Genel iradeyi TBMM’ye yansıtmak için…

İbrahim Ö.  Kaboğlu

İbrahim Ö. Kaboğlu

Siyaset 09.05.2024, BİRGÜN 

“Millet desteği veya seçmen tercihi”, Yasama çalışmalarındaki aykırılıkları “aklama bahanesi”. Yasa önerilerinin Anayasa’ya veya kamu yararına aykırılık iddialarını çürütemeyen Cumhur İttifakı vekillerinin sıkça dillendirdiği bu siyasal referansın ötesi var: Anayasa’ya aykırı ise Anayasa Mahkemesi karar verir.

TBMM faaliyetlerinde her vesile ile partilerinin kazandığı ve CHP’nin yitirdiği seçim sayısını dillendirmekten geri durmayan AKP’liler, Anayasa’ya ve ülke çıkarlarına aykırı, dahası Anayasa Mahkemesince iptal edilen yasaları oylama alışkanlığını hep sürdürdü: “sayısal üstünlük, hep ‘haklılık ölçütü’ oldu AKP ve MHP için.

Bu yaklaşım, müzakereci demokrasiyi engellediği gibi yasamayı da işlevsizleştirdi. Koalisyon değil, tek parti çoğunluğu olsaydı, yanlışı düzelttirmek daha kolay olabilirdi. ‘TBMM’ye takılan ters kelepçe’ olarak nitelediğim ittifak, vasat bir yasama faaliyetini bile engelliyor.

31 Mart’ta, TBMM’deki sayısal çoğunluğun toplumsal desteğini azınlığa düşüren seçmen iradesi, AKP-MHP ittifakının, yasama uygulamasını gözden geçirmesini gerekli kılıyor. Eğer 2017 Anayasa dayatması ile parlamenter rejim lağvedilmese idi, hükümet değişikliği bile gündeme gelirdi. Bu nedenle, 2017 kurgusu içinde yapılabilecekler, demokratik olmayan bu kurgunun lağvedilmesi hedefine de yönelmeli.

Öncelikle demos (halk) iradesi, üç aşamalı okunmalı: 31 Mart’a giden yol; 31 Mart sonuçları ve halk iradesinin TBMM’ye yansıması.

31 Mart’a giden yola damgasını vuran üçlü: Saray, Devlet’in bütün güç ve olanaklarını sahaya sürdü; AKP-MHP, dezenformasyona dayalı seçim kampanyası yürüttü.

  • Yerel seçimler, ülke genelinde Cumhur İttifakı ve Cumhurbaşkanı için plebisite dönüştürüldü.

31 Mart sonucu: Seçmen, tercihini Cumhur İttifakı ve CB için değil CHP için yaptı.

31 Mart sonrası: Belediye başkanlıkları el değiştirirken ‘yavru Saray enkazları’ndan fışkıranlar, ‘saraylar saltanatı’nın yalnızca görünen yüzü. Toplumsal yaşam açısından örneğin 1 Mayıs görüntüsü, 31 Mart için İstanbul seçmeninden Anayasa’ya aykırı biçimde oy dilenen İçişleri Bakanı’nın, “oy yok ise, özgürlük de yok” dercesine Anayasa ihlalinde direnmesidir. Saray ise, demos ve CHP sayesinde yumuşama işaretleri vermiş olsa da, bilime aykırı eğitim ve Anayasa dışı uygulamalar hız kesmiyor.

Bu çerçevede 31 Mart,  Yasama açısından nasıl okunmalı? Halk iradesi ve temsilcileri arasındaki ayrışma ışığında, yasama faaliyetine Anayasa üstünlüğünün geçerli kılınması, CHP’nin yasama politikasını yenilemesi ve gözden geçirmesine bağlı. Zira “siyasal üstünlük” (CHP), “sayısal üstünlük, haklılık ölçütüdür” (AKP-MHP) algısını yıktı.

Bu nedenle başta CHP, ama aynı zamanda DEM Parti, İYİP ve Saadet Partisi yasama politikalarını ayrı ayrı ve birlikte  (“azınlık bilinci” ile) gözden geçirmek durumunda.

AKP-MHP ikilisi için “Anayasa’ya saygı” testi, azınlık bilincinin sürekli canlı tutulmasına bağlı.

İkinci olarak, değişmez hüküm olarak görünüşte sahiplendikleri İnsan haklarına dayanan demokratik ve laik Cumhuriyet”in özünü nasıl boşalttıkları üzerine farkındalık yaratılarak, Cumhur İttifakı’nın ikiyüzlülüğü sürekli teşhir edilmeli (sergilenmeli).

Üçüncü olarak, sözde “darbe ve sivil” karşıtlığı kurarak Anayasal dezenformasyon yaratan (dünya hukuk tarihinin en büyük toplu katliamını yapan Hükümet’in üyesi) TBMM Başkanı’nın, “sözde anayasa” girişiminin gerçek gündemi perdelemesi önlenmeli.

Nihayet, asıl hedef erkler ayrılığı, yargı bağımsızlığı ve parlamenter rejim ekseninde demokrasiyi yeniden inşa etmek olduğuna göre; amaç ve araç tutarlılığında söylem, eylem ve işlem sürekliliği esas olmalı.

Bu bağlamda ve siyasal iktidarın el değiştirmesine giden yolda, birinci parti olmanın psikolojik üstünlüğüne sahip CHP, demokratik gelecek için tarihsel sorumluluk ile karşı karşıya.

Özetle;

  • 2017 kurgusu ve uygulamasının Anayasal rejim ve sistemi ortadan kaldırdığı
    göz ardı edilmeksizin,
  • kişilere değil sistemsizliğin sürdürülemez olduğu gerçeğine odaklanılması ölçüsünde,
    genel irade TBMM’ye yansıtılarak demokratik hukuk devletini inşa umudu doğar.

===========================================
Yazarın Son Yazıları

ÇARŞAMBA İĞNELERİ – 8 Mayıs 2024

Türk Vatandaşı Naci BEŞTEPE

TASARRUF

Tasarruf genelgeleri ve söylemleri gırla gidiyor.

SGK Başkanı üç maaş alıp, her görev için ayrı makam aracı kullanırken, tasarruf emekli maaşlarından yapılıyor.

Diyanet, bütçe toplantısını beş yıldızlı otelde yapıyor. DİB’nın Mekke’de bekletilen makam aracı olduğu açıklanıyor.

Utanmazlıktan da tasarruf yok…

TİŞÖRT (AS: T-Gömlek!)

Van’da bir ilkokul öğretmeni,
23 Nisan’da çocuklara Atatürk’lü tişört giydirdiği için MEB’nca kızağa çekildi.

Bakan Tekin’dir, ne yapsa yeridir…

MÜFREDAT

Tarikatçı Yusuf Tekin’in hazırlattığı binlerce sayfalık yeni müfredattan dinci gericilik akıyor.

Aydınlatma – eğitme yerine karartma – geriletme…

MÜLAKAT

Emniyet’teki yükselme sınavında yazılıdan 90 üstü puan alanlar mülakatta elenmiş.
98 puanlı şehit çocuğu da onlardan biri.

RTE seçim öncesi (11 Nisan 2023) mülakatı kaldıracağına söz vermişti.

Şimdi böyle bir söz vermediğini söylüyor. Bu durumda;

  1. Yalan söylüyor,
  2. Sağlık sorunu var…

ATEŞ

Sinan Ateş’in öldürülmesiyle ilgili iddianame 16 ay sonra (bu arada seçimler yapıldı, bitti) hazırlandı.

İddianameye göre olayın siyasetle ilgisi yokmuş.

Herkes öyle diyor!..

AK İT

Ak it gazetesi, 28 Şubat mahkumu generaller için manşetinde, ”İdam edilmediklerine şükretsinler” yazdı.

Dindar ve ?..

SAĞLIKTA ÇÖKÜŞ…

https://www.cumhuriyet.com.tr/yazarlar/ahmet-saltik/saglikta-cokus-2204595

Cumhuriyet, 09 Mayıs 2024

SAĞLIKTA ÇÖKÜŞ…

Basında, giderek artan sıklıkla sağlık hizmetlerinde tıkanma haberleri izliyoruz. Somut olarak bizim de başımızda: 6 Mayıs 2024 günü sabah gittiğimiz Ankara’daki köklü bir üniversite hastanesinde istenen ultrason işlemi için 03 Ekim 2024 gününe, yani beş ay sonrasına randevu verildi. İdrarda sitolojik inceleme için ise sonucu Kasım 2024’te, yani altı ay sonra alabileceğimizi öğrendik. 438 TL ödersek birkaç hafta içinde alabilecektik.

  • Tipik, PARAN KADAR SAĞLIK! Olmaz, insan onuruna aykırıdır, kesinkes reddediyoruz!

