Etiket arşivi: Ahmet Arif’in deyimiyle “Havva Anamızın” bile yanında “dünkü çocuk kaldığı” koca Anadolu

Soner YALÇIN : Moda; “DERSİM”


Moda; “DERSİM”

portesi
Soner YALÇIN
SÖZCÜ, 18.11.14

 

Tarihsel adların da arkeolojisi vardır. Kazdıkça altından neler çıkar neler…
Her yeni kültür, tarihsel coğrafya adlarını kendi dil fonetiğine uydurur!
“Kavimler Kapısı” Anadolu; isim zenginidir.
Ne diyor büyük şair Ahmet Arif:

“Beşikler vermişim Nuh’a
Salıncaklar, hamaklar,
Havva Ana’n dünkü çocuk sayılır,
Anadoluyum ben,
Tanıyor musun?..”

Tanıdığımızı hiç sanmıyorum.
Büyük tarihçi Eric Hobsbawm şöyle diyordu:
“Eskiden tarih mesleğinin, -örneğin nükleer fiziğin aksine- en azından zarar vermeyeceğini düşünürdüm. Şimdi zarar verebileceğini biliyorum. IRA’nın kimyasal gübreyi patlayıcıya dönüştürmeyi öğrendiği atölyeler gibi, tarih de bomba fabrikasına dönüştürülebilir.”

Tarih; etnik ideolojiler için bomba yapımında kullanılan “gübre” olabilir!
Tarih; siyasal-ideolojik istismara açıktır.
Tarih; olguya, kanıta bakmadan uydurmaya alet edilir…

Bu girişi yapmamın nedeni şu:
Siyasetin gündeminde bin odalı “AK Kondu” varken,
CHP Genel Başkan Yardımcısı Sezgin Tanrıkulu “Dersim”i gündeme getiriverdi!
Bu konuya değinmek şart oldu. Fakat…
Sonda yazacağımı önce yazayım:
Kişi kendini hangi kimlikte görüyorsa, hissediyorsa öyledir. Ve saygındır.
Ayrıca, kimileri gibi “alternatif tarih” adına inkarcılık yapacak da değilim.
Başlayabilirim…

Lice – Nazımiye özrü

CHP yöneticisi Sezgin Tanrıkulu, “CHP adına Dersim katliamından özür diliyorum” dedi ve tartışmalar yeniden alevlendi.
Kurucu parti CHP, Diyarbakır Liceli Sezgin Tanrıkulu’nu milletvekili ve
genel başkan yardımcısı yapmıştır.

Kurucu parti CHP, Tunceli Nazımiyeli Kemal Kılıçdaroğlu’nu genel başkanlık koltuğuna oturtmuştur.
Siz hangi özürden bahsediyorsunuz?
Ayıptır!
“Dersim” gibi etnik konuların ısıtılıp gündeme getirilmesinin nedeni; -12 Eylül askeri darbesinin ortaya çıkardığı- kimi siyasetçilerin, kimlik politikasına mahkum olmalarıdır.
Kimlik siyasetçiliğine esir düşmüşlerdir.
Demokrasiyi, özgürlüğü, aydınlanmayı etnik-dinsel kimliğe indirgemişlerdir.

Bu “projenin” patenti ABD’ye aittir!

  • CHP’nin kamburu” solcu liberaller, toplumsal mücadeleyi bölmeyi amaçlayan -neoliberalizmin, dünyaya ihraç ettiği- yeni sağcılığın / yeni muhafazakarlığın kuyrukçuluğunu yapmaktadır.

Görmüyorlar mı; ABD bu projesiyle, vahşi kapitalizme karşı gelecek tüm muhalif hareketleri bölerek darmadağın etmiştir?
Bilmiyorlar mı; oyun yalnızca Türkiye’de değil, dünyanın dört bir yanında oynanmaktadır. Dün; sömürgeci Batı’ya karşı mücadele veren Asyalılar, Afrikalılar,
Latin Amerikalılar bugün; etnik nedenlerle birbirinin boğazına sarılmaktadır?
Mevcut sömürü düzenine karşı bir cümle edemeyen “kimlikçi siyasetçiler”, kendilerini halka “solcu” diye yutturacağını sanıyor!
Rüzgara göre siyaset yapmak kolaydır; koltuk altlarınız rüzgarla dolunca uçuverirseniz; dilinizden popülist söylemleri düşürmezsiniz.
Açılımcılardan, ABD-AB’cilerden onaylanıp, takdir görmektir hedefiniz;
çünkü rüzgar oradan esiyordur!
Oysa, önemli ve zor olan rüzgara karşı durmaktır; gerçekleri haykırmaktır.
Evet asıl yazmak istediğime geldim…

