Etiket arşivi: Büyük Taarruz

Konuk yazar Rıza Güner : BİZİM İVAN DENİSOVİÇLERİMİZ..

BİZİM İVAN DENİSOVİÇLERİMİZ

Rıza GÜNER

Ekim Devrimi dünyanın en büyük devrimlerinden biriydi.. Bu devrime önderlik eden ve Sovyetler Birliği’ni kuran Lenin de çok büyük bir liderdi. Lenin bir suikast sonucu öldürülünce; Sovyetler Birliği, kaba ve despot Stalin’in eline geçmiş ve ona mahkum olmuştu.

Bu mahkumiyet; devrimin büyüklük ideallerine inanmayan, her şeyi kendi kişisel çıkarlarına uyduran kişilere Sovyetler Birliği’ni teslim etmişti. Bu kişiler; parti görevlerini kendileri yapmıyorlar, halka zorla yaptırıyorlardı!.. Askeri görevleri, kendileri yapmıyorlar, halka zorla yaptırıyorlardı… Halka zorla iş yaptırmayı da sosyalizmin ve komünizmin davası haline getiriyorlardı.

Ve bu senelerce sürdü. Hitler, Sovyetler Biriliği’ne saldırdıktan, Doğu Avrupa’yı işgal edip Moskova kapılarına dayandıktan sonra; Sovyet Yöneticilerinin akılları başlarına geldi ve halka iyi davranmaya başladılar… Buna rağmen, evlerinden köylerinden devlet zoruyla aldıkları halkı, yeterli olmayan araç ve gereçle, muazzam Hitler ordularının karşısına diktiler ve yalnızca kahramanlık beklediler. Kuzu kuzu ölüme giden insanların arkasından büyük törenler düzenlediler. Yaralılara; madalyalar, ödüller verdiler, büyük törenler düzenlediler. Korkaklık gösterenlere ise, acımadılar; kurşuna dizdiler ya da büyük cezalar verip Sibirya’ya sürdüler.

İvan Denisoviç, Aleksandr Solzenitsin’e konu olan, böyle askerlerden biriydi.

“Yanlışlıkla düşman bölgesine geçmiş,” birkaç gün sonra; “kendi ayaklarıyla” bölüğüne geri dönmüştü. Ama askerlikte, yanlışlıkla da olsa; düşman bölgesine geçmek ciddi bir suçtu. Dahası askerlikte, “yanlışlıkla” da yoktu. Düşman bölgesine geçmek de, düşman bölgesine, bir kere geçtikten sonra, kendi ayaklarıyla gelip teslim olmak da suçtu. Cezası da; o zamanın Sovyetler Birliği’nde öce on yıl, sonra yirmi beş yıl ağır hapisti.

Evet… Düşman bölgesine geçmek de, düşman bölgesinden kendi ayaklarıyla dönmek de suçtu. Ama bunu er bölük komutanından, bölük komutanı tabur komutanından, tabur komutanı alay komutanından, alay komutanı tugay komutanından öğrenmek zorundadır. Her komutan emrettiği askerleri, ceza kanunun standartlarında eğitmekle, yetiştirmekle; ne düzeyde olduklarını denetlemekle mükelleftir.

Özellikle de, dünyanın en büyük savaşı olan İkinci Dünya Savaşında!.. Bu savaşın en şiddetli olduğu, milyonlarca insanın öldüğü, milyonlarca insanın esir düştüğü Sovyet Cephesi’nde… Komutanlar; erlerden önce, kendilerini sorgulamak zorundaydılar.

İvan Denisoviç gibi askerlerin, suçları ne olursa olsun, yargılanmaları ve cezalandırmaları yanlıştı.

Gene de; esir düşen askerleri, “siz niye ölmediniz?” diye yargılamak, bugüne kadar kimsenin aklına gelmedi. Dünyanın hiçbir yerinde, bu gerekçeyle hiçbir asker yargılanmadı. Hiçbir asker, “Siz niye ölmediniz?” diye suçlanmadı. Ve bu soruyu sorabilecek hiç kimseye devlet ve hükümet yetkisi verilmedi.

Verilmedi, çünkü; büyük savaşlarda; bir “KABUL EDİLEBİLİR SAVAŞ ZAYİATI SINIRI,” bir de; “KABUL EDİLEMEZ SAVAŞ ZAYİATI SINIRI” vardır. Esir düşmek, düşmana teslim olmak, bu sınırlar aşıldıktan sonra; kaçınılmaz da olabilir, normal de sayılabilir.