İdrarda sitopatolojik inceleme, erken evrede olası mesane kanseri tanısı içindi. Eğer kanser başladı ise, varsa, 6 Mayıs’ta verilen idrar örneğinin yanıtı altı ay sonra alınabilecek.

Yorumsuz bırakalım bunu!?

Ultrason ise, hemen yapılmaz ise tanı konamayacak, sağaltıma (tedaviye) başlanamayacak.
Eksik veriyle rastlantısal tanıya ise, yanıt alınamayacak. Olanak olursa aynı ya da başka hekimlere yinelenen başvuru olacak. Hasta ölmezse, gerçekte yersiz hekim başvurusu sayısı şişecek. 2023’te bu ortalama 10’u aştı! Ortalama olarak bir insanın yılda on kez hekime başvurmak zorunda kalması kesinlikle normal değildir!

Örnekler asla tekil değil, her gün birkaç “rica” ile karşılaşıyor ve meslektaşlarımıza iletiyoruz. Onlar da olanak ölçüsünde dayanışmacı davranıyorlar sağolsunlar. Ancak bu tablo sürdürülesi değil.

MHRS (Merkezi Hekim Randevu Sistemi) çalışmıyor!

Önceleri hastane kapılarında, koridorlarında uzayan kuyruklar, şimdi evlere hapsedilmiş, kamuoyunun gözünden sözde saklı ama yakıcı sorun için için yaşanıyor. Elektronik hasta randevu tabelasında on dakika içinde dört hastaya randevu verildiği fotoğraflandı önceki gün ve dün gazetelerde idi. Bu son derece ciddiyetsiz ama sonuçları ciddi, ağır.!

AKP, Haziran 2003’ten bu yana, 21 yıldır, kesintisiz olarak SAĞLIKTA DÖNÜŞÜM adlı bir
IMF-Dünya Bankası klasiğini dayatıyor. Temel yeğleme (tercih) SAĞLIKTA ÖZELLEŞTİRME!..
Ana eksen bu politikanın türevi adımlar, tüm olumsuz gelişmelere karşın inatla sürdürülüyor. Kamusal sağlık altyapısı ve üretimi hizmetler, bilerek ve isteyerek gereksinime uygun artırılmıyor, özel sektöre bilinçli alan açılıyor.

21 yılın istatistikleri çok çarpıcı: 2002’de Bakanlık hastanesi sayısı 774 ve 20 yılda artış %23 iken (953 hastane) özel sektörde 2002’de 271 olan hastane sayısı %110 artışla 571! 2022 sonunda toplam 1555 hastanenin 1/3’ünden çoğu özel. Hastane yataklarında da durum benzer. Bakanlık yatak sayısı 20 yılda %46 artmış iken, bu oran özel sektörde %184! Yoğun bakım yatakları dağılımı daha da çarpıcı: 48.807 yatağın 24.142’si –yalnızca yarısı!– Bakanlığın, 17.645’i özel sektörün. Yine 1/3’ten çok. Bu yataklar yaşamsal önemde. Gerekip de zamanında bulunamazsa sonuç ölüm ya da ağır engellilik. Dolayısıyla yurttaş iflas etmesi pahasına özele yönlendirilmiş oluyor. Sonra da ekonomik olarak belini doğrultamıyor. Kovit salgınında özel yoğun bakım yatakları yeterince kullanılamadı, SGK tarifesiyle hasta kabul etmek istemedi özel sektör.

Son olarak hemodiyaliz aygıtına bakalım: Toplam 28.736 birimin (ünitenin) 10.575’i özel sektörün elinde. MR, BT, USG, Doppler, EKO, Mammografi, Gamma Kamera, PET, Radyoterapi sayılarında da belirgin özel sektör üstünlüğü var ve son 20 yıldır kamu planlı geri çekilirken, özel sektöre “haydi, yürü ya kulum” deniyor!

Yeri gelmişken, SGK’nin geriödeme kuralları ve tutarıyla ilgili birkaç örnek verelim:

RG’de 04.05.2024’te yayınlanan SUT değişikliğine göre; acil serviste bir hastayı yatırmak, üç öğün yemeğini vermek ve hekim muayene-izlemini sağlamanın bedeli 208,32 TL. Bir kalp pili takmanın bedeli 139,33 TL. Arabanızın kış-yaz lastiklerini kaç paraya değiştirirler sahi?!

Örnekler çok, yerimiz dar. İktidar bilmez mi bu “komik” geriödemeler gerçekçi değil ve bu parayla yeterli-nitelikli sağlık hizmeti olanaksız! Özellikle kamu üniversite hastaneleri döner sermaye işletmeleri ağır borç yükü altında tutuluyor. Yurttaştan yüksek ek ödemeler isteniyor!

Ne yapmalı                         ??

Öncelikle sağlığın temel bir insan hakkı olduğu tartışmasız kabul edilmeli.
Anayasa m.56 ve pek çok yasa, uluslararası sözleşme pekiştirici kağıt üstünde!
Hak temelli bu yakaşım, kamuya da sağlık hizmeti sunma yükümü getirir doğallıkla.
Oysa neo-liberal küreselleşTİRmeciler= yeni emperyalistler, tüm kazanımları geri almada kararlı. İşbirlikçilerini özellikle gelişmekte olan çevre ülkelerde buluyor ve iktidara getiriyorlar.
Öncelikle bu denklemi reddetmeli!
Ardından hızla, yaygın ve nitelikli koruyucu sağlık hizmetlerine, bütüncül olarak
sağlıklı-güvenli yaşama öncelik vermeli.
1. Basamak güçlendirilmeli.
Sağlık emekçilerinin çalışma koşulları iyileştirilmeli.
Giderlerse gitsin” ile olmuyor, özür dilenmeli.

20 yılda oluşan yıkımı onarmak için, şimdiye dek yapılanların tersi yapılmalı.
Hızla çark!
Başka çıkış yok eyyy AKP!
Kamu sağlığına daha çok kaynak ve koruyucu sağlık hizmetine kesin öncelik!
Hemen, derhal, bu gün!
======================================
Yazımızın PDF biçimi : Sağlıkta Çöküş, 09.05.2024

Asırlık çınar Cumhuriyet gazetesi

Benim Cumhuriyet'im

CumhuriyetAsırlık çınar Cumhuriyet gazetesi

07 Mayıs 2024, Cumhuriyet

Cumhuriyet gazetesi 100 yaşında!

Gazetemiz, Türkiye Cumhuriyeti ile yaşıt. Bu nedenle gazetenin yaşam öyküsü yalnızca Cumhuriyet gazetesinin değil, Türkiye Cumhuriyeti’nin ve Türk toplumunun da var olma öyküsüdür.

İstanbul işgal edildiğinde Yunus Nadi İstanbul’da Yenigün adını taşıyan gazetesini yayımlıyordu. Milli Mücadele‘yi desteklediği için işgal güçlerinin baskısı altındaydı. İşgalciler kendisini tutuklamak istediler, Yunus Nadi; Anadolu yolunu tuttu, Mustafa Kemal’e katıldı. Yalnızca Ankara’ya gitmekle kalmadı, Yenigün matbaasını da işgal altındaki İstanbul’dan parça parça sökerek Ankara’ya taşıdı ve 9 Ağustos 1920’den itibaren (başlayarak) Anadolu’da Yenigün adını taşıyan gazetesini yayımlamaya başladı.

İçtenlikli bir Kuvayı Milliyeci olan Yunus Nadi, hem Meclis’te çalışıyor hem de gazetesi ile Milli Mücadele’yi destekliyordu

Cumhuriyet ilan edilince Yunus Nadi, Atatürk’ün isteği ile Cumhuriyet gazetesini kurdu ve gazetenin ilk sayısı 7 Mayıs 1924 tarihinde yayımlandı.

Yunus Nadi tam 100 yıl önce, ilk gün yazdığı başyazıda Cumhuriyet gazetesinin ilkelerini tanımlamıştı. Yunus Nadi, 100 yıl önce şöyle diyordu:

  • “Biz Cumhuriyetin koruyucusuyuz…
  • azetemiz ne hükümet gazetesi ne de parti gazetesidir.
  • Cumhuriyet sadece Cumhuriyetin bilimsel ifadesiyle demokrasinin savunucusudur.”

100 yıl boyunca her dönemin etkin kalemleri, düşün dünyasının en önemli yazarları hep Cumhuriyet’te toplandı. Bu köklü çınar sansüre, her türlü baskıya karşı çıkarak özgür basının sembolü olmuştur.

Gazetenin yazarları öldürüldü. Onlar basın şehitleridir.
Gazetenin yazarları hapse atıldı. Gazetemizin ilanları kesildi.

Gazetenin bahçesine üç kez bomba atıldı. Tüm susturma çabalarına karşın Cumhuriyet’i susturamadılar.

