Çatışma ortamı ağırlaşıyor!

Yakup Kepenek

Yakup Kepenek

Siyaset 26.05.2024, BİRGÜN

Toplum,  giderek ağırlaşan bir iç çatışma ortamına yuvarlanıyor. 

Yıllardır, toplumsal barış ayaklar altındadır. Sokak çatışmaları hızla yayılıyor;  kiracı-ev sahibi savaşları yaşanıyor; kadına yönelik şiddet ve kadın cinayetleri hızla artıyor; işyerleri açıkça kurşunlanıyor. Yolsuzluklar, yoksulluklar ve kamuda insan kayırmacılıkları sıradanlaşıyor.

Kobani, Kavala ve Can Atalay bağlamında yaşanan ağır hukuksuzluklar,  hukuk üst kurumları arasındaki savaş ve Sinan Ateş cinayeti sonrasında siyaset-hukuk-güvenlik üçlüsünde görülen çöküş, derin toplumsal yaralar açıyor. Futbol maçları bile birlikte izlenemiyor.

GÜVENLİK DE ÇETELEŞİRSE… 

Kamuoyuna yansıdığı kadarıyla ülkemizde suç örgütlerinin kamu yönetiminin içinde cirit attığı ve cirit atmanın son yıllarda ağır hızla arttığı biliniyor.

Ancak geçen günlerde Ankara Emniyet Müdürlüğü’nün üst düzey görevlilerinin katıldığı “silahlı sokak çatışması, “başlı başına” bir “toplumsal yıkımdır”.  Başkent Ankara’nın göbeğinde, açıkça sokak çatışması ile siyaset- mafya-ticaret ve bu kez “cemaatler” dörtlüsünün iç içe geçtiği bir süreç yaşanıyor.  Yaşanan çatışmanın önceki ve şimdiki İçişleri bakanları arasındaki güç kavgasından kaynaklandığı; iktidar ortağı MHP’nin tam da bu olayların içinde olduğu yorumları yapılıyor ve dahası askeriyede “insan kaçakçılığı” yapıldığı anlaşılıyor.

Can güvenliğinin kurumsal yapısının en tepesinde iç savaş yaşanırken sorulan şu soru, gerçekte, güvenlikteki yıkımın kanıtıdır:

  • “Tuzak polislere mi kuruldu; yoksa tuzağı polisler mi kurdu?”

Bu sorulara Saray’ın sözcüleri de yanıt arıyor; halk ne yapsın?

Sivillerin sınırsız silahlanmasıyla birlikte hukuktan sonra iç ve dış güvenlik güçlerinin de içine sürüklendiği çürümüşlük, bir bütün olarak, “bireyleri”  yargı kararı olmadan haklarını alma, “toplumu” da iç çatışma noktasına taşıyor.

FUTBOL DA SAVAŞ ALANI OLMUŞSA! 

İç güvenlikte büyük deprem yaşayan Türkiye, “hiç olmaması gereken” alanda, sporun en çok “toplumsallaşmış” olduğu futbolda da hızla bir iç çatışma ortamına sürükleniyor. Bu nedenle futbolun ayrıca ele alınması gerekiyor.

Yönetimine Saray’ın ne denli karıştığı tartışmaları bir yana, bu ortamın baş sorumlusu Türkiye Futbol Federasyonu -TFF’dur. Burada birkaç noktanın altı çizilmelidir.

Birincisi, TFF ülkenin gençlerinin futbolcu olarak yetişmesi için çalışmıyor; her üç profesyonel futbol liginde, üstelik çok para ödenerek getirilen ve pek çoğu niteliksel olarak da yetersiz olan yabancı oyuncu oynatılıyor.

İkincisi, yine yıllardır, özellikle önde gelen takımların aralarındaki maçlara karşı takımın taraftarları ya hiç alınmıyor ya da çok sınırlı sayıda seyirci alınıyor. Bu nedenle de, “bölünen” halk birlikte, güle-oynaya futbol maçı da seyredemiyor.

Üçüncüsü Türkiye Kupası gibi önemli bir futbol etkinliğini Cumhuriyet’in 100. Yılında Riyad’a taşımaya çalışan ancak bundaki başarısızlığının suçunu Fenerbahçe’ye yükleyen TFF,  Süper ve I. Lig maçlarının yayın hakkını “çok tartışmalı bir ihale” ile gelecek üç yıl boyunca “yine ucuza ve yine Katar sermayesi Bein Sports’a” verebiliyor.

Dördüncüsü, yerli futbolcu yetiştirmeyen TFF, yerli hakem de yetiştirmiyor; dışarıdan VAR hakemi (video yardımcı hakem) getiriyor. Yine de maçların yönetiminde haksızlık yapıldığı çığlıkları ve “şike” yapıldığı savları bir türlü dinmiyor. Taraftarlarda takımlarına “haksızlık yapıldığı” kanısı tam anlamıyla yerleşmiş bulunuyor.

Geçen pazar günü üstelik 19 Mayıs günü yapılan Galatasaray-Fenerbahçe maçı sırasında ve sonrasında yaşananlar, tüm bu olumsuzlukların doğrudan sonucudur ve yalnız ülke futbolunun getirildiği çöküşü göstermekle kalmıyor, toplumsal çatışma ortamının ayrı bir boyutu oluyor

Bu çerçevede değinmek gerekiyor: Sonu gelmeyen saldırılar, verilen çok ağır cezalar, gerçekte,  FB’nin Cumhuriyet’in değerlerini sahiplenmesinden kaynaklanıyor. Ülke futbolunun sağlıklı bir kurumsal yapıya kavuşması için gösterdiği çabalarla birlikte bu nedenle de FB’de Ali Koç yönetiminin sürmesi gerekiyor.

BÖYLE GİTMEMELİ

AKP-MHP iktidarının, ülkenin bir iç çatışma ortamına sürüklenmekte olduğu
gerçeğini görmesi için “her çabanın” harcanması gerekiyor!

Bu gelişmeler karşısında AKP-MHP iktidarının, Etki Ajanlığı yetki düzenlemesi ile gerçekte çok kısıtlanmış olan basın-yayın özgürlüğünü daha da sınırlamaya çalışması ve Başkan Erdoğan’ın, Seferberlik ilan etme yetkisini “yine kendi kararı ile kendisinin üstlenmesi”,  eğitimde “Müfredat dayatması” ve 1 Mayıs’ta gösteri ve yürüyüş hakkını kullananların tutuklanması vb. gerçekte “ateşe benzin dökülmesine” benziyor.

Bu nedenle her uyarı olanağı kullanılarak, iktidarı ve muhalefetiyle, siyasetin öncelikle ve hiç zaman yitirmeden toplumun çatışma ortamından kurtulması için çaba harcaması gerektiği uyarısının toplumsal barışa duyarlı tüm toplum kesimlerince yapılması “yaşamsal”  bir zorunluluk oluyor.
=============================
Yazarın Son Yazıları

27 Mayıs Devrimi ve 1961 Anayasası

Alev CoşkunAlev Coşkun
27 Mayıs 2024, Cumhuriyet

 

27 Mayıs hareketinin 64. yılındayız. 27 Mayıs, 12 Mart ve 12 Eylül askeri darbeleriyle karıştırılmamalıdır.

12 Mart ve 12 Eylül darbeleri emir-komuta zinciri içinde üst düzey komutanlar tarafından ve NATO’nun destekleriyle gerçekleştirildi.

  • 12 Mart (1971) ve 12 Eylül (1980),
    temelde 27 Mayıs 1960’ın yarattığı 1961 Anayasası’na karşı yapılmıştır.

12 Mart “tutucu” (muhafazakâr), 12 Eylül ise kararları ve sonuçları bakımından “karşıdevrimci” bir askeri harekettir.

27 Mayıs hareketinin en önemli ürünü 1961 Anayasası’dır. Bu anayasa hukukun üstünlüğü ilkesini benimsemiş ve anayasa bu temel ilke üzerine yapılandırılmıştır.

27 Mayıs devriminin ürünü olan 1961 Anayasası, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra yapılan yeni anayasalardan esinlenerek düzenlenmiştir. Avrupa’daki bu yeni anayasalar egemenliğin kullanılmasının tek başına bir organ, kişi, zümre ya da sınıfa bırakılmasını engelliyordu. Demokrasiyi kullanarak iktidara gelen demokrasi karşıtı rejimlere açık kapı bırakmıyordu. İktidarı ele geçiren siyasal iktidarın bir dikta yaratmasını engelleyen kurumlar oluşturuldu. Çağdaş demokrasilerde, Meclis çoğunluğunun her istediğini yapması artık geçerli değildir.

  • Hukukun üstünlüğü ilkesi ve demokrasinin kendisini koruma hakkı düşüncesinin gelişimiyle, anayasa mahkemeleri ve
    Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) kuruldu.

Böylece siyasal iktidarın yetkileri sınırlandırıldı.

1961 Anayasası, seçimle oluşturulan bir Meclis tarafından yapılmıştır. Her ilden bir kişi, İstanbul’dan dört kişi, İzmir ve Ankara’dan üç kişi seçilmiştir. Üniversiteler, odalar, barolar, basın kuruluşları, yargı organları, sendikalar, öğretmen kuruluşları, kooperatifler ayrı ayrı toplantılar yaparak kendi içlerinden onar kişiyi seçerek Meclis’e gönderdiler. Bu nedenle Meclis’e “Kurucu Meclis” adı verildi.

1961 Anayasası’nda yer alacak basın özgürlüğü ile ilgili maddeleri konuşmak için
Ord. Prof. Dr. Sıddık Sami Onar başkanlığında toplanan Anayasa Komisyonu üyeleri, gazeteciler ve sendika temsilcileriyle bir araya gelmişti. Toplantıda; komisyon üyeleri, Prof. Dr. H. Nail Kubalı,
Prof. Dr. Tarık Zafer Tunaya, Prof. Dr. Muammer Aksoy ve İstanbul gazetelerinin yazıişleri müdürleri bulunuyordu.

İNSAN HAKLARI

1961 Anayasası, öncelikle “insan haklarına dayalı devlet” ilkesini anayasanın temel ilkelerinin içine almıştır. (Md. 2 ve 10)

1961 Anayasası’nda temel hak ve özgürlükler kısaca sayılıp geçilmemiş, aksine anayasanın
üçte biri bu olguya ayrılmıştır. Bu konudaki en önemli yenilik “Bir hakkın ve hürriyetin özüne dokunulmaz” ilkesidir. “İnsan haklarına bağlı devlet” ilkesiyle “temel hak ve özgürlüklerin özüne dokunulmayacağı” ilkesi yan yana getirilip irdelendiği zaman, 1961 Anayasası’nın ne derece ilerici ve devrimci bir anayasa olduğu açıkça ortaya çıkıyor.