Dersimiz; “Dersim”

Moda oldu “Dersim” demek…
Osmanlı kayıtlarında adı,
“Disim” idi.
Halk “Desim” diyordu.
Bölgenin adıydı; Tunceli ile ilgisi şehrin bölge içinde olmasından kaynaklanıyor.
25 Aralık 1935’te çıkarılan yasayla Mamiki köyünde yeni il merkezi kuruldu ve adına
“Tunceli” dendi…
Gelelim bölge tarihine…
İlk yerleşimin M.Ö. 6 binlere kadar uzandığı biliniyor.
Subarlar, Hurriler, Asurlular, Hititler, Akadlar, Frigyalılar, Urartular, Medler, Persler, Makedonyalılar, Kapadokyalılar, Romalılar, Sasaniler, Araplar, Bizanslılar, Selçuklular, Moğollar, Akkoyunlular, Osmanlılar gibi kimler gelip kimler geçti.
Bölgeye kimi “İşuva” adını verdi: kimi “Supani”…
Yaşayanlara kimi “Muştular” dedi; kimi “Müşkiler”…
“Dersim”in adı uzun yıllar “Daranalis” olarak kaldı. Bu ismin, M.Ö. 519’da
Doğu Anadolu’yu fetheden Pers Kralı Dara’nın adından kaynaklandığı ileri sürülüyor.
Konu açılmışken, asıl yurtları Anadolu değil; İran idi…

Alevi yurdu, Horasanlıydılar.

Hazar Denizi’nin Güney Batısı’nda (Tahran’ın kuzeyinde) Deylem / Daylam bölgesinde, Pers öncesi halklardan bir topluluk yaşardı: Deylemliler / Daylamlılar!
Günümüz İran’ın Kuzey Horasan Eyaleti’nde Deylaman bölgesi var. Lahican, Siya, Kal, Koh, Mazendaran, Rast, Gibal, Pir Pulur, Fumen, Gerekerd, Gilan, Teberistan, Chalus, Kalar, Enzeli, Varemin, Bar, Tufem, Rudsa, Muvaz, Kohaman, Hasan Rud, Emurluh gibi yerlerde yaşayanlar Dersimlilerin akrabalarıdır.
İran’daki Büveyhoğulları Devleti’ni (932-1056) Deylemlilerin kurduğu biliniyor.
Bu halk 13’üncü yüzyılda Moğol istilasından kaçarak Anadolu’ya geldi. Anadolu’da yaşadıkları bu bölgeye adlarını verdiler. Farsça, “der” (kapı), “sim” (gümüş) sözcüklerinden oluşan bir isim tamlamasıydı; “Dersim”. Türkçe’ye “Gümüşkapı” olarak çevirebiliriz.
Kimine göre, “Darsım” Zazaca bir sözcük; “dar” (ağaç) ve “sim” (gümüş) idi; ve “Darsım” aslında “Gümüşağaç” demekti.
Dilinin kökeni neydi? Persler’in “Bisitun Kitabeleri”nde Deylemlilerin konuştukları dile “Zuzu” deniyor. “Zuzu” bugünün anlamıyla Zaza!
Kimi dilbilimcilerine göre bu dilin adı, Deylem’den türeyen “Dımılıce” idi.
Ve bu dil ailesinin “Kuzeybatı İrani diller” grubunda yer aldığı belirtilmektedir.
Dil bilimcileri ve Zazalar, Zazaca / Dımılıce’yi bir dil olarak kabul eder.
Keza İranoloji dilbilimine göre de, Zazaca başlıbaşına bir dildi. Kürdolojinin babası sayılan V. Minorsky ve David Mc Kenze, Prof. Goiche Kojima, Susani, Oskar Mann ile Karl Hadank gibi bilim adamları Zazaca’nın bir Kürt lehçesi olmadığını kanıtladı. Zazaca; eski dillerden “Partça”nın devamı olarak kabul edildi.
Bazı Kürdologlar bunu kabul etmez; Zazaca’yı Kürtçe’nin dört lehçesi arasında sayar. Vs.
Sonuçta…
Kim güçlü ise kendine bir tarih uyduruyor; adını dayatıyor.
Olan Anadolu’nun kültürel zenginliğine oluyor.