Dünyanın en büyük savaşlarında, “KABUL EDİLEBİLİR SAVAŞ ZAYİATI SINIRI,” % 30 askerin kaybı anlamına; “KABUL EDİLEMEZ SAVAŞ ZAYİATI SINIRI DA % 50’den FAZLA” askerin kaybı anlamına gelir.

Buna göre; kırk kişilik bir takımda, 14 asker kaybedilmişse (ölmüş ya da görev yapamayacak biçimde yaralanmışsa); KABUL EDİLEBİLİR SAVAŞ ZAYİATI SINIRI aşılmış sayılır. Bu durumda; takım komutanı, geri çekilme emri verebilir…

Kırk kişilik bir takımda, 21 asker kaybedilmişse; KABUL EDİLEMEZ SAVAŞ ZAYİATI SINIRI aşılmış sayılır. Bu durumda, askerlik ve ordudan söz edilemeyeceği için, Takım Komutanı; geri çekilme emri verebilir ya da herkesin başının çaresine bakmasını isteyebilir.

Eğer Komutan; Çanakkale Hattı gibi, Stalingrat Savunması gibi, Büyük Taarruz gibi tarihin bir dönüm noktasında değilse; askerlerinin son neferine kadar ölmesini isteyemez… Kendisi de, canını boş yere tehlikeye atamaz ve atmamalıdır.

Askerlik; “Mecburi Askerlik Kanunu ile askere alınan gençleri, araç-gereçle donatarak, insan ve araçtan oluşan bir savaş makinesi yaratma sanatıdır.” Makine gerektiği gibi çalışmıyorsa; bundan mecburen askere alınan gençler sorumlu tutulamaz, suçlanıp yargılanamaz!..

Kaldı ki; 2. Dünya Savaşı tecrübesini yaşayan Emperyalist Ülkeler, “KÖTÜ ASKER YOKTUR, KÖTÜ KOMUTAN VARDIR!” anlayışını benimsediler ve mecburen askere alınan gençleri suçlamaktan neredeyse bütünüyle vazgeçtiler. Ordunun kusuru, hatası, yanlışı, kabahati, etkisizliği, başarısızlığı ve yenilgisinden erleri-erbaşları değil, emir komuta zincirini sorumlu tuttular. Canlarını kurtarmaktan başka bir şey düşünmeyen askerlere fatura çıkarmadılar; herhangi bir fatura ödetmediler.

Ama Sovyet Generalleri, her suçu gariban askerlerin üstüne atmaya, kendileri dışındaki herkesi “ihanetle, sabotajla, iç düşman olmakla, düşman ajanı olmakla ve akıllarına gelen her şeyle” suçladılar. En ağır cezalara çarptırmakta tereddüt etmediler. Sovyetler Birliği yıkıldığında da; bunu yalnızca seyrettiler.

Kötü asker yoktur, kötü komutan vardır!..” diyen Batılı Emperyalist Ülkeler ise; zafer üstüne zafer kazandılar. Kazandıkları zaferlerle varlıklarını sürdürdüler. Terörist faaliyetleri, isyanları üç-beş günde bastırdılar… Ne bölünmekten korktular, ne ideolojilerden…

Çünkü; askerlikte nasıl, “kötü asker yoktur, kötü komutan yoktur!..” diyorlarsa; sivil hayatta da, “kötü vatandaş yoktur, kötü lider vardır…” diyorlardı. Kötü liderlerin eline, kötü komutanlar gibi hiçbir yetki verilmiyor; onlar da, kötü komutanlar gibi anında tasfiye ediliyorlardı. Yetkiyi kendi ellerine alan, sorumluluğu halka yükleyen kişilerin eline hiçbir şekilde yetki verilmiyordu. Böyle kişileri seçme anlayışı 1870 Paris Komünü, ABD’deki iç savaştan sonra Amerika’da tümüyle terk edilmişti. Devletin yüksek makamlarına, hep layık olanlar seçiliyor; başarısızlığın başladığı yerde görev ve yetki de sona eriyordu.

Türkiye’de ise; İyi’nin Kötü’ye üstünlük sağlaması adet bile olmamış; İyi, Kötü’yle, hatta en kötüyle yarışma mecburiyetinde bırakılmıştı. Bu nedenle, her kavgayı her mücadeleyi kuvvetli olanlar kazanıyor,”hak kuvvetlinin söz kötünün” oluyordu.

