Etiket arşivi: General Trikopis

ATATÜRK’ÜN ANZAKLARA SESLENİŞİ…

ATATÜRK’ÜN ANZAKLARA SESLENİŞİ…

Prof. Dr. Süleyman Çelik
scelik44@gmail.com 

Atatürk’ün ANZAK askerlerine ve analarına seslenen ünlü sözleri söylemediğini öne sürenler var. Bunu öne sürenlerin gösterdikleri tek kaynak, Cengiz Özakıncı’nın 1 Mart 2015 tarihli Bütün Dünya dergisinde yayımlanmış yazısı…

Sayın Cengiz Özakıncı, yazılarını ve kitaplarını beğeni ile okuduğum bir yazardır, ancak bu durum her dediğinin doğru olduğuna inanmamızı gerektirmez. Böyle bir şey bilimsel düşünceye de bilimin doğasına da aykırıdır. Bilimde mutlak doğru yoktur; öne sürülen bir savı mutlak doğru olarak kabul etmeyip, yapacağınız deney ya da gözlemle doğrulayabilir veya yanlışlayarak yeni bir sav öne sürebilirsiniz. Sosyal bilimlerde deney ve gözlem yerine belgelere başvurulur.

Bu sözlerin doğruluğunun birinci elden kaynağı olan, Atatürk’ün İçişleri Bakanı Şükrü Kaya, Dünya gazetesinin 10 Kasım 1953 tarihli sayısında bunu açıklamıştır. Daha sonra, 1978 yılında Türk Tarih Kurumu Başkanı Uluğ İğdemir de bunu doğrulamıştır (Atatürk’ün Bütün Eserleri, Cilt 26, s. 364).

Sayın Özakıncı, “Şükrü Kaya’nın 1934’de değil, 1931 yılında Çanakkale’de konuşmuş olduğunu ve o konuşmasında bu ifadelerin olmadığını” öne sürüyor… Oysa Şükrü Kaya 1931’deki konuşmasını değil, 1934’deki konuşmasını işaret ediyor. Bu durumda hem 1931’de hem de 1934’de konuşmuş olmalı. Olmaması için bir neden var mı? Ben birinci elden kaynağa inanırım, bu da Şükrü Kaya’nın Dünya gazetesine verdiği demeçtir.
* * *
Ayrıca bu sözler, kalbinde en küçük nefret ve kin duygusu taşımayan Atatürk’ün insancıl ve barışçı kişiliğine – davranışlarına uyan, O’ona yakışan sözlerdir. Atatürk’ün bu nitelikleri ile ilgili sayısız örnekler vardır. 30 Ağustos Zaferi sonrası savaş alanını gezerken yerde bir Yunan sancağı görünce kaldırılmasını buyurmuştur.

Düşmanı denize döktüğü İzmir’de, üzerine basması için, konaklayacağı köşkün girişine serilmiş Yunan bayrağının kaldırılmasını buyurmuş, etraftakilerin “ama Yunan Kralı Türk bayrağını çiğneyerek bu eve girdi” demeleri üzerine “Yunan Kralı yanlış yapmış. Bayrak bir milletin onurudur. Ben bu yanlışı yinelemem” demiştir.

Uşak’ta yakalanan Yunan Orduları Başkomutanı General Trikopis’i ayağa kalkıp elini sıkarak karşılamış, sigara ve kahve ikram etmiş ve gururunu okşayıcı sözlerle onu teselli etmiştir: “Üzülmeyin General, siz görevinizi sonuna kadar yaptınız. Ancak savaşta yenilmek de vardır. Napolyon da zamanında esir olmuştu.” demiş ve “bir isteği olup olmadığını” sormuştur.

Kurtuluş’tan sonra, Yunanistan dahil, savaştığı tüm düşmanları ile barışmış ve çevremizde bir barış ağı oluşturmuştur. Melbourne Star gazetesinin kendisinden, 25 Nisan 1934’de yapılacak törenlerle ilgili bir demeç ricası üzerine; “Gelibolu Yarımadası’nda cereyan eden bütün muharebeler, dünyaya orada kanlarını dökenlerin kahramanlığını göstermiştir” demiştir (a.g.e., Cilt 26, s. 363). Yani, yalnız söz konusu tartışılan seslenişinde değil, başka konuşmalarında da düşmanlarından kahraman olarak söz etmiştir…
* * *
“Dedelerinizi toprağa gömdük, sizi de gömeriz” sözü, Tayyip Erdoğan’a uyar – yakışır, ama bu sözlerin O’na ait olup olmadığını saptamak için belge ararım; çünkü bu tür sözleri söyleyecek çok kişi bulunmaktadır.  Anzaklar ile ilgili o sözleri ise yalnızca Atatürk söyleyebilir; bu nedenle bir belge olmasa bile bu sözlerin Atatürk’e ait olduğuna inanırım. Nitekim Atatürk’ün, kendisinden yapacağı konuşmada söz konusu sözleri söylemesini istemesi üzerine, Şükrü Kaya “Paşam ben bunu yapamam. Çünkü bu sözler ancak sizin söyleyebileceğiniz yüksek sözlerdir.” diyor (a.g.e. Cilt 26, s. 364).
* * *
Şükrü Kaya’nın kişiliğini tartışarak kaynağa inanmamak, nesnel bir yaklaşım değildir; dolayısıyla bilimselliğe uymaz. Kaldı ki Şükrü Kaya, Atatürk’ün güvenini kazanmış bir bakandır. Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras gibi Şükrü Kaya da Başbakan İsmet Paşa’nın hoşlanmadığı bir kişidir. Ancak her ikisi de Atatürk’ün güvenini kazanmış kişiler oldukları için hükümette yerlerini korumuşlardır. Atatürk’ün sonsuzluğa uğurlanışından sonra bakanlıktan uzaklaştırılmaları, onların değerini düşürmez.

