduğuna değinen Dokuz Eylül Üniversitesi Öğretim Üyesi Tarihçi Doç. Dr. Mehmet Emin Elmacı, suikastın yapıldığı dönemin rastlantı olmadığını belirtti. 1986’dan başlayarak ABD tarafının yazdırdığı “Medeniyetler Çatışması(AS: Samuel Huntington) ve “Tarihin Sonu(AS: Francis Fukuyama) gibi kitaplarla ulus devlet karşıtlığının pompalandığının altını çizen Elmacı, Aksoy’a yapılan saldırının da “ulus devletin kurumsal temsilcilerinden olan Ordu’ya saldırıldığı bir dönemde gerçekleşmesinin de bütüncül bir planın içinde değerlendirilmesi gerektiğini..” söyledi. Elmacı bu açıdan bakıldığında, Kemalizm’in parlak temsilcilerinden Aksoy’un, “Türkiye’ye ılımlı İslamcılık’ ithal etmek isteyen güçlerin ilk hedeflerinden olduğunu ifade etti.

Zaman daralıyor!

Zaman daralıyor!

author

Kutuplaşmanın bir parçası olmak istemeyen muhalefet, iktidarın kendiliğinden çökmesini bekliyor. Oysa kavga başlamış durumda. Muhalefetin tutumu ağır sonuçları olacak bir yenilgiyi de kaçınılmaz hale getiriyor.

Zaman daralıyor!

Bu tablo; AKP’nin merkez sağda kurduğu hegemonyanın kırılmaya başladığını ve partinin geleneksel İslamcı tabanına doğru daralma sürecine girdiğini gösterdiği gibi, düşük yoğunluklu da olsa bir şeriat düzeni kurmak için hızlanan iktidarın artık merkez sağ kadrolarla yaptığı ittifaka da ihtiyaç duymadığı anlamına geliyordu. AKP, “inşa süreci” ya da “yeniden kuruluş” adını verdiği bu dönemde, daha önce liberal ağırlıklardan kurtulduğu gibi, merkez sağla da yollarını ayırıyordu.

İHTİYACIMIZ OLAN ŞEY CESARET

Kredi kartını “kötü niyetle kullanmanın” bile sınavlarına katılmanın önünde engel sayıldığı Harp Okulları ve Astsubay Meslek Yüksek Okullarına girişteki, “irticai faaliyetlerde bulunmamak” şartının kaldırılması; kadın-erkek eşitliğini pekiştirmeyi ve kadına yönelik şiddeti önlemeyi amaçlayan İstanbul Sözleşmesi’nden dini gerekçelerle çıkılması; HDP’nin kapatılması için resmen harekete geçilmesi; devlet kurumlarındaki dinselleştirmenin derinleştirilmesi; Erdoğan-AKP yönetiminin girdiği yolda artık her şeyi göze aldığını gösteriyor.

İslamcı iktidarın son haftalarda üst üste gelen bu hamleleri, artık “Dünya bize ne der” gibi kaygıların bir yana bırakıldığını da gösteriyor. Erdoğan’ın, kongre konuşmasında metin dışına çıkarak, Türkiye’nin 200 yıldır ilk kez “tarihi ve kültürüyle buluşma” fırsatını yakaladığını söylerken, 19. yüzyıldan itibaren girilen modernleşme sürecini tersine çevirme olanağının ellerine geçtiğini ilan etmiş oluyor.

Öte yandan, cumhuriyetçisiyle, sosyal demokratıyla, solun önemli bir kesimiyle muhalefet güçleri, bu tabloyu tam olarak okuyamıyor. Bu durum, siyasal krizi derinleştiren, toplumsal tedirginliği artıran ve tehlikeyi büyüten bir rol oynuyor. Dolayısıyla, ülkenin en önemli sorunlarından birinin, içinden geçilen tarihsel dönemeci doğru okuyamayan muhalefet güçlerinin programsızlığı ile cesaret ve önderlik iradesinin eksikliği olduğunu saptamak gerekiyor.

İÇ VE DIŞ DİNAMİKLER

Gel gelelim, Erdoğan’ın kongre konuşmasının dayandığı, daha önce Yalçın Akdoğan tarafından formüle edilen hipotez, aslında çökmüş durumda. Anımsatalım; AKP programının hazırlanmasında önemli bir rolü olan, “muhafazakar demokrasi” kavramını ortaya atan, Erdoğan’ın danışmanı ve “çözüm süreci” bakanı Doç. Dr. Yalçın Akdoğan, 2007 yılında ortaya çok çarpıcı bir tez atmıştı. Akdoğan, “Cumhuriyetin daha İslami bir rejim doğrultusunda dönüştürülmesi için 200 yıldır ilk kez iç ve dış dinamiklerin birbiriyle örtüştüğünü” belirtiyordu.