SOSYAL DEVLET

Anayasanın 2. maddesi “sosyal bir hukuk devleti”nden de söz etmektedir. Sosyal devlet ilkesi anayasada ele alınarak kurallaştırılmıştır. Bireyin devletçe korunması, çalışanlara sendikal hakların tanınması, asgari ücretle insanlık onuruna yaraşır bir yaşam düzeyi sağlanmasının gerekliliği, açık bir biçimde belirtilmiştir.

Sosyal devlet; güçsüzlerin, yoksulların önündeki engellerin kaldırılmasını öngörür. Ekonomik
ve kültürel yönden zayıflara ve güçsüzlere haklarının tanınması ve bölgeler arasındaki dengesizliklerin giderilmesi yönünde devlete görev verir. Anayasa, planlamaya önem vermiş
ve “Devlet Planlama Teşkilatı” kurulmuştur.

HUKUKUN ÜSTÜNLÜĞÜ

1961 Anayasası, güçler ayrılığı ilkesini kabul etti. Yasama, Yürütme, Yargı güçleri birbirinden ayrıldı. Yargı bağımsız oldu.

1961 Anayasası, Meclis’te kabul edilen yasaların anayasaya uygunluğunun yargısal denetimini sağlayacak olan Anayasa Mahkemesi’ni kurmuştur. Türk anayasa geleneğinde bir devrim yapılarak, yasaların (AS: ve TBMM İçtüzüğünün) yargısal denetimi böylece kurumlaştırılmıştır.

  • Anayasa Mahkemesi’nin kurulması demokrasinin güvencesi olmuştur.

İdarenin hukuka bağlılığını sağlayacak başka bir maddede de “idarenin her türlü eylem ve işleminde yargı yolunun açık olduğu” belirtilmiştir.

LAİK DEVLET İLKESİ

1961 Anayasası’nın başlangıç kısmında ulus için:

(a) “kıvançta ve tasada birlik”;
(b) esin kaynağı “Milli Mücadele ruhu” olan Türk ulusçuluğu;
(c) “Yurtta barış dünyada barış” ilkesinde dile gelen barışçılık ve
(ç) her alanda çağdaş uygarlık düzeyine erişmeyi amaçlayan Atatürk devrimciliği

kavramlarının altı çizilmiştir. Anayasa, yukarıda ilkeleri belirtilen başlangıç bölümüne gönderme yaparak bu öğeleri kurallaştırmıştır. Şöyle ki:

  • Türkiye Cumhuriyeti, insan haklarına ve başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan;
    milli, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devletidir.”
    (Md. 2)

Temsilciler Meclisi’nin ikinci toplantısında başkanlığa Kazım Orbay, kâtipliğe ise Alev Coşkun, Oktay Ekşi, Rifat Çini ve Ziya Yücebilgin seçildi. (9 Ocak 1961 tarihli Cumhuriyet gazetesi)

YENİ ANAYASA

Bugünlerde yeni anayasa yapılması, gündemin ana konusu durumuna gelmiştir. 1961 Anayasası bu yeni anayasa için temel kaynak olmalıdır. Bu nedenle gerçekleri yeniden tekrarlıyoruz.

27 Mayıs 1960 hareketi, öbür askeri darbelerle karıştırılmamalıdır. Sendikalar, üniversiteler, emekçiler ve özellikle gençlik tarafından yüksek oranlarda desteklenmiştir.

27 Mayıs 1960 hareketi, seçimle bir kurucu Meclis oluşturmuştur.

Bu Meclis’te sendikalar, kooperatifler, yüksek yargı organları, odalar, barolar ve kendi aralarında seçtikleri üyelerle temsil edilmişlerdir.

1961 Anayasası, kurucu Meclis’ten sonra halkoylamasına sunulmuş ve halkoylamasıyla kabul edilmiştir. Bütün dünyada, uluslararası kuruluşlarda, 1961 Anayasası’nın ilerici, hukuk devletine ve demokrasiye bağlı olduğu kabul edilmiştir.

1961 Anayasası, Türk toplumunun 200 yılı aşan uygarlaşma hareketinin; çağdaşlaşma, demokratikleşme ve hukuka bağlılık açısından doruklarından birisidir.


Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

BU GÜN 27 MAYIS

Suay Karaman

Bu gün, 27 Mayıs 1960 Devrimi’nin 64. yıldönümünü kutluyoruz.

Türk Silahlı Kuvvetleri’nin aşağıdan yukarıya doğru gerçekleştirdiği, Atatürk devrimlerine sahip çıkmak, siyasal iktidarın hukuk dışı tutum ve davranışları sonucunda yok edilen demokrasiyi korumak için giriştiği 27 Mayıs 1960 hareketini öncelikle bir ihtilal olarak tanımlamak gerekir. 

Askeri harekâtların ve ihtilallerin toplumu çağdaşlaşmaya götüren olumlu getirileri varsa devrim, toplumu karanlığa sokan olumsuz götürüleri varsa darbe olarak adlandırılması gerekir. Çünkü devrim ya da darbe oldukları ancak bu yolla belirlenir.

  • 27 Mayıs 1960 İhtilali, tartışmasız bir devrimdir.

İhtilal, toplum yapısında biriken çelişkilerin bir gün patlayışı sonucunda ortaya çıkan ve bir kesimin yönetime el koymasıyla, devletin siyasal ve toplumsal yapısında oluşan birden (ani) ve şiddetli değişikliklerdir.

Devrim ise özünde toplumsal gelişmenin önünü açan bir güç taşır ve bir toplumdaki siyasal ve ekonomik kazanımların toplumun geniş kesimleri yararına hızla değişmesidir.

İhtilal sonucunda oluşan devrim, topluma aydınlık ve özgürlük sunarken, darbeler topluma zulüm, baskı ve işkence yapar. 

27 Mayıs 1960 İhtilali;
27 Ekim 1957’de yapılan ve yolsuzluk bulaştırılan genel seçimle başa gelen
sivil iktidarın, demokrasi dışı tutum ve davranışlarına, hukukun yok edilmesine ve diktatörlüğe giden yönetimine karşı bir tepki sonucu gerçekleştirilmiştir.

Tarihi bilmeyenler, gerçek kaynakları okumayanlar 27 Mayıs 1960 için ‘demokrasiye darbe” demektedir. 12 Nisan 1960 günü yapılan Demokrat Parti Meclis Grubu toplantısında “Muhalefet ve basının yıkıcı faaliyetlerini inceleme amacıyla bir Tahkikat Encümeni (Soruşturma Kurulu) kurulduğu” açıklandı. Meclis’te muhalefetin itirazlarına karşın 15 Demokrat Partili vekilden oluşan bu Kurul, savcıların, askeri ve sivil yargıçların tüm yetkilerine sahip olacaktı. Gazete toplatabilecek, basımevleriyle birlikte kapatabilecekti. Her türlü evrak, belge ve eşyaya
el koyabilecekti. Kurul kararlarına karşı gelenler bir yıldan üç yıla dek hapisle cezalandırılacaktı. Kurul kararlarına itiraz olanaklı değildi.

Bu uygulamalardan sonra giderek sertleşen DP iktidarı, özünde ‘demokrasiye darbe’yi kendisi yapmıştı. 27 Mayıs 1960 öncesinde ülkemizde demokrasiden söz etmek olası değildi. 

Demokrat Parti, ülkemizde sivil darbe yapmıştır. Sivil darbe, hukuk dışı yasalar çıkartarak,
tüm devlet kurumlarını ele geçirmek için sistemli biçimde kadrolaşmak ve kendilerine karşı olanları bir biçimde yargılayıp, susturmaktır.

1957 seçimlerindeki yolsuzluklar, sivil darbenin öncüsü olmuştur.

Ülkemizde bugün benzer biçimde 16 Nisan 2017 halk oylamasıyla, mühürsüz oylar geçerli sayılarak, rejimi değiştiren sivil darbe ortamı yaratılmıştır ve halen sürmektedir.
Hukuk ayaklar altına alınmıştır, anayasa çiğnenmektedir.
 

27 Mayıs Devrimi’nin topluma kazandırdığı en büyük yapıt olan 1961 Anayasası ile laik devlet yapısına sosyal devlet ve hukuk devleti kavramları girmiştir. Bu çağdaş anayasa ile ülkemizde
ilk kez Anayasa Mahkemesi kurularak, yasaların anayasaya uygunluğu denetlenerek, anayasa çiğnemleri (ihlalleri) yapılmasının önüne geçilmiştir. Cumhuriyet Senatosu kurularak, çift meclis ile yasama yetkisi daha demokratik ve nitelikli duruma getirilmiştir. Devlet Planlama Teşkilatı-DPT, Yüksek Öğrenim ve Kredi Yurtlar Kurumu, Devlet Personel Dairesi, Milli Güvenlik Kurulu-MGK, Türk Standartları Enstitüsü-TSE, Basın İlan Kurumu, Ordu Yardımlaşma Kurumu-OYAK gibi kurulan yeni kurumlar, amaçları doğrultusunda verimli çalışmalarıyla toplumsal düzenlemelere önemli katkılarda bulunmuştur.

1961 Anayasası’yla bağımsız yargı ve yargıç güvencesini sağlayacak kurumlar oluşturulmuş, grev ve toplu sözleşme hakkı kurumlaştırılmış, üniversiteye ve TRT’ye özerklik sağlanmıştır. Seçimlerin Temel Hükümleri ve Seçmen Kütükleri Yasası, Basın-Fikir İşçileri Yasası, İlköğretim ve Eğitim Yasası, Sağlık Hizmetlerinin Sosyalleştirilmesi Yasası, Gelir Vergisi Yasası gibi yeni düzenlemeler yapılmıştır. Bütün bu yapılanların sonucunda toplumun kültürel, sosyal ve ekonomik gelişmesinin önü açılmış; demokratik yaşam sosyal ve hukuk devleti ilkeleriyle bütünleştirilmiştir. 

Bugün kafaları karışık görünen kimi aydınlar, 27 Mayıs 1960 ile 12 Mart 1971 muhtırasını ve 12 Eylül 1980 darbesini aynı kefeye koyarak, arkalarında ABD’nin olduğunu düşünmektedir.

Zamanın başbakanı Adnan Menderes’in Haziran 1960’ta Sovyetler Birliği’ne gezi yapacağı için, 27 Mayıs 1960 İhtilali’nin yapıldığını söyleyenler vardır. Türk Silahlı Kuvvetleri’nin tabandan tavana doğru gerçekleştirdiği 27 Mayıs 1960, üç-beş ayda yapılabilecek bir organizasyon değildir, 1957 seçimlerinden sonra hazırlıklar başlamıştır. Bunun yanında 27 Mayıs 1960 sabahı radyoda okunan ihtilal bildirisinde “NATO’ya bağlıyız, CENTO’ya bağlıyız” sözleri vardır. Bundan dolayı da kafaları karışık kimi aydınlar, 27 Mayıs’ın ABD desteğiyle yapıldığını söylemektedir. Eğer bu söz olmasaydı, 24 saat içinde tüm dünya devletleri yeni yönetimi tanımazdı. 

