Etiket arşivi: Açık faşizme geçiş

“AKP FETRET DÖNEMİ” BİTİYOR MU?

BİRGÜN PAZAR 2023-7
Nisan / OĞUZ OYAN

Osmanlı’nın “Fetret Dönemi”nden 10 yıl daha uzun sürmüş bir “AKP fetret dönemi” sona ermek üzere mi?

Önce niçin ve neye göndermeyle bir “AKP fetret dönemi”? AKP dönemi, Cumhuriyet’in kuruluş döneminin tam zıttını temsil etmek bakımından Cumhuriyet’in tasfiyesiyle özdeşleştiği için bir fetret dönemidir. Bu fetret döneminden yalnızca 6 hafta sonra çıkılması imkânının (olanağının) belirmesi, Cumhuriyeti felce uğratan / fetretçi / düşmanlaştırıcı iktidar anlayışına teslim olmayan kitleler açısından azımsanmayacak bir umut ve öncelik taşımaktadır.

Sınıf ekseninden bakanlar açısından ise, ağır bir sınıfsal baskı rejimini temsil eden dinci siyasetin durdurulması, aynı zamanda açık faşizme geçişin durdurulmasıyla eş anlamlıdır. Ama, bugüne kadar siyaset sahnesine çıkmış en gerici ittifakı temsil eden güçlerin önümüzdeki seçimlerde yenilgiye uğratılması, dinci siyasetlerin etki alanının hemen hızla geriletilmesi anlamına da gelmeyecektir. Birkaç nedenle:

Birincisi, bugünkü gerici iktidar bloğunun idarede, siyasette, yargıda, askeriyede ve toplumda yarattığı 21 yıllık tahribatın bir günde buharlaşması beklenemez.

İkincisi, iktidar adayı olan Millet İttifakı’nın dinci siyasete de geniş yer açan sağ ağırlıklı yapısı, AKP döneminde önemli zemin kazanan dinci yozlaşmanın üzerine gidilmesine ciddi bir engel oluşturacaktır. Kaldı ki, AKP öncesi döneme dönüşün bile hedeflenmediği de bilinen bir olgudur. Bugünden oluştuğu görülen şey, Millet İttifakının aslında Cumhuriyetin kurucu partisinin temsil ettiği veya etmesi gereken değerler ile dinci-milliyetçi anlayışlar arasında bir sentezin temellerinin atılmakta olduğudur. CHP’nin bu yoldan kısa sürede dönmesi zor görünmektedir. Bu nedenle de siyaset denklemine laikliği/aydınlanmayı da temsil eden sosyalist solun güçlü bir giriş yapmasına olan gereksinim büyüyecektir.

Üçüncüsü, AKP ve müttefikleri seçimlerden sonra da Meclis’te, bürokraside ve yerel yönetimlerde önemli bir siyasal güç olmaya devam edebileceklerdir. (Hatta seçimlerden sonra siyasi kartların yeniden dağıtılması ve ittifakların tazelemesi sonucunda kısa sürede yeniden güç kazanması olasılığı da dışlanamaz).

Dördüncüsü, seçimden sonraki iktidarın çok zor gündemlerle baş etmesi gerekecektir. Kahramanmaraş Depremleri’nin yol açtığı insani ve fiziki yıkım, öncelikli olmakla birlikte bunlardan yalnızca birisidir. Ekonomik/mali dengesizliklerden orta vadede (erimde) kurtulmayı öngören ciddi bir programa, hukuksuz/Anayasasız bir dönemden “bağımsız” bir hukuk rejimi inşasına, Cumhurbaşkanlığı merkezli yönetim biçiminden güçler ayrılığını içeren bir siyasi/idari yapılanmaya, imar/ihale yolsuzluklarından ve bütçe hakkının gaspedildiği bir yapıdan denetlenebilir ve hesap sorulabilir bir kamu mali yönetimine,  yığılan dış mali yükümlülükler ile sertleşen emperyalist dayatmalara karşı kararlı tavırlar üretebilecek bir siyasi yapılanmaya, gelir/servet dağılımındaki uçurumlarla beslenen yapısal ve toplumsal bunalımlardan dengeli bir ekonomik-toplumsal duruma geçişi hızlandıracak adımlar atılamazsa, pusuda bekleyecek olan radikal İslamcı siyaset karşı saldırıya geçmekte gecikmeyecektir. 