“Yeni Bir Millet Yaratma Anlayışı,” her hatanın, her yanlışın, her suçun üstünü örtüyordu. “Türkiye Cumhuriyeti toprakları üstünde doğan herkes; birbirine eşit yurttaştır. Kimsenin kimseye üstünlüğü yoktur; kimse kimsenin üstünde ya da altında değildir;” denilmemişti. Cumhuriyet, Laiklik, Demokrasi; eşit yurttaşlık ilkesi, kesin önyargılarla reddedildikten sonra kabul edilmişti.

Sistemin her hatası, her yanlışı, her suçu, “yeni bir millet yaratıyoruz…” diye savunmakla da kalınmamış; her türlü hata, yanlış ve suç, bu yolla yüceltilmişti. Sivil sistem de askerlik sistemi gibi sorgulanmıyor ve eleştirilmiyordu. Ortaya çıkan sorunlar, bu nedenle çözülemiyor, kördüğüm haline getirilerek ortada kalıyordu.

PKK ve PKK Terörü, bütün sorunlarımız gibi bir kez ortaya çıktıktan sonra çözülemeyen, kördüğüm haline gelen sorunlarımızdandır. Kuşkusuz da en büyüğüdür. Ama bundan kim sorumludur.

Cumhurbaşkanlığı ve Cumhurbaşkanlığı Makamında bulunanlar…
Başbakanlar ve Hükümetler…
Parlamento ve Türkiye’nin resmi politikasına bağlı Siyasal Partiler…
Genelkurmay Başkanları ve Kuvvet Komutanları…
Bölgede görev almış albaydan daha yüksek rütbeli komutanlar…

Aradan geçen yirmi dört yıldan dolayı, Türkiye Cumhuriyeti’nin bütün vatandaşlarının hiçbir sorumluluğu kalmamıştır. Erden albaya askerlerin de sorumluluğu kalmamıştır. Sorumluluk, artık bütünüyle emredenlerde, bu meseleyi sözde kökten çözmeye kalkışanlarda, bu niyetle yola çıkanlardadır.

Ama İslam Ülkeleri’nin yöneticileri üstlerine sorumluluk almazlar. Emredenler, görev verenler; üstlerine hiçbir başarısızlığın, yetersizliğin ya da yenilginin sorumluluğunu almazlar; sorumluluğu yükleyecek günah keçileri ararlar. Sovyetler Birliği’nde olduğu gibi, sorumluluk yüklenecek garibanlar aranır ve Dağlıca’da esir düşen askerlere yapıldığı gibi “canlarını kurtarmaktan başka suçu olmayan,” gariban askerlerin yakasına yapışılır..

Ve haklarında müebbete kadar ceza istenir..

Hayır…. Sorumluluk yetki derecesine göre, yukardan aşağıya doğru aranmalıdır. En altta, tabanda bulunanlarda, suç ve kabahat aranmamalı, en büyük yetkili ve emreden olmanın şerefi, her zaman, tabandakileri masum kabul etmek olmalıdır.

Kaldı ki; terörizmle yapılan ‘savaşlarda’ da bir tek asker ölürse; “siz zaten Türkiye Cumhuriyeti’nin vatan toprakları üstündesiniz…. Ölseniz de, kalsanız da, bu topraklar vatan toprakları olarak kalacaktır… Boşuna, canınızı tehlikeye atmayın; nasıl kurtulmanız mümkünse öyle hareket edin,” denilmesi gerekmektedir. Yani terörizmle savaşta; “kabul edilebilir ya da kabul edilemez savaş zayiatı sınırı” yoktur. Askerlerin canı nasıl emniyete alınıyorsa öyle hareket edilir.

Dağlıca’da esir düşen askerlerin yargılanması, dünya hukuk tarihine adaletsizlik örneği olarak geçecek ve Türkiye için bir utanç olacaktır. Terör, her şeyden önce Türkiye Cumhuriyeti topraklarının vatan toprağı olduğunun idrak edilmesiyle çözülecektir. Enver Paşa gibi asker öldürterek çözülmeyecek, aksine böylece dökülen kandan beslenecektir. Vatan toprakları üstünde kardeşçe yaşamayı ve yaşatmayı öğreninceye kadar da sürecektir. İvan Denisoviçler’in yargılanması ve büyük cezalara çarptırılması Sovyetler Birliği’ni kurtaramadı. Romanlaştırılması ise sonu oldu. Sovyetler Birliği’nin, sözde hainlerle, bitmez tükenmez iç düşmanlarla yaptığı mücadele unutulmasın ve herkese örnek olsun… 2010-11-30

Rıza GÜNER, 17-01-2008-Malatya