1997’de AB’nin 15 üyesinin 11’inde sosyal demokrat partiler iktidardaydı. Bugün ise yalnızca birkaç ülkede geniş koalisyonların bir parçası olarak hükümetteler. Üstelik kamuculuğun itibar kazandığı, dayanışmanın öneminin anlaşıldığı, gelir ve servet dağılımı adaletsizliklerine tepkilerin yükseldiği Covid-19 salgını döneminde bile kan kaybetmeye devam ediyorlar.
İngiltere’de yapılan yerel seçimlerde İngiliz İşçi Partisi, yeni lideri Keir Starmer ilk önemli sınavında yenilgiye uğradı. Ülkenin kuzeyindeki Hartlepool ara seçimlerinde de 60’lardan bu yana elinde tuttuğu sandalyeyi Muhafazakârlara kaptırdı. İspanya’da Sosyalist Parti, Madrid seçimlerinde oylarından üçte birinden fazlasını yitirirken merkez sağ desteğini ikiye katlamayı başardı. Almanya, Merkel sonrası döneme hazırlanırken seçime aylar kala Alman Sosyal Demokrat Partisi, kamuoyu yoklamalarında üçüncü sırada bulunuyor.
Küresel sermayenin sosyal demokrasi kaygısı
İşin ilginç yanı, sosyal demokrasinin makus talihinden kaygılananlar arasında küresel sermayenin yayın organlarından Financial Times (FT) da bulunuyor. Gazetenin Editörler Kurulu yorumunda şu değerlendirmeyi yapıyor:
“Bu son dönemde Avrupalı sosyal demokratların ikinci paradoksal başarısızlığıdır. Küresel finansal krizi piyasanın aşırılıklarını dizginleme geleneğine dayanan bu partiler için altın fırsattı, ancak çoğu bu süreçte öne çıkmayı başaramadı. Pandemi daha fazla dayanışma arzusunu tetiklerken, seçmenlerin daha müdahaleci devlete hoşgörüsünü artırdı. Fakat sosyal demokratlar yine anı yakalamayı başaramadılar.” (14 Mayıs 2021)
FT’ye göre, sosyal demokrat partiler geleneksel tabanları, imalat sanayi işçilerini sağ populistlere; şehirli orta sınıfları ise yeşil-sol liberal partilere kaptırma tehlikesiyle karşı karşıyalar. Finansal kriz sonrasında kamu hizmetlerinin içini boşaltan kemer sıkma politikalarını zımni olarak onaylamaları da güven zedeleyici oldu.
Önümüzdeki dönemde de düşük karbonlu ekonomiye geçiş sürecinde, geleneksel sanayi işçileri işlerini kaybetme korkusu yaşarken, şehirli liberallerin yeşil ekonominin en hararetli savunucuları arasında bulunması klasik koalisyonu bir arada tutmalarını zorlaştıracak. Buna karşın güvencesiz hizmet sektörü çalışanlarının kalplerini kazanma şansları var.
FT bugün tıkanan Avrupa sosyal demokratlarının muhakkak bir ilham kaynağı arıyorlarsa Atlantik’in ötesine bakmalarını, Joe Biden’ı yakından izlemelerini salık veriyor. Gerçekten de Biden’ın aşıda patent hakkının kalkmasından yana tavrı, 2 trilyon dolarlık kamu yatırımı planı, zenginlerin ceplerine uzanan vergi politikası önerileri, Clinton ve Obama’nın “üçüncü yol” politikalarının ötesinde, 2. Dünya Savaşı sonrası Kapitalizmin Altın Çağı diye nitelenen dönemin Refah Devleti uygulamalarını anımsatıyor.
Piyasacı ideolojiye teslimiyet
Tarihçi Donald Sassoon’a göre, 1945’ten sonra Batı’da geçerli olan sosyal piyasa ekonomileri hâlâ gelirin, servetin ve eğitim olanaklarının eşitsiz olduğu bir düzende, gelişmiş ülke kapitalizmleri başka toplumsal sistemlerden daha iyi yaşam standartları sunabildikleri dönemde başarılı oldular.
80’ler 90’larla neoliberal dönemde bu yapı çatırdamaya başladı. Son yirmi yılda sol partilerin sağın gündemlerini kabullenmesiyle politik güçleri de iyice zayıfladı. Çoğu sosyal demokrat parti er veya geç istikrar programlarını benimsedi, ücretlerin yerinde saymasına ve eşitsizliklerin artmasına izin verdi, kamu hizmetlerini otuz yıl önce hayal edilmeyecek ölçüde özelleştirdi. Bu süreçten avantajlı çıkanları da vergilendirecek cesareti gösteremedi. Egemen piyasacı ideolojiye teslim olarak oyunu kaybettiler. (The Crisis of European Social Democracy-versobooks.com-19 Nisan 2021)
Öfkeliler hareketi’nin 10’uncu yılı
Sosyal demokrasi açısından tüm bu moral bozucu tartışmalar, 10 Mayıs 1981’de Fransa’da François Mitterrand’ın başkanlık seçimlerindeki tarihi zaferinin 40. yılında yapılıyordu. Mitterand’ın Komünist Parti’yi hükümete davet edişi, ilk dönemdeki tekelci firmaların ulusallaştırılmasını da içeren radikal ekonomi programı hâlâ merkez sol partilerin en cüretkâr hamleleri arasında özellikle hatırlanıyor.