Kapkaççı ve Talancı Zihniyet

Kapkaççı zihniyetin bugünkü iktidar kadrolarına ve iktidarın eteklerindeki sermaye çevrelerine ne denli nüfuz ettiğini seçim sürecine girildiği son dönemde apaçık gözlemlemek mümkün. Gün geçmiyor ki yeni bir kamu emlakı satışı, bir imar peş keşi, bir ihale cambazlığı haberi çıkmasın. Deprem bölgesinde, felaketin enkazı bile kaldırılmadan girişilen acul inşaat girişimleri tam da bu “selden kütük kapma” telaşının en çarpıcı göstergesidir. Üstelik depremden hiç ders almadan meraları/tarım topraklarını yerleşime açmaya devam ederek, betonu tarıma yeğlemeyi sürdürerek.

Kapkaççılık daha çok fırsatçılığı çağrıştırır ama yağmacılığın da ikiz kardeşidir. Peki, tekrar Osmanlı örneğine dönersek, yağmacılık bugünkü dinci siyasetin tarihsel genlerine işlediği için mi aralarında bu kadar içli-dışlı bir ilişki var? Önce şu düzeltmeleri yapalım: Bir kere (kez) Osmanlı devletinin esas olarak dış talan (dış artık-ürün) üzerinde ayakta durduğunu iddia eden görüşler (veya “izlenimler”) dayanaksızdır. Bütün tarım toplumlarında olduğu gibi, Osmanlı devletinin de asli (birincil) gelir kaynakları tarımsal artığın (iç-artık ürünün) ele geçirilmesine dayalıdır. (Bu artığın ille de merkezileştirilmesi gerekmez; nitekim tüm feodal Ortaçağ toplumlarında olduğu gibi askeri ve diğer (öbür) hizmetler karşılığı olarak önemli bir bölümü üretildiği yerde kalır). Öte yandan, Osmanlı fetihlerinden elde edilen ganimet gelirleri de bütünüyle fetihçi askeri sınıfa bırakılmaz. Fetihlere katılanlar, İslami geleneğe de uygun olarak, ganimetten “hums-u şeri” (yani beşte bir) oranında pay alırlar; gerisi Padişah’ın özel hazinesine kalır. Dolayısıyla kuralsız bir paylaşıma izin verilmez. Ancak ilerleyen yüzyıllarda Osmanlı devletinin gerilemesiyle birlikte başka devletlerden sağladığı haraç gelirleri gibi fetihlerin bitmesiyle ganimet gelirleri de son bulur; bir anlamda dış-artık ürün eksiye döner.

21. yüzyılın dinci gericiliğinin tevarüs ettiği şey olsa olsa % 20 komisyonculuğu olabilir. Ama bunu bile bağlamından koparmadan bugüne taşımak mümkün olmaz. Burada artık ganimetin beşte birinden ziyade, parazit bir siyasetçi/sermayedar sınıfının, devletin rant dağıtma kanallarını kontrol etmesine bağlı olarak oluşturduğu haraç/rüşvet ağından bahsedebiliriz. Son dönem Osmanlı yönetici sınıfıyla özdeşlik kurulması burada daha mümkün hale gelir.