Tanzimat döneminde Batının, Hıristiyan toplum kesimleriyle ilgilendiğini ve onlara hamilik yaptığını belirten Akdoğan, “küreselleşme” çağında ise Batı’nın kendilerini (İslamcıları) desteklediğini söylüyordu. Bu durumun, içeride sahip oldukları toplumsal destek ve aşağıdan gelen siyasal taleple de örtüştüğünü ileri sürüyordu. Böylece, kendilerinin ABD’nin “ılımlı İslamcılık” projesinin bir ürünü olduğunu da “yetkin” bir şekilde ifade ve itiraf ediyordu. Kimi çekincelerle belirtirsek; bu saptama, ortaya atıldığı dönem itibarıyla ilk tahlilde doğruydu.

Ancak, tarih ne onların beklediği gibi ne de emperyalizmin bölgesel hesapları doğrultusunda akmadı. Son yıllarda dünyada ve bölgedeki gelişmeler, AKP’yi iktidara taşıyan iç ve dış dinamikler arasındaki örtüşmeyi ortadan kaldıran bir seyir izledi. Uyum bozuldu. Siyasal İslamcılık bütün dünyada ideolojik, kültürel ve ahlaki bakımdan yüz kızartıcı bir yenilgiye uğrayarak iflas etti. Tekbir getirerek insan boğazı kesenlerin, 21. yüzyılda insanlığa önerebilecekleri anlamlı bir gelecek yoktu.

BİR KIVILCIM YETER Mİ!

Ilımlı İslam projesinin radikal İslamcılık ile mücadelede bir çözüm olabileceğine ilişkin beklentinin fantastik bir hayal olduğu ortaya çıktı. Çünkü, Sünni İslam’ın hala davam eden bir ortaçağın içinden geçtiği anlaşılamadığı için, “ılımlı İslamcılık” girişiminin, radikal hareketler için uygun bir zemin oluşturduğu da görülememişti.

Emperyalizm ve küresel gericilik Suriye’de yenilgiye uğradı. İhvancı iktidar Tunus’ta çöktü ve dramatik şekilde Mısır’da devrildi. Her iki ülkede de İhvancı iktidarlara karşı büyük bir toplumsal tepkinin oluştuğunu saptamak gerekli. Sonuç olarak, AKP’nin de organik ilişkilerinin olduğu anlaşılan İhvan-ı Müslümin (Müslüman Kardeşler) hareketinin bölgesel ölçekteki “network’ü çöktü. Çok sayıda siyasal, toplumsal ve kültürel dinamik, tarihin akışını başka türlü ve “ilerleme yasası”na uygun şekilde belirledi. Öyle ya, yeni emperyalizm çağında da olsak, kimse kral iradesi ya da imparator otoritesine sahip değildi.

Son iki haftaya sığan bütün bu adımlar, kaçınılmaz olarak muhalefet ile iktidar ilişkilerinin daha çatışmalı bir döneme gireceğini de gösteriyor. Ancak, sürekli yanlış yapılması, ekonomik krizin derinleşmesi, kamuoyu yoklamalarında AKP ve MHP tabanının daraldığının ortaya çıkması gibi nedenlerle muhalefet, iktidarın kendiliğinden çökmesini bekliyor. Kavgacı bir görüntü vermek ve kutuplaşmanın bir parçası olmak istemiyor. Oysa kavga başlamış durumda. Muhalefetin bu tutumu, hak edilmemiş ve ağır sonuçları olacak bir yenilgiyi de kaçınılmaz hale getiriyor.

Peki bu durum aşılamaz mı? Aşılır! Bu iş, atılacak doğru bir adıma, kuşatıcı bir çağrıya ve zamanın ruhuna uygun bir programa bakar. Toplumların ve tarihin doğası buna uygundur.

Sonuçta                             ;

  • AKP’ye kendi programı ve ideolojik hedefleri ile emperyalizmin bölgesel ve küresel siyasetleri arasındaki uyumun sağladığı iktidar olanağı siyasal ömrünü tamamladı.
  • Erdoğan yönetiminin hırçınlığının da sertleşmesinin de nedeni budur.
  • Bu topraklarda güzel bir söz vardır; korkunun ecele faydası yoktur. Bu söz, hem iktidar hem de muhalefet için geçerlidir.