Cumhuriyet bugün başı dik, Aydınlanma ve demokrasi mücadelesini sürdürüyor.

Cumhuriyet gazetesi dünyada eşi olmayan bir yönetim modeline sahiptir. Holdingleri yok, şirketleri yok, yan kazançları yok, patronu yok…

Gazete 31 yıllık Cumhuriyet Vakfı tarafından yönetiliyor. Vakıf yönetim kurulunu gazetenin çalışanları ve Atatürkçü aydınlar oluşturuyor.

  • Cumhuriyet’in en büyük sahibi sadık okurlarıdır.

Yunus Nadi’nin 100 yıl önce yazdığı gibi Cumhuriyet, Atatürk’ün Aydınlanma yolunda yürümeye devam edecek. Aynı zamanda hukuk devleti ve güçler ayrılığına dayalı tam demokrasinin gerçekleşmesi için de mücadelesini sürdürecektir.


Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

Sonsuza dek10 Kasım 2023

Din eğitimi yerine sanat eğitimi

İsmail Altınok

Ressam İsmail Altınok’un 1968’de Vatan gazetesi sanat sayfasında yayınladığı bu yazının güncelliği ne yazık ki sürüyor.

Vatan Gazetesi (31 Temmuz 1968 Çarşamba)
Fikir ve Sanat köşesi.
Gercekedebiyat.com
Din eğitimi yerine sanat eğitimi / İsmail Altınok (gercekedebiyat.com) 

Son Konya olayları karşısında aklımıza gelen ilk düşünce bu oldu. Din eğitimi yerine sanat eğitimi.

Sözde kültürlü din adamı yetiştirerek halkımızı eğitmeye çalışacağımıza, iyi düzenlenmiş sanat gösterileri ile çağımızın duygu ve düşüncelerini toplumumuza aşılayabilseydik bugün bu durum daha başka olurdu.

Eski din adamlarımızın kültürsüz oldukları, bu nedenle geçmişimizdeki utanç verici olayları hazırladıkları, bugünkü koşullar içinde ise din adamlarımızın yararlı olabileceği inancı bizi yanılttı. Kültürlü din adamı yetiştirelim derken, din, yine ters amaçlar için kullanılan bir araç durumuna getirildi.

Bugünkü din adamlarının da geçmişteki din adamları gibi devlet yönetimini ellerinde tutmak istedikleri ve her çeşit yeniliğe karşı oldukları anlaşılmıştır.

Bunu daha iyi anlayabilmek için geçmişimize bir göz atmak yerinde olur:

10. Yüzyılda Türklerin İslamlığı benimsemesinden sonra Büyük Selçuklular döneminde (1065’te) Bağdat’ta ilk medrese açılmıştır. Zamanla bu medreseler İslami yüksek öğretim kurumu oldu. Halk çocukları için de dinsel ihtiyaçları karşılamak üzere  “mahalle sıbyan mektepleri” açıldı. Medreselerde Arapça olarak şer’i dersler, Aristo mantığı ile ayet ve hadislerin tefsirleri okutulur, mahalle ve sıbyan mekteplerinde de “elif ba, tecvit ve ilmihal ile padişah ve Muhammet ümmeti için dualar ezberletilirdi.

Medreselerden çıkanlar, devletin yönetimi ve yargı alanlarında görevler alırlardı.

Böyle, bütünüyle dinsel bir öğretim ve eğitimden geçen medreselilerin, dinsel hukukun ve şeriatın temsilciliğini yapmaları ve günün koşullarına göre yapılmak istenen yeniliklere karşı durmaları doğaldır.

Nitekim, kimi ıslahat (düZelterek yenileştirme) hareketlerinin yapılmasının zorunlu görüldüğü Tanzimat döneminde din adamları ve medreseliler yeniliklere tepkiler göstermişler ve kan dökülmesine neden olmuşlardır. Patrona Halil ayaklanması, Kabakçı Mustafa isyanı bu dönemin önemli olaylarıdır.

Tanzimat’tan sonraki dönemde de yeniliklere karşı tepkiler sürer. 31 Mart ayaklanması bunlardan biridir.

  • Geri kalmamızın doğru ve kesin tanısını ilk koyan ve bu gericilere “dur!” diyen
    Atatürk olmuştur.

Gerçi din adamları O’na karşı da ayaklanmışlardır; fakat isteklerini elde edememişlerdi. Şeyh Sait İsyanı, Menemen olayı, Ticani ve Nurculuk hareketleri Cumhuriyet döneminde görülen gericilik hareketleridir.

Bir de Avrupa’yı bu bakımdan ele alalım:

Orta Çağ’da Avrupa da bizim durumumuzdadır. Din eğitimi olabildiğince egemendir, okullarda Latince ile teolojik bilgiler öğretilmektedir. Yönetim kilisenin elindedir. Bu durum Rönesans’a dek sürer.

  • Rönesans hareketi, gözlem ve deneylerle Doğa’nın incelenmesini yayar.

Dinsel bilgilerle doğa olaylarının çözümlenemeyeceği anlaşılır. Sosyo-ekonomik gelişmeler de, yeni yaşam düzleminde pratik öğrenim gereksinimlerinin öne alınmasını gerektirir.

  • Böylece okullar dinci / dinsel öğretim ve eğitimden kurtarılarak
    pozitif bilimlerin, güzel sanatların öğretildiği kurumlar durumuna getirilirler.

Bizim toplumumuz bu evrelerden geçmediği için, Atatürk, dinci / dinsel eğitimi kaldırıp laik öğretimi getirmiş, dinsel hukuk yerine medeni hukuku ülkemize yerleştirmiştir.

Ayrıca, uygar ve ulusçu bir toplum olmanın gereklerini düşünerek devrimler yapmış,

  • Türk dilini Arapça ve Acemce kelimelerden temizleyerek arı dil olma yoluna sokmuştur.

Geçmişimizde Atatürk’e benzer bir devlet adamı göremeyiz.

Yalnızca 1277’de Karamanoğlu Mehmet Bey, Konya’yı Selçuklulardan alıp Türkçe’yi resmi dil ilan eder ki, bunun da sonu getirilemez.

Atatürk’ün gerçekleştirdiği bu düzen içinde yapılacak önemli işlerden biri de sanat eğitimi idi. Batıdaki uluslar toplumlarını eğitmek için, mevsimlere ve bölgelere göre büyük sanat hareketleri düzenlerken, biz göstermelik işlerle yetindik; sanat çalışmalarını yaygın duruma getiremedik. Gittikçe artan boş insanlarımızı sazlarla, sözlerle, maçlarla oyalamaya çalıştık.

Batı’da birbiri arkasına büyük sergiler açılır, yılda birkaç kez müzik ve film festivalleri düzenlenirken, tiyatro ve bale gösterileri gittikçe yaygınlaştırılır, televizyon önemli bir eğitim aracı durumuna getirilirken, bunların nedeni üzerinde hiç durmadık.

Şimdi ise yine, Türk olduğunu unutan, Türkçe’nin bilincine varamayan, uygarlığa katılmak istemeyen, eski kulluklarına kavuşmayı ne pahasına olursa olsun kafasına koyan, bunun için eğitemediğimiz halkı ve onların elinde yetişen İmam- Hatiplileri kaba güç olarak kullanan sözde din adamları ile karşı karşıya bulunuyoruz.

Bir kez daha söyleyelim ki;

  • “Bizi yaratan doğa, insan eden de sanattır.” (AS: ve Bilim!)

Biz de bir an önce bu sözün bilincine vararak uygulamasına girişmeliyiz.

Prof. Dr. D. Gözütok Cumhuriyet’in konuğu : MEB’in yeni taslağı

Prof. Dr. Gözütok, MEB’in taslağında amacın ulusu ümmet yapmak olduğunu söyledi: Kulluğun sonu ortaçağ

Prof. Dr. Gözütok, MEB’in taslağında amacın ulusu ümmet yapmak olduğunu söyledi: Kulluğun sonu ortaçağ!

Bu taslak metin,
– vatanı ‘mülk’,
– ulusu ‘ümmet’,
– yurttaşı ‘kul’ yapmayı amaçlıyor.
Türkiye’yi ortaçağ karanlığına götürmeyi hedefliyor.
Gericileşmede büyük adımlarla yol alınıyor.
Geleceğin erişkinlerine, 12 yıl içinde yapılan ve ‘yenilikler’ getirdiği iddia edilen bu değişiklikler ihmaldir, istismardır,
çocuklara uygulanan zihinsel, duygusal ve bedensel şiddettir.

 

Prof. Dr. Dilek Gözütok Cumhuriyet’in sorularını yanıtladı. 

– Adına “müfredat” denen “eğitim programı” nedir?

