MEB’in BİLİME ve LAİKLİĞE AYKIRI EĞİTİM PROGRAMI (MÜFREDAT) HAZIRLAMA ÇABALARI!

Prof. Dr. F. Dilek Gözütok
Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fak. Emekli Öğretim Üyesi
ADD Bilim Kurulu Üyesi

Dostlar,

Dilek hoca 45 yıllık Eğitimbilimci. Aşağıda, kapsamlı bir raporunun giriş ve sonuç bölümünü bulacaksınız.
Tümü 10 A4 sayfası PDF olarak eklenmiştir:

MEB’İN BİLİME ve LAİKLİĞE AYKIRI EĞİTİM PROGRAMI (MÜFREDAT) HAZIRLAMA ÇABALARI!

Özenle okunması ve bu ilkel – dinci saldırının geri püskürtülmesi gerek.
Kendisine teşekkür ederken, herkesi göreve çağırıyoruz. 12 Mayıs 2024

Dr. Ahmet SALTIK

=================================================
T.C. MEB’de NELER OLUYOR?

  1. Birkaç hafta önce MEB’in sitesine “Temel Yaşam Becerileri”, “Adabı Muaşeret” (görgü kuralları) vb. adlarında din öğretmeyi amaçlayan (Aşağıda kimi örnekleri verilen) ve adına “Program” dedikleri kimi metinler düştü.

2) Bu hafta “Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli Müfredatı” başlığı ile 10 yıllık çalışmanın ürünü olduğu belirtilen bir metin yayınlandı. Bir hafta içinde kurumlardan ve kişilerden görüş bildirmeleri istendi. İsmet Yılmaz bakan iken 2017’de benzer bir program yapılmış, Eğitim Sendikaları, üniversiteler, öğretmenler görüş bildirmişti. Hiçbir görüş dikkate alınmadan “binlerce görüşe dayalı” diye ilk yazılan metin uygulanmıştı. İsmet Yılmaz’dan sonra bakan Ziya Selçuk da “2023 Vizyonu” adıyla  “Harezmi Modeli” ve daha birçok adlar altında program değişiklikleri yaptı. Dersleri birleştirdi, ders saatlerini azaltıp arttırdı. Ardından (AHİM kararlarına karşın) dersler, “Zorunlu”, “Seçimlik” ve “Zorunlu Seçimlik” gibi gruplara ayrıldı. Öğrenciler zorunlu Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersi dışında bir din dersini daha zorunlu olarak seçmeye mecbur edildi. Yani bu hafta yayınlanan metnin 10 yıllık bir çalışma olma olasılığı yoktur. Deneyimlerimiz gösteriyor ki yine bildirilen görüşler dikkate alınmayacak ve bu bilim dışı, akıl dışı metnin uygulanması istenecektir.

3) Eğitimde Program Geliştirme bilimsel bir çalışmadır. Ardalanlarının, deneyimlerinin ne olduğu
net olmayan, bilim dışı söylemlerinin internette yer aldığı bilinen kişilerle otel salonlarında yazılacak metinler değildir.

4) Mayıs ayında görüşe sunulan program taslağına gelen görüşler metne yansıtılacak mı?
Ne zaman? Program TTK’dan (Talim Terbiye Kurulu’ndan) geçecek mi? Ne Zaman?
Bu metne uygun kitaplar ne zaman ve kimler, hangi kuruluşlar tarafından yazılacak? Ne zaman? Program konusunda öğretmenlere hizmet içi eğitim verilecek mi? Ne zaman?
Bütün bunların 4 ay sonra başlayacak 2024-2025 öğretim yılına yetiştirileceği savlanıyor.

l.” EĞİTİM PROGRAMI GELİŞTİRME” BİLİMSEL BİR UĞRAŞTIR..

“Eğitimde Program Geliştirme” dünyada yüzyıllardır gelişmekte olan “Eğitim Bilimleri”nin
alt bilim alanıdır. Program geliştirme, eğitim programının kapsadığı amaçların kapsamlı ve etkin bir biçimde gerçekleştirilebilmesi için yararlanılan temelleri, ilkeleri, kuramları, modelleri ve etkinlikleri uygulamalı olarak ele alan bilimsel araştırma, raporlama uygulama ve değerlendirme sürecidir.

Dünyada toplumların sorunları, değerleri, var olan meslekler ve iş alanları, bilim, teknoloji, çevre, doğa, yaşam koşulları, üretim süreçleri, bireylerin beklentileri, ilgileri, fiziksel ve sosyal özellikleri, gereksinimleri, bireysel farklılıkları, yaşam biçimleri hızla değişmektedir. Eğitim programlarının bu değişmelere paralel olarak, geleceğe kılavuzluk edecek biçimde sürekli geliştirilmesi gerekir. Eğitim programlarını, bu programların uygulandığı eğitim kurumlarını geliştiremeyen ülkeler bilimde, teknolojide, sanatta, sporda ve daha birçok alanda yapılan uluslararası değerlendirmelerde son sıralarda yer alır.

Ülkemizde, 1924’ten başlayarak hazırlanan ve uygulanan bütün eğitim programlarında milli, manevî, ahlâkî, kültürel ve sosyal değerler yer almış, programlar aracılığı ile bireyin, toplumun
ve ülkenin gereksinimlerinin karşılanması amaçlanmış, toplumu oluşturan bireylerin ümmetten vatandaşa dönüştürülmesi için çaba gösterilmiştir. Bilimsel yöntemlerle geliştirilen, bilimi temel alan 1926, 1936, 1948, 1968 örgün eğitim programları, öğretmen yetiştiren kurumlar ve yaygın eğitim programları ile yurttaşlara Cumhuriyet değerleri kazandırılması hedeflenmiştir.
………………….
……………………………
………………………..

VII: MEB’İN HAZIRLADIĞI PROGRAMA İLİŞKİN Özet (Kimi Örnekler)

  1. 2017’den beri tek adam yönetiminde nasıl her eylem Cumhurbaşkanı talimatı ile yapılıyorsa Eğitim Programı da Milli Eğitim Bakanının talimatıyla yapılmıştır. Eğitimde Program Geliştirmeye bakan talimatıyla değil ihtiyaç analizi ile başlanmalıdır. Demokratik, laik ve çağdaş ülkelerde eğitim programları bilimsel ilkelerle, eğitim bilimleri, konu alanı uzmanları, psikologlar, eğitim felsefesi uzmanlarının ekip çalışmasıyla hazırlanır. Taslak program denenir, değerlendirilir, iyileştirilir ve sürekli olarak geliştirilir.
  2. Adına “Müfredat” denen bu metin bilimsel ilkelere ve 21.yy’da dünyadaki gelişmelere uygun değildir.
  3. Metnin adı bile “Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli” Türkçe değildir ve akıl dışıdır.
  4. Metinde “Adalet, hikmet, merhamet, iyilik, doğruluk, çalışkanlık, yararlı olmak ve güzellik gibi değerler üzerinde yükselen bir medeniyet mirasına sahip olan milletimiz, Türkiye Yüzyılı’nda eğitim için kararlı adımlarla geleceğe hazırlanmaktadır.” denmektedir. 20 yıldan uzundur ülkenin okullarında hazırladığı programların uygulanmasını sağlayan AKP iktidarı 2002’den beri neredeyse her Bakanın hazırlattığı programlarla bu değerleri halâ geliştirememiş mi?
  5. Hukukun çiğnendiği, Anayasanın ve yasaların yok sayıldığı, kadın ve erkeğin eşit olmadığı çığlıklarının atıldığı, önlenmeyen kadın cinayetleriyle adeta kadın kırımı yaşandığı, çocukların en temel hakkı olan eğitim hakkının istismar edildiği, cemaatlerin STK olarak algılanıp çocukların protokol imzalanan cemaatlere teslim edildiği, ekonomik nedenlerle çocukların sağlıklı beslenemediği bir ülkede adına Maarif Modeli Müfredatı denen metinlerle toplum çökertilmeye mahkûmdur.
  6. “Müfredat” metninden bir ifade: “İnsan madde ve manadan oluşur. İnsanın varoluşunu olgunlaştırması, kemale erdirmesi esas itibarıyla eğitim ile gerçekleştirilebilir. İnsanın hayatında iyi, doğru, faydalı ve güzel; hep bu çerçevede farklı şekillerde ortaya çıkar. Bu bağlamda Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli, sahip olduğu mefkûre ile toplumu ve ülkesini imar eden şahsiyetler yetiştirmeyi ahlaki bir sorumluluk olarak ele alır. Bu çerçevede değerler, geniş bir perspektifle sistemi bütünleyen anlamlı bir olgu olarak ele alınır; programların ruhunda tabii bir şekilde
    yer alır.”

Bilim ürünü bir metin olması gereken eğitim programında yer alan bu ifade üzerinde düşünmek gerekir.