Atatürk, çok başarılı olan dış politikasını Tevfik Rüştü Aras aracılığı ile yürütmüştür.
(AS: TR Aras bir tıp doktorudur ve 13 yıl kesintisiz Dışişleri bakanlığı yapmıştır..) Bunları hükümetten uzaklaştıran İsmet Paşa ise karşıdevrimci Terakkiperver Cumhuriyet Partisi kurucularını bakan yapmıştır!… (AS: Yazarın son tümcedeki yorumuna katılamıyoruz..)

Uygarlığın sonu mu geliyor?


Dostlar,

12 Eylül gerici – faşist darbesinin 34. yılında,
en az 3 onyıldır ekilen gericiliğin – irticanın – etnik ve inanç ayrımcılığının
“semeresini” (!) Türkiye deriyor..

Prof. Korkut Boratav‘dan, adına yaraşır bir derlemeyi,
12 Eylül gerici darbesinin sorumlularının yüzüne 34 yıl sonra
boş bir eldiven gibi çarpıyoruz.. 

Sevgi ve saygıyla.
12.9.2014, Datça

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net

Not     : 12 Eylül Dönemi MGK’sının Genel Sekreteri merhum Org. Haydar Saltık‘ı büyük ölçüde bu ağır sitemimizin dışında tutuyoruz. Nedeni, aynı soyadını taşıyacak ölçüde yakın akrabalık ilişkilerinin derin duygusallığı değil..
Paşa’nın bize kurduğu bir tümce (mealen – yaklaşık) :

  • “Ahmet’ciğim, elimden geldiği ölçüde frenliyorum..
    İyi ki (!) buradayım ve burada kalmalıyım…”

================================================

Uygarlığın sonu mu geliyor?

 Portresi

 

 

Prof. Dr. Korkut Boratav

 

http://www.sendika.org/2014/09/uygarligin-sonu-mu-geliyor-korkut-boratav/, 12.9.14


Çağımızın bilgelerinden Prof. Noam Chomsky
, dünyanın haline bakmış; sorgulamış ve 4 Temmuz 2014 tarihli In These Times’ta Tarihin Sonu mu?” başlıklı bir yazı yayımlamış. Kısaltarak, toparlayarak aktarıyorum:

  • “Yaklaşık on bin yıl önce uygarlık, Dicle ve Fırat havzasında doğdu.
    Günümüze yaklaştıkça bu topraklarda ölçüsüz dehşetler yaşandı.
    2003’teki George W. Bush ve Tony Blair saldırısı, Iraklıların birçoğu tarafından
    13. yüzyıldaki Moğol istilasına benzetilir. Bu öldürücü darbeden hemen önce
    Bill Clinton’un başlattığı Birleşmiş Milletler yaptırımları gelmişti. Yaptırımları uygulayan iki diplomat (Halliday ile von Sponeck), bunları ‘soykırım benzeri’ olarak nitelendirmiş ve istifa etmişlerdi. Bu yıkımdan arta kalan varlıkların çoğunu da Bush-Blair saldırısı yok etti. 2003’te farklı kimliklerin aynı mahallelerde
    yan yana yaşadığı Bağdat, bugün sınırsız bir nefret girdabı içindedir;
    mezhepler ayrı, kuşatılmış bölgelere sığınmıştır. ABD-Britanya istilasının tetiklediği korkunç çatışmalar, tüm bölgeyi paramparça hale getirmektedir.”

Chomsky, karanlık gözlemlerini Suriye’ye, Lübnan’a, Mısır’a, Filistin’e taşıyor ve
Gazze kıyımını anımsatıyor.

İnsanlık tarihinin beşiğini oluşturan Mezopotamya coğrafyasının on bin yıl sonunda sergilediği enkaza bakan Chomsky hüzünleniyor:

  • “İnsan uygarlığının kısa, tuhaf çağı galiba son bulmaktadır.”

********

Chomsky’nin gezindiği enkaz coğrafyası çok sınırlıdır.
Batı’ya doğru küçük bir adım atalım ve Libya’ya bakalım.