Eğitim programı, ülkenin yetiştireceği insanın özelliklerini tanımlayan, nasıl yetiştirileceğini, nasıl değerlendirileceğini planlayan ürünlerdir. 1924’ten başlayarak hazırlanan ve uygulanan eğitim programlarında milli, manevi, ahlâksal, kültürel ve sosyal değerler yer aldı; bu eğitim programları aracılığı ile bireyin, toplumun ve ülkenin gereksinimlerinin karşılanması amaçlandı. Toplumu oluşturan bireylerin ümmetten vatandaşa dönüştürülmesi için çaba gösterildi.

  • Cumhuriyet, “Türk Devrimi”ni gerçekleştirdiği eğitim programlarıyla mülkten “vatan”, ümmetten “ulus” yarattı, kulu “yurttaş” yaptı.

– Bu durum ne zaman değişmeye başladı?

1950’li yıllarda eğitim programlarında seçmeli Din Dersi vardı. Ders, seçmeliydi ama çocuğunun bu derse girmesini istemeyen veli “Girmesini istemiyorum” diye dilekçe (bildirim) verirdi. 12 Eylül 1980 askeri darbesi sonrasında, eğitimde bilim dışı ve laiklik karşıtı uygulamalar devlet politikası oldu. 1982 Anayasasına aykırı olarak 4. sınıftan lise son sınıfa dek zorunlu Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi Dersi kondu. Velilerin mücadelesi ile

  • AHİM, zorunlu din dersinin insan hakları ihlali (çiğnemi) olduğu kararını verdi.

Ancak 2012’de 4+4+4 yapılanması ile programlara çeşitli adlarla din ağırlıklı seçmeli dersler yerleştirildi ve öğrencilerin seçmesi için okul yönetimlerine baskı uygulandı. Her bilim dışı program değişikliğinde “seçmeli”, “zorunlu seçmeli” başlıklarında çok sayıda din içerikli ders, programlara yerleştirildi. Akademik okulların programları İmam Hatip Okulu programlarına benzetildi.

– Tüm bu değişiklikler yapılırken kimlerden yararlanıldı?

AKP iktidara geldiğinde MEB’de üniversitelerin Eğitim Bilimleri bölümlerinden bilim uzmanlığı ve doktora derecesi alan deneyimli öğrencilerimizi dağıttı. Gerici anlayışa hizmet eden kişilerle kadrosunu oluşturdu. Yeni kadro üyelerinin bir kısmı FETÖ ya da farklı cemaat mensupları, bir kısmı akademik camiada başarılı olamamış AKP’ye biat eden üniversite öğretim üyeleri ya da emperyalist kuruluşlara hizmet edenlerdi. Özellikle Kemalist bilim insanları YÖK’ün saldırıları ile hırpalandı, kadro verilmedi, bir kısmı KHK ile atıldı.

– Bilim insanları olarak sizler ne yaptınız?

İlk yıllarda henüz üniversiteler işgal edilmemişti. Demokratik kitle örgütleri, eğitim sendikaları, hatta veliler bile hak arayabiliyor, dava açabiliyor, mücadele edebiliyordu. Demokratik kitle örgütleri ve üniversiteler olarak araştırmalar yaptık,  kongreler ve yürüyüşler düzenledik, gazlar yedik. O zamanlar sesimiz daha çok çıkıyordu. 2005’te veliler programı dava etti. Danıştay 10. Dairesi, Hayat Bilgisi ve Türkçe dersleri programlarını “Türk Milli Eğitiminin amaçlarına ve demokratik değerlere uygun değil” gerekçesiyle iptal etti. Ama üç beş sözcük ekleyip 2009 programı diye TTK’ya onaylattılar.

– Darbe girişimi öncesi eğitimde FETÖ’nün etkisi nasıldı?

2013’ten itibaren her gelen bakan yeniden program yapmaya kalktı ve 2016’ya kadar hep FETÖ’cüler çalıştı. Subliminal mesajlar veren kitapları onlar bastı. Örneğin Din Bilgisi kitabında FETÖ’nün Türkçe olimpiyatları sembolü vardı. Peygamberin hayatıyla Türkçe olimpiyatlarının ne ilgisi var? Biz bunları hep yazdık, çizdik, paneller düzenledik, dava ettik ama baş edemedik. Yıkım projesi çok güçlüydü.

– 15 Temmuz sonrası neler değişti?

15 Temmuz’dan sonra, FETÖ reklamı içeren binlerce kitap ve kitap sayfaları MEB tarafından yok edildi. AKP iktidarı kendi bastırdığı ders kitaplarını imha ederek “Türk Eğitim Tarihi”ne geçti. Onların hazırladığı kitaplardan sayfalar çıkarıldı. Kitaplar yakıldı. Kendilerince kitapları FETÖ’den ayıkladılar. O dönemin bakanı “Nitelikli okul, niteliksiz okul” ayrımı yaptı ve “proje okulları” diye İstanbul Erkek Lisesi, Galatasaray Lisesi gibi okullara saldırdılar. Okulların müdürleri değişti, olaylar çıktı. Yani insanlar çok mücadele etti ama her yerden saldırdılar. Bakan İsmet Yılmaz “Programları değiştiriyorum, 15 gün izin veriyorum. Herkes incelesin, görüş alacağım.” dedi. Üniversitede çalışma grupları kurduk, inceledik,  sendikalarla raporlar hazırladık. Bir cümlesine bile bakmadan programı uygulamaya koydular.

– Şimdi de inceleme için bir hafta zaman tanındı…

Bir hafta diyorlar ama yalan. Ancak şu an daha öncekilere göre çok daha kritik.

– Neden daha kritik?

Metinde, “bilim” yalnızca 43 kez, “ahlak” 61 kez, “erdem” 46 kez, “değer” ise hepsinden fazla, yüzlerce kez kullanılırken, Atatürk ve Cumhuriyet geçmiyor. Gelişim ve evrim demekten kaçınmak için “tekâmül”, bilim yerine “ilim” sözcüklerinin kullanılması, “belagat”, “kâmil insan”  vurguları, kendi ideolojilerine uygun bir nesil yetiştirme hedefledikleri anlamına geliyor. Sanki tekkede mürit yetiştiriyorlar.

“SONU HÜSRAN”

– Bu programla zaten eğitime sokulan tarikat ve cemaatlerin etkisini daha da mı fazla görüyoruz?

Rektör yapılması için özel geçici yasa çıkarılan Milli Eğitim Bakanı TBMM’de  “Cemaatler STK’dır. Onlarla protokoller yapmaya devam edeceğiz.” dedi. Tarikat ve cemaatleri STK olarak gören anlayış, çağdaş bir eğitim programı yapamaz.

Metinde çocukların düşünme ve sorgulama becerilerini geliştiren Felsefeye 67 sayfa ayrılırken Din Öğretimine 572 sayfa ayrılmış.
İmam Hatip okullarındaki başarısızlıktan ders almamışlar.
Şimdi bütün okulları imam hatip ruhuyla götürmeye çalışacaklar. Sonu hüsran bir politika. 

– Taslak metni incelediğinizde başka neler dikkatinizi çekti?

Kurtuluş Savaşı’nda Hanedanın ihaneti görmezden geliniyor.
Cumhuriyet ve devrimler, olabildiğince kısa tutuluyor.
Bilimsellik sözde kalmış, Evrim kuramına yer verilmiyor.
Din kültürü dersi tümüyle Emevi öğretisine dönüşmüş, öbür dinlerden hiç söz edilmiyor.

– “Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli” adını nasıl değerlendiriyorsunuz?

AKP’nin seçim sloganı olan “Türkiye Yüzyılı” ne demek? Dünyada hiçbir ülkenin yapamadığı bir icat mı yapıldı? Bu sıfatı uluslararası bir kuruluş mu verdi? Türkiye Cumhuriyetinde yüz yıldan beri Arapça olan, konu listesi anlamına gelen ”müfredat” kavramı kullanılmaz. Eğitim Programı, Öğretim Programı, Ders Programı kavramları kullanılır. 21. yüzyılda “eğitim programı” konu listesi değil, çok boyutlu bilimsel araştırma sürecidir. Üniversitelerimizde Eğitimde Program Geliştirme bölümleri, YÖK’te bu adla doçentlik alanı var. Türkiye’de Eğitimde Program Geliştirme doçent ve profesörleri, bilim uzmanları var.

  • Maarif Modeli” kavramı, FETÖ’nün yurt dışında kurulan Maarif Vakfı’nın ve bu vakfa bağlanan okulların modelidir ve Arapça bir kavramdır.

Türkiye Cumhuriyetinde Eğitim konusunu çalışan Bakana Maarif Vekili değil, “Milli Eğitim Bakanı” denir.

– Bu programda amaç nedir?