  1. Ortak metinde 417 kez ‘değer’ sözcüğü geçerken ‘bilim-bilimsel’ sözcüğü 54 kez geçiyor.
    Bunun 33’ü Fen Bilimleri dersinin açıklamaları içinde. ‘laik’ ya da ‘laiklik’ sözcüğü hiç geçmiyor.
  2. Ortak metinde ‘akıl’ ya da ‘akılcılık’ ile ilgili sözcük sayısı da pek az (43) bunların bir bölümü sözcük içindeki akıl (bakıldığında vs. gibi). Özetle bu metin aklı ve bilimi kullanmıyor.
  3. İnsan hakları, vatandaşlık ve demokrasi dersi (4. Sınıf) programında eşitlik ve fırsat eşitliği başlıkları varr, ancak cinsiyet eşitsizliği, sınıfsal eşitsizlik ve öbür eşitsizliklerin ne olduğu konusunda bir öğrenme çıktısına yer verilmemiştir.
  4. İnkılap Tarihi ve Atatürkçülük dersinde bile Anayasanın değiştirilmesi önerilemez maddesi (laiklik sözcüğü yalnızca bir kez geçiyor) bolca Osmanlı seviciliği dikkat çekiyor. Cumhuriyet devriminin devrimci özellikleri kıyıda bırakılıp, Osmanlı’da da bunlar önerilmişti bakış açısıyla devamlılık gibi tezlerle devrimler sadeleştirilmeye çalışılıyor. Kadın sözcüğü yalnızca bir kez geçiyor o da Osmanlı’nın son dönemlerinde aydınların tartıştığı modernleşme atılımları içinde.
  5. Din ve Ahlak Bilgisi (4-8. Sınıf) dersinde öne çıkan en önemli özellik ahlakın dinden kaynaklandığının öğretilmesi ve bu dinin ise yalnızca İslam dini olacağının benimsetilmesidir.
    Şükür ve sabır konuları oldukça çok yer kaplamaktadır. Haklar ve sorumluluklar ünitesi (birimi) bile dinci kaynaklarla biçimlenmektedir. Aşağıdaki metinde görülebileceği gibi; “Bu ünitede hak ve sorumluluklar konusu ele alınmaktadır. Öğrencilerin; toplumdaki herkesin temel hak ve özgürlüklere sahip olduğunu açıklamaları, kişisel hakları sentezleyerek bunlara saygı duymaları, temel bir hak olarak mahremiyeti sorgulamaları ve bu hakkın korunması gerektiğine dair farkındalık kazandırmaları amaçlanmaktadır. Allah’a (cc) karşı sorumluluklarını inanç ve ibadet açısından çözümlemeleri ve diğer insanlara karşı sorumluluklarını özetlemeleri amaçlanmaktadır. Rabbena dualarını ve bu duaların anlamlarını okuyarak yorumlamaları amaçlanmaktadır” “Evrendeki mükemmel düzen” kavramı ile çocukların doğanın düzenini Allah’tan gelen mükemmellik sanmaları sağlanmaktadır.
  6. 12. Sınıf İnkılap Tarihi ve Atatürkçülük dersinde ‘Laiklik’ salt 1 kez geçmektedir. Medeni Yasa konusunda çocuklara sorulması önerilen soru: “Cumhuriyet Dönemi’ndeki inkılaplar, Osmanlı Devleti’ndeki hangi gelişmelerden esinlenilerek yapılmış olabilir?”
  7. 10 ve 11. Sınıflarda okutulacak felsefe dersinde her ünitede mutlaka en az bir İslam felsefecisinin (biri Nakşibendi Nurettin Topçu) metinlerinden örnekler dağıtılması öneriliyor..
  8. Biyoloji Dersi programının daha önce açıklanan metinde dil çok dinci idi. ‘Tartışmalı Evrim Kuramı yerine ‘Yaratılış’ konusunun verileceği belirtilmişti. Son metinde ise “Biyoloji Dersi Öğretim Programı’nda genelde bilimin, özelde biyolojinin insan yaşamındaki rolüne ve gerek Türk-İslam bilim insanlarının ve öbür ulusların bilim insanlarının bilime sağladığı katkılara yer verilmiştir”. Denmektedir. Gelişim ve evrim demekten kaçınmış, “tekâmül” demeyi, “bilim” yerine “ilim” demeyi, sık sık “belagat,” “kâmil insan” demeyi seçmiştir.
  • Bilimsel bir metinden çok bir mürit rehberi görüntüsü veriyor.

Bu anlatım metni hazırlayanların donanımı hakkında ipuçları sağlıyor.

  1. 2005 programları ile başlatılan harften hem de Arapçada olduğu gibi E harfiyle okuma-yazma öğretiminden vazgeçmemişler.
  2. Bir Eğitim Bilimleri hocamızın bu metinde yer alan konuların kaçar sayfa olduğu konusundaki veriler:

-Hayat Bilgisi: 84
-İlkokul Türkçe: 228
-Fen Bilimleri: 234
-İnsan Hakları ve Vatandaşlık: 30
-İnk. Tarihi ve Atatürkçülük: 37+40+77
-Biyoloji: 88
-Fizik: 114
-Kimya: 113
-Felsefe: 67
-Tarih: 76
*Din Öğretimi Toplam: 572
-Din Kültürü:120+98= 218
-Peygamberimizin Hayatı: 78+76=154
-Kur’anı Kerim: 87+82=154
-Temel Dini Bilgiler: 31

AKP İktidarının yaptığı gerici ve bilim dışı Eğitim Programlarına bakarak:
Bu iktidarının Eğitim Programı yapmaması gerektiği vurgulanmalı ve müfredat diye yazılan metinlerin uygulanmaları yasal yollarla engellenmelidir.

Henüz Kurtuluş Savaşı sürerken 1921’de Mustafa Kemal’in cepheden gelerek başkanlık yaptığı Maarif Kongresinden başlayarak Türkiye Cumhuriyeti Milli Eğitim Bakanlığı bilimsel yöntemlerle çağın değerlerini, vatandaşlık değerlerini çocuklara ve gençlere kazandıran eğitim programları yapmış ve geliştirmiştir. 1990’dan başlayarak 2002’ye dek Dünya Bankası Fonları ile desteklenen ve bilimsel bir modelle çok değerli Eğitim Programları hazırlanmış, denenmiş ve değerlendirme çalışmaları tamamlanmadan 2005’te bu programları yok sayan AKP’nin çeviri programı uygulamaya konmuştur. Bu konuda Üniversitelerin Eğitimde Program Geliştirme Bilim alanında yapılan yüksek lisans, doktora, doçentlik ve profesörlük çalışmalarından Türk Eğitim Sisteminde yapılan “Program Değerlendirme” araştırmalarından yararlanılabilir.

Türk Eğitim Kurumlarında denenmiş olan eğitim programlarının güncellenerek pilot uygulamalarının yapılması önerilir.
====================================================

Cumhuriyet’in 100. yılı

Örsan K. ÖymenÖrsan K. Öymen
Son Yazısı / Tüm Yazıları

06 Mayıs 2024 Cumhuriyet

Cumhuriyet gazetesi 7 Mayıs 2024 tarihinde kuruluşunun 100. yılını kutlayacak. Cumhuriyet gazetesi aynı zamanda Türkiye Cumhuriyeti’nin belleğiyle ve ilkeleriyle özdeşleşmiş bir gazetedir. Cumhuriyet gazetesi herhangi bir gazete değildir.

Türkiye’nin en köklü, saygın, ciddi ve ayrıcalıklı gazetesi olan Cumhuriyet, bu özelliğini büyük bedeller ödeyerek kazanmıştır. Cumhuriyet, reklam ve pazarlama teknikleriyle ve yüksek tirajla değil, ilkeleriyle ve eylemleriyle bugünlere gelmiştir.

Cumhuriyet gazetesi, Kurtuluş Savaşı’nın önderi ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün Aydınlanma Devrimlerine bir yüzyıl boyunca sahip çıkmayı başarmış ve
bu ilkelerin açılımlarını okurlarına aktarmış bir yayın organıdır.

Yunus Nadi, Nadir Nadi, İlhan Selçuk, Uğur Mumcu, Ali Sirmen, Oktay Akbal, Melih Cevdet Anday, Hıfzı Veldet Velidedeoğlu, Server Tanilli, Ahmet Taner Kışlalı, Mümtaz Soysal, Muammer Aksoy, Bahriye Üçok gibi yazarlar, salt köşe yazıları yazmakla kalmamış, yazılarıyla Türkiye’nin Aydınlanma hareketine ve entelektüel yaşamına büyük katkılar sağlamışlardır.

Cumhuriyet gazetesinin yazarları, Türkiye Cumhuriyeti’nin Aydınlanma Devrimlerine
sahip çıktıkları için, hapislere girmiştir, tutuklanmıştır, gözaltına alınmıştır,
işkence görmüştür, öldürülmüştür, alçak ve aşağılık suikastların kurbanı olmuştur.

***
Medyanın büyük ölçüde AKP’nin teokratik diktatörlük rejiminin propaganda aygıtı durumuna dönüştüğü bir dönemde, Cumhuriyet gazetesinin onurlu, namuslu ve şerefli bir biçimde ayakta kalması ve 100. yılına girmiş olması, medya tarihinde başlı başına önemli bir olaydır.

12 Eylül askeri darbesinden sonra kezlerce, Gazetenin ilkelerini ve yayın politikasını benimsemeyen odaklar tarafından işgal edilen Cumhuriyet gazetesi, bu operasyonları da bertaraf etmeyi (aşmayı) başarmıştır.

“İkinci cumhuriyetçi” ve neo-liberal odaklar siyaseti, din, mezhep, etnik kimlik ve sermaye fetişizmine indirgeyen çevreler, Atatürk’ün kurduğu Cumhuriyet Halk Partisi’nde gerçekleştirmeye çalıştıkları operasyonu, Cumhuriyet gazetesinde de gerçekleştirmeye çalıştılar.

Aynı zamanda Türkiye Cumhuriyeti anayasasının temel ilkelerinde de açılımları olan cumhuriyetçilik, halkçılık, devletçilik, laiklik, ulusçuluk, devrimcilik ilkeleri,
Aydınlanma Devrimlerinin temel ilkeleri olarak, Cumhuriyet gazetesinin meşalesi olmuştur.

Cumhuriyet gazetesi habercilik ve olguların halka aktarılması konusunda da medya tarihindeki öncü yayın organlarından birisi olmuştur. Cumhuriyet gazetesinin muhabirleri onlarca yıl zor koşullar altında siyaset, ekonomi, sosyal yaşam, bilim, kültür, sanat, eğitim, sağlık, spor gibi alanlarda Türkiye’de ve dünyada olup bitenleri halka aktarmak için büyük bir mücadele vermişlerdir.
***
Cumhuriyet, halk egemenliğine dayalı yönetim biçimi anlamına gelmektedir.
Cumhuriyet bu anlamda demokrasi kavramıyla özdeştir.
Arapça’dan gelen “Cumhur” terimi de antik Yunanca’dan gelen “Demos” terimi de halk anlamına gelmektedir.

Cumhuriyet gazetesi de adını, bir yönetim biçimi olan cumhuriyet kavramından almıştır.

Halkın egemenliğine dayalı bir yönetim biçiminin var olabilmesi için belli başlı koşulların gerçekleşmesi gerekmektedir. Çok partili serbest seçimli parlamenter sistem; yasama, yürütme, yargı arasında güçler ayrılığı; düşünceyi ifade, yayın, medya ve örgütlenme özgürlüğü; laiklik; ekonomik ve sosyal adalet; nitelikli temel bir eğitim düzeyi bu koşulların içinde yer alırlar.

Bu koşulların birisi veya birden çoğu değil, hepsi birden ve tümü yerine gelirse,
halk yönetimde egemen olur ve halkın egemenliği sağlanmış olur.

Bu koşulların sağlanmaması durumunda monarşi, oligarşi, teokrasi gibi cumhuriyetle ve demokrasiyle uzaktan yakından ilgisi olmayan düzenler kurulur.