27 Mayısçılar, Tabii Senatör olarak görev aldıkları Cumhuriyet Senatosu’nda yaptıkları konuşmalarda sürekli ABD emperyalizmini yerden yere vurmuşlardır. Tabii Senatör Haydar Tunçkanat’ın yazdığı “Albay Dickson Raporu”, “İkili Anlaşmaların İçyüzü”, “Amerika, Emperyalizm ve CIA” adlı kitaplarla ABD’nin kirli emellerini ortaya koyanların arkasında ABD olduğunu söylemek akıl ile bağdaşmaz.

ABD’nin yaptırdığı 12 Eylül 1980 darbesinin ürünü 1982 Anayasası ile 1961 Anayasası arasındaki farkı görünce, ABD’nin 27 Mayıs’tan haberinin olmadığı ortaya çıkmaktadır. Çünkü yapılan anayasa ve getirilen yeni kurumlar bunun kanıtıdır. Ancak ABD’nin gerek 27 Mayıs’tan sonra, gerekse sivil yönetime geçince sisteme girmek için çabaları olmuş ve başarıya da ulaşmıştır. 

Günümüzde birçok siyasal parti yöneticilerinin ABD’den yönetildiğini bilmelerine karşın
ses çıkarmayanlar, şimdi 27 Mayıs 1960 için ABD desteği vardır demektedirler. Okumayan, araştırmayan, kolaycı toplumların getirildiği durumdur bu. Eskiden 27 Mayıs Hürriyet ve Anayasa Bayramlarını büyük coşkuyla kutlayanların, yazılar, kitaplar yazanların bir kesiminin
12 Eylül 1980 darbesinden sonra askerlere bakışı değişmiş ve 27 Mayıs 1960 için ABD yaftası yapıştırmaya başlamışlardır.

  • 3 Kasım 2002’de iktidara gelen AKP, “askeri vesayete son” söylemiyle,
    özellikle 27 Mayıs’a darbe diyerek, kendi sivil darbelerini meşrulaştırmıştır.
     

Darbe ya da darbe ortamlarının yaşanmaması, hukuk devleti ve demokrasinin hiçbir biçimde kesintiye uğramaması için, ülkeyi yöneten iktidarların hukuk devleti ilkelerine bağlı kalarak, gerçek demokrasiyi etkin duruma getirmeleri gerekir. Hukuk devleti ve demokrasiyi ortadan kaldıran askeri darbelerin ve yaşadığımız sivil darbe sürecinin, haklı ve meşru gösterilebilecek bir yanı yoktur. Gerçek demokrasiyi yok eden darbelerin her türlüsüne, etkin olarak her zaman ve her koşulda karşı konulmalıdır. 

Bugün ülkemizde uygulanan tek adam rejimi, sivil darbedir

Yasama, yürütme ve yargıda cumhurbaşkanının sözünden dışarı çıkılamamaktadır.
22 Mayıs’ta anayasal dayanaktan yoksun biçimde, Seferberlik ve Savaş Hali Yönetmeliği de
tek adamın yetkisine bırakılarak, üstü kapalı sıkıyönetim uygulamasının önü açılmıştır. Ülkemizdeki bu sivil darbeye karşı bir şey söyleyemeyenlerin, 27 Mayıs 1960 Devrimi’nin arkasında ABD var demesi ilginçtir. ABD’nin kimlerin arkasında olduğunu anlayamayanlar için söylenecek söz yoktur.

Tarih geriye doğru yürümez; 27 Mayıs 1960 Devrimi, tarihteki onurlu yerini korumaktadır.

Azim ve Karar, 27 Mayıs 2024

27 MAYIS: KEŞKE DERS ALINABİLSEYDİ…

Dr.Noyan Umruk - ABC Haber
Dr. Noyan UMRUK
E. Tuğg. 
27 Mayıs
64 yıl önce 68 kuşağının önünü açan gün…
3 Nisan 1963 tarihinden 1982 Anayasasının yürürlüğe girmesine dek
20 yıla yakın bir süre resmi olarak “Anayasa ve Hürriyet Bayramı
olarak kutlanan gün… Yakın tarihimizin önemli bir köşe başı…Sosyal
bilimlerde altın bir kural var: Her olgu kendi “zaman”, “zemin”, “mekan”
boyutları içinde ele almalı, değerlendirmeli…
Aksi takdirde, şaşkın ördek örneği, suya tersinden girmek yanlışına düşmek olanaklı…
Gelin, o günlere ve de günümüze uzanan sürece bir bakalım:
Toplumların tarihlerinde, devlet işlerinin iyi gitmediğini düşünen basiret sahibi, ciddi fikir
adamları ve düşünürlerin iktidarları uyarmalarına ilişkin ilginç örnekler vardır. Örneğin Koçi
Bey’in, muhatabı Sultan IV. Murad’a sunduğu ünlü “Koçi Bey Risalesi“! Bu eserin, Osmanlı’nın
16. yy’da gerileme nedenlerini öylesine bir vukufla (yetkinlikle) ele aldığı söylenir ki;
Hammer O’nu, Roma’nın yıkılış nedenlerini açıklayan Montesquieu’nün “Décadence” eserine 
(yapıtına) denk sayar ve yazarı Koçi Bey’i de “Türk Montesquieu’sü” diye niteler.
Ayrıca Sultan IV. Murad’ın, Devlet düzenini bir ölçüde yeniden oluşturmasında bu Risalenin de
önemli payı olduğu söylenir. (Ömer Faruk Akün, “Koçi Bey” mad.; TDV. Ansiklopedisi, Cilt: 26, s.145)
1958 devalüasyonunu zorunlu kılan ekonomik kriz, bu krizin halkta özellikle gençlikte yarattığı
derin huzursuzluk, ABD ile ilişkilerin gerginleşmesi, Sovyetler Birliği’nden ekonomik destek
arayışları yaşanırken, 27 Mayıs öncesi dönemin en ciddi anayasa ihlali (çiğnemi), bu vahim 
(ürkünç) gidişatın (gidişin) üzerine tuz biber ekti…
Aydınlara, basına uygulanan ağır ve ciddi baskılar bir yana, Mecliste belirli sayıda iktidar
partisine (Demokrat Parti) mensup milletvekiline yargı yetkisi verilerek siyasal iktidara,
beğenmediği muhalif milletvekillerinin “defterini dürme” olanağı sağlanmış oldu.

Tahkikat Komisyonları” başlayan ciddi anayasa ihlallerine “hukuk temelli” ciddi uyarı ve
eleştiriler ise, aslında dönemin iktidarını destekleyen ciddi Anayasa hukukçularından rahmetli
Ord. Prof. Ali Fuad Başgil’den gelmişti. Başgil, “hukuk temelli” endişelerinde –maalesef- haklı
çıkmış, uyarılarından bir ay gibi kısa bir zaman sonra, dönemin deyişi ile “27 Mayıs İhtilali” ile
Adnan Menderes önce iktidarını, sonra da çok üzücü bir biçimde hayatını kaybetmiştir (yaşamını
yitirmiştir). O dönemin diğer tespit ve tasvirleri (başkaca saptama ve betimlemeleri) ise şöyleydi:
  • “… yaşları ne olursa olsun Türkiye deyince, akıllarına bizim yetiştiğimiz Atatürk‘ün Türkiye’si gelenler, son yıllarda sudan çıkmış balığa dönmüştük. Bir umutsuzluk, daha kötüsü bir tür utanç çöreklenmişti içimize. Elimden ne gelirdi? Yazmak, konuşmak, tenkit (eleştiri) yasaktı, neredeyse insan gibi yaşamak, bir Atatürk çocuğu gibi düşünmek, davranmak yasaktı…”
    28 Mayıs 1960, “Ne haber” Tunç Yalman – Vatan Gazetesi
  • “Kara cüppeli” diye aşağılanan, saygıdeğer hocalarım, yurdumun çile çekmiş aydınları,
    sayın profesörlerim! En kara günlerde alınlarınızda parlayan ışıklar, tükettiğiniz soluk
    boşa gitmedi…” 28 Mayıs 1960 “Az gittik Uz gittik” Aziz Nesin – Akşam
  • “ Yıllar boyu aklımızın erdiği kadar tarihten örnekler verdik, hukuk ilkeleri sıraladık,
    kinayeli fıkralar anlattık… Anayasayı çiğnediler; hukuk dışı komisyonlar kurdular… Artık yazı yazmıyor, yazı taklidi yapıyordukAtatürk’ün Gençliğe Hitabesini, Nutuk’un tefrikası olarak yayınlamak bile suç sayılır olmuştu. Atatürk’ten bahsedilsin istemiyorlardı.
    O’nun kurduğu Cumhuriyete bir beyefendiler saltanatı olarak çöreklenmek ve memleketi basınsız, üniversitesiz, Meclissiz idare etmek istiyorlardı… Kurucu Meclisin faaliyete geçmesini sevinçle bekliyoruz… Bu hareketin meşruluğu ve büyüklüğü, yıkılanların gayrimeşruluğu ve küçüklüğü ile bir abide gibi ortaya çıkmaktadır…Türkler, âlimleri dalkavuk, üniversitelileri maktul, gazetecileri korkuluk ve bütün aydınları sürüngen duruma getirerek, bir çete gibi davrananların rezaletlerini dünya önünde reddetmişlerdir.” Çetin Altan; “Bugün canım yazı yazmak istiyor.”, Milliyet Gaz., ’28.05.1960
  • “Örfî idareye (Sıkıyönetim) bir gece yarısı ifade vermek üzere götürüldüğümüz zaman,
    bizi kucaklayıp bağırlarına basan subaylarımız, “On beş gün daha dişinizi sıkın” demişlerdi. Gazete kapatıldığı gün de yinelemişlerdi: “On beş gün daha sabredin.” Sabrettik,
    şimdi sevinçten ağlıyoruz.”  30 Mayıs 1960, Abdi ipekçi – Milliyet

Gerçekte iktidar yanlısı olan Tercüman gazetesi ve köşe yazarı Kadircan Kaflı ise o günleri bakınız nasıl anlatıyor:

Bir şunu diyen bir yazı '-Teretman Tereüman sevinciicindeyiz' görseli olabilir“Koltukları ve keseleri uğruna millet kanı dökmüş
her siyaset zorbasının sonu mutlaka bir faciayla biter…
Gazete sütunlarından uzanan parmaklar, onlara: “Dikkat edin, sonunuzu iyi görmüyoruz” diyorlardı. Onlar ise bu parmakları kırmakla akıbetlerinden kurtulacaklarını sandılar.
Kur’an’da Allah’a, peygambere ve idare edenlere itaat olunması buyrulmuştur. Lâkin adaletten ayrılmamaları koşuluyla… Adaletten ayrılırlarsa onlara itaat etmemeyi emreder. Bu  nedenle Türk Ordusu’nun 27 Mayıs’ta zalimlere vurduğu kansız darbe, her şeyden önce Allah’ın buyruğuna uygundur, Allah’ın emriyle olmuştur.” 2 Haziran 1960, “Merhaba” Kadircan Kaflı – Tercüman

27 Mayıs’ın topluma armağanı ise döneminde dünyanın en demokratik,
ileri anayasalarından biri olan 1961 Anayasası idi.

1961 Anayasası;
– temel hak ve özgürlükler yanında,
– ekonomik ve sosyal hakları da güvence altına alarak,
– Güçler ayrılığını ve
– adil bir seçim sistemini (ulusal artık – milli bakiye) getirerek,
– ekonomik kalkınmada planlama anlayışını temel alarak
düzeni” değiştirdi!
Böylece;
*Emekçiler sosyal devlet, sendikal hareket ve toplu sözleşme düzeni,
*Toplum, “Tahkikat Komisyonları” yerine bağımsız yargı,
*Seçmen daha adil ve tutarlı bir seçim sistemi
*Halk temel insan hak ve özgürlükleri
*Ekonomik yaşam, sürdürülebilir, sağlıklı bir kalkınma, görece adil bir bölüşümü öngören planlama anlayışı ile kucaklaştı.