Metne bakıldığında ülkeyi toptan dincileştirmeyi amaçladığı, bilimin ürünlerine, evrime, integrale bile karşı olup kapsamdan çıkarıldığı görülüyor.

Bu taslak
– vatanı “mülk”,
– ulusu “ümmet”,
– yurttaşı  “kul” yapmayı amaçlıyor.

  • 2005’ten beri uygulanmakta olan bütün programlar Türkiye’yi ortaçağ karanlığına götürmeyi hedefliyor.

Köklü Cumhuriyet değerlerini savunan kuruluşların direnmesine karşın, gericileşmede büyük adımlarla yol alınıyor.

Cumhuriyetin kurduğu kurumlar yıkıldı, değerler altüst edildi.

Hile hurda ile seçim kazanıldı, Türkiye Cumhuriyetinin yönetim biçimi değiştirildi.

Cemaatler bu ülkenin kaynakları ile mahalleler, hastaneler, üniversiteler, okullar ve holdingler kurdu.

Sığınmacı ve göçmenlerle ülkenin demografik yapısı değişti. Manzara çok karanlık.

– Mevcut eğitim sistemini nasıl özetlersiniz?

Bugün uygulanan eğitim programları ulusal, bilimsel ve laik değil!

Tarihi, Türkçeyi ve öbür bilim alanlarını, hatta dini bile yanlış öğretiyor.

6 yaşından 18 yaşına dek öğretim sistemi içinde olan geleceğin erişkinlerine, 12 yıl içinde yapılan, “yenilikler” getirdiği iddia edilen bu değişiklikler ihmaldir, istismardır.

Çocuklara uygulanan zihinsel, duygusal ve bedensel şiddettir.

Bugün örgün eğitim yaşındaki 2 milyon çocuk eğitimin dışına çıkarıldı. Açık ortaokul ve açık liseye kayıtlı olan çocukların kimisi çırak, kimisi hafızlık kurslarında. Kimisi çocuk yaşta evlendirilmiş, çoğu da türlü iş alanlarında ucuz işgücü olarak çalıştırılıyor.

  • Yüz binlerce çocuğun cemaatlerin elinde olduğu, uğradıkları şiddet, istismar ve intihar haberleri basında yer alıyor.

Yoksul aile çocukları istekleri dışında imam hatip okullarına kaydediliyor, öbürleri özel okullara gitmek zorunda kalıyor. Kamusal eğitim yerine cemaatlere ait özel okullar destekleniyor. 3-6 yaşındaki çocukların yalnızca yüzde 39’u okul öncesi eğitime katılabiliyor, bunların yarıdan fazlası ya özel eğitim kurumlarında ya da diyanetin/cemaatlerin açtığı anaokullarında Kur’an kurslarında.

– Bu eğitim programları Türkiye’nin geleceğini nasıl etkiler? 

Bugün uygulanmakta olan eğitim programlarıyla ancak sorgulamayan, eleştirmeyen, bilimsel düşünemeyen, okuduğunu anlamayan, biat eden Cumhuriyet düşmanı bireyler yetiştirilebilir. Adına müfredat dedikleri metnin tamamı, anayasanın laiklik ilkesine ve Milli Eğitim Yasası’na aykırı. Bu ürünü hazırlayanlar suç işliyor.

– Bu taslak program yeni eğitim öğretim yılında uygulamaya konabilir mi?

Eğer Cumhuriyet değerlerine inanan herkes, kurumlar, kuruluşlar bir araya gelip direnemezsek haftaya TTK’dan geçirip 2024-2025 öğretim yılında 1., 5. ve 9. sınıflarda bu akıl ve bilim dışı metni uygularlar.

  • Zaten kimi cemaat okulları MEB’in kitaplarını okutmuyor.

5-10 sayfalık fasiküller hazırlayıp eğitimi bu yolla yapıyorlar.

– Peki, öğretmenlerin eğitimi…

Nitelikli bir eğitim fakültesi okuyup, Cumhuriyet değerlerini içselleştirmiş öğretmenleri bir yana bırakırsak; ne yazık ki 1997’den beri öğretmenler ve öğretmenlik mesleği çok zarar gördü. Öğretmenlik sertifikası bile olmayanlar ya da uyduruk paralı öğretmenlik sertifikası olanlar, AKP yönetiminde KPSS’de düşük puan alanlar, bir yandaş sendika kanalıyla mülakatla öğretmen yapıldı. Cumhuriyetin ilk yıllarından beri yasalarla planlanan hizmet içi eğitim programları kaldırıldı.

Öğretmenler eğitim programını okumuyor, anlamıyor!

Yalnızca kitap ya da kitap yerine geçen, kitap piyasasının hazırladığı materyallerle ders veriyorlar. Ne yazık ki çoğu ders planını internetten çıkarıyor hatta planı olmadan derse giriyor. MEB öğretmen gereksinimini kapatmak için öğretmen ataması yapmak yerine “ücretli” ya da “sözleşmeli” statüde istihdam yapıyor.

– Yerel seçimlerden birinci parti çıkan CHP bu manzarada nasıl bir yol izlemeli?

CHP, önceki yıllarda yapılan program değişiklikleri zamanına göre çok daha avantajlı ve güçlü. CHP halktan aldığı güçle bir şey yapmalı, gerekirse yollara dökülmeli.

  • Bu program, ülkemiz ve cumhuriyetimiz için bir beka sorunudur.

Her sözcüğüne itiraz ettiğimiz bu abuk ürünle cumhuriyet ve demokrasiye ilişkin toplumda kalan değerler de yok edilmek isteniyor.

Bu duruma itiraz, hatta isyan etmeli!

Cumhuriyet değerlerine sahip çıkıyorum” diyen siyasal partiler, sendikalar, basın-yayın kuruluşları, demokratik kitle örgütleri, veliler örgütlenip bu saldırıya karşı mücadele etmek zorunda.

Türkiye emperyal güçlerin içeriden ortakları ile işgal altında.

  • Yeniden  “Kurtuluş Savaşı” vermek zorundayız. 

– Her şeye rağmen uygulanırsa ne olur?

O zaman veli bilinçlendirilir ve çocuğunu okula göndermez!

Bu eylemlere Cumhuriyeti kuran parti, CHP önderlik etmeli. Bütün demokratik kitle örgütleri, meslek kuruluşları ve barolar  100. yılında Cumhuriyete sahip çıkmalı.

– Türk Milli Eğitimi’nin gereksinimi nedir?

Cumhuriyetin 100. yılında bir Mustafa Kemalimiz yok ama Cumhuriyet devrimlerinin her alanda yetiştirdiği çok donanımlı bilim ve sanat insanlarımız var. Cumhuriyet ilkeleri kapsamında yıkılan kurumları, çökertilen Eğitim Sistemini yeniden kurarız.
=========================================
PROF. DR. DİLEK GÖZÜTOK

Kilis’te doğdu. 1973’te Kız Teknik Yüksek Öğretmen Okulu’ndan mezun oldu. Lisans, yüksek lisans, doktora derecelerini Ankara Üniversitesi’nden aldı. Eğitim programları ve öğretim alanında 1995’te doçent, 2001’de profesör oldu. 2016’da emekli olan Gözütok’un eğitim programları alanında birçok yayını bulunuyor. Atatürkçü Düşünce, Çocuk İhmal ve İstismarını Önleme, Çağdaş Yaşamı Destekleme ve Cumhuriyet Kadınları derneklerinde çalışmalar yapan Gözütok, Laiklik Meclisi ve Eğitim İş Bilim Kurulu üyesi.

Hastanelerde randevu sorunu

Hastanelerde randevu sorunuFotoğraf: İHA

Sağlık Bakanlığı’nın istatistiklerine bakıldığında bu tespit (saptama) açık olarak görülmektedir.

2002-2022 yılları arasındaki 20 yıllık AKP iktidarı döneminde Sağlık Bakanlığına bağlı hastane sayısında %23 oranında bir artış olurken, özel hastane sayısındaki artış %110 civarında (dolayında) gerçekleşmiştir.

Yine aynı 20 yıllık dönemde hastane yatağı sayısındaki artış Sağlık Bakanlığı hastanelerinde %46 iken özel hastanelerde %184’tür.

Kamunun sağlık hizmetlerindeki payının azalması nedeniyle vatandaşların kamu hastanelerinden hizmet alma imkânı (olanağı) azalmış, Sağlık Bakanlığı hastanelerinden randevu alınamaz hale (duruma) gelmiştir.

Sağlık Bakanlığı her ne kadar (denli) yönetmelikler yayınlayıp randevu sorunu için toplantılar yapmış olsa da, izlenen yanlış sağlık politikalarıyla vatandaşların hastanelere ulaşımını kolaylaştırmak mümkün (olanaklı) değildir. Randevu sorunun altında yatan gerçek, kamu hastanelerinin azlığıdır. (AS: Kapsamlı-nitelikli koruyucu sağlık hizmetleriyle hastane gereksinimi çok çok azaltılabilir.. köktenci çözüm budur..)