Cumhuriyet gazetesi, hem bir medya organı olarak işlevi, hem de savunduğu ilkeler nedeniyle, cumhuriyet rejiminin oluşmasına en büyük katkıyı sağlayan kurumlardan birisidir.
=====================
Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları
Cumhuriyet’in 100. yılı6 Mayıs 2024
Kılıçdaroğlu ve Erdoğan-Özel görüşmesi29 Nisan 2024
Erdoğan, Hamas ve CHP22 Nisan 2024

Anneler ve Çocukları

Dr. Ömer DÖNDERİCİ
İç Hastalıkları ve Gastro-Enteroloji Uzm.
Mayıs 11, 2024
https://drodonderici.blogspot.com/2024/05/anneler-ve-cocuklar.html

Dostlar,
Liseden sınıf arkadaşım, seçkin meslektaşım Dr. Dönderici’nin çok başarılı yazısını sunalım. Giriş ve …. atlayarak sonuç.. Tümü için erişke üstte.
Okunmasını ısrarla önerir, kendisini içtenlikle kutlarım. Dr. A. Saltık

Çocuklar Zekâlarını Annelerinden mi Alır?

Dünya genelinde de öyle midir, bilmiyorum. Ama ülkemizde hemen herkesin zekâ konusunda özgüveni yerindedir.  Dahası çoğu ebeveyn, çocuklarının da hayli zeki olduğu kanısındadır. Derslerdeki başarısızlık, çocuğun çalışmamasına ve haylazlığına bağlanır.

Çalışmalar, zekânın yetiştirme ve eğitimden çok kalıtımla belirlendiğini gösteriyor. “Doğa mı, yetiştirme mi önemli?” sorusuna yanıt bulmanın gözde araştırma yöntemi olan tek yumurta ikizlerinde yapılan bir araştırma zekâda kalıtımın payını %70 bulmuş.

Bu yüzden ebeveynler arasında, sıklıkla, çocuklarının ‘yüksek zekâsını’ kimden aldığı konusunda tatlı bir atışma yaşanır.

Medyayı takip eden (ve onlarla etkileşen) birçok anne, “bilimin çocuğun zekâsını annesinden aldığını saptadığını” gururla dile getirir.

Haksız sayılmazlar! Gerçekten de doksanlı yıllarda yayımlanan ve 12.686 çocuk ve ergeni kapsayan böyle bir çalışma vardır: Bu yayında çocuğun zekâsına ilişkin farklı parametrelerden, en çok annesinin zekâsıyla uyumlu olduğu bildirilmişti. Ebeveynler arasındaki bu fark “babanın zekâ genini taşıyan yalnızca bir X kromozomu varken, annenin iki X kromozomuna sahip olmasına” ve “babanın bilişsel genlerinin anne tarafından susturulmasına” yorulmuştu.

İlginç bir biçimde, çalışma neredeyse tüm dünya gazete ve dergilerinde haberleştirildi. Böylelikle, anneler, -söz ettiğim atışmada- babalara karşı kullanabilecekleri güçlü bir dayanağa kavuşmuş oldular. Bundan böyle, “çocuğun zekâsını annesinden aldığı”, dünya çapında tüm annelerin övünçle paylaştığı bir söyleme dönüştü.

***

……………………
……………..

***
Özet ve Sonuç

Anne ve babanın yavruya genetik kod katkısı büyük ölçüde eşittir. Bu yüzden, ‘zekâ geni’ diye bir tek gen olmadığı gibi, -söz konusu genlerse- zekâ için taraflardan her hangi birinin diğerine bir üstünlüğü yoktur.

Ama konu bir yavru inşası, bir varlık olarak çocuğun biçimlendirilmesi ise, annenin, babaya kıyasla çok daha önde olduğuna şüphe yoktur:

Anne cinsel şölene devasa bir çeyizle gelir ve (hangisinin başlatıcı olduğunu söylemenin zor olduğu) gen-çevre etkileşiminde, ilk çevre büyük ölçüde anneye aittir.  En azından anne karnındaki 9 ay boyunca da ‘çevre’ annenindir.

Devasa çeyizin bir başka unsuru olarak, enerji fırını ve metabolik dönüştürücü işlevleri nedeniyle sağlık için yaşamsal önemdeki mitokondriler yavruya annelerince sağlanır.

Farklı organ ve farklı hücrelerde hangi genlerin susturulup, hangilerinin konuşturulacağı kararı hayatın başlarında, anne karnında verildiğinden, annenin bu karara (yani epigenetik programlamaya) daha fazla müdahil olması kaçınılmazdır.

Son yıllarda sağlığa etkileri çokça tartışılan (başta bağırsaklarımızdakiler) mikrobiyata, büyük ölçüde anneler tarafından şekillendirilir. Bunda aslan payı vajinal yoldan doğum ve emzirmenindir.

Bebeğin doğuşta –mikroplara karşı- yeterince olgunlaşmamış bağışıklık sistemi zafiyeti, annenin plasentasından ve sütüyle aktardıklarıyla telafi edilir.

İnsanda –diğer canlılara kıyasla- çok daha fazla önem taşıyan ‘bakım ve yetiştirme’ konusunda, (asimetri giderek azalsa da) anneler daha önde olmayı sürdürmektedir.

Bir çocuğun biyolojik annesi %100 kesindir. Ama babanın, biyolojik baba olmama ihtimali vardır!

***

Sonuç olarak bir yavru inşasına annenin katkısı babınkinden çok daha fazladır. Ebeveynler, çocukları için –illa- “benim eserim!” iddiasında bulunacaklarsa, bunu söylemeye annelerin hakkı babalardan daha fazladır.

Ancak bu katkılar olumlu olabileceği gibi, olumsuz da olabilir. Bu sebeplen çocuğu bir ömür boyu etkileyecek –bedensel, ruhsal, sosyal- sağlığına ve yaşam seyrine daha fazla tesir, annelere –babalara kıyasla- çok daha büyük bir sorumluluk yükler.

Neyse ki çoğu anne bu ağır yükü, yüksünmeden üstlenir ve kendilerine şükran duyulmayı fazlasıyla hak eder.

Artık aramızda olmayan sevgili annem başta olmak üzere, tüm fedakâr annelerin önünde saygıyla eğiliyorum.

Mustafa AYDINLI şiiri : ANAM…

Şiir köşesi

Mustafa AYDINLI

Eğitimci – Yazar
Halk Ozanı

ANAM (*)

Güller toplamaya gülşene girdim
En güzel, en narin gülleri derdim
Her birin koklayıp bir karar verdim
Senden güzel kokan gül yokmuş anam
***
Düğün olur, bayram olur elinen
Seni kıyas etmem gonca gülünen
Ninniler söylerdin tatlı dilinen
Ana dilden güzel dil yokmuş anam
***
Aydınlı, sevdası ana olunca
Anladım sevgine hasret kalınca
Yeni bildim şu yaşıma gelince
Sen gibi okşayan el yokmuş anam

(*) Annem için yazdığım şiirimle Tüm annelerin ve anne adaylarının
12 Mayıs anneler gününü kutluyorum. Sağlık mutluluk ve esenlikler diliyorum.

“Anayasal dezenformasyon” temizlenmedikçe…

Copy LinkXThreadsMastodonFacebookLinkedInWhatsAppTelegramGmailPAYLAŞ

Başarı için ülkemiz yeterli birikime sahip. Sivil ve siyasal anayasal emek ve deneyim çok zengin. TBMM’de nitelikli yasama etkinliğine öncelik vermek durumunda olan CHP, ülke genelinde demokratik hukuk devleti ereğinde Anayasa’nın toplumsallaşmasına da öncülük edebilir. Anayasal demokrasi, anayasal dezenformasyon ile inşa edilemez!

Anayasa gündemi, anayasal ve siyasal gerçeklerle ne ölçüde örtüşüyor? Öne çıkan slogan:

  • “Darbe Anayasasından kurtulmak için, kucaklayıcı, kuşatıcı sivil bir Anayasa”.

Ne var ki, “darbe Anayasası” olarak nitelenen metnin hangisi olduğu veya “kucaklayıcı ve kuşatıcı Anayasa” ile anlatılmak istenen belirsiz. Bu nedenle bilgi kirliliği temizliği, Anayasa gündeminin öncülü olmalı, dün, bugün ve yarın yaklaşımı ile.

1961 Anayasası ile kurulan Hukuk Devleti düzeneklerinden 1982’deki sapma,
1987’den 2004 yılına dek değişikliklerle aşamalı olarak önemli ölçüde giderildi.
Bu, Hukuk Devletini onarım sürecidir.

HUKUK DEVLETİNİN ONARIMI…

I – Önce, yakın geçmişin Anayasal gelişmeleri doğru okunmalı.

1961 Anayasası ile kurulan Hukuk Devleti düzeneklerinden 1982’deki sapma, 1987’den 2004 yılına dek değişikliklerle aşamalı olarak önemli ölçüde giderildi. Bu, Hukuk Devletini onarım sürecidir. 1982 Anayasasını aşma iradesi, değişikliklerin itici güçleri, yol ve yöntemleri, içeriği ve sonuçları olmak üzere sürecin bütünü için geçerli.

İtici güçler: Siyasal ve örgütsel yasaklardan dil yasaklarına varan düzenlemelerin yarattığı sorunlar, değişiklik nedenlerinin başında gelir. Anayasal yasaklara karşı siyasal, sınıfsal, etnik ve cinsiyet temelli toplumsal mücadeleler 1987, 1995, 2001 ve 2004 değişikliklerinin dinamikleri oldu. Bunlara, Kopenhag kriterleri (ölçütleri) gereklerince ulusal üstü beklenti ve etkiler de eklenmeli.

Yol ve yöntem: Değişiklikler, -1987’de siyasal yasakların kaldırılması için halkoyu dışında- TBMM’de farklı siyasal partiler arası uzlaşma sonucu gerçekleştirildi.

İçerik: Özgürlük yasakları kaldırıldı ve seyreltildi, güvenceleri pekiştirildi; Yürütme’nin ve idari (yönetsel) makamların aşırı yetkileri törpülendi; yargı denetimi öne çıkarıldı.

Sonuç ve etkiler: “Hukuk yoluyla demokrasi” ve “anayasa yoluyla siyaset” ereğinde iyileştirmeler, demokratikleşmeye ve toplumsal barışa kayda değer katkılar sağladı. 1982 Anayasası, 17 yıla yayılan değişikliklerle güvenlikçi ve otoriter özünden büyük ölçüde arındırıldı.