Kısaca, bir Kemalist devrim sürecinin devamı olarak “burjuva devrimi deneyimi yaşandığını söylemek, siyaset bilim söylemine uygun düşer…

Keşke 27 Mayıs hareketi (Devrimi!) 1961 anayasasıyla taçlandırdığı zirveye, acılı (trajik) magazine dönüşen Yassıada Mahkemeleri gibi saçma sapan bir yargı kepazeliği süreci ve toplumda derin yaralar açan idamlar olmadan varsaydı…

 

Ancak uluslararası düzen ve işbirlikçi  sermayenin beklediği herhalde bu anayasal demokratik düzen değildi…

 

27 Mayıs Devrimi ile temelleri atılan demokrasi süreci uzun sürmedi.
1970’lerden başlayarak, “Bu gömleğin topluma bol geldiği”, Sosyal gelişmenin boyutlarının, ekonomik gelişmeyi aştığı” söylemlerinin (Gn. Krm. Bşk. Memduh Tağmaç) eşliğinde budanan 61 Mayıs anayasasının, her fırsatta kanatları yolundu. 1982 Anayasası ile iyice budandı.

Bu anayasa ile budanan yargı bağımsızlığı, 2010 değişikliği ve art arda değişikliklerle kanatları
yolunmuş kuşa, sonunda siyasal iktidarın her an keyfine göre kullanacağı bir araca
dönüştürüldü.
  • Sonunda artık bir anayasa var mı yok mu belli değil…
Parlamenter sistemden başkanlık rejimine karambol bir referandumla geçerken (AS: mühürsüz
2,5 milyon oy-zarf ile!), Cumhuriyetin kurucu iradesi, kurumları ve değerlerinin de hızla
aşındırılması ve de tek bir iradenin aymazlığı ile girilen, reel sanayi üretimi, tarımı rant ve
beton ekonomisine feda eden ağır ekonomik kriz sürecinde ülke, maalesef tüm kurumları ile
çöküşün eşiğinde

Uzun sözün kısası, -Tanrı daha uzun ömürler versin- Muazzez İlmiye Çığ‘ın dediği gibi:

  • “Bizler kazandığımız şeylerin değerini bildik. Çünkü zor elde ettik.
    Siz bunları yitirdiğinizde anlayacaksınız…

Doğrudur… Benim oğlum bina okur, döner döner yine okur…
Artık, yitirdiklerimizi ne denli anlayabildiğimizi gösterecek zorlu bir sınava girmiş bulunuyoruz kaçınılmaz olarak… Hepimize, halkımıza bu zorlu sınavda başarı dileklerimizle.…

ADD Gn. Bşk. Dr. Bozkurt’un Cumhuriyet ile söyleşisi

ADD Başkanı Bozkurt, ‘Arapça tabela’ söyleminin gerçek sorunu perdelediğini söyledi: Hedef iç çatışma!

  • “Kendini Atatürkçü, Cumhuriyetçi ve Milliyetçi olarak tanımlayan yurttaşlarımız, toplumun ezici çoğunluğu. Türk Ulusu Atatürk ilke ve devrimlerini içselleştirdi. O’nun yolundan sapmanın ne felaketlere yol açtığını da yaşayarak gördü.”
  • “Arapça tabela sorunun görünen yüzü. Asıl sorun; iç çatışma ortamı yaratma ve Türkiye’yi müdahaleye açık hale getirme amaçlı, AKP iktidarının destek verdiği emperyal bir plan doğrultusunda yurdumuza doldurulan milyonlar.”
27.05.2024, Cumhuriyet

ADD Başkanı Bozkurt, 'Arapça tabela' söyleminin gerçek sorunu perdelediğini söyledi: 'Hedef iç çatışma'Atatürkçü Düşünce Derneği (ADD) Başkanı Hüsnü Bozkurt Cumhuriyet’in sorularını yanıtladı.

– AKP öncesi ADD ve AKP sonrası ADD’yi nasıl değerlendirirsiniz?

Atatürkçü Düşünce Derneği 19 Mayıs 1989’da Prof. Dr. Muammer Aksoy ve 49 Cumhuriyet aydını vatansever tarafından kuruldu. Kuruluş nedeni; devletimizin giderek Atatürk ilke ve devrimlerinden, Cumhuriyetin kuruluş ayarlarından, anayasa ile belirlenmiş temel niteliklerinden, hukukun üstünlüğü ve tüm vatandaşların yasalar önünde eşitliği ilkesinden uzaklaşan bir anlayışla yönetilmesinden, eğitimin dinselleştirilmesinden, kadın erkek eşitliğinin ve temel insan haklarının zedelenmesinden, üretim ekonomisinden kopuştan… kısacası ülke yönetiminin gidişinden duyulan endişeydi. Kurucularımız bu vb. ülke sorunlarına çözüm üretmek, siyaset kurumunu uyarmak ve ulusumuzun gelecek umudunu ayakta tutmak için yola çıktılar.

‘ADD ŞEHİTLER VERDİ’

ADD bu 35 yılda çok bedel ödedi. Kurucu Genel Başkanımız Muammer Aksoy’u, kurucumuz Bahriye Üçok’u, kalpaksız kuvvacımız Uğur Mumcu’yu, Genel Başkan Yardımcımız Ahmet Taner Kışlalı’yı, üyemiz Şükrü Demirkürek’i emperyalist uşağı faşist çetelerin kanlı pusularında şehit verdik. Genel Başkanımız Şener Eruygur kumpas davaları ile zindana atıldı. Yöneticilerimiz yargılandı.

  • Ama ADD, 35 yıllık yaşamında baskılara hep direndi, asla yolundan dönmedi. 

– Peki AKP dönemi? 

Siyasal İslamcı AKP’nin hukuk devletini, güçler ayrılığını, toplumsal örgütlülüğü göz ardı eden 22 yıllık baskıcı yönetim döneminde de, tüm demokratik kitle örgütlerinin olduğu gibi derneğimizin çalışmaları da kısıtlanmak istendi. Buna karşın ADD baskıları aşmak, kuruluş neden ve ilkeleri doğrultusunda toplumu ve siyaset kurumunu uyarmak, Büyük Atatürk’ün Gençliğe Hitabe’sinden aldığı görev buyruğunu yerine getirmek, kurucularına yaraşır olmak için var gücüyle çalıştı, çalışıyor, çalışacak. 

– ADD’nin bugün için temel hedefi nedir?

Atatürkçü Düşünce Derneği’ni bugünün Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti olarak görüyoruz. 340 şubemiz, 60 temsilciliğimiz ve on binlerce üyemizle Kemalizm’in namus sesini bir SİS ÇANI gibi yurdumuz semalarına asmak ve Yeniden Atatürk Cumhuriyeti’ne ulaşmak temel hedefimiz.

– Gençlerin ADD’ye ilgisi nasıl?

Gençlerimizin ADD’ye ilgisi kuruluş döneminin hemen ardından yaşanan katliamların (öldürümlerin), baskıların yanında, son dönemin örgütlü toplum karşıtı uygulamaları etkisiyle elbette yıllar içinde arzulanan düzeyde gelişmedi, zaman zaman azaldı. Ancak gerek çalışmalarımızın etkisinin, gerekse 31 Mart 2024 yerel seçim sonuçlarının yarattığı umut ikliminin bu ilgiyi artırdığını memnuniyetle (hoşnutlukla) görüyoruz. Önümüzdeki çalışma döneminde çok daha etkin ve katılımlı bir ADD Gençlik Kollarımız olacağından kuşku duymuyoruz.

– ADD’nin ihtiyaçları (gereksinimleri) ve talepleri (istemleri) nedir? 

ADD’nin en önemli gereksinimi çok çalışmak, daha çok çalışmak, daha da çok çalışmak…
Bu bağlamda, daha geniş toplum kesimlerine ulaşmamız, daha yaygın örgütlenmemiz ve üye sayımızı  artırmamız koşul. ADD; Atatürk’ün akıl ve bilim yolunda ve yasalar çerçevesinde öbür demokratik kitle örgütleriyle de dayanışarak siyaset kurumunu ve devlet yönetimini uyarmayı da sürdürecektir. Talep (istem) değil de, aziz (sevgin) ulusumuzun bize güvenmeyi sürdürmesini, güç ve destek vermesini diliyoruz.

– Atatürkçülerin sizden, sizin Atatürkçülerden beklediğiniz nedir?

Yapılan birçok araştırma, kendini Atatürkçü, Cumhuriyetçi ve Milliyetçi olarak tanımlayan yurttaşlarımızın toplumumuzun %68’i aşan ezici çoğunluğunu oluşturduğunu gösteriyor.

  • Türk Ulusu Atatürk ilke ve devrimlerini içselleştirmiştir!

Çağdaş uygarlık düzeyini aşma” hedefini benimsemiştir. O’nun akıl ve bilim yolundan sapmanın ne felaketlere (yıkımlara) yol açtığını da yaşayarak görmüştür. Bu büyük çoğunluğun bizden, ülkemizin en büyük demokratik kitle örgütü olma sorumluluğu ile çok çalışmamızı, görevimizi lâyıkıyla (gereğince) yapmamızı beklediğinin ayırdındayız ve bu çaba içindeyiz. Bizim kendilerinden beklentimiz ise, yalnızca derneğimize üye olmaları, varlıklarıyla derneğimizi güçlendirmeleri, etkinlik ve eylemlerimizde yanımızda durmalarıdır.