Ancak özdeşlik kurulamayacak şey, bugünkü dinci gericiliğin şeriatçı tasavvurlarının Osmanlı yönetici sınıflarında aranmasıdır; bunun bir karşılığı yoktur. Bakmayın Abdülhamit’in 31 Mart dinci ayaklanmasına tutunarak iktidarını korumaya çalışmasına, dinci/şeriatçı ayaklanma tehdidi Osmanlı sultanlarının en ürktüğü konu olmuştur. Esasen Osmanlı’da örfi hukukun uygulama alanı her zaman şeri hukuk alanından daha geniş tutulmuş, Tanzimat sonrasındaki dönemde bu eğilim daha da pekişmiş ve sekülerleşme yönünde adımlar da atılmıştır. (Tayyipgillerin Tanzimat sonrasından hoşlanmamasının bir nedeni de budur ama bugünkü dinci gericiliğin kendisine örnek alabileceği bir dönem Tanzimat öncesinde dahi  -16. yüzyıldaki Şeyhülislam Ebussuud Efendi dönemi dahil- bulunmamaktadır).

Sorun şudur                          :

  • Osmanlı’da bile doğrudan iktidar fırsatı bulamamış bir şeriatçı azınlığın, iç koşulların ve emperyalizmin Türkiye planlarının çakışması sonucunda iktidara çöreklenmiş olması ve
  • Cumhuriyetin hem manevi hem de maddi kazanımlarını yağmacı bir zihniyetle 21 yıldır talan edip durmasıdır.
  • Talancıların iktidara yapışmasının bir nedeni buysa, öbürü de hesap sorulmasından dehşetli ürküyor olmalarıdır.

Sonuç: Yeni bir Destan Yazılmalı

Osmanlı “Fetret Dönemi”nin en hayırhah olayı, merkezkaç bir “sosyalizan” güç olarak ortaya çıkan (veya çıktığı varsayılan) Şeyh Bedrettin isyanları olmuştu. Sol yazında “eşitlikçi” ve “paylaşımcı” bir hareket olarak anılan Şeyh Bedrettin olayı, bir yandan da geç feodal Ortaçağ’ın din temelli köylü isyanlarını hatırlatır. Belki bu bakımından, bugünkü aydınlanma ve sosyalizm mücadelesine ışık tutamayabilir. Ama sol mücadelenin de tarihsel efsanelere ihtiyacı vardır ve bu nedenle de Nazım Hikmet tarafından Şeyh Bedrettin Destanı zulme karşı halkın meydan okumasının bayrağı olarak yüceltilmiştir.

Şimdi AKP’nin zulüm ve fetret dönemini aşmanın mücadelesini verirken, yeni destanlar yaratmaya ihtiyacımız var. Bu destanlar, emekçi sınıfların ve sosyalist aydınların omuzlarında yükselecek ve iktidara karşı seçimlerin kazanılmasıyla sonlanmayacak; seçimlerden sonra egemen sistemi sürdürmeye yönelik tüm programlara karşı verilen mücadele sürecinde yazılacak.

OĞUZ OYAN : CEHALETİN İKTİDAR OLMASI

CEHALETİN İKTİDAR OLMASI

      portresi_CHP'li

Prof. Dr. OĞUZ OYAN
SOL PORTAL 19 Nisan 2016


“Eyleme geçmiş cehalet kadar ürkütücü birşey yoktur..” diyordu Bertold Brecht.

Bu bize Kahramanmaraş’ı, Çorum’u, Sivas’ı tarif eder. Ama bunlarla sınırlı değildir; Türkiye’de cehaletin şahlandığı ve içerden-dışardan kolayca manipüle (AS: manuple) edildiği örnekler çoktur ve Osmanlı’yı da katarsanız saymakla bitmez.

Peki bundan daha ürkütücü olan nedir? Cehaletin iktidar olmasıdır!

Emrine tüm yürütme güçlerini almasıdır. Kurumları ele geçirmesidir. Devlet şiddetini uygulama araçlarını kendine bağlayarak teslim almasıdır. (Buradaki önemli aşama, polis gibi kolluk güçlerinden ziyade, silahlı kuvvetlerdir).