Merdan Yanardağ : CİNAYET

Dostlar,

Sayın Merdan Yanardağ‘dan olağanüstü bir yazı… (YURT Gazetesi, 22.11.12)

İçimiz yanardağ gibi isyan ediyor okurken..

Merdan Yanardağ, bu olağanüstü yazısını şöyle bağlıyor :

  • Şimdi tarihsel ve ahlaki sorumluluğumuz,
    bizi bu ülkeyi yeniden kurmaya çağırıyor.

Okumalı ve okutmalısınız..

Sevgi ve saygı ile.
26.11.12, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net

===========================================

Cinayet

Merdan Yanardağ
Yurt Gazetesi’nin ilk sayısında da yazmıştım… Aradan geçen 10 ay gözlemlerimi
daha da netleştirdi. Artık hiç kuşkum yok. Her şey Nuri Bilge Ceylan’ın Cannes Sinema Festival’inde Büyük Ödülü alan “Bir Zamanlar Anadolu’da” isimli son filminde olduğu gibi gelişiyor…
  • Bilinci kuşatılan, iradesi teslim alınan ve
    sistematik şekilde cahilleştirilen bir toplum diri diri gömülüyor.
  • Büyük bir ülkenin uzun, sancılı ve ağır bir intihar süreci ya da 
    ölümü de diyebiliriz bu cinayete.

Nuri Bilge Ceylan’ın çarpıcı ve o ölçüde de güzel filmi, Orta  Anadolu’da, bozkırda kaybolmuş bir kasabada yaşanan sarsıcı bir hikâyeyi anlatıyor. Filmin akışı içinde
bu kasabanın Ankara’ya çok yakın olduğunu da anlıyoruz. Filmde, iki cinayet zanlısının savcı, jandarma, polis ve adliye görevlilerinin eşliğinde yer gösterme ve keşif gezisi anlatılıyor.

Çekim, senaryo, hikâyenin anlatılış biçimi, karakterler ve filmin ritmi olağanüstü. Ceylan’ın daha önce yaptığı filmlerle karşılaştırılamayacak kadar güzel ve etkileyici.

Filmde bütün hikâye bir güne sığdırılmış. Her şey bir gün içinde olup bitiyor.
Tıpkı Cengiz Aytmatov’un ölümsüz romanının adı gibi; gün uzuyor yüz yıl oluyor.

Karakterler ve yan öyküler, ana öyküyü zenginleştirecek şekilde oya gibi işlenmiş. Sonunda cinayete kurban giden kasabalı -ki cinayeti birlikte içki içtiği iki arkadaşı işlemiştir- domuz bağı yöntemiyle bağlanmış halde gömülü olarak bulunuyor.
Zanlılar maktulü nereye gömdüklerini sonunda gösteriyorlar.

Daha da önemlisi otopside bu kişinin canlı canlı gömüldüğü anlaşılıyor.
Gömülen kişi şaşırtıcı şekilde Şahan Gökbakar’ın, insanların zekâsıyla dalga geçen komedisindeki “Recep İvedik” karakterine benziyor. Aptallaştırılan toplumun
komedi kahramanı yani…

Filmi izlediğinizde bir rahatsızlık duygusu, bir tedirginlik ve suçluluk hali ruhunuzu sarıyor. Bütün kavramların içinin neden boşaltıldığını ve neden yeniden doldurulduğunu
daha derinden hissediyorsunuz.

Tıpkı ‘derin Anadolu’nun kayıp bir kasabasındaki bir oto tamirhanesinde arkadaşlarıyla içki içerken, bilinmeyen bir nedenle öldürülüp bozkırda bir çeşmenin yakınına gömülen adam gibi;

  • Aptallaştırılan büyük bir toplum da hepimizin gözleri önünde diri diri gömülüyor.