– Türkiye’nin yeni bir anayasaya gereksinimi var mı?

Türkiye’nin tabii ki yeni bir anayasaya gereksinimi yok!

Yürürlükteki anayasanın söylendiği gibi “Darbe Anayasası” olarak tanımlanması da çok yanlış. ANAP iktidarı döneminden AKP-MHP’nin son 2017 şaibeli halkoylamasına dek neredeyse %75’i değiştirilmiş 1982 Anayasası’ndan, -ki bizler “hayır” derken bugün “darbe anayasası” diyenler güle oynaya “evet” oyu vermişlerdi- hâlâ böyle tanımlanması tam bir alalama. Kaldı ki, örneğin İngiltere, 1215’ten beri Kral John tarafından imzalanarak yürürlüğe giren Magna Carta Libertatum (Büyük Özgürlükler Sözleşmesi) adlı birkaç sayfalık anayasa bile denemeyecek bir belge ile yönetiliyor ve dünyanın birçok alt üst oluş yaşadığı yüzyıllar boyunca parlamenter demokratik monarşi rejiminde sorunsuz yaşıyor. Bu sürede hiçbir İngiliz yurttaşı ya da siyasetçisinin yeni bir anayasa istediği de duyulmuyor. Keza ABD’de de 17 Eylül 1787’den günümüze aynı anayasa yürürlükte ve kimse “yeni anayasa” demiyor. Benzer örnekleri çoğaltmak olanaklı. [ AS: Özü koruyarak güncel “ekleme”lerle (ammendments) gidiyorlar..] 

– Türkiye’de sürekli bir anayasa gündemi var…

Bu konuda ülkemizin temel sorunu, 1950’den günümüze Ulusumuzun görev verdiği istisnasız (ayrıksız) bütün sağ parti iktidarlarının yasa ve anayasa tanımazlığıdır. DP’den başlayarak AP, ANAP ve AKP’ye dek bütün sağ tek parti iktidar önderlikleri uygulamalarının yargı denetiminde olmasını, devleti hukukun üstünlüğü ve güçler ayrılığı ilkelerine bağlı olarak yönetmeleri gereğini hiç içlerine sindiremediler.

16 Nisan 2017’de yürürlüğe giren AKP “Tek Adam” yönetimi anlayışının tutumu ise ortada. Sayın Erdoğan’ın “Bu anayasa Yeni Türkiye’yi taşıyamaz” saptaması gerçeği yansıtmıyor kuşkusuz. Çünkü; yaşanan sorun anayasanın Türkiye’yi taşıyabilip taşıyamaması değil, anayasaya uyulmaması, sürekli ihlal edilmesi. Sorun anayasada değil, yönetim anlayışında. Bu nedenle, yürürlükteki anayasayı sürekli çiğneyen bir iktidar anlayışı ile değil “yeni anayasa”, herhangi bir anayasa görüşmesi yapmanın büyük hata olacağı çok açık. 

‘ISRARIN NEDENİ 31 MART YENİLGİSİ’

– AKP’nin bugünkü ısrarının nedeni nedir sizce? 

Israrın nedeninin; AKP önderliğinin ağır 31 Mart yenilgisini ve AKP’nin artık 2. parti olduğu gerçeğini unutturmak, ekonomideki felaketli (yıkıcı) gidişi ve öbür sorunları halkın gündeminden düşürmek istemesi olduğunu düşünüyorum.

– CHP lideri Özel ile Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın görüşmesini eleştirenler oldu,
sizin yorumunuz nedir?

Bir demokratik kitle örgütü genel başkanı olarak bu konuda yorum yapmak istemem, ama şu kadarını söylemeliyim: Bu görüşme, Sayın Erdoğan’ın bugüne dek siyaset yapma biçimine bakıldığında, söylenen herhangi bir olumlu sonucu üretmesi olanaklı olmayan nafile (boşuna) bir görüşme olmuştur.

– Söz edilen “normalleşme ve yumuşama”dan ne anlıyorsunuz?

Görüşmenin ardından yaşananlar da “normalleşme ve yumuşama” beklentilerinin hayal (düş) olduğunu göstermiş olmalıdır.

– Seçim sonrası muhalif (karşıt) kesimin geleceğe bakışında değişiklik oldu mu?

2024 yerel seçim sonuçlarının 22 yıllık Erdoğan iktidarının en ağır yenilgisi olduğu bir gerçek.

Bu sonuçlarla muhalif (karşıt) kesimin, Meclis’te CHP’nin, Meclis dışında toplumsal muhalefetin, geleceğe daha umutlu baktığı da bir başka gerçek. Doğallıkla, seçim sonuçlarını doğru okumak, doğru değerlendirmek, doğru taşımak ve geliştirmek gereği de öyle.

Sayın Özgür Özel’in 31 Mart gecesinden itibaren (başlayarak) izlediğimiz yaklaşımı, söylemleri ve eylem çizgisi; kazanılan çok önemli belediye başkanlıklarını, CHP’nin 1977’den sonra ilk kez bir yerel seçimde 1. parti olmayı başarmasını, yerel seçim dinamiklerinin farklı olduğunun da altını çizerek; doğru okuduğunu, doğru değerlendirdiğini ve genel seçimlere taşınması gereğinin ayrımında olduğunu gösteriyor. Umarım bu yaklaşım toplumsal muhalefeti de katan tutarlı politikalar, ortak eylemler, kararlılık ve cesaretle (yüreklilikle) yürütülür.

‘ERKEN SEÇİM BEKLEMİYORUM’

– Erken seçim bekliyor musunuz, erken seçim olmalı mı? 

Olabilir belki, ama 22 yıldır tanıdığımız Erdoğan’ın bu denli ağır bir yenilginin ardından ve ekonomi bu durumdayken bir erken seçimi isteyeceğini sanmıyorum. Yeterli dış kaynak bulunmadan -ki ne gibi ağır ödünler karşılığı bulunabileceği ayrı konudur- ekonomide nisbî (görece) bir rahatlama sağlanmadan, emeklilerden başlanarak birçok toplum kesimi bir ölçüde tatmin edilmeden herhangi bir seçim göze alınamaz kanısındayım. Bunlar yapılabildiği taktirde de gerek kalmaz zaten. Yani, olağanüstü gelişmeler olmazsa, Sayın Erdoğan sahip olduğu yetkiler, elindeki Meclis çoğunluğu ve kontrol ettiği (denetlediği) sınırsız medya gücü ile iktidarını 2028’e dek sürdürmekte sorun yaşamayacaktır. Dolayısıyla erken seçimi çok zayıf bir olasılık olarak görüyor, hatta beklemiyorum. Ancak belirtmeliyim ki, CHP’nin izleyeceği strateji de çok önemli ve belirleyici olacaktır.

– CHP şu an için erken seçime mesafeli duruyor, ancak erken seçim konusunda ısrarcı olması gerektiğini düşünen bir kesim de var. Sizce strateji ne olmalı?

Erken seçim kararının nasıl alınabileceği belli. Kararı Erdoğan alırsa aday olamayacağı da…
Bu durumda ancak TBMM erken seçim kararı alırsa bir kez daha aday olabilir (Aslında son adaylığı da Anayasa’nın 101 ve 116. maddelerine -yorum gerektirmeyecek açıklıkla- aykırı olduğu halde YSK’nın anayasayı tanımayan ve suç olan kararı ile gerçekleşmişti). Şimdiki durumda TBMM’de CHP’nin karar alabilecek çoğunluğu olmadığına göre, ancak kamuoyunu ikna ederek bir baskı yaratabilir. Ama buna gerek olduğunu sanmıyorum. Çünkü, geniş toplum kesimlerinin yaşadığı ağır ekonomik zorluk devam sürer, eğitimden sağlığa, sığınmacı felaketinden yolsuzluklara hemen her alandaki sıkıntılar sürerse, -ki ne Erdoğan’ın, ne AKP’nin artık bir umut yaratmaları pek olanaklı görünmüyor- o baskı kendiliğinden oluşacaktır. Bence CHP’nin yapması gereken, konuya mesafeli yaklaşımını sürdürmek ve seçmeni ülke sorunlarını yaratanların değil, ancak kendisinin çözebileceğine ikna edecek politikalar üretmek ve uygulamak olmalı.

‘ADD MÜCADELEDE YERİNİ ALACAK’

– Milli Eğitim Bakanlığı’nın eğitim sistemine ilişkin son taslağını incelediniz mi,
ADD’nin bakışı nedir?

Elbette inceledim. “Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli” gibi “sahibinin sesi” bir adla duyurulan bu sözde eğitim sisteminin, tanıdığımız AKP anlayışına uygun bir  “dindar ve kindar nesil yetiştirme” programı olduğu açık. Gerçekte nasıl profesör ve rektör yapıldığı, hangi amaçla o makama getirildiği bilinen AKP’nin 9. Milli Eğitim Bakanı Yusuf Tekin’in müktesebatı (donanımı) anımsandığında başka bir yaklaşım sergilemesi de beklenemezdi. Çocuklarımızın geleceğini ve ülkemizin yarınlarını karartacak bu çağ, akıl ve bilim dışı öğretim programına öğretmen örgütleri ile birlikte Meclis içi ve dışı tüm muhalefet omuz omuza karşı çıkacak, ADD de o mücadelede (savaşımda) yerini alacaktır.

– Arapça tabela sorunu, “Kuran dili” çerçevesinde tartışılıyor,
bu konuyla ilgili ADD’nin tutumu nedir?

“Arapça Tabela” sorununun Kur’an dili çerçevesinde tartışılmasını konuyu saptırdığı için doğru bulmuyorum. “Kutsal dil” diye bir tanım da olamaz

Burada asıl sorun; demografik yapımızı tahrip ederek iç çatışma ortamı yaratma ve Türkiye’yi müdahaleye açık duruma getirme amaçlı, AKP iktidarının da destek verip teşvik ettiği, bir emperyal plan doğrultusunda yurdumuza doldurulan ve “geçici sığınmacı” ya da “düzensiz göçmen” adlandırmalarıyla meşrulaştırılmaya çalışılan milyonlardır. Asıl sorun; 10 yılı aşan süredir Suriye’den, Irak’tan, Afganistan’dan, Sudan’dan, Somali’den… akın akın gelerek kevgire döndürülmüş sınırlarımızdan ellerini kollarını sallayarak geçen bu insanların yarattığı demografik ve ekonomik yıkımdır. “Arapça Tabela” kirliliği bu asıl sorunun küçük bir parçası, görünen yüzüdür yalnızca. Esası (Özü) bırakıp ayrıntılarla uğraşmak, hele konuyu “Kur’an dili” üzerinden tartışmak abes olduğu gibi, gerçek sorunu örttüğü için de tehlikeli bir yaklaşımdır.