Hastanelerdeki randevu sorunun çözümü için vatandaşın başvurabileceği poliklinik sayısının artırılması gerekmektedir. Kısa vadede (erimde) bu sorunu çözmek için Sağlık Bakanlığı özel muayenehaneleri sağlık sistemi içine dahil ederek (katarak) özel muayenehanelerden sağlık hizmeti alımını sağlamalıdır. Özel muayenehanelerin tıpkı özel hastaneler tanınan şartlarda (koşullarda) Sosyal Güvenlik Kurumu (SGK) ile anlaşma yapmasına imkan (olanak) tanınarak, vatandaşların özel muayenehanelerden ücretsiz sağlık hizmeti almasının yolu açılmalıdır.

Randevu sorununun kalıcı çözümü için kamu hastanelerinin sayısının artırılması zorunludur. Bunun için ulaşımı zor olan şehir hastaneleri modelinden, vatandaşların daha kolay ulaşabileceği lokasyonlarda (yerlerde) Devlet hastaneleri modeline dönülmelidir.

Sağlık Bakanlığı ve Cumhurbaşkanlığı yatırım programındaki maliyetler göz önünde bulundurulduğunda;

Sağlık Bakanlığı bütçesinden 2017 – 2024 arasında Şehir Hastaneleri için (Kira + Hizmet bedeli) harcanan miktar 187 milyar 735 milyon 587 bin 216 TL’dir.

*2023 yılı Sağlık Bakanlığı Bütçe Sunumu
** 2020 yılı Sağlık İstatistikleri Raporundan 

Bu miktardaki harcama ile her yıl 500 yataklı hastane yapılmış olsaydı, şu an elimizde 28.548 yatak kapasiteli (sığalı) 18 Şehir Hastanesi yerine 107.192 yatak kapasiteli (sığalı) 214 Devlet Hastanesi olacaktı (500 yataklı hastaneler). Böyle yapılmış olsaydı, vatandaşlarımızın başvuracağı hastane sayısı daha fazla (çok) olacaktı.

Üstelik bu hastanelerin sahibi özel şirketler değil Kamu olacaktı ve 25 yıl değil 1 kez ödeme yapacaktık.

Bir taraftan (yandan) şehir hastaneleri üzerinden kamu zararı devam ederken (sürerken) diğer taraftan (öte yandan) vatandaşlarımız hastanelerden randevu alamamaktadır…

Düzmece rapor uzmanı, Fincancı

Mine G. KırıkkanatMine G. Kırıkkanat

kirikkanat@mgkmedya.com Son Yazısı / Tüm Yazıları

05 Mayıs 2024, Cumhuriyet

1 Mayıs’ta CHP Genel Başkanı Özgür Özel ve İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’nu Şebnem Korur Fincancı’yla aynı karede buluşturan fotoğraf; iki siyasal liderin şiddetle eleştirilmesine yol açtı. Kuşkusuz Özel ve İmamoğlu, fotoğraf çekilirken önlerine atlayan arsız ve hadsiz bir kadını, kovamaz ya da kovalayamazlardı. Olan oldu, ama çok talihsiz oldu…

Çünkü kamuoyu, Adli Tıp Uzmanı Şebnem Korur Fincancı’yı TSK’nin PKK’ye karşı kimyasal silah kullandığı iftirasıyla tanıyor. Ama biz haberciler, bu kişiyi Avukat Ceyhun Mumcu’nun iddiasına göre Uğur Mumcu, Ahmet Taner Kışlalı, Bahriye Üçok ve Muammer Aksoy’u aramızdan alan hain suikastların sanıklarını muayene bile etmeden yazdığı düzmece raporlarla koruyup cinayete azmettirenlerin ortaya çıkmasını engelleyen bir Cumhuriyet düşmanı diye biliyoruz…

ADİL SERDAR SAÇAN’IN KAHRI VE AHI

Adnan Oktar silahlı suç örgütünün en önemli üyelerinden biriyle akrabalık bağları olan ve zaten Adnancıların o yıllardaki baş savunucusu Av. Uğur Poyraz’ın yamaklığını yapan Şebnem Korur Fincancı; 1999’da örgüte operasyon düzenleyen efsane emniyet müdürü ve hukukçu Adil Serdar Saçan’ı, iftira olduğu yıllar süren dava sonunda kanıtlanan işkence iddialarıyla mesleğinden eden kişidir. Saçan’ı kederinden öldüren “düzmece işkence raporları” uzmanıdır.

2011 yılında “Biz 1999’da işkence gördük” iddiasıyla yargıya başvuran ve bugün nihayet, artık hapiste olan Adnancı örgüt üyelerine olay tarihinden 12 yıl sonra “Evet, işkence görmüş” raporları düzenlemiştir!

Şahsen tıp etiğinden tümüyle yoksun ve uzmanlığının da tartışmalı olduğunu düşündüğüm Fincancı hakkında; güvendiğim bir meslektaşından görüş istedim.

ORGANİZE İŞLER

Adli Tıp Uzmanı Dr. Onur Beden yazıyor:

Şebnem Korur Fincancı “danışmanlık” yaptığı avukatlar tarafından getirilen belgenin tam, gerçek ya da kanıt niteliğinde olup olmadığını nasıl belirliyor? Saptanan bulguların 10 yıl öncesinde olduğu davacı tarafından “beyan edilen travmadan başka şekilde oluşamayacağını” belirten bir raporla 10 yıl önceki işkenceyi tespit edebildiğini söylerken; olayın 20 yıl öncesi olmadığına nasıl emin olabiliyor? Anlatılan öykü ile muayene bulgularının uyumsuz olduğunu bildiren bir “alternatif yorum rapor” örneği var mı? Şebnem Korur Fincancı, raporlarının niçin “… Mahkemesine/Savcılığına” hitabı konulmadan “Adli Rapor” başlığı ile yazıldığını, hatta neden Mahkemeye değil de başvuran müvekkil avukatına hitap edildiğini açıklamıyor? 

USULE UYMAZ, ESASI OYAR

Mahkemelerin “alternatif yorum raporlarını” kabul etmediğini söylüyor, ama kabul edilseydi nasıl kötüye kullanılabileceğine hiç değinmiyor. 

Şebnem Korur Fincancı, savcılık yetkilerini bireylere dağıtıyor, bireylerin kanıt toplama ve bilirkişiye başvurma yetkisi olduğunu düşünüyor ve “usule uymasa da ben böyle çalışırım” diyor. Hayalindeki “alternatif hukuk düzeni” içinde “alternatif yorum raporları” yazıyor. Ama bir meslektaşının, diğer adli tıp uzmanlarının “alternatif yorum raporunun” ne olduğunu net olarak anlayacağı ve kendisine hak vereceği ayrıntılı bir açıklamasına rastlayamıyoruz. Başka adli tıp uzmanları da “alternatif yorum rapor” yazmış mı, yazıyor mu bilmiyoruz. 

TEŞHİS TELEPATİK, YORUM ALTERNATİF

Şebnem Korur Fincancı, “Türkiye’nin ilk adli tıp polikliniği İstanbul Üniversitesi İstanbul Tıp Fakültesi Adli Tıp Anabilim Dalı bünyesinde kurulmuş oldu. Bu öncü girişimin ne denli etkili olduğu, bugün Türkiye’nin pek çok yerleşik tıp fakültesinde ve ardından Sağlık Bakanlığı hastanelerinde de adli tıp polikliniklerinin peş peşe ortaya çıkmasından da anlaşılmaktadır.” diyor. 

Adli tıp uzmanı olarak belirteyim: Ceza davalarında savcılık/mahkeme yazısı olmadan işlem yapılmaz, adli tıbbın polikliniği olmaz, “alternatif yorum raporu” diye bir şey yoktur. 

Anabilim Dallarına, savcılık/ mahkeme talebi olmadan, ceza davası konusu herhangi bir suçlama nedeniyle bireysel başvuruya istinaden bugüne kadar herhangi bir “alternatif yorum rapor” düzenleyip düzenlemediklerini soralım. Ama “Biz bunu hep böyle yapıyoruz” gibi bir yanıt yeterli değildir, olmaz!* 

* Adli Tıp uzmanı Dr. Onur Beden, halen Taksim Eğitim ve Araştırma Hastanesi’nde görevlidir.


Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

Vekâleten aşk4 Mayıs 2024

Ayyıldız Projesi 

Dr. Cihangir DUMANLI
E. Tuğg., Hukukçu, Uluslararası İlişkiler Uzm.