…ve yüzyıllar mirasının reddi

“AKP, iktidarda eskidikçe Anayasal demokrasiden uzaklaştı” görüşü, -birkaç aylık ilk Hükümet dışında- doğru zannedilen bir yanlıştır. İnsan Hakları Danışma Kurulu’nun seçimle gelen başkanı ve AKP-Fetullahçıların balayı döneminin mağduru olarak, demokrasi hazımsızlığını ve evrensel insan hakları karşıtlığını yakından gözledim.

2007’de gerçekleştirilen ilk operasyonun ardından 12 Eylül 2010 Anayasa değişikliği oylamasına ‘fiili koalisyon ortağı’ güdümünde nasıl gidildiği belleklerde. Altı yıl sonra, “Allah’ın lütfu” olarak nitelenen eski müttefikin darbe girişimi, üçüncü ve son değişiklik için fırsat olarak kullanıldı.

2007-2017 değişikliklerinin itici gücü, kişisel iktidar arayışı oldu.

Temsili organ olan TBMM’de uzlaşma yerine, meşrulaştırma aracı olarak sandık ve YSK (mühürsüz oy ve zarflar) kullanıldı. Anayasa ile yetinilmedi: Eski ortakları ile hesaplaşma adına (için), ‘benzersiz toplu kıyım’ ve ‘siyasal ayak’ örtüsü olarak “hukuki, idari, mali, cezai (ve haliyle siyasi) sorumsuzluk yasaları çıkarıldı. 2024’te ‘sivil Anayasa’ sloganı ile yola çıkan TBMM Başkanı, 2016’da başbakan yardımcısı olarak 90 günlük OHAL için, ‘45 günde de bitebilir’ dedi; ama 45 bin x 3 = … kişiyi yargısız infaz eden OHAL KHK’lerine imza attı ve 45 yılda bile izleri silinmeyecek hukuk dışı bir dönem başlatıldı.

2017’de Hükümet ve bakanlar kurulu kaldırıldı, siyasal sorumluluk ve karar düzenekleri tasfiye edildi; Yürütme yetkisi Cumhurbaşkanı’na verildi. Yıllara yayılan Anayasasızlaştırma, 2017’de Osmanlı Devleti – Türkiye Cumhuriyeti anayasal ve siyasal mirasının reddi ile sonuçlandı.

Uygulamasına gelince; 2017 kurgusunun amacı ile bağdaşmayan Cumhur İttifakı, TBMM’de müzakereci demokrasi ve nitelikli yasama sürecini engelledi; liyakat yerine partizan uygulamalar sonucu adil yargılama güvencelerini işlevsizleştirdi.

Sonuçları ise,
– daha çok iktidar ve daha az özgürlük,
– daha çok fiili durum ve daha az hukuk,
– daha çok iktisadi-siyasal bunalım ve daha az toplumsal barış oldu.

Anayasa’nın bağlayıcılığı ve üstünlüğü kuralını kağıt üstünde bırakan 2017 kurgusu, değiştirilemez hükümlere ilişkin ikiyüzlülükleri de beraberinde getirdi: İktidarı dizginleyici düzenekler kaldırıldığı için Yasama-Yürütme-Yargı ayrılığı, biçimsel bir Anayasa sistematiğine indirgendi. Devlet, -çevresel olanlar dahil- hak ve özgürlükleri ihlal aygıtına dönüştürüldü.

DEĞİŞMEZ MADDELER İKİYÜZLÜLÜĞÜ

II – İkinci olarak, Anayasa dışı güncel uygulamalar doğru saptanmalı ve okunmalı. 

–  Anayasa’da yazılı olmayan birçok fiili durum ve uygulama alanı yaratıldı: parti başkanlığı, yasama ittifakı ve kabine, bakanların siyaset yapması…

Emredici ve yasaklayıcı hüküm ihlalleri ise, sahiplenir göründükleri değiştirilemez maddelerin içeriğini boşaltma eşiğine vardı. Mahkeme kararlarını uygulamamak ve uygulatmamak için Cumhuriyet’in Temel organları olarak Yasama-Yürütme ve Yargı’nın açık ve örtülü işbirliği, Cumhuriyet’in temel niteliklerini düzenleyen madde 2’nin özünü zedeledi.

Osmanlı dönemini sahiplenir görüntüsü altında, çağdaşlaşma dönemindeki siyaset, hukuk ve laik eğitim alanındaki ilerlemelere karşı amansız savaş ise, tarihsel miras üzerine ikiyüzlülük.

2017 kurgusunun aktörleri ve uygulayıcıları, bugün “darbe ve sivil” karşıtlığı üzerinden “anayasal gelecek” söylemine sarıldı. Eğer, 1982 darbe idiyse, 2010 ve 2017 sivil; tersine, 2017 darbe ise, o zaman bu kurgudan vazgeçmek gerekir.

DARBE ve SİVİL SÖYLEMİ KİRLETİCİ

III – Nihayet, Anayasa, ancak gerçek bilgi ışığında tartışılabilir.

2004 itibariyle anayasacılık yörüngesine giren Türkiye’ye, 2017 OHAL ortam ve koşullarında dayatılan kurgu, Cumhuriyet ötesi ulusal kazanımları ve anayasal demokrasinin asgari standartlarını da kaldırdı.

Bu asimetrik anayasa değişikliği, siyasal (münavebe) açıdan, Cumhuriyet’in ilk çeyreği ve son çeyreğinde CHP ve AKP’nin asimetrik konumu ışığında da okunabilir. Şöyle ki; Tek Parti döneminde çok partili rejime ve iktidarın eldeğiştirmesine CHP öncülük etti. Son çeyreğinde ise, çok partili rejimi göstermelik kılarak siyasal münavebeyi tıkayan AKP oldu. Anayasal manüplasyon ve dezenformasyon, bu amaca yönlendirildi. Cumhuriyet’in 2. Yüzyılında da ‘tek parti egemenliğine son vererek iktidarın el değiştirmesi, CHP sayesinde gerçekleşecek

2017 kurgusunun aktörleri ve uygulayıcıları, bugün “darbe ve sivil” karşıtlığı üzerinden “anayasal gelecek” söylemine sarıldı. Eğer 1982 darbe idiyse, 2010 ve 2017 sivil; tersine, 2017 darbe ise, o zaman bu kurgudan vazgeçmek gerekir. Bu ortam ve koşullarda “darbe” ve “sivil” anayasa karşıtlığına dayanan söylem, anayasal dezenformasyon olarak gündem saptırmasıdır.

Bütün bunlar, anayasal bilgilenme hakkının önemini yaşamsal kılıyor. Çünkü, Anayasal bilgi kirliliğinin yayılması, asıl sorun olarak Anayasa’ya saygı ve demokratik hukuk devleti gündemini gölgeliyor. Bu nedenle, Anayasa konuşmanın ön koşulu, dürüst yöntem ve saydamlık temelinde doğru bilgi kullanmaktır.

Bilgi kirliliği, anayasal gerçekleri çarpıtmak ve saptırmak, yanlış olan üzerinde doğru algısı yaratmaya çalışmaktır.

Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi (CBHS), doğru sanılan yanlış kavramların başında yer alıyor. Çünkü Hükümet kaldırıldı, Anayasa madde 103 tanımına uyan Cumhurbaşkanlığı yok; Anayasal rejim ve sistem yerine ‘parti başkanlığı yoluyla iktidar tekeli’ var. Bunun sonucu ise, ‘Kişi+Parti+Devlet’ birleşmesidir.

‘PARTİ BAŞKANLIĞI YOLUYLA İKTİDAR TEKELİ’

Anayasa gündemi de, “sözde/yalancı anayasacılık”, tıpkı CBHS gibi. Türkiye’nin içine sürüklendiği derin bunalımlar sarmalının baş nedeni, 2017 kurgusunun yol açtığı hesap vermeyen ve (saydam olmayan) keyfi tek kişi yönetimi.

Şu halde Anayasa konuşmak için;

Anayasa’nın emredici ve yasaklayıcı hükümlerine saygı, ilk ve ön koşuldur.

-Parti başkanlığı, Cumhur İttifakı ve bakanların siyaset yapması gibi Anayasa’ya aykırı uygulamaları ortadan kaldırma gereği, ikinci koşuldur.

Anayasa değişikliği yoluyla hesap verebilir yönetim kurmak, asıl hedeftir.

Anayasa gündemi, anayasal dezenformasyonu ve 2017 kurgusunun değişmez maddelerin içini boşalttığını teşhir fırsatı olarak görülmeli:

  • 2017 kurgusuna son verecek, “demokratik hukuk devletinin asgari gerekleri doğrultusunda bir düzenleme yapma”nın yolu, yürürlükteki Anayasa’ya saygıdan geçer.

Başarı için ülkemiz yeterli birikime sahip. Sivil ve siyasal anayasal emek ve deneyim çok zengin. TBMM’de nitelikli yasama etkinliğine öncelik vermek durumunda olan CHP, ülke genelinde demokratik hukuk devleti ereğinde Anayasa’nın toplumsallaşmasına da öncülük edebilir.

Anayasal demokrasi, anayasal dezenformasyon ile inşa edilemez!

Son 22 yılda neler oldu?

Hüsnü Bozkurt Biyografi.infoDr. M. Hüsnü Bozkurt
ADD Genel Başkanı
@HsnBozkurt  @add_genelmerkez

Sağlıkta Dönüşüm” adlı neo-liberal politikalarla Toplumcu-Kamusal Sağlık Sistemi yok edildi. Hasta müşteri, hastane ticarethane oldu.

“Artık doktor dövme özgürlüğümüz var” diyebilen hayasızlar türedi.

Doktorlar, hemşireler yoksulluğa, dayağa, ölüme mahkum olup yurt dışına gitmek zorunda kaldı, hastalar randevu alamaz; doktor, ilaç bulamaz oldu.

Adliyeye siyaset sokuldu: İktidar partisi il-ilçe başkanları yargıç, savcı yapıldı. “Darbe Anayasası” adı verilen, %80’i değiştirilmiş Anayasa sürekli çiğnendi. Yasalar hatırlı kişilere işlemedi, hukuk devleti katledildi. Bürolarda, adliyelerde, yüksek mahkeme salonlarında yargıçlar şiddete uğradı, Daire başkanı hukukçular kurşunlandı, katledildi, vatandaşın yargıya güveni dibe vurdu. Hukukun Üstünlüğü değil, Üstünlerin Hukuku egemen oldu.