– İran Cumhurbaşkanı Reisi’nin ölümünden sonra ilan edilen milli yas için yorumunuz nedir? 

Bu gereksiz ve anlamsız yas kararı, AKP zihniyeti (anlayışı) ile uyumlu, ama Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş felsefesine ve dış politika geleneğine taban tabana zıt bir uygulamadır. Hiç doğru bulmadım.
======================================
ADD Başkanı Bozkurt, ‘Arapça tabela’ söyleminin gerçek sorunu perdelediğini söyledi: ‘Hedef iç çatışma’ – Son Dakika Siyaset Haberleri | Cumhuriyet 27.05.2024

Söyleşinin PDF biçimi için tıklayınız : Cumhuriyet ile söyleşi 27.5.24

TTB Seçimleri

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, BSc, LLM
Atılım Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı
(Toplum Hekimliği) Uzmanı
Hekim, Hukukçu-Sağlık Hukuku Uzmanı, Mülkiyeli
www.ahmetsaltik.net        profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik    X : @profsaltik
https://www.instagram.com/ahmet_saltik

Dostlar
,

Ülkemizin saygın gazetesi, Cumhuriyetimizle yaşıt ve adaş, iki hafta önce 7 Mayıs’ta 100. yaşını kutladığımız Cumhuriyet gazetemizde biz de 19. köşe yazımızı yayınladık (23 Mayıs 2024). Şimdilik iki haftada bir yazıyoruz. Aralık “uzun” olduğundan, gündemi yakalamak kolay olmuyor.

İstanbul Tıp Fakültesi‘ni bitirdiğimiz 15 Haziran 1977’de ilk işimiz, Cağaloğlu’ndaki İstanbul Tabip Odasına gidip üye kaydımızı yaptırmak olmuştu. 6023 s. TTB Yasasına göre bu üyelik zorunluydu. 12 Eylül 1980 darbesi sonrası TTB yönetimi Ankara’ya taşındı ve yalnızca kamuda çalışan hekimlerin üyelik zorunluğu kaldırıldı. Asker hekimlere ise üyelik yasaklanmakla birlikte,
disiplin yaptırımı yetkisi tüm hekimler bakımından TTB’de kaldı.

İstanbul Tabip Odası’na Kayıt numaramız 35.582 idi. Türkiye nüfusu yaklaşık 42 milyon ile günümüz “resmi” nüfusunun yarısı dolayındaydı (yaklaşık 13 milyon düzensiz göçmenle yaklaşık 100 milyon!). Bizim 47 yıllık hekimlik kıdemi kazandığımız süreçte, Ülkemiz nüfusunun
ikiye katlandığını, hekim sayısının ise yaklaşık altı katına çıkarıldığını söyleyebiliriz.

Tüm Türkiye’deki Tabip Odalarının çatı – üst örgütü olan Türk Tabipleri Birliği-TTB de Cağaloğlu’nda aynı binada idi. TTB’nin yönetim organı Merkez Konseyi ve bu birimin başı,
Dr. Erdal Atabek idi. Dr. Atabek öncü-eylemci bir aydın hekimdi ve haftalık konferanslar düzenlerdi. Daha tıp öğrencisi iken o toplantılara katılır ve ülkemizin önemli sağlık sorunları, hekim örgütlülüğü vb. konularda bilgi edinirdik. Dr. Atabek demokrat ve önderdi. O’ndan çok şey öğrendik. Günümüzde 90 yaşını aşmasına karşın, hala pırıl pırıl bilinciyle Cumhuriyet gazetesinde köşe yazılarını sürdürerek aydın sorumluluğunun gereklerini yerine getiriyor.

Yıllar içinde TTB bize de bir okul oldu. Çalıştığımız yerlerde (İstanbul, Elazığ, Edirne, Ankara) Meslek örgütümüze destek verdik, Oda Yönetim Kurulu Üyeliği (2 dönem, 2+2, dört yıl),
Büyük Kongre temsilciliği (delegeliği, uzun yıllar), Yüksek Onur Kurulu Üyeliği (2 dönem, 2+2, dört yıl) yaptık, hep seçimle görev alarak. Meslek örgütümüzün eğitim, yayın, kurs, sertifika… pek çok programına destek olduk ve yararlandık. İşyeri Hekimliği kurslarında yıllarca eğiticilik yaptık.
Büyük Kongre (Genel Kurul) divan başkanlığı görevini üstlendik (1992).
……..
12 Eylül 1980’de TTB de kapatıldı bir süre, tüm partiler, sendikalar, DKÖ, meslek kuruluşları gibi.. Yeniden açılmasına öncülük edenlerden biri merhum Doç. Dr. Nevzat EREN idi (sonra Prof..). Ulaşabildiği hekimlere, yarım A4 boyutunda saman kağıda yazılmış ve “teksirle” çoğaltılmış (fotokopi makinesi yoktu!) iletiler yazmıştı. Her hekimden “3500” TL katkı istiyordu yeniden daire almak ve TTB’yi, önceki başkanı olduğu Ankara Tabip Odası’nı yeniden açmak üzere. Muayenehane hekimliği ile geçimimizi sağlamaya çalışıyorduk bir Halk Sağlığı Uzmanı olarak.. zorlanarak bu tutarın üç katını “havale” ettik.. O zaman internet bankacılığı vb. yok! Ya PTT havalesi ya da bankaya gidip havale!
…………
Geldik günümüze..
28-30 Haziran 2024’te Büyük Kongre 76. kez toplanacak, 1953’te kuruluştan bu yana. 3 liste oluşabilir.. ED-TTB / Etkin Demokratik TTB Kümesi (grubu) (1996’dan beri seçimleri kazanıyor?!), Çağdaş Hekimler ve İktidara yakın liste. AKP-MHP ikilisi yaşamın her alanını ele geçirmeye çabalıyor. Olmadı, Türkiye Barolar Birliği’nde-TBB olduğu gibi yasa ile bölüyor, yandaşlarını oluşturuyor, karşıtlarını zayıflatmaya çalışıyor. Bu dönem Tabip Odası seçimlerinde çok yüklendiler. Öte yandan, ED-TTB’ye karşı giderek yükselen bir karşıtlık oluştu. Çağdaş Hekimler de liste çıkarsa, aradan iktidar güdümlü – yandaşı liste sıyrılabilir. Ankara Mimarlar Odası seçimi son örneklerden. O yüzden zorunlu bir uzlaşı aranıyor ED-TTB ile Çağdaş Hekimler arasında. Görüşmeler ve çalışmalar sürüyor. Yazımızda anlattık..

Aşağıdaki köşe yazımız tümüyle kişisel görüşlerimiz olup, herhangi bir liste adına değil.

https://www.cumhuriyet.com.tr/yazarlar/ahmet-saltik/ttb-secimleri-2209554
===========================

TTB Seçimleri…

Türk Tabipleri Birliği-TTB, 1953’te 6023 s. yasa ile kurulmuş kamu kurumu niteliğinde meslek kuruluşudur. Öncü İstanbul ve Ankara Tabip Odaları 1929’lara tarihleniyor. Cumhuriyetimizin kurucuları Odaları teşvik ettiler. 1961 ve 1982 Anayasaları demokratik güvence sağladı bu gibi kurumlara (m.122 ve 135).

TTB, 28-30 Haziran 2024’te seçimli genel kurula gidiyor (76. Büyük Kongre). Ancak, yürütme organı Merkez Konseyi (MK) yargı kararı ile görevden alınmış durumda (30.11.2023).
Dosya İstinaf’ta ve MK bir tür “askıda-geçici görevde”. Bu tablo son derece üzücü ve onur kırıcı. 105 bin hekimin üye olduğu (tüm hekimlerin yarısı!) büyük ve köklü bir meslek örgütünün
tek yargıçlı bir asliye hukuk mahkemesince yürütme organının yetkisinin kaldırılması ve
bir ay içinde seçime zorlanması, 1982 Anayasası’nın 135. vd. maddeleri, uluslararası hukuk bağlamında ne ölçüde anayasal, demokratik ve meşru? Bu tartışılabilir.

Ancak, TTB-MK Başkanı hakkında açılan ciddi bir ceza davası var: TSK’nin terörle savaşta kimyasal silah kullandığını ima eden-suçlayan demeçle. Başkanın birkaç ay tutuklandığı
bu davada “silahlı terör örgütü propagandası yapmak” suçundan verilen 2 yıl 8 ay 15 gün
hapis cezası kararı İstinaf’ta onandı. Bu kişinin dosyası çok kabarık, internette çok sayıda
bilgi-belgeye erişilebilir. “Düzmece rapor uzmanı, Fincancı” başlıklı makale Cumhuriyet’te
yer aldı
(M. Kırıkkanat, 05.05.2024). Yazarın şu dizeleri çok önemli ve bildiğimiz ölçüde yalanlan(a)madı :

  • “… kamuoyu, Adli Tıp Uzmanı Şebnem Korur Fincancı’yı TSK’nin PKK’ye karşı kimyasal silah kullandığı iftirasıyla tanıyor. Ama biz haberciler, bu kişiyi Av. Ceyhun Mumcu’nun iddiasına göre Uğur Mumcu, Ahmet Taner Kışlalı, Bahriye Üçok ve Muammer Aksoy’u aramızdan alan hain suikastların sanıklarını muayene bile etmeden yazdığı düzmece raporlarla koruyup cinayete azmettirenlerin ortaya çıkmasını engelleyen bir Cumhuriyet düşmanı diye biliyoruz…”

Fincancı TTB-MK Başkanlığı görevini bırakmadığı gibi, MK de kendisine sahip çıktı, sorumluluğu paylaştı. Nisan-Mayıs aylarında 65 Tabip Odası seçimli genel kurullarını yaptı. Belirlenen delegeler ve Oda başkanları Büyük Kongre’de iki yıllığına TTB’nin yeni üç organını seçecekler. Katılım son derece düşük oldu. AKP iktidarının TTB’yi ele geçirmek üzere ciddi yüklenmesine karşın. %30’lar ile %10 arasında katılım oldu. Bu oranlar demokratik temsil meşruluğunu sorgulatabilir. Ayrıca, 1996’dan bu yana, TTB yönetimine egemen olan bir grup (ED-TTB),
adeta kemikleşmiş biçimde Büyük Kongre Delegelerini, dolayısıyla iki yılda bir yapılan seçimleri kazanıyor!?