Etimesgut’ta Milli Savunma Bakanlığı, Genelkurmay ve Kuvvet Komutanlıkları karargahlarını bir arada barındıracak Ayyıldız Projesinin temeli 30 Ağustos 2021’de cumhurbaşkanı tarafından atılmış, yapımı sürmektedir. Proje Türk Silahlı Kuvvetleri’nin (TSK)  bozulan komuta yapısını kalıcı duruma getirmeyi amaçlamaktadır.

Bozulan Komuta Yapısı

Askerlikte emir-komuta sistemi bir organizmanın sinir sistemine benzer işleve sahiptir.
Uzman olmayan kişilerce girişimde bulunulursa bünyeyi felç edebilir.

  • 15 Temmuz hain darbe girişimi fırsata dönüştürülerek 31 Temmuz 2016’da yayınlanan
    669 sayılı Kanun Hükmünde Kararname (KHK) ile TSK’ya önemli darbeler vurulmuştur.

Bu darbelerden birisi TSK’nın üst düzey komuta yapısının askeri ilkelere ve anayasaya aykırı olarak bozulmasıdır. 669 sayılı KHK’nın 35. maddesi şöyledir:

MADDE 35 1/A- Kara, Deniz ve Hava Kuvvetleri Komutanlıkları Milli Savunma Bakanına bağlıdır. Bu Kanuna aykırı olmayan ve diğer kanunlarla Genelkurmay Başkanlığına verilen görev ve yetkilere ilişkin hükümler saklıdır.

Cumhurbaşkanı, gerekli gördüğünde Kuvvet Komutanları ile bağlılarından doğrudan bilgi alabilir ve bunlara doğrudan emir verebilir. Verilen emir, herhangi bir makamdan onay alınmaksızın derhal yerine getirilir.” 

Bu düzenleme anayasaya açıkça aykırıdır. Anayasanın 117. maddesi “Genelkurmay Başkanı silahlı kuvvetlerin komutanı olup, savaşta başkomutanlık görevlerini cumhurbaşkanlığı namına yerine getirir.” demektedir.

Anayasaya göre barışta TSK’nın komutanı Milli Savunma Bakanı değil, Genelkurmay Başkanıdır.

669 No’lu KHK ile Genelkurmay ve Kuvvet karargahları işlevsiz hale getirilmiş, görünürlükleri azaltılmıştır. Komutanlar denetleme ve ziyaretlerinde Bakana eşlik etmek dışında görülmemekte, kamuoyunda tanınmamaktadır. Ordu-ulus bütünleşmesi örselenmiştir.

TSK’nın komutanının Anayasaya göre Genelkurmay Başkanı, KHK’ya göre Milli Savunma Bakanı olması, emir-komutada belirsizlik oluşturmaktadır.

  • Emir-komutada belirsizlik, askerlikte yapılabilecek en büyük yanlıştır.

Savaş tarihi bunun acı örnekleri ile doludur. Anayasanın açık hükmünün KHK ile çiğnenmesi hukukun temel kuralı olan “normlar hiyerarşisine” aykırıdır.

2018‘den sonra Bakan olarak atanan eski Genelkurmay Başkanları, asker gibi davranmayı sürdürerek anayasaya aykırı hareket etmektedir.

Bu uygulama Genelkurmay Başkanlarında görev sürelerinsin sonunda Bakan olarak atanacakları beklentisini yaratarak Orduya siyasetin girmesine yol açma riskini içermektedir.

Bunun yanında Milli Savunma Bakanlığındaki general, Bakan Yardımcısı ve daire başkanları dahil kimi karargah ve kurumlarda general ve subay kadrolarına sivil kişiler atanmış, bunlara bulundukları kadro görevlerinin karşılığı olan general, subay statüsü (konumu) verilmiştir.
Askeri eğitim ve deneyimi olmadan sivil kişiler bu görevleri etkili olarak yerine getiremezken,
bu niteliklere sahip general ve subaylar dışlanmış olmaktadır. Bu durum askerlik mesleğini küçük görmektir.

Sorular…

Bu durumda aşağıdaki soruların yanıtlanması ve sorunların çözülmesi gerekmektedir:

  • TSK’nın sinir sistemi demek olan emir-komuta yapısı neden bozulmuştur?
  • Bu kimin işine yarar?
    • İsmet İnönü’nün, Fevzi Çakmak’ın makamında oturan ama Kuvvetlere komuta edemeyen Genelkurmay Başkanları, Anayasada kendilerine verilmiş olan yetki ve sorumluluktan nasıl ve neden vazgeçmişlerdir?
    • Yüzlerce personelin görev yaptığı Genelkurmay ve Kuvvet Karargâhlarının işlevleri nelerdir?
  • Barışta Kuvvetlere komuta edemeyen, Kuvvet geliştirme, savaşa hazırlık süreçlerine etkili olamayan, birlikleri denetleyemeyen, personelini tanıyamayan Genelkurmay Başkanı, savaşta Başkomutanlık görevini nasıl yerine getirebilecektir?
  • Subay, astsubay atamaları Bakanlıkça yapılmaktadır. Uzman erbaşlar dışında atama yetkileri olmayan Kuvvet Komutanları bunu nasıl kabullenmektedir?
  • KHK’da “Cumhurbaşkanı Kuvvet Komutanlarına ve bağlılarına emir verebilir bu emir herhangi bir makamdan emir almaksızın derhal yerine getirilir.” denmektedir. Askeri bilgi ve deneyimi olmayan Cumhurbaşkanı örneğin Kara Kuvvetleri Komutanı’na (hatta bir ordu komutanına) emir verecek, bu komutanlar amirlerine sormadan bu emri derhal yerine getireceklerdir. Bu durumda askerliğin temel kuralı olan emir-komuta birliği ve hiyerarşi (?) bozulmuş olmayacak mıdır? Genelkurmay Başkanı ve Kuvvet Komutanları bunu nasıl kabullenmektedir?
  • Bugünkü Bakan asker kökenlidir. Yarın askerliğini hiç yapmamış veya kısa dönem yapmış sivil bir politikacı, salt iktidar partisine ve başkanına sadakati nedeniyle Bakan olduğunda Kuvvetleri nasıl yönetebilecektir? Bu askerlik mesleğini küçümsemek ve ulusal güvenliği tehlikeye atmak değil midir?
  • Hiç kimse veya organ kaynağını anayasadan almayan bir devlet yetkisini kullanamaz
    (AY md.6) kuralına karşın Milli Savunma Bakanı, kaynağını anayasadan almayan hatta anayasaya açıkça aykırı olan emir-komuta yetkisini nasıl kullanmaktadır?

669 sayılı KHK olağanüstü hal  (OHAL) döneminde çıkartılmıştır. OHAL kararnameleri olağanüstü durumun gerekleri kapsamını aşamaz ve olağanüstü durumu gerektiren ortamın düzeltilmesi amacıyla çıkartılabilir. Etkileri olağanüstü durum sonunda da sürecek kalıcı düzenlemeler KHK ile değil, yasayla yapılabilir. Bu konuda Anayasa Mahkemesi kararları (K.1991/1 ve K.1991/20) bağlayıcıdır. 669 sayılı KHK hukuk açısından da sorunludur.

Ulusal güvenliğimizi doğrudan etkileyen ve zayıflatan böyle bir değişikliğin kamuoyunda tartışılmadan, ilgililerin görüşleri alınmadan OHAL ortamında ivedilikle yapılması
demokrasiye aykırıdır.

Genelkurmay ve Kuvvet Komutanlıkları karargâhları birbirlerine yürüyüş uzaklığındadır.
Hatta Bakanlık ve Genelkurmay karargâhları bitişik binalardadır. Günümüzdeki iletişim olanakları dikkate alındığında, yakın ve eşgüdümlü çalışmalarına engel bir yerleşim söz konusu değildir. Bu karargahların Etimesgut’a taşınması durumunda şimdiki tarihsel binalar ne olacaktır?

Emir-komuta sistemindeki düzenleme ve buna uygun Pentagon benzeri altyapı ABD sistemine özenilerek yapılmaktadır. ABD silahlı kuvvetleri, o devletin küresel emperyal çıkarlarına göre örgütlenmiştir. Ana görevi yurdunu savunmak olan TSK’nın Komuta yapısı ABD’ye benzetilemez.

Cumhurbaşkanı “Ayyıldız Projesi“nin temel atma töreninde bunun “Dosta güven, düşmana korku vereceğini” söylemiştir. Dosta güven düşmana korku veren karargah binalarının görkemi değil, Ordu’nun gücüdür.

Ayyıldız Projesi, KHK ile bozulan komuta yapısındaki sakatlığı kalıcı kılmaya yöneliktir.
Bu yönü ile askerliğin temel kurallarına aykırı olduğu ölçüde, anayasaya da açıkça aykırıdır. Ulusal güvenliğimizi zayıflatıcı niteliktedir.