Libya’dan söz ettikçe, gözümün önüne iki görüntü gelir. Birincisi, Muammer Kaddafi’nin 20 Ekim 2011’de, tarifsiz işkenceler sonunda linç edilmesini gösteren video filmi;
ikincisi ise bu ölüm haberinden hemen sonra ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton’un
TV kanallarına böbürlenerek verdiği “zafer demeci”:

Veni, vidi and he’s dead…”  

Bayan Clinton birilerine öykünmektedir: Belki, Bağdat’ın düşmesinden sonra,
1 Mayıs 2003’te bir uçak gemisinin güvertesine pilot giysileriyle çıkıp
görev tamamdır…” diyen George W. Bush’a…

Belki de Zile’de Pontus Kralı Farneke’yi yendikten sonra veni, vidi, vici…”
sözleriyle de tarihe geçen Roma İmparatoru Julius Sezar’a…

Ne var ki Sezar düşmanını öldürmemişti ve “geldim, gördüm, yendim” diyordu; Clinton ise, “geldim, gördüm, O öldü…” 

Kaddafi sağ yakalansaydı açıklayacağı çok şey olduğu için öldürülmeliydi…
Linç ise taşeronların katkısı idi. Ayrıca bunlarda düşmanı öldürme tutkusu da var. Kaddafi’den yaklaşık altı ay önce Obama ve Bayan Clinton Beyaz Saray’da bir başka düşmanlarının (Usame bin Ladin’in) Pakistan’da öldürülüşünü canlı yayından izlediler. Usame silahsızdı. Talimat gereği öldürüldü; cesedi de (Arjantin cuntasının solcu tutsaklara yaptığı gibi) denize atıldı. Amerika’da “niçin getirip yargılamadınız?” diye
bu eylemi yalnızca birkaç solcu (örneğin Michael Moore) protesto etti.

Bizler, yok olmakta olan bir başka geleneğin izlerini taşıdığımız için, Timur’un ve Mustafa Kemal’in savaş tutsaklarını (Bayezid’i ve General Trikopis’i) anımsarız.

Vietnam’la savaşırken, bombalarken tutsak düşen Amerikan askerleri aklımıza gelir. Bunlardan biri, altı yıl boyunca Kuzey Vietnam’da tutsak kalan (ve yıllar sonra
ABD Başkan adayı olan) John McCain idi. Cenevre Sözleşmesi söz konusu değildi; zira ABD Kuzey Vietnam’a savaş ilan etmemişti.

***

Peki, Kaddafi’yi öldürdüler de ne oldu?

“Sosyalist ve laik” Libya Arap Cemahiriyesi tarihe karıştı.
Devleti ve ülkesi ile Libya da yok oldu. Ülke aşiretler ve çeşitli İslamcı gruplar arasında paylaşıldı. Türkiye üzerinden Suriye’ye geçen cihatçı çetelerin ana kaynaklarından
biri oldu. Kaddafi’nin ölümünden bir yıl geçmeden ABD Bingazi Konsolosluğu’nu basan çeteler, büyükelçi Stevens’i (ve üç Amerikalıyı) öldürdü. 26 Temmuz 2014’te
ABD Libya’daki büyükelçiliğini kapattı. Batılı diplomatlar canlarının derdine düştü;
topluca ülkeyi terk etti. İslamcı milisler, Trablus’taki ABD büyükelçiliğine yerleşti.

Peki, bu Orta Çağ yobazlığına batmış olan Libya’da “laik” Türkiye Cumhuriyeti’nin
hâlâ ne işi var? Bu soruyu sormamın nedeni, 28 Ağustos tarihli
Defense and Foreign Affairs dergisinde çıkan bir yazıdır. Yazıya göre;

  • Türkiye ve Katar, Müslüman Kardeşler’le bağlantılı cihatçılarla işbirliği yapmakta; Batı Libya çöllerinde bir Özgür Mısır Ordusu oluşturmaya çalışmaktadır.

Mısır ve Birleşik Arap Emirlikleri bu nedenle Libya’daki cihatçı gruplara karşı
Ağustos’ta iki hava saldırısı düzenledi ve ABD tarafından uyarıldı.
25 Ağustos tarihli New York Times da bu bilgileri bir ölçüde doğrulamaktadır.

***

Galiba Chomsky’nin hakkı var. Uygarlığın harcında yer alan bütün pozitif normların, değerlerin utanmazca çiğnendiği; bu harca karışmış tüm pisliklerin ortaya çıktığı; kaderlerimize hükmettiği bir dönemdeyiz.

“İnsan insanın kurdu” olmakta; “kıyamet alametleri” artmaktadır.

Peki direnenler?

Bu yazının karanlık coğrafyasına, Ortadoğu’ya, Türkiye’ye bakalım.
Emperyalizme, sömürüye karşı, programı ve kadroları bakımından birçoğu laik;
bazen de sosyalist öğeler içeren direnme hareketleri yerine;
Katar, Suudi, bazen İran devletlerinin parasıyla, silahıyla “sözde düşmanlara, ötekilere” cihat açan mezheplerin, tarikatların, güruhların vurucu güçleri öne çıktı.

Laik, ilerici Filistin Kurtuluş Hareketi’ne katılan, can veren Türkiyeli devrimciler
ilk dönemin; kelle kesmek üzere Suriye’de IŞİD’le buluşanlar
ikinci dönemin Türkiye’deki simgeleri olarak düşünülebilir.