Yürütmenin Yasamayı da tümden emrine almasını daha öte bir aşama olarak görmüyoruz; tek bir sağ partinin hükümet kurabildiği hibrit demokrasilerde zaten başka türlüsünü beklemek mümkün değildir. (Ömer Çelik de son olarak bunu vurgulamış görünüyor).

Bunun bir  kademe daha kötüsü, Yürütmenin Yargıyı da ele geçirmesi böylece kuvvetler birliğini tamamlamasıdır.  Türkiye somutunda, “oğlan bizim, kız bizim” aşamasıdır. Şimdi mesele, izleyen aşamada, fiiliyatı hukuk kalıbına dökmektir.

Peki izleyen aşama yani daha kötüsü nedir? Açık faşizme geçiştir ama aradaki farklar artık çok incelmiştir. Bu aşamada artık bağımsız medyanın da tam olarak canına okunmuştur. Şimdi iktidarın  zorladığı temel yöneliş budur. Mümkünse birinci adama ısmarlama elbise gibi oturacak bir başkanlık sistemini de içeren ama esas olarak Anayasanın ilk dört maddesini ve laikliği düzenleyen 24. maddesini yeniden kodlayacak bir yeni Anayasa bunun en önemli kilometre taşlarından olacaktır. Yani iktidar, fiilen kadük kıldığı laiklik ilkesi ve uygulamasını, hukuken de geçersiz kılmalıdır ki, teokratik otokrasi inşasının önünde engel kalmasın; hatta bu inşanın hukuksal zeminini oluştursun.

***
Şimdi bu aşamaların devr-i AKP’de nasıl ve hangi iç ve dış desteklerle  bir bir aşıldığının toplu bir dökümüne burada girişilecek değil. Ancak Cumhuriyet rejimiyle her daim açık bir hesaplaşma içinde olan iki siyasi hareketin ortak belirleyiciliklerinin göz ardı edilemez olduğunu vurgulamak da kaçınılmaz. Hem siyasal İslamcı hareket hem de Kürt hareketi, Cumhuriyetin aydınlanmacı temellerde bir ulus-devlet inşasına (bazı hedeflerine -örneğin eğitim devrimi- tam varamasa da), kendilerine karşı olduğu (İslamcılar) veya kendilerini dışladığı (Kürtler) için hep karşı oldular.

Halen AKP’yi eleştirenler safına geçenlerin büyük bölümü, 2007’ye (hatta bazıları açısından 2010’a/2011’e kadar) AKP’nin iyi şeyler yaptığını, demokratik haklar alanını genişlettiğini, ülkeyi askeri vesayetten kurtardığı vs. söyleyip dururlar. AKP’ye büyük bir kredi açmış olan iç ve dış liberaller (dışarıdakiler hükümetler ve AB kurumları düzeyindedir), AKP’nin bugünkü otoriter eğilimlerindeki sorumluluklarını yoksaymak için de kendilerini bu yoruma mecbur hissederler.

AKP ile en uzun yolu yürümüş olan Kürt ulusalcı hareketinin tüm siyasi ve askeri kanatları ise, ancak 2015 Martından veya Haziranından sonra bu partiye (veya daha çok RTE’ye) mesafe koymuş görünmektedir. Üstelik,  politika seçeneklerini tükettikleri için, yeniden masaya oturmaya hazır oldukları mesajlarını da ihmal etmeden.

Milliyetçiliği her zaman “solculuğuna” baskın olmuş olan Kürt hareketi, bir çözüm olacaksa, bunun “Kemalist” Cumhuriyet karşıtı ideolojik yakınlıklarını çok güçlü gördükleri AKP ile olacağına her zaman inanmış ve buna yatırım yapmıştır. 2002-2015 Haziranı arasındaki bütün seçim süreçlerine çatışmasız ortamlarda girilmesini ve böylece AKP’nin seçim başarılarına açık destek verilmesi bunun bir yüzüdür. 2013 Gezi direnişlerinin başlangıçta ‘çözüm sürecine karşı olan ulusalcıların komplosu’ şeklinde yaftalanması ve açıkça iktidardan yana saf tutulması da buna dahildir.