Sonuç ve öneriler…

  1. TSK’nın üst düzey emir-komuta ilişkileri .
  • “komuta birliği” ve “sadelik” savaş ilkelerine (harp prensiplerine) ve
  • TSK’nın görev ve geleneklerine uygun;
  • Anayasa ile uyumlu;
  • Rasyonel (akılcı);
  • Görev ve yetkilerin açıkça tanımlandığı bir yapıya dönüştürülmelidir.

2. Ayyıldız projesi iptal edilmeli, başka amaçlara yönlendirilmelidir.

3. Milli savunma Bakanlığı ve ast basamaklarında general, subay kadrolarına sivillerin atanmasına son verilmelidir.

Ulusal güvenliği doğrudan ilgilendiren bu konu hakkında, başta siyasal partiler olmak üzere demokratik kitle örgütlerince demokratik tepki gösterilmeli, kamuoyunda farkındalık yaratılmalıdır.

GDO’lu İNANÇ ya da DİNBAZLIK ve SONUÇLARI?

Prof. Dr. Halil ÇİVİ
İnönü Üniv. İİBF Eski Dekanı

Biyolojik anlamda GDO, “Genetiği Değiştirilmiş Organizma” demektir. Başka bir söyleyişle de, başlangıçta insan bedenine yararlı olan gıdaların, verimi artırma, depolama ömrünü uzatma, albenisini çoğaltma, raf ömrünü daha uzun bir süreye yayma vb. çeşitli nedenlerle gıda maddelerinin doğal-organik ve genetik yapısına insan eliyle karışıp vücuda zararlı duruma getirmektir. GDO’lu ürünleri üretimin toplumun değil, GDO’lu ürünlerin üretim ve satış tekelini elinde tutanların, halk sağlığı zararına çok para kazanıp aşırı zenginleşmeleri (varsıllaştırılması) içindir.

Peki acaba dinlerin GDO’larına yani inançsal, evrensel ve sosyal genetik yapılarına müdahaleler oluyor mu? Eğer oluyorsa bu ne anlama gelir? İnançlar ve dinlerin ilahi, özgün toplumsal yapılarını bozmak ve bu yapıları yeniden biçimlendirmek genelde kimlerce ve ne amaçla yapılmaktadır? Bir tümceyle söylemek gerekirse, siyasal ve ekonomik çıkar, saltanat, şöhret (ün) ve makam sağlama amacıyla, dinlerin özünü ve evrensel mesajlarını (iletilerini) çarpıtıp toplumu kandırmak isteyen ruhban, ulema, şeyh, hoca… takımı da GDO’cu kapitalistlerle aynı sınıfa girerler. Bu işin aslı dinbazlıktır.

Bazı küçük istisnalar hariç (ayrıklar dışında), bütün dinlerin genel amacı sevgiyi, barışı, kardeşliği, adaleti, dayanışmayı, yardımlaşmayı, huzuru (erinci), can ve mal güvenliğini… egemen kılmaktır. Bireyleri ve toplumu haksızlıktan, hırsızlıktan, kötülükten, yalandan, iftiradan, kinden, kibirden, fitneden, cebirden, şiddetten, ırk ve cinsiyet ayrımcılığından, bozgunculuk ve düşmanlıktan uzak tutmaktır.

Eğer içtenlikli olarak, yetkin insanlarca akıl ve bilim eksenli tarihsel, kültürel ve akademik ilahi iletilerin özüne uygun yeni yorumlamaları bir yana bırakacak olursak, inançlar ya da dinlerin ilahi yapılarına iki önemli nedenle müdahaleler olmaktadır. Bu amaçlardan birincisi iktidar ve saltanat sürmek, öbürü de din ve dince kutsal sayılan değerleri kötüye kullanarak çıkar sağlamaktır. Sonuçta her ikisi de aynı kapıya çıkar.

Dinlere ya da dine bozucu ve kötü amaçlı müdahaleler genelde, siyasal iktidarların, dinleri bir ahlak, vicdan, adalet, sevgi, esenlik, barış, kardeşlik ve huzur aracı olmaktan uzaklaştırıp giderek bir saltanat aracına dönüştürmeleridir. Yani dinlerin siyasal iktidarı kazanma ya da varolan iktidarı sürdürebilmek için kötüye kullanılmasıdır. Sevgi, barış, esenlik, kardeşlik ve huzur amaçlı dinlerin despotik bir korku rejimlerine dönüştürülmesidir.

Örneğin İslam Dini, Muaviye’nin hilafeti ile birlikte, Muhammedi-Kur’ani İslamdan giderek uzaklaşmış, Hz. Hüseyin ve peygamber neslini vahşice Kerbela’da doğrayarak zamanla bir saltanat aracına, Arap Krallığı ve İmparatorluğuna dönüşmüştür.

Sultan, şah, kral, halife… gibi otokratik siyasal aktörler için, dinleri siyasete alet etmenin işbirlikçileri hep rubpan ya da ulema denilen din adamları sınıfı içinden çıkmıştır. Bu tür işbirlikçi kimi ruhban ya da ulema tipler, tarihsel olarak, saltanat ya da hilafet sofralarının sürekli müdavimleri olmuşlar ve iktidar nimetlerinden beslenegelmişlerdir.

Diğer ikinci bir işbirlikçi çıkar grubu ise kimi tasavvuf ehlinin ve kimi tarikat ve cemaat örgütlenmelerinin giderek Kur’anî, uhrevi, ilahi, irfani ve ahlaksal değerlerden uzaklaşıp; dinsel, ilahi kutsalların arkasına gizlenerek, cahil ve geniş halk yığınlarının içten inançlarını kötüye kullanmaları, onları dinsel, ahlaksal, siyasal, maddi ve manevi her açıdan istismar etmeleridir.

Günümüzün çoğu tarikat ve cemaat önderleri de yeterince din bilgisi olmayan halkın içten din duygularından yararlanıp onları ekonomik açıdan sömürmek ve bu yolla siyasal iktidarlardan para, makam ve meşruiyet desteği alarak hem siyasal iktidarın önemli bir ortağı ve hem de holdingleşip büyük sermaye sınıfının ihmal edilemez bir paydaşına dönüşmüşlerdir.

Dış ve iç siyasal, ideolojik beslemeli ve Müslüman Kardeşler (İhvan-ı Müslimin) ideolojili Fetullahçı Terör Örgütü (FETÖ) kapsamlı bir ihtilal girişimi yaparak devleti ele geçirmeye ramak kalmış ve bu hain hareket yüzlerce cana mal olmuştu.

Şunu hiç unutmamak gerekir: Siyasal saltanat destekçisi kötü niyetli kimi dinbaz ulemanın din kisvesi altında şırıngaladıkları dinsel fikirlerin çoğu gerçek, ilahi dinle ilgili olmayan, çıkar amaçlı olarak çarpıtılmış, dinsel – sosyal genetiği değiştirilmiş GDO’lu düşüncelerdir. Kandırma ve aldatma amaçlıdır.

Aynı şeyleri yine kimi dinbaz tarikat ve cemaat önderleri için söylemek de yanlış olmaz. Zaten tarih boyunca, insanlara sunulan zehir hep bala katılarak ve altın taslar içinde sunulmuştur. Dinbaz, işbirlikçi ve çıkarcı kimi ulema ve bazı tarikat ve cemaat önderlerinin yaptıkları da budur.

Ulu Önderimiz M.K. ATATÜRK tarihsel, kötü niyetli, cehalet ve sosyo-kültürel kaynaklı bu zararlı davranışları kökten silebilmek için, “…Türkiye şeyhler, dervişler, müritler ve mensuplar memleketi olamaz…” demiş ve dini devlet işlerinin dışında tutmak için laik bir siyasal rejim kurmuştur. Atatürk‘ün müdahalesi dine değildir. Dinin çıkar sağlamak amacıyla, evrensel – sosyal genetiği değiştirilmiş, birey – toplum ve devlet için kötüye kullanılmaya dönüşmüş GDO’lu yanlış din anlayışına müdahaledir.

Doğru anlaşılmış bir laiklik, bireyler için artısı ve eksisi ile demokratik bir din ve vicdan özgülüğüdür.

  • Toplum için laiklik tekçi değil, çoğulcu bir inançlar demokrasisidir.

Birlikte huzur (erinç) ve güven içinde kardeşçe yaşayabilme güvencesidir. Devleti yönetenler için laiklik, din ve devlet işlerini birbirinden ayırıp, ulema ile tarikat ve cemaat önderlerini dünyevi devlet islerinden uzaklaştırıp onların bitmez, tükenmez, sonu gelmez istekleri ve siyasal baskılarından kurtulmak demektir.

Laiklik, dünyevi devletin uhrevi ruhban sınıfından kurtarılmasıdır. İşlevsel işbölümüdür.
(Halil Çivi, 26.04.2024)