Müthiş bir oligarşik yapı hatta Çin Seddi benzetmesi abartılı olmaz. Örn. –kişiselleştirmeyelim ama somut olsun-; son 2 dönemde bizim Yüksek Onur Kuruluna adaylığımız engellendi. Bu Kurul disiplin dosyalarını inceliyor. Bizim 47+ yıl hekimlik deneyimimiz, Hukuk Fakültesi mezunu ve Sağlık Hukuku tezli yüksek lisansımız ve Mülkiye (Kamu Yönetimi) mezunu olmamız… bile
bu Kurula aday olmamıza yetmedi(!?) Oysa bu görevi biz 1992-96 arasında iki dönem yapmıştık. Tüm ereğimiz, bu birikimle Kurula katkı vermek, yeni üyelerin iyi yetişmesine çalışmak, daha adil kararlar idi, olmadı! ED-TTB’den, TTB-MK başkanlığı da yapmış Hacettepe Tıp sınıf arkadaşımız,
4 yıl önce bizi arayarak,

  • “….donanımına diyecek yok ama sen bizim partiden değilsin..” demişti!

Son derece katı bir oligarşik tutum ve ideolojik körlük, her türlü yaraşırlığı (liyakati) ayaklar altına alabiliyordu.

TTB bu mu?
Bu böyle gitmez, gitmemeli!

Ankara’dan öncülerin başlattığı bir ÇAĞDAŞ HEKİMLER girişimi yola koyuldu.

  • Meslek örgütümüzün düştüğü utandırıcı perişanlığa mutlaka, bu seçimde son verilmeli.

Tüm hekimlere ve kamuoyuna, siyaset kurumuna.. çağrı yapılacak metinler hazırlanıyor, hazırlandı, paylaşıldı.

Temel ilkeler belli                    :

  • Öncelikle, günümüzde çağ dışı olan etnik kimlik siyaseti kesinlikle terk edilecek.
  • Tüm hekimler eşit-onurlu işlem görecek ve kucaklanacak, TTB tarafından desteklenecek.
  • Hekimlerin” ve “sağlık ortamının” son derece ciddi-ağır sorunları var.
    Bu ikili birbirine seçenek olmadığı gibi ayrılamaz da!
  • Genç hekimlerin Tabip Odası üyeliği teşvik edilecek, hekim – sağlık sendikaları ve DKÖ ile dayanışma sergilenecek.
  • Bizlere “giderlerse gitsinler” dendiği, her gün türlü şiddet gördüğümüz ve geçinemediğimiz koşullarda, Sağlık Bakanının hepimizi “para sayan el hareketi” ile kendince damgalamasını kınayan.. kapsamlı savaşım verilecek.
  • Bağımsız, bilimsel ve profesyonel TTB amaç!

Demokratik-laik, sosyal hukuk devleti olarak, tüm yurttaşların anayasal eşitliği (m.66) temelinde özgür, çatışmasız, barış içinde, mutlu ve umutlu, coşkulu, kalkınmış ve
güçlü bir Türkiye’nin, bugün ve gelecek kaygısı duymadan hastalarımızın ve
halkın sağlığı için çalışan onurlu-bilge hekimleri olma kararlılığıyla!

==================
Yazımızın pdf biçimi : 19. TTB Seçimleri, 23.5.24

Gıcır gıcır anayasa

Özdemir İnce
Özdemir İnce
26 Mayıs 2024, Cumhuriyet

 

Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan kabine toplantısı sonrası yaptığı açıklamalarda özetle şunları kaydetmiş:

  • “Yamalı bohçaya dönüşen 1982 Anayasası ile ağır aksak bugünlere kadar gelebildik. Cumhuriyetimizin 100. yıldönümünü üzülerek ifade ediyorum darbe anayasası ile karşıladık ve geçirdik. Bunu Türk siyaseti adına bir eksiklik olarak gördüğümü daha önce de dile getirdim. Karşımızda insicamı bozulmuş, bütünlüğü kaybolmuş, ileri demokrasi ve radikal vesayetin izlerini aynı anda taşıyan bir anayasa bulunuyor. Bu hakikati sadece biz değil hukukçular da sık sık
    ifade ediyor. Mevcut anayasanın yeni Türkiye’yi taşıması mümkün değildir.
  • 85 milyon olarak yeni yüzyılda yeni anayasa ülküsünü gerçeğe dönüştürmemiz gerektiğine inanıyorum. Bunu kendimiz için istemiyoruz, Türkiye’nin, milletimizin buna ihtiyacı var.
    Siyaset kurumu sivil anayasa yapabilecek kudrete, toplumsal temsiliyete, olgunluğa sahiptir. Türk demokrasisi yeni ve sivil bir anayasayı ülkemize kazandırarak darbe geleneğiyle hesaplaşmasını tamamlamalıdır. Yeni anayasa sadece siyasetin konusu da değildir. Sivil toplum, akademi, baro, gazetecilerin ve darbelerin mağdur ettiği tüm kesimlerin de süreci sahiplenmesini arzu ediyoruz.”

Bir gazete yazısında bu kadar uzun alıntı yapmak akıllıca bir şey değil ama “benmerkezci” (egoist) bir görüşü silkelemek için bunu yapmak zorundayım:

1982 Anayasası Danışma Meclisi, kendi üyeleri arasından, Prof. Dr. Orhan Aldıkaçtı başkanlığında, 15 üyeden oluşan bir “Anayasa Komisyonu” seçti. Bu komisyon, 23 Kasım 1981 tarihinde çalışmaya başladı ve hazırladığı anayasa taslağını 17 Temmuz 1982 tarihinde Danışma Meclisi’ne sundu. Danışma Meclisi görüşmelerden sonra taslağı 23 Eylül 1982 tarihinde kabul etti. Tasarı 18 Ekim 1982 tarihinde Milli Güvenlik Konseyi tarafından kabul edilerek halkoyuna sunulmak üzere 20 Ekim 1982 tarihli ve 17844 sayılı Resmi Gazetede yayımlandı. Tasarı 7 Kasım 1982 Pazar günü yapılan halkoylaması sonucu %8.63 oranında “hayır” oyuna karşılık %91.37 oranında “evet” oyu ile kabul edilmiştir. Bu şekilde halk tarafından kabul edilen anayasa, 2709 sayılı yasa olarak 9 Kasım 1982 tarihli ve 17863 mükerrer (yineleyen) sayılı
Resmi Gazetede yayımlanmıştır.

Anayasa hukukçusu Prof. Dr. Aldıkaçtı başkanlığında kurulan 15 üyelik Anayasa Komisyonu’nda kabzımal, şoför, gümrük komisyoncusu falan yoktu. Tamamı hukuk bilgini idi. Bunu yazmam, Kenan Evren darbesini onayladığım anlamına gelmez.

Hukuk bilginlerinin hazırladığı anayasa, TC vatandaşlarının % 91.37 oyuyla kabul edilmiştir.

  • Halkın kabul ettiği anayasa “sefil” değil, “sivil” anayasadır.

Ayrıca bir ülkeyi demokratik kurallara uygun anlayışla yönetmek için birinci sınıf ANAYASA gerekmez. Bir hükümet ya da bir Başyüce kötü bir anayasaya karşın ülkesinde demokrasinin bütün kurallarını uygulayabilir. AKP genel başkanının ülkeyi despotik bir anlayışla yönetmesinin kaynağı mevcut anayasa mı? Anayasayı ve Anayasa Mahkemesi’nin kararlarını çöpe atmasının nedeni mevcut anayasa mı?

  • Ben, daha iyi anayasa istemiyorum bu anayasa uygulansın yeter!

Ben, AKP genel başkanına şunu öneriyorum:

“Sivil toplum, akademi, baro, gazetecilerin ve darbelerin mağdur ettiği tüm kesimlerin” temsilcilerinden oluşan bir anayasa yapma kuruluna kendi kafasına uygun bir anayasa yaptırsın… Eşeği yokuşa sürmenin gereği yok!

Zaten CHP de Mevcut anayasayı uygulamayan bir yönetim anlayışıyla anayasa yapmayız, önce sen mevcut anayasayı uygula diyor. CHP haklıdır, mevcut anayasayı uygulamamaktan, Anayasa Mahkemesi’nin kararlarını ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin kararlarını uygulamamaktan sabıkalı bir iktidarla ortaklaşa bir anayasa yapmak mümkün mü? Bizim köylü Göde Omar da Gök Veli de Deli Hapa da bu tongaya düşmez vallahi!

AKP’nin ve liderinin T.C. Anayasası’nın ilk dört maddesine karşı olduklarını burada yinelemenin gereği yok. Kurnazlık edip “İlk üç madde dokunulmazdırderler ama bu üç maddenin korucuyu zırhı olan dördüncü maddeyi es geçerler.

MADDE-4: Anayasanın 1’inci maddesindeki devletin şeklinin Cumhuriyet olduğu hakkındaki hüküm ile, 2’nci maddesindeki Cumhuriyetin nitelikleri ve 3’üncü maddesi hükümleri değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif edilemez.

R.T. Erdoğan’ın tek başına yapacağı, yaptıracağı gıcır gıcır anayasayı hiç merak etmiyorum.

En iyi anayasa cildi gevşemiş, sayfaları sararmış anayasadır.

Mustafa Aydınlı şiiri : BİR EŞEĞE BAKAMADIN İBİLİ!

ŞİİR KÖŞESİ

Mustafa AYDINLI
Eğitimci – Yazar
Halk ozanı

 

 

BİR EŞEĞE BAKAMADIN İBİLİ!