Siyaset Türk Silahlı Kuvvetleri’ne de bulaştırıldı, “Hocaefendi”nin savcı kılıklı teröristlerine devletin Kozmik Oda’sı teslim edildi. Şerefli Türk Subayları FETÖ’cü hainlerin kumpas davalarıyla zindana atıldı, intihara sürüklendi. Anıtkabir girişinde Paşalar, kendilerinden ast rütbeli askerlere aratıldı. İki bin yıllık gelenekleri tarumar (yerle bir) edilen, komuta bütünlüğü dağıtılan, eğitim, sağlık, yargı sistemlerinden yoksun bırakılan Türk Ordusu cübbeli amirallerle, emeklilik töreninde dudakları titreyerek “Beni bu makamlara getirdiniz size sarılabilir miyim?” diyen Kuvvet Komutanlarıyla anılır oldu.

Laik, çağdaş, bilimsel ve kamusal Milli Eğitim Sistemi berhava (darmadağın) edildi.
Okullarımıza imamlar sokuldu.
Eğitim yazboz tahtasına çevrilip dinselleştirildi. Anayasa ve yasaların yasakladığı tarikatlara STÖ denilip protokoller yapıldı. 4+4+4 ucubesi ile çanına ot tıkanan Laik Eğitimin tabutuna son çivi de çağ ve bilim dışı “Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli” ile çakılmaya çalışıldı. Okullarımız önlerinde uyuşturucu satılan,  çocuklarımızın cahil kaldığı, öğrenci ya da veli kılıklı psikopat katillerin cirit attığı mekanlara dönüştü

Hukuk Devleti ve yargı bağımsızlığının, ekonominin, “Ensar – Din kardeşi” denilerek meşrulaştırılmaya çalışılan “sığınmacı” milyonlarla kanına ekmek doğranan demografik yapımızın, dış politikamızın, devlet ve millet itibarımızın (saygınlığımızın), bir zamanlar savaş ilan edilen 3 Y’nin hal-i pür melali de ortada.

200 gram ekmeğin 10TL, 1 kilo kıymanın 350TL, emekli maaşının 10bin, asgari ücretin 17bin, açlık sınırının 18bin, yoksulluk sınırının 57bin TL olduğu; dış borcunun ancak faizini o da kredi ile zar zor ödeyebilen, rüşvetin, nepotizmin, 1 milyon 400 bin TL bürokrat aylığının, çok maaşlı memurluğun ayyuka çıktığı, akademik unvan, rütbe ve makamların ulûfe gibi dağıtıldığı ülkemizin durumu, adeta Osmanlı’nın son dönemini andırıyor.

106 yıl önce uğradığı emperyalist işgale onur, cesaret ve kararlılıkla direnen, Gazi Mustafa Kemal Atatürk önderliğinde 3 yıl 3 ay 22 gün savaşıp esaretten (tutsaklıktan) kurtulan, bağımsızlığını kazanan, Cumhuriyetini kuran, Aydınlanma Devrimleriyle 10 yılda çağ atlayan, uçak üreten bir sanayi ülkesi ve kendini doyuran 7 ülkeden biri olmayı başaran Türk Ulusu, böyle yaşamayı, böyle yönetilmeyi hak ediyor mu?

Yazık, çok yazık!

Çare : #YenidenAtatürkCumhuriyeti!

 

 

Namlunun ucundayız

Timur Soykan

Timur Soykan

Güncel 07.05.2024, BİRGÜN

Sinan Ateş iddianamesi, önemli failleri karanlıkta bıraksa bile devletteki ortakları gözler önüne seriyor. Cinayetin her aşamasında, devletin kapalı sistemlerindeki bilgiler kullanılıyor. Ateş’in cep telefonu sinyal bilgilerini, adres ve plaka kayıtlarını, uçuş bilgilerini devletin içindeki ortakları örgüte iletiliyor. Bu bilgiler güvende değilse hiçbirimiz güvende değiliz.

Namlunun ucundayız
Sinan Ateş

Eski Ülkü Ocakları Genel Başkanı ve Hacettepe Üniversitesi Öğretim Üyesi Sinan Ateş, 30 Aralık 2022’de Ankara’nın göbeği Çukurambar’da öldürüldü. Siyasal cinayeti ne Cumhurbaşkanı Erdoğan ne de MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli kınadı. Soruşturmayı yürüten savcılar kezlerce değiştirildi, siyasal müdahaleler gündeme geldi. Türkiye’de iktidarın talimatıyla işleyen yargı, iddianameyi yazmak için 2023 genel seçimlerinin ve 2024 yerel seçimlerinin tamamlanmasını bekledi. Kamuoyuna yansıyan delillerin (kanıtların) sansürlendiği, cinayet nedeninin yazılmadığı iddianamede bile onlarca skandal var.

16 SUÇTAN ARANIYORDU AMA…

Sinan Ateş’i öldürme görevi verilen İstanbul Maltepe merkezli çetenin mensupları, firari olmalarına karşın yakalanmıyor. Adeta cinayet için elde tutuluyorlar. Torbacı çetenin lideri ‘Dodo’ lakaplı Doğukan Çep, 11 yıl önce Maltepe Gülsuyu’nda uyuşturucu çetelerine karşı yürüyüş yapan gençlere ateş açmış, Hasan Ferit Gedik’i öldürmüştü. İki yıl bile hapis yatmadı. 2018 yılında 35 yıl hüküm giydi. Sinan Ateş cinayeti nedeniyle yakalandıktan sonra polis O’na şu soruyu sordu: “Epey uzun bir zamandır 16 ayrı suçtan aranıyorsunuz, bu süre içinde neler yaptınız, nerelere gittiniz?”

Yani Doğukan Çep, 16 suçtan aranmasına karşın İstanbul’da elini kolunu sallayarak gezmiş. Doğukan Çep bu soruya verdiği yanıtta, “Firarda olduğum zamanda hep İstanbul’daydım, üzerimde kimliğim hiç olmadı, herhangi bir düzenim de olmadı. Çekmeköy’deki polislerin bastığı ikametimde kalıyordum.” dedi. Ayrıca Alemdağ’da bir sitede kaldığı da belirlendi. 1877 Alemdağspor Kulübü’nün binasında vakit geçiriyordu. Hatta Kocaeli’ndeki bir otele para tahsilatı için silahlı bir baskın düzenleyip ateş açmıştı.

Doğukan Çep suikasttaki
en kilit isimlerden. 


POLİS DENETİMİNDE BIRAKILDILAR

Doğukan Çep’ten talimat alan ve Sinan Ateş’i öldüren tetikçi Eray Özyağcı ise farklı suçlardan hükümlüydü, 3 yıldır firariydi (kaçaktı). Doğukan Çep ile birlikte mekânlarda cirit atıyorlardı. Otel baskınında o da vardı. Sürekli onları taşıyan ve Alemdağ’daki bir durağa bağlı olan iki taksicinin iddianamedeki ifadeleri dikkat çekti. Sinan Ateş cinayetine yardım suçundan yargılanan taksici Caner Günay şöyle dedi:

“Eray ve Doğukan ile 3 ay önce İstanbul Sancaktepe Sarıgazi Mahallesi’nde polis ekiplerinin uygulama noktasına girdik. Şahıslar, T.C. kimlik numaralarını söylediler ama bir şey olmadı. Doğukan ile yaklaşık 5-6 ay kadar önce Kartal Köprüsü’nde aynı durum yaşandı. Herhangi bir gözaltı işlemi yapılmadı. Yine davanın sanığı olan öbür taksici Umut Ersoy da “İstanbul’da Bostancı Köprüsü, Ataşehir, şu an hatırlayamadığım birkaç yerde polis uygulamalarına girdik. Burada ben de Doğukan da kimliklerimizi verdik. Herhangi bir olumsuzluk olmadı, yollarımıza devam ettik.”

Tetikçi Eray Özyağcı, talimatı
Doğukan Çep’ten aldı. 


CİNAYET BÜRO AMİRİ SKANDALI

  • Sinan Ateş cinayeti organizasyonunun devlet içindeki bağlantıları ürkütücü.

İddianamede cinayetin azmettiricisi olarak suçlanan ama Ülkü Ocakları’ndaki yöneticilik faaliyetleri özenle gizlenen Tolgahan Demirbaş, Emniyet’in kapalı sistemindeki bilgileri polislerden almış. Hatta Sinan Ateş cinayetini soruşturan Ankara Cinayet Büro Amiri Mustafa Aykal ile cinayetten aylar önce Facetime üzerinden kezlerce görüşmüş. Cinayetten bir gün önce Tolgahan Demirbaş ile Mustafa Aykal, Facetime üzerinden 5 görüşme yapmış. Tolgahan Demirbaş’ın telefonundan sildiği ama özel bir programla geri getirilen mesajlara göre; Tolgahan Demirbaş, Cinayet Büro Amiri Mustafa Aykal’a Sinan Ateş’in cep telefon numarasını sorgulatmış. 10 Mart 2022’de cinayetten 8 ay önce yapılan yazışmalar şöyle:

Tolgahan Demirbaş: Amirim bizim GB istedi de. 0505 529 xxxx numarası bu adres lazım bize. Sana zahmet olmazsa”

Mustafa Aykal: Bakalım reis.

Mustafa Aykal: Reis önceki GB’ye (Genel Başkan’a) çıkıyor bu numara.”

Tolgahan Demirbaş: Aynen, reis, onun ipini çekmişler.

Mustafa Aykal: Birazdan arıyorum reis.

Tolgahan Demirbaş, bu adresi Sinan Ateş’in evinin karşısına pankart asmak için istediğini savunuyor. Ama mesajda çok açık şekilde ‘Onun ipini çekmişler’ yazmış.

KENDİ SUÇUNU GİZLEMİŞ

Diğer mesajlarda ise iddianamede Ülkü Ocakları Genel Başkan Yardımcısı olduğu gizlenen Emre Yüksel, Tolgahan Demirbaş’a Sinan Ateş’in avukatı Ali Yücel’in araç plakasını gönderiyor. Bu aracın bilgilerini istiyor. Tolgahan Demirbaş da yine Cinayet Büro Amiri Mustafa Aykal’dan bilgileri alıyor. O anda Avukat Ali Yücel’in otomobilinin nerede olduğuna dair konum bilgilerini Emre Yüksel’e iletiyor.

Bunlar gerçekten akıl almaz skandallar.

Sinan Ateş cinayetini soruşturan Cinayet Büro Amiri, cinayet organizasyonunda yer almış. Yani aylarca bu soruşturmayı yürütürken failler arasında kendisinin olduğunu gizlemiş. Tolgahan Demirbaş’ın silinen mesajları geri getirilince bu gerçek ortaya çıktı.