15 Mayıs ise 15-M olarak da bilinen Öfkeliler Hareketi’nin, Madrid’in Puerta del sol meydanında 50 bin kişiyle toplumsal mücadelelere adım atışının 10. yıldönümüydü. Daha sonra İspanya’nın hemen her köşesinde ekonomik krize tepkili gençler meydanları doldurdu, meclis örgütlenmeleri yaygınlaştı. Bu protesto dalgası siyasal ifadesini 2014 başında kurulan Podemos hareketinde buldu. Partileşen Podemos 2015 genel seçiminde at kuyruklu popüler sözcüsü Pablo Iglesias ile oyların %20.7’sini toplamayı başardı.
Pablo IglesIas’ın istifası
Iglesias, Podemos’un irtifa yitirdiği bir süreçte, Madrid yerel seçimlerinde başbakan yardımcılığı görevinden ayrılıp İspanya’nın Trump’ı diye tanınan Isabel Diaz Ayuso’nun karşısında aday oldu. Ayuso’nun, Covid sınırlamalarına meydan okuyan, kamu sağlığı kurallarına uymamayı özgürlük gibi sunan zihniyeti seçmenin aklını çelmeyi başardı. “Ya komünizm ya hürriyet” demagojisi çerçevesinde “pandemi boyunca barları hep açık tuttum. Keyfinizi bozmadım” sözleriyle de sempati topladı. Iglesias da bu yenilginin ardından, siyasetten emekli olmak zamanının geldiğini söyleyerek tüm görevlerinden istifa etti.
Jacobin dergisine bir söyleşi veren parti kurucularından Carlos Monedero, 15-M hareketinin İspanyol toplumunun bilincinde kalıcı izler bıraktığını düşünüyor. Iglesias’ın ayrılışının da, baştan verilen profesyonel politikacı olmamak, siyasi ikbal üzerinden yaşam boyu sürecek kariyerler izlememek sözleriyle uyumlu olduğu görüşünde.
Monedero;
“Hükümetin bir parçası olarak, en azından AB’nin çizdiği sınırlar içinde toplumu değiştirme potansiyeli çok sınırlı. Neoliberal kapitalizmin en berbat etkilerini bir noktaya kadar sınırlayabilirsin, belli alanlarda insanların yaşam koşullarını iyileştirebilirsin, ama koalisyonun küçük ortağı olarak dönüşümü sağlayacak bir gündemi kabul ettirmek çok zor. Iglesias kendisi de bu durumun farkındaydı…” (An interview with: Juan Carlos Monedero, Jacobinmag, 15 Mayıs 2021)
Aslında bu sözler Yunanistan’da Syriza, Portekiz’de Sol Blok, hatta İtalya’da 5 Yıldız hareketi için de geçerli. Sistemin sınırları içinde ehven-i şeri hayata geçirmek ile gerçek programını uygulama isteği arasında sıkışmak…
Gerçekten de Covid salgını döneminde Podemos’un kira artışlarını sınırlama, borcunu ödeyememek nedeniyle konutlardan çıkarılmayı men etme çabaları hep engellerle karşılaştı. Garantili asgari gelir programı ise bir öncü girişim olarak uygulamaya konuldu. Ancak göçmenlerin, bir banka hesabına ve sabit bir ikametgah adresine sahip olmayanların, 23 yaşından küçüklerin kapsanamaması nedeniyle, hedeflenen 850 bin altında, şu ana kadar salt 210 bin aile uygulamadan yararlandı.
Geniş cephe siyaseti
Monedero, Unidas Podemos’tan ayrılanların oluşturduğu Mas Pais ve İspanyol Sosyalist Partisinin solunda bulunanları içeren bir seçim ittifakından yana. Fransa’da ise Paris Belediye Başkanı Anne Hidalgo Yeşiller ve Melenchon hareketini de kapsayan, Macron’a karşı bir sol ittifak oluşturma çabası içinde. Hidalgo Fransız Sosyalist Partisi üyesi olmasına karşın kariyerinde farklı siyasi eğilimleri bir araya getirme başarısıyla tanınıyor. Paris’in merkezinden otomobilleri uzaklaştırma çabası ile öne çıkan Hidalgo’nun ekolojist yönelimi şehirli orta sınıfların da sempatisini topluyor.
Sınıf eksenini ihmal etmeden kadın, LGBT, ekoloji ve ırkçılığa karşı toplumsal hareketleri de içeren geniş sol cepheler önümüzdeki döneme damgasını vuracak gibi görünüyor. Ancak Yunanistan’da İspanya’da solun hükümette vaat ettiği politikaları yaşama geçirememesinin yanı sıra, İngiltere’de Jeremy Corbyn’in, ABD’de Bernie Sanders’in önünü kesmek için uygulanan çeşitli entrikaları da akıldan çıkarmamak gerekiyor.
O nedenle geçmişteki “Tek ülkede sosyalizm mümkün mü?” tartışmasını, artık belki sosyal demokrasiyi ve daha solundaki Podemos gibi radikal sol hareketleri içerecek şekilde “Tek ülkede sosyal demokrasi mümkün mü?” şeklinde genişletmekte yarar var.