Diğer yüzü, müzakere-müsamaha ilişkileridir. Müzakere ilişkilerinin vardığı noktalarının bir bölümünü (en son Dolmabahçe mutabakatı) biliyoruz; el altından verilen vaatlerin tam dökümü ise meçhul.  Ama bunların bir bölümünün de uygulamaya “müsamaha ilişkileri” üzerinden yansıdığını, bölgedeki alan hakimiyetinin çeşitli başlıklarda PKK’ya bırakıldığını biliyoruz. Kürt hareketinin temsilcileri, bu fiili durumlardan ziyadesiyle memnundu ve ‘çözüm tartışmaları olacaksa bunun TBMM çatısı altında ortak mutabakatla ve kayda geçirilerek yapılması gereğini’ ileri süren CHP’ye de kuşkuyla bakıyordu (ancak şimdilerde başka çare kalmadığından aynı yöntemi savunmaya başladılar).

7 Haziran 2015 seçim sonuçları ortaya çıkınca, bunu, RTE’nin Türk milliyetçiliği zırhını ve silahlarını kuşanarak “müsamaha” alanlarını geri almaya girişmesi izledi. Bunun bazı silahlı çatışmalara zemin hazırlayacağı öngörülebilirdi. Ancak HDP’nin siyasette kendi önüne geçmesinden rahatsız olduğunu pek de gizlemeyen askeri kanat, buna öngörülenden çok daha sert tepkiler verdi, hendek-suikast eylemleriyle AKP’nin 1 Kasım zaferine bu defa tersinden katkı yaptı.

***
Şimdi biraz daha yakına gelelim. PKK, yan örgütü TAK aracılığıyla 17 Şubat ve 13 Mart 2016’da Ankara’da iki kanlı bombalı eylem yaptıktan ve sivilleri de hedef almaya başladıktan sonra, KCK eşbaşkanı Cemil Bayık‘ın İngiliz Times gazetesine 13 Mart’tan hemen önce verdiği bir demeç yerli medyaya düştü. Bu demeçte Bayık, “Erdoğan ve AKP’yi devirmek istiyoruz. Erdoğan ve AKP devrilmedikçe, Türkiye asla demokratik bir ülke olamaz” buyuruyordu.

Sadece bir sene önce AKP-PKK görüşmeleri sürerken, Erdoğan ve AKP’yi devirmek Türkiye’de CHP dahil sadece soldaki hareketlerin ana hedefiydi. PKK-HDP’nin asla böyle bir hedefi yoktu. Her şey daha netti.

Kanlı şiddet eylemlerini tırmandıran ve sivil Kürt siyasetini tıkayan PKK, şimdi de Bayık’ın AKP karşıtı “demokrasi” açıklamalarıyla, Türkiye’de muhalefetin (özellikle de PKK ile benzer hedefleri savunur duruma düşmek ve bu nedenle iktidarca suçlanmaktan çekinen ürkek muhalefetin) dinci faşizme karşı ortak ses yükseltmesinin nesnel siyasal koşullarını tahrip etmeye girişmiş gözüküyor (muhtemelen de dünyada kendisini daha meşru kılmak için istediği de budur).

Demek ki Türkiye’de muhalefet, AKP’ye karşı mücadelesinde onun eski müzakere ortağı PKK’yı da hedefe almak durumundadır.

***
Peki bu durum, “dokunulmazlıkların kaldırılmasına karşı çıkarsak PKK yanlısı gösteriliriz, iktidarın istismarına açık duruma geliriz, o nedenle Anayasa’ya aykırı olsa bile destek verelim” türünden bir gerekçeye haklılık kazandırır mı? Özellikle de, dokunulmazlıkların kalkmasının öncelikle HDP’lileri tehdit edeceği ve HDP’siz bir Meclisin de CHP’nin “tek çözüm yeri Meclistir” savını boşluğa düşüreceği bilinirken!