ESKİ MİT’Çİ KONUM VERİYOR

Skandallar bitmiyor, devlet içindeki karanlık yapılanma faaliyetlerine devam ediyor. Tolgahan Demirbaş, Mart 2022’de eskiden MİT’te memur olarak çalışan Çağlar Zorlu’dan Sinan Ateş’in anlık sinyal bilgilerini istiyor. Zorlu, konum bilgisini Demirbaş’a gönderiyor.

Demirbaş, 2 Nisan 2022’de tekrar Zorlu’ya mesaj gönderiyor ve “Aynı talebi yenileme ihtimalimiz var mı’’ diye soruyor. Çağlar Zorlu mesajların devamında “İstanbul’da bulamadılar mı?” yazıyor. Tolgahan Demirbaş, “Olumsuz abi, yer uygun değildi” diye yanıt veriyor. Çağlar Zorlu ertesi gün Sinan Ateş’in Kırşehir’de bulunduğu adresin bilgisini mesajla gönderiyor. Çağlar Zorlu, bu konum bilgilerinin doğru olmadığı, başından savmak için Tolgahan Demirbaş’a gönderdiğini öne sürdü.

Sinan Ateş’in uzun süre çok sıkı ve devlet olanaklarıyla takip edildiği anlaşılıyor. Cinayet şebekesi, uçuş bilgilerine de kolayca ulaşıyor. Tolgahan Demirbaş, 14 Mart 2022’de Sinan Ateş’in uçuş bilgilerini Esenboğa Havalimanı’nda çalışan Gürsel Horat’tan istiyor. Yine iddianamede gizleniyor ama Gürsel Horat, eski Ankara Çubuk Ülkü Ocakları Başkanı. Gürsel Horat, Tolgahan Demirbaş’a, Sinan Ateş’in uçuş kaydını gösteren bilgisayar ekranından çekilmiş fotoğrafı yolluyor. Mesajlar devam ediyor:

Gürsel Horat: Başkanım siz daha iyi bilirsiniz Sinan silahla geliyordu limana. Haluk’un oradan geçebilir.

Tolgahan Demirbaş: Doğrudur reis. Bence de öyle olacak. Ona göre yapacağız planı.

ADRES VE TELEFONUNU SORGULATTILAR

Devletin kapalı veri sistemlerinden bilgileri alan sadece (yalnızca) Demirbaş değil. Demirbaş, Ankara Ülkü Ocakları Başkan Yardımcısı (İddianamede bu da yazmıyor) Suat Yılmazzobu’ya Sinan Ateş’in eşi Ayşe Ateş’e ait kimlik bilgilerini gönderdi. Adres, telefon bilgilerinin sorgulatılmasını istedi. Suat Yılmazzobu, 8 Nisan 2022’de Sinan Ateş’in ailesi ile yaşadığı Ankara’daki adresi ve telefon bilgilerini sorgulatarak Tolgahan Demirbaş’a gönderdi.

Aynı gün Burak Kılıç, Ayşe Ateş’in yaşadığı binanın fotoğraflarını çekerek Demirbaş’a gönderdi. Burak Kılıç, Ülkü Ocakları Genel Başkan Yardımcısıydı, yine iddianamede yazılmadı. Ayrıca MHP yönetiminde olan Etimesgut Belediyesi’nde çalışıyor görünüyordu.

27 Aralık 2022 günü İstanbul Özel Harekât Şube Müdürlüğü’nde görev yapan polisler Aşkın Mert Gelenbey ile Murat Can Çolak, Doğukan Çep ve tetikçi Eray Özyağcı ile İstanbul Ataşehir’deki bir otoparkta buluştu. İki özel harekât polisi, hakkında yakalama kararı olan tetikçiyi ‘61 OF XXXX’ plakalı siyah minibüs ile İstanbul’dan Ankara’ya götürdü. Uygulama yapan polisler, Ankara’nın girişinde minibüsü durdurdu. Ancak minibüsü kullanan Aşkın Mert Gelenbey polis kimliğini gösterdi. Böylece katil yoluna devam etti.

TÜM BİLGİLERİ KATİLLERDEYDİ

Sinan Ateş, 30 Aralık 2020 günü Ankara Çukurambar’da öldürüldü. Doğukan Çep’in Ankara’ya gönderdiği Suat Kurt, 5 gündür keşif yapıyordu. Adres, telefon ve plaka bilgilerini Doğukan Çep’ten almıştı. Sinan Ateş’i yanında iki kişiyle cuma namazına giderken görmüş ve Doğukan Çep’e bildirmişti. Bu sırada tetikçi Eray Özyağcı’yı motosikletle Vedat Balkaya getirdi. Eray Özyağcı pusuya yatmıştı. Suat Kurt, Sinan Ateş ile Selman Bozkurt ve Ahmet Keçik’in cuma namazından döndüğünü gördü ve Doğukan Çep’e söyledi. Eray Özyağcı, bir panelvanın arkasından çıkarak Sinan Ateş ve yanındakilere kurşun yağdırdı. Otopsi raporuna göre; Sinan Ateş’e isabet eden beş kurşundan dördü öldürücüydü. Selman Bozkurt da sırtından vuruldu.

Tetikçi Eray Özyağcı, Vedat Balkaya’nın onu kaçırmak için beklediği motosiklete atladı, kayıplara karıştılar. Tolgahan Demirbaş, tetikçiyle bulaşacağı yerin konumunu Ülkü Ocakları Genel Başkan Yardımcısı Emre Yüksel’e gönderdi. Bu konum daha sonra tetikçi Eray Özyağcı’ya geldi. Tolgahan Demirbaş’ın Konya yolundaki bir akaryakıt istasyonunda tetikçi Eray Özyağcı’yı otomobiline alarak kaçırdığı güvenlik kameralarına yansıdı. Tetikçinin kaskını atarak arabasına bindiği anın kamera kayıtları vardı. İfadesinde bu söylenince “Kamera kayıtlarını kabul etmiyorum” dedi. Önce Gölbaşı tarafında bir yere tetikçiyi bıraktı. İddianameye göre; Emre Yüksel ve Tolgahan Demirbaş, akşam siyah bir otomobil ile tetikçiyi alıp İstanbul’a götürdü.

İŞLEDİKLERİ CİNAYETİN BİLGİLERİ GELDİ

Tolgahan Demirbaş, cinayetten sonra da devlet sistemindeki bilgileri aldığı kişilerle konuştu. Sinan Ateş cinayetini soruşturmaya başlayan Ankara Cinayet Büro Amiri Mustafa Aykal ve Çağlar Zorlu ile telefon konuşmaları tespit edildi.

Ankara Emniyet Müdürlüğü’nde komiser olan Talha Atalay ise Sinan Ateş cinayetine ait bilgi notunu Tolgahan Demirbaş’a gönderdi. Yani cinayetin azmettiricisine cinayet ile ilgili soruşturma bilgileri sızıyordu.

T24’ten Asuman Aranca daha önce Tolgahan Demirbaş’ın geri getirilen mesajlarıyla ilgili bilirkişi raporuna ulaşmış ve haberleştirmişti. Bilirkişi raporunda Tolgahan Demirbaş’ın, eski MİT memuru Çağlar Zorlu’dan aldığı Sinan Ateş’in konum bilgilerini Ülkü Ocakları Genel Başkanı Ahmet Yiğit Yıldırım’a göndermiş ve şunları yazmıştı:

“Araştırmalarım devam ediyor efendim. Az önce böyle bilgi aldım, arz ederim.”

Ancak bu bilgi iddianamede yer almadı.

Sinan Ateş cinayetinde devletin kapalı veri sistemi kullanıldı.
Bu sistemde hepimizin adres, plaka, telefon bilgisi var.
Bu sistemde telefonlarımızın verdiği sinyalle anlık olarak yerimiz tespit edilebiliyor,
plaka tanıma sisteminden araçlarımız takip edilebiliyor.

Bu bilgiler güvende değilse hiçbirimiz güvende değiliz.

Sinan Ateş cinayeti gösteriyor ki; hepimiz namlunun ucundayız!

CİNAYET ANI ANLATILDI

İddianame, Sinan Ateş cinayetinin güvenlik kameralarınca anbean kaydedildiğini ortaya koydu.

İlk güvenlik kamerası kaydında Sinan Ateş, Selman Bozkurt ve Ahmet Keçik’in Çukurambar’da ofise doğru yürüdüğü görülüyor. Bu sırada Erzincan Mandırası’na ait iki araç arasında gizlenen tetikçi, belindeki silahı eline alarak karşılarına çıkıyor. Tetikçi, Sinan Ateş’e yakın mesafeden ateş açıyor ve Sinan Ateş yere düşüyor. Bu sırada Selman Bozkurt, Erzincan Mandırası isimli işyerine doğru, Ahmet Keçik ise park halindeki araçların arkasına kaçıyor. Tetikçi Eray Özyağcı, Ahmet Keçik’e doğru ateş ediyor. Eray Özyağcı kaçmaya başlayınca Ahmet Keçik, yerde yatan Sinan Ateş’in yanına gelerek onun tabancasını alıyor ve küçük servis aracını siper alarak Eray Özyağcı’ya doğru ateş ediyor. Kendisi de sırtından vurulan Selman Bozkurt, Sinan Ateş’in yanına gelerek yardım etmeye çalışıyor. Saat 13.42’de ise ambulans olay yerine geliyor.

BU İDDİANAME OYALAMA TAKTİKLERİNDEN İBARET

  • Sinan Ateş iddianamesi,devlet eliyle göz göre göre bir cinayetin örtbas edilmesinin belgesi olarak tarihte yerini alacak.

İddianame özetle; topu taca atmak için yazılmış. Kamuoyuna da yansımış ‘önemli isimler’ hakkındaki soruşturmanın devam ettiği belirtilerek oyalama taktiğine gidilmiş.

Organize ve örgütlü bir yapının cinayeti işlediği bu iddianameden bile çok açık anlaşılırken örgüt suçlaması yok. Hatta sanıkların, MHP ve Ülkü Ocakları’nda yönetici olduğu gizlenmiş. Savcılığa sunulan bilirkişi raporunda Sinan Ateş’in konum bilgilerini aldığı belirlenen Ülkü Ocakları Genel Başkanı Ahmet Yiğit Yıldırım’ın adı iddianamede geçmiyor. Tolgahan Demirbaş’ın evinde yakalandığı eski MHP Mersin Milletvekili Olcay Kılavuz’un adı da iddianamede yok. Hatta Ayşe Ateş’in Ahmet Yiğit Yıldırım, eski MHP milletvekili Olcay Kılavuz ve diğer isimleri verdiği ifade bile sansürlendi.