Bu cinayetin ne zaman, neden, nasıl ve kimler tarafından işlendiğini biliyoruz.
Failleri ve nedenleri cinayet işlenmeden önce de biliyorduk. Kimsenin işlenmesini istemediği, ancak herkesin katkı yaptığı cinayet yine herkesin gözleri önünde işlendi.

Bugün bütün bir toplum o nedenle kendi cellatlarına âşık olmuş gibi haklarının
ve hukukunun infazını izliyor. Dahası bu infaza katkıda bulunuyor.

Tıpkı Nobel ödüllü ünlü Kolombiyalı yazar, Fidel Castro’nun dostu
Gabriel Garcia Marquez’in “Kırmızı Pazartesi” romanında olduğu gibi…

Bu cinayete herkes ortak oluyor. Herkes suç ortaklığı yapıyor.

***
Gabriel Garcia Marquez’in romanında da bütün kasaba bir cinayet işleneceğini biliyor. Dahası bu cinayeti kimlerin işleyeceğini, kimin öldürüleceğini, olayın ne zaman,
nerede ve nasıl olacağını da biliyor.

Aslında kasabada kimse cinayetin işlenmesini istemiyor. Cinayeti işleyenler bile birilerinin kendilerini engellemesini istiyor. Ama kimse cinayetin işlenmesini önleyemiyor. Kimse engel olmuyor, olamıyor.

Tersine herkes cinayetin işlenmesine istemese de katkıda bulunuyor.
Maktulün annesi bile…

Çünkü öldürülen genç Santiago Nasar’ın annesi, daha önce hiç kapatmadığı
arka avlusunun kapısını o sabah her nedense içeriden sürgülüyor.
Oysa kapıyı kapatmamış olsa Nasar oradan geçip katillerin elinden ve kurtulabilecek. Ama kaçamıyor… Üstelik asıl öldürücü darbeleri annesinin sürgülediği o kapının önünde alıyor ve yakışıklı Nassar orada ölüyor.

Bu cinayetin işlendiği sabah, bir nehir gemisiyle büyük kardinal, Latin Amerika’nın
kutsal din adamı kasabanın içinden geçiyor. Kasabayı kutsuyor, adeta o kolektif cinayeti onaylıyor.

DİRİ DİRİ GÖMÜLEN TOPLUM

  • İşte Türkiye de hepimizin gözleri önünde böyle bir cinayete kurban gidiyor.

Kimsenin işlenmesini istemediği bu cinayete yine herkes istemeden de olsa katkıda bulunuyor. Susarak, korkarak, kayıtsız kalarak, cinayetin işleneceğine inanmayarak, tehlikeyi işaret edenleri “paranoyak” olmakla suçlayarak ya da kasabaya (ülkeye ve topluma) ihanet ederek, suça doğrudan katılarak ve küçük çıkarları için işbirliği yaparak bu cinayete ortak oluyor.

Nuri Bilge Ceylan’ın “Yalnız ve güzel” ülkesi... Bir imparatorluk varisi.
Büyük uygarlıkların üzerinde oturan görkemli kavimler kapısı. Yetiştirdiği büyük evlatlarından şair Ahmet Arif’in deyimiyle, “Havva Anamızın” bile yanında “dünkü çocuk kaldığı” bir koca ülke. İşte böyle bir cinayete kurban gitti.

Büyük çoğunluk aslında bu cinayetin işlenmesini istemedi.
Katiller bile bu cinayeti işleyecek bir iradeye, kararlılığa ve cesarete sahip değildi.

Romanda olduğu gibi, birileri cinayeti engellesin diye katiller belki beklemedi ama başarılı olacaklarına da uzun süre inanamadıkları için çok beklediler. Ama cinayet önlenemedi.

Ve ülke sonunda cinayete kurban gitti… Tıpkı Hizbullah vahşetinde olduğu gibi,
bir toplum domuz bağıyla bağlanmış halde adeta diri diri gömüldü.

  • Şimdi tarihsel ve ahlaki sorumluluğumuz,
    bizi bu ülkeyi yeniden kurmaya çağırıyor.