Öyle bir iddianame ki; cinayetin hangi nedenle işlendiği bile yazılmamış, çünkü bu yazılırsa olay ‘önemli isimlere’ bağlanacak. Bu tarihi belge; Türkiye’de artık adalet sağlayacak yargının kalmadığını çok net ortaya koyuyor.

Siyasal iktidarın talimatıyla masum insanları hapseden yargı,
yine siyasal talimatla cinayeti karanlıkta bırakıyor.

Artık herkes öldürülebilir ve kanı devlet tarafından yerde bırakılabilir.

İktidarı elinde bulunduranlar bugün devletin gücüyle gerçeği baskıladıklarını düşünüyor ama bazı olaylar vardır, tarih önünde mahkum eder.

Kendilerini muktedir zannedenler, gerçeği yok edemedikleriyle mutlaka yüzleşir.

Sinan Ateş cinayeti de bugünün muktedirlerinin tarih boyunca unutulmayacak utançlarından biri olacak.

ANAYASAYI DEĞİŞTİREYİM DERKEN DEVLET ELDEN GİTMESİN!…

Müstafi Tümamiral Yaycı SUBÜ Konuşmaları'nda | Sakarya Uygulamalı Bilimler  Üniversitesi | SUBÜ Haber

Doç. Dr. Cihat Yaycı
Em. Tümamiral

Bugünlerde siyasilerin yine “Anayasada değişiklik” yapmaktan, hatta yeni Anayasa yapmaktan bahsettiklerine şahit oluyoruz.

Hatırlarsanız 14 Mayıs 2023 seçimleri öncesi birtakım siyasi partiler de Anayasa’nın değiştirilemez ilk 4 maddesini ve 66’ncı maddesini değiştirerek “daha eşitlikçi, özgürlükçü ve demokratik anayasa” yapma vaadinde bulunmuşlardı.

Bununla birlikte oy şantajı yapan bölücü örgüt uzantısı siyasi yapılar da kendilerinden destek isteyene ya da isteyecek adaylara “seçilmeniz durumunda yeni bir çözüm ve müzakere süreci başlatmaya, anayasayı da bizim taleplerimiz doğrultusunda değiştirmeye mecbursunuz” diyerek açık açık gözdağı vermekte ve diyet istemişler ve istemektedirler.

Üstelik bu kesimler “Kürt sorununun çözüm adresi olarak TBMM’yi gördüklerini” söyleyerek, Anayasada değişiklik taleplerine vurgu yapmaktadır.

Daha önce de yazmıştım ama görüyorum ki çoğu kimse tehlikenin pek farkında değil. O nedenle bu şekildeki Anayasa değişikliği konusunun ne kadar tehlikeli olduğunu yazmanın ve anlatmanın büyük bir ihtiyaç ve kutsal bir vatan borcu olduğu kanaatindeyim.

Peki, bölücü silahlı terör örgütleri ve siyasi yapılar Anayasa’da hangi değişikliklerin yapılmasını talep ediyorlar? Kısaca söyleyeyim.

Demokratik Özerklik/Öz Yönetim adı ile önce sınır çizmeye,
Etnik bölücülük yaparak ayrıştırılmış halk teşkil etmeye ve bunları kurucu halk ya da etnik gruplar olarak anayasaya kaydettirmeyi,
Anayasaya başka dilleri resmî dil olarak ekletmeye,
Özerk yerel yönetim ve güvenlik güçleri teşkili ile egemen bir otorite tesis etmeye
Anayasa’daki Türklük kavramını kaldırmaya çalışmaktadır.
Bunun da demokrasi, insan hakları, özgürlük söylemleri ile allanıp pullanıp halkımıza sunulduğunu da görüyoruz.

Mesela bölücü kesimler ve mensupları;

– “Ana dilde eğitim ve ana dillerinin resmî devlet dili olmasının demokratik bir hak olduğu”,
– “Merkezî yönetimle işlerin yürümediğini, federatif yapıların ve özerk bölgelerin oluşturulmasının sorunların yerinden çözümüne katkı sağlayacağı”,
– “Çeşitli etnik grupların da bu devletin kuruluşuna emek verdiğini, onların da Anayasada kurucu halk olarak zikredilmesinin hak olduğu” gibi söylemleri ve talepleri güya masumca sık sık dile getirirler.

Öyle de olmuştur ve olmaya da devam etmektedir.

MASUM GİBİ GÖRÜNEN BU TALEPLERİN ARKASINDA GİZLENEN ASIL AMAÇ İSE BAMBAŞKADIR

Öncelikle bölücü terör örgütleri ve siyasi yapılar bu taleplerin elde edilmesiyle Türkiye’nin istedikleri şekilde bölünmesine uygun uluslararası hukuki zemin oluşturmayı hedeflemektedir.

Yani dertleri demokrasi, insan hakları, özgürlük falan değildir, bu kisve altında amaç ülkenin parçalanması ve bölünmesi için gerekli uluslararası hukuk şartlarını oluşturmaktır.

Nasıl mı? Çünkü Anayasada birden fazla resmî dil, kurucu halk, etnik grup, özel, özerk, federatif bölge tanımlandığı takdirde; o dili konuşanların, o halk veya etnik grup üyelerinin, özel, özerk, federatif bölgede yaşayanların uluslararası hukuka göre referandum yoluyla “kendi kaderini tayin” yani “ayrılma hakkına” sahip olması mümkündür.

Zira bir etnik grup ya da halk topluluğunun kendi kaderini tayin hakkına sahip olabilmesi için ulusal anayasada bu gruba özel bir statü (dil, din, bölge vs..) verilmiş olmasının tek başına yeterli olduğu uluslararası hukukta kabul gören bir görüştür.

Bu konudaki temel hukuki belgeler ise, 1933 Montevideo Sözleşmesi ve
Sürekli Adalet Divanı’nın 1930’da etnik gruplarla ilgili olarak yaptığı geleneksel tanımdır.

Bizler işte bu belgeleri pek bilmeyiz ama bölücüler çok iyi bilir. Bu çerçevede uluslararası hukuk açısından bir halktan, ancak sınırları belli ayrı bir toprakta yerleşik, etnik ve kültürel özelliğiyle ayırt edilebilen bir grup insan olmaları durumunda söz edilebilir.

Görüldüğü üzere ülke içinde sınırları belirlenmiş bir toprak parçasında yaşamak, ayırt edici özellikleri Anayasa’da vurgulanmış olmak ayrılma hakkı için şarttır. ülke içinde özerk bölge ve federatif yapılar oluşturulmamış, bunların şu veya bu şekilde sınırları çizilmemişse, tüm ülke halkı iç içe yaşıyorsa, anayasada tek bir Millet, tek bir resmî dil tanımlanmışsa uluslararası hukuk bakımından ayrı bir halkın varlığından söz edilemez.

Yani federal ve özerk bölgeler oluşturulması, anayasada birden fazla devlet dili ya da resmî dilin ve halkın zikredilmesi ayrılıkçılık için hukuki zemin oluşturur

Bazıları bu kendi kaderini tayin referandumunun oylamasının tüm ülkede ve tüm vatandaşlara yapıldığını sanıp, “Aman olsun canım, bölücüler referandumda Türkiye’de çoğunluğu elde edemezler” diyebilir.

Maalesef uygulama hiç de öyle değildir.

Çünkü “kendi kaderini tayin oylaması” sadece o tanımlanmış vatandaş grupları ve/veya o özel, özerk ya da federatif bölgede yaşayan vatandaşlar arasında yapılıyor, ülkedeki diğer vatandaşlar ise oylamaya katılamıyor.

Yani eğer Anayasada bölücü örgütlerin ve siyasi uzantılarının talepleri doğrultusunda değişiklik yapılmışsa, ayrılık kararının oylanacağı referandumlara sadece;

-Falanca dili ana dili olarak belirtenler,
-Ya da Anayasada kurucu halklardan biri olan falanca halkın mensupları,
-Ya da falanca mezhebe mensup vatandaşlar,
-Veya uygulamaya konulan falanca özel, özerk, federatif bölge halkı mensupları oylamaya katılabilecek.

DİĞER ÇOĞUNLUK HALK NE Mİ YAPACAK? YALNIZCA SEYREDECEK…

Anayasasına “birden fazla resmî dil, birden fazla kurucu halk, etnik ve dinî gruplar yazdırmadan”, “özerk veya federatif bölgeler oluşturmadan” düşüneceklerdi. Bunları yaptıktan sonra geçmiş olsun… İşte bu gerçekleri gören, devletler hukukunun hangi şartlarda ayrı bir devlet kurma hakkı tanıdığını bilen ve şu andaki mevcut durumda ayrılma ve bağımsızlık ilan etmelerinin hukuken de kabul görmeyeceğini anlayan bu odaklar Anayasada değişiklik yapılmasını çeşitli siyasi kesimlere siyasi destek için şart koşmaktadır.

Mesela 14 Mayıs 2023 Cumhurbaşkanlığı seçimleri öncesi dönemde; 30 Mart 2023 tarihinde YSP (HDP) Eş Sözcüleri seçim beyannamelerini okuyarak, beyannamede;

-Çok kimlikli anayasa,
-Özerklik,
-Ana dilde eğitim talepleri ve vaatlerinin yer aldığını söylemişti.
15 Nisan 2023 tarihinde ise YSP (HDP) seçim stratejilerini şu maddelerle deklare etmişti;
*Kürt halkının varlığının ve kimliğinin tanınması, yapılacak anayasada yer alması.
*Kürt dilinin anaokulundan, üniversiteye kadar eğitim dili olarak kabul edilmesi ve Türkçenin yanı sıra ikinci resmî dil olarak tanınması.
*Kürtlerin, Kürt ve Kürdistan isimleriyle özgürce örgütlenmeleri ve kendilerini ifade etmelerinin önünü açan demokratik bir ortamın yaratılması.
*Kürt halkına, Kürdistan’da kendi kendilerini yönetmelerine imkân verecek bir statünün tanınması.
*Kürt halkının diğer halklarla bir arada, eşit, özgür ve onurlu bir şekilde yaşamasını güvence altına alan demokratik, çoğulcu, ademi merkeziyetçi bir anayasanın yapılması hususlarının yer aldığı söylenmişti.

5 Nisan 2023 tarihinde ise bir HDP sözcüsü, PKK’nın kanalına yaptığı açıklamada, Anayasa’nın ilk dört maddesinin değiştirilmesi gerektiğini söyleyerek, “Türkçeyi tek dil kabul eden, Türklüğü tek ulus olarak kabul eden bir anayasayla ilerlemek mümkün değil. Dokunulamaz maddelerle ilerlemek mümkün değil. Türkçe ve Türklüğe dokunacağız” diye açıklamalarda bulunmuştu.

Benzer açıklamalar diğer bölücü odaklar, etnik milliyetçilik yapan kesimler ve siyasi oluşumlar tarafından da yapılmakta. Yani tarafları değişse de emelleri doğrultusundaki talepleri değişmiyor.

ŞİMDİ ANLADINIZ MI BU ANAYASA DEĞİŞİKLİK İSTEMLERİ NİYE YAPILIYOR?

Bu talepleri hoş ve makul karşılayanlar ya bu tehlikenin farkında değillerdir, ya da bu bölücülerle iş birliği içerisindedirler. Mızrağı çuvala sığdıranlara ve sığdırmaya çalışanlara karşı çok uyanık olmalıyız.

Tehlike büyüktür!!

Siyasi ikbal ve oy sevdası vatan sevgisinin önüne asla geçmemelidir. Ülkemizde T.C. Anayasası’nın beka, birlik ve beraberliğimizin temellerini oluşturan değişmez hükümlerini tartışmaya ve değiştirmeye kalkanların asıl amaçları ortadadır.

ANAYASAMIZDAKİ TÜRK MİLLETİ TANIMI IRKİ VE ETNİK BİR TANIM DEĞİLDİR!

Unutulmamalıdır ki, Türkiye Cumhuriyetinde ırki, dinî veya diğer şekillerde etnik bir Türklük tanımı ve kavramı yoktur, vatandaşlık bağlamında anayasal Türklük tanımı vardır.

Anayasamızın 66’ncı maddesi çok nettir;

  • “Türkiye Cumhuriyeti Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı herkes Türk’tür!”

Bu tanımdan rahatsız olanlar asıl ırkçı, ayrılıkçı, bölücü Devlet ve Atatürk düşmanlarıdır! Çünkü Atatürk, Türk Milleti’ni kapsayıcı olarak şöyle tarif etmiştir;

  • Türkiye Cumhuriyetini kuran Türkiye halkına (ahalisine) Türk Milleti denir!!

Bu tanıma kim karşı çıkıyorsa onlardan uzak durmak gerekir!

HİÇBİR MİLLET KİMLİĞİNİ HEMŞERİLİĞE İNDİRGEMEZ, İNDİRGETMEZ!

Türk ve Türk Milleti yerine “Türkiyelilik” gibi ulus kimliğimizi kökten yıkacak önerilere itibar etmemek çok önemlidir. “Anayasa’ya “Türkiyelilik” ekleyelim, bakın Amerikalı var, Çinli var, Yunanlı var… Onlarda sorun olmuyor da bizde mi sorun olacak?” diyenler biliniz ki ya cahildir, ya da haindir!

Neden mi? Çünkü Amerikalı, Çinli ve Yunanlı apaçık Türkçe tercüme hatalarıdır. Zira İngilizceleri “American, Chinese, Greek”dir. Yani “Amerikan, Çini, Yunan’dır.”

“Fransız, Alman, İngiliz’dir. Fransalı, Almanyalı, İngiltereli değildir.”

Yani bu tür (sözde) birleştirici gibi sunulan dayanaksız öneriler, aslında ayrıştırıcı ve ulus kimliğimizi yıkıcı fitnelerdir.

Biz hep birlikte Türk Milletiyiz!

Allah Türkiye Cumhuriyeti Devletini ve Türk Milleti’ni korusun!

Yeni anayasa konusu

Olaylar ve Görüşler

Bülent Serim
ESKİ ANAYASA MAHKEMESİ GENEL SEKRETERİ
10 Mayıs 2024 Cumhuriyet

Yeni bir anayasa yapmak “devlet yetkisi” kapsamındadır.
Devlet yetkisinin kaynağı anayasadır.
Anayasada düzenlenmeyen hiçbir devlet yetkisi kullanılamaz.
Anayasanın 6. maddesinde bu durum açık biçimde ifade edilmiştir:

  • “Hiçbir kimse veya organ kaynağını anayasadan almayan bir devlet yetkisi kullanamaz.”

Bununla da yetinilmemiş, 11. maddeye “anayasa hükümlerinin yasama organını bağladığı” açık biçimde yazılmıştır.

Bugünkü Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM), yürürlükteki anayasamıza göre seçilip oluşturulmuştur. Varlığının ve meşruluğunun kaynağı bu anayasadır. Ancak bu anayasa ile verilen yetkileri kullanabilir.

Anayasanın görev ve yetkilerini sayan 89. maddesi dahil, hiçbir maddesinde TBMM’ye “yeni bir anayasa yapma yetkisi” verilmemiştir.

Örneğin İsviçre (m.193), Bulgaristan (m. 153), Almanya (m. 146), İspanya (m.168) ve Finlandiya (m. 95) anayasaları parlamentolarına yeni anayasa yapma yetkisi vermiştir. Ama bizim anayasamızda bu yetki verilmemiştir.

Yalnızca anayasanın 175. maddesinde yürürlükteki anayasada değişiklik yapma yetkisi verilmiştir. Anayasada değişiklik yapılırken de yetkisi sınırlıdır;

  • Anayasanın ilk dört maddesini değiştiremez ve başka maddelerde yapacağı değişikliklerle Cumhuriyetin niteliklerinin içini boşaltamaz.

Yalnız TBMM değil, “millet” de anayasa ile bağlıdır ve “iradesi” anayasal kurallarla sınırlıdır.

Bu durum anayasada ifadesini bulmaktadır. Bakınız, “egemenliği kayıtsız şartsız millete veren” anayasanın 6. maddesinde ne denilmektedir:

  • “Türk milleti egemenliğini anayasanın koyduğu esaslara göre yetkili organlar eliyle kullanır.”

Yani egemenlik “kayıtsız şartsız” milletindir”; ancak millet, egemenliği kullanırken “anayasal kurallarla sınırlıdır.

Yine 11. maddede, “anayasa hükümlerinin kişileri de bağlayacağı” açık biçimde ifade edilmiştir.

Ayrıca belirtmek gerekir ki; milletvekilleri görevlerine başlarken “anayasaya sadakatten ayrılmayacaklarına” (m. 81), cumhurbaşkanı da “anayasaya bağlı kalacağına” (m. 103) yemin etmektedirler. Yani mevcut anayasaya bağlılık ve sadakat, anayasa dışına çıkıp yetki kullanılmasını engellemektedir.

Bu kurallar karşısında

  • TBMM ve millet yetkisini kullanırken anayasal kurallarla sınırlı olacaktır.
  • Yani anayasada yetki verilmediği için yeni bir anayasa yapamayacaktır.

Anayasaya uymamayı alışkanlık haline getiren siyasal iktidarın dediği gibi TBMM yeni bir anayasa yapsa ve bu anayasa halkoyunun kabulünden sonra Resmi Gazetede yayımlansa bile geçerli olmayacaktır. Yapanlar yine anayasayı ihlalle sorumlu olacaklardır.

Ayrıca belirtmek gerekir ki; iktidardaki partiden kaynaklanan kimi özel nedenler, bırakınız yeni bir anayasa yapmayı, bu amaçla masaya oturmaya bile engeldir.

Kurucu ve toplumsal sözleşme niteliğinde olan, bu niteliğine karşın yalnızca bir siyasal parti tarafından hazırlanan bir anayasa taslağı görüşme konusu yapılamaz.

Anayasa Mahkemesi,
AKP’nin “laiklik karşıtı eylemlerin odağı bir parti” olduğuna karar vermiştir.

İktidardaki parti, laiklik karşıtı olmaktan vazgeçmediğini toplumsal yaşam ve eğitim alanındaki uygulamalarıyla ortaya koymaktadır. Bu partinin yapacağı anayasada daha İslami bir yapı getirileceği bellidir. Oysa Atatürk Cumhuriyeti’nin temelinde laiklik vardır.

Laikliğin kaldırılması, içinin boşaltılması ya da din ve vicdan özgürlüğüne indirgenmesi asla kabul edilemez ve bunu amaçlayanlarla asla masaya oturulamaz.

Parlamenter sistemi değil, hâlâ “tek adam” sistemini savunan; hatta bununla da yetinmeyip bu sistemi o “tek adam” lehine daha uzun ömürlü ve kolaylaştırıcı hale getirmeye çalışan bir iktidarla asla masaya oturulamaz.

Anayasaya uymayan, anayasayı daha çok kendine uydurmak için yeni bir anayasa isteyen bir iktidarla asla masaya oturulamaz.

Çağdaş demokrasinin temel direği Anayasa Mahkemesi için “kaldırılsın” diyenlerle;
Anayasa Mahkemesi kararlarına uymayanlarla; Anayasa Mahkemesi kararını yok sayarak Yargıtay kararını Meclis’te okutup Can Atalay’ın milletvekilliğinin düşürüldüğünü sananlarla
asla masaya oturulamaz.

TÜRKİYE’de İŞÇİ – EMEKÇİ, EMEKLİ KİMDİR?


Prof. Dr. Halil ÇİVİ

İnönü Üniv. İİBF Eski Dekanı

 

TÜRKİYE’de İŞÇİ – EMEKÇİ, EMEKLİ KİMDİR?

Üretirken alın teri döken,
Tüketirken parasızlık çeken,
Ömür boyu kemer sıkan,
Enflasyon kurbanı,
Satın aldığı her ürüne
Milyarderlerle eşit vergi ödeyen,
Yeterince örgütlenememiş,
Sermaye partilerine oy veren,

Çoğu sarı sendika üyesi,
Sermayenin değirmenine
Sürekli su, kesesine de
Sürekli para akıtan,
Emekli olunca da yine hep
İktidarların eline bakan,
Elleri hep nasırlı,
Alınlarında hiç ter
Eksik olmayan,

Seçimden seçime
Yurttaşlığı anımsanan;
Irkçı yobazların,
Dinbaz sermayenin,
Dinbaz ulemanın ve de
Dinbaz siyasetçilerin
Kutsal değerler ve
İnanç sömürülerine açık;

Kıt kanaat geçinen…
Yüzleri ak, alınları pak,
Duyguları saf ve temiz,
Elleri öpülesi insanlar.

Halil Çivi, 01 Mayıs 2024