Köyden göçer iken bedava verdim
Bir eşeğe bakamadın İbili
Duyunca katlandı efkârım derdim
Bir eşeğe bakamadın İbili
***
Eşek diye yalvararak gelmiştin
Samanıyla yularıyla almıştın
Giderken keyifle ıslık çalmıştın
Bir eşeğe bakamadın İbili
***
Eşeğimi benden yalvardın aldın
Ne yaya yürüdün, ne yolda kaldın
Yazın bindin kışın dağlara saldın
Bir eşeğe bakamadın İbili
***
Köye geldim eşeğime bakayım
Düşmüş ise nalın mıhın çakayım
Zebun ise sana türkü yakayım
Bir eşeğe bakamadın İbili
***
Eşeğin kalmamış eşeklik halı
Gağşamış semeri kırılmış nalı
Boynunaydı eşeğimin vebalı
Bir eşeğe bakamadın İbili
***
Arpası kalmamış samanı yarı
Tepeden tırnağa yağır her yeri
Hayvanı koymuşsun kemikle deri
Bir eşeğe bakamadın İbili
***
Gayet mülayimdi eşeğin huyu
Çok gördün bir çenik samanı suyu
Sırtında gezdin de bütün yıl boyu
Bir eşeğe bakamadın İbili
***
Eşeğin cinsliği köyün dilinde
Desen desen nakış vardı çulunda
Dilerim ki işin gitmez yolunda
Bir eşeğe bakamadın İbili
***
Otlar sarar bağlamanın bayırı
Eşek düşte görür yeşil çayırı
Bahar gelse eşek kendin doyuru
Bir eşeğe bakamadın İbili
***
Geçemedim Harami’nin çayını
Kertme’li de bize etti oyunu
Ne yemin verdiniz ne de suyunu
Bir eşeğe bakamadın İbili
***
Az mıydı eşekten aldığın verim
Tarlada bostanda derdiğin derim
Devrilesi o boyuna aferim
Bir eşeğe bakamadın İbili
***
Dedesli ilinde eşeğim tekti
Çok işini gördü kahrını çekti
Sonunda açlıktan nalları dikti
Bir eşeğe bakamadın İbili
***
Bu eşeğin bizde çoktur hatırı
Bir dem aratmazdı atı katırı
Baksan yazmaz idim bunca satırı
Bir eşeğe bakamadın İbili
***
Kara boncuk gibi eşeğin gözü
Halını görenin dayanmaz özü
Aydınlı kahrından söyler bu sözü
Bir eşeğe bakamadın İbili
***

  • Köyden kente göçen yaşlanan köylü amca, yıllarca koştuğu eşeğini, bedelsiz olarak komşusu “İbili” ye verir (mahlastır..). Vefasız “İbili” emanet eşeği yazın çalıştırır, kışın samansız-susuz kendi haline bırakır. Eşek, sahipsiz köyde yaşam savaşımı verir. Sahibinin olayı bana hüzünle anlatması üzerine, duyduğum acıyı bu dizelere döktüm. “Hayvan hakları haftası”nda hiçbir hayvanın
    aç-susuz ve bakımsız kalmaması, herkesin hayvanlara karşı insanca duyarlı olması dileğiyle.

Seferberlik ve Savaş Durumu Yönetmeliği

Dr. Cihangir DUMANLI
E. Tuğg., Hukukçu, Uluslararası İlişkiler Uzm.

Seferberlik ve Savaş Durumu (Hali) Yönetmeliği 22 Mayıs’ta  (2024) Cumhurbaşkanlığı’nca yayınlandı (RG s.32553).

Yönetmelik incelendiğinde aşağıda belirtilen hukuka ve demokrasiye aykırıyı düzenlemeler dikkati çekmektedir :

Seferberliğin amacı başta Silahlı Kuvvetler olmak üzere devletin tüm güç unsurlarını (ögelerini) barış durumundan savaş durumuna getirmek olmasına karşın, yapılan düzenleme, aşağıda inceleneceği gibi, üstü kapalı bir sıkıyönetim düzenlemesidir.

Yönetmelikteki tanımlar belirsiz, ucu açık ve yorum gerektirecek biçimde yazılmıştır.
Örneğin buhran dönemi şöyle tanımlanmıştır (Md.4g) :

  • “Milli menfaatleri doğrudan veya  dolaylı olarak tehdit eden veya etmesi muhtemel olan
    veya dış olay veya olayların ayrı ayrı veya birlikte vuku bulduğu ve çatışmaya ve
    savaşa götürebilecek seviyeye gelmeleri ile ortaya çıkan kriz durumu
    .”

Milli menfaatleri dolaylı olarak tehdit etmesi muhtemel iç olaylar” ifadesi belirsiz ve yoruma açıktır. Otoriter bir cumhurbaşkanı tarafından baskı aracı olarak kullanılmaya rahatlıkla elverişledir.

Gerginlik dönemi tanımı ise şöyledir (Md.4m): “Milli menfaatleri içte ve dışta olumsuz etkileyebilecek olayların ülkeyi bir buhran durumuna tırmandırması hali.”

Bu tanımlara dayanarak Cumhurbaşkanı’na seferberlik ilan etme yetkisi verilmiştir.

Yönetmeliğin 24. maddesi şöyledir:

Ayaklanma olması veya cumhuriyete karşı kuvvetli eylemli bir kalkışmanın veya ülkenin ve milletin bölünmezliğini içten veya dıştan tehlikeye düşüren davranışların ortaya çıkması durumunda cumhurbaşkanı seferberlik ilan edebilir. Seferberlik ilanı aynı gün TBMM’nin onayına sunulur.”

Hukuksal Durum

1982 Anayasasının 122. maddesi, olağanüstü yönetim yöntemleri başlığı altlında
– sıkıyönetim,
– seferberlik ve
– savaş halini
düzenlemekte idi.

Buna göre; Cumhurbaşkanın başkanlığında toplanan Bakanlar Kurulu, Milli Güvenlik Kurulunun görüşünü aldıktan sonra, süresi altı ayı geçmemek üzere yurdun bir veya birden çok bölgesinde sıkıyönetim ilan edebilir… TBMM sıkıyönetim süresini uzatabilir, kısaltabilir veya sıkıyönetimi kaldırabilir… Sıkıyönetim komutanları Genelkurmay Başkanlığı’na bağlı olarak görev yaparlar.

2017 anayasa değişikliğinde bu madde kaldırılmıştır. Bu maddeye dayalı 2941 sayılı Seferberlik ve Savaş Hali Yasası anayasal dayanaktan yoksun kalmıştır.

Şimdi de 2941 sayılı bu yasaya dayanarak bir yönetmelik yayınlanmıştır. Dolayısı ile bu yönetmelik anayasal dayanaktan yoksundur

Daha önce bakanlar kurulunda olan seferberlik ilan yetkisinin cumhurbaşkanına bırakılması cumhurbaşkanlığı hükümet sistemimin gereğidir. Yapılan düzenleme ile değişiklik öncesi anayasada belirtilen Milli Güvenlik Kurulu’nun (MGK), TBMM’nin ve Genelkurmay Başkanlığı’nın işlevleri zayıflatılmış tüm yetki Cumhurbaşkanı’na bırakılmıştır. Bu durum cumhurbaşkanlığı hükmet sisteminin sakıncalı sonuçlar doğurabileceğine çarpıcı bir örnektir.

 Değerlendirme:

Yönetmeliğe göre cumhurbaşkanı belirsiz kimi tanımlara dayanarak tek başına seferberlik ilan edebilecektir.

Seferberlik ilanında 2941sayılı Seferberlik ve Savaş Durumu Yasası uygulamaya konulacaktır :

Bu yasanın 12. maddesine göre;
– cumhurbaşkanının atayacağı komutanlar,
– kendi bölgelerinde genel güvenlik, asayiş ve kamu düzeninin sağlanması ve sürdürülmesi
– ve deniz limanları ile sınırların denetimi, yıkıcı etkinliklerin önlenmesi,
– ajanların ve kaçakçıların aranıp bulunması için gerekli önlemlerin saptanması ile
– bu çalışmaların yürütülmesinde ulusal makamlarla işbirliği yapar
– ve gerektiğinde kolluk güçlerini buyruğuna alır

  • Bu düzenleme adı konmamış bir sıkıyönetim rejimidir.

Partisi TBMM’de çoğunlukta olan, “devlet = hükümet” anlayışına sahip otoriter eğilimli bir Cumhurbaşkanı, toplantı ve gösteri yürüyüşü veya ifade özgürlüğü anayasal haklarını kullanan muhalefetin eylemlerini “milli menfaatleri dolaylı olarak tehdit etmesi ihtimali olan davranışlar” olarak yorumlayabilir ve atadığı komutanlar eliyle sıkıyönetim uygulamasına benzer önlemler alabilir.

  • Bu durum demokrasiye açık bir tehdittir.

Yönetmelikteki kimi ifadelerin belirsiz (muğlak), ucu açık ve yoruma bağlı ifadeler olması,
genel bir hukuk ilkesi olan “öngörülebilirlik” ilkesine aykırıdır.

Sonuç

22 Mayıs’ta (2024) Cumhurbaşkanlığınca yayınlanan “Seferberlik ve Savaş Hal Yönetmeliği” anayasal dayanaktan yoksun ve  “öngörülebilirlik” hukuk ilkesine aykırıdır.

Yönetmelikle Cumhurbaşkanı, kendi kendisine tanıdığı ucu açık, yoruma bağlı yetkileri
kötüye kullanarak tek başına seferberlik ilan edebilir ve sıkıyönetim uygulamasına benzer uygulamalarla hak ve özgürlükleri ciddi düzeyde kısıtlayabilir

İdari bir işlem olan bu yönetmeliğine iptali veya açıklığa kavuşturulması için idari yargı yoluna başvurulmalıdır.

DEVLET OTORİTESİ Mİ YOKSA TARİKAT ve CEMAAT İRADESİ Mİ? MİLLİ İRADE KİME AİT?

Prof. Dr. Halil ÇİVİ
İnönü Üniv. İİBF Eski Dekanı

Eğer bir ülkedeki:

A- Eğitim sisteminde,
B- Güvenlik güçlerinin kullanılmasında,
C- Adalet ve yargı sisteminde
D- Sağlık sisteminde
…………………………… ve
Z- Tüm devlet kurumlarında,

Devlet otoritesi (yetkesi) giderek dinci tarikat ve cemaatların ya da benzeri örgütlerin iradesi (istenci) ile biçimlenmeye başlarsa, o ülkedeki ulusal istenç (milli irade) ve devletin hükümranlık (egemenlik) gücü zaafa düşmüş (zayıflamış), ulus ya da milli devlet eksen kaymasına uğramış demektir.

Eşler (kadın – erkek) nasıl ki “Eş” olma (karı – koca) hakkını – yetkisini başkasına devredemez ise, devlet de yönetim gücünü ve hakkını asla meşru devlet örgütlenmesi dışında kalan kişi ve kurumlara veremez.

  • Ulusal Egemenlik bölünemez, paylaşılamaz!

Devlet, Ulus adına en üst kurumsal otoritedir (yetkedir).

Çünkü ulusal egemenlik vekâlet kabul etmez!

Toplumu yönetme yetkisi de hiçbir tarikat, cemaat ya da benzeri paralel (koşut) bir yapıya devredilemez.

Ulusal irade (istenç) yalnızca, Anayasanın koyduğu devlet organları eliyle kullanılabilir ve ancak böylesi bir devlet meşru olur. Çünkü Halk / Millet, mutlak egemenlik hakkını, kendi adına anayasal ve meşru biçimde oluşan siyasal iktidara (Yürütme’ye), Yasama ve Yargı’ya geçici olarak vermiştir.

Türkiye FETÖ tehdidi ve tehlikesini bu nedenle yaşamıştı.

Tarihin tekkerrür etmemesi (yinelememesi) için geçmişten ders alınması gerekir.

Çünkü devlet otoritesi (yetkesi); dinler, ideolojiler, dogmalar, partiler, dernekler, tarikatlar, cemaatlar, hizipler, odalar, sendikalar, kişiler, makamlar… üstü bir üst otoritedir (supreme power).

Ancak, söz konusu otoritenin (yetkenin) hak, hukuk, adalet ve iyi niyet kurallarına göre herkese karşı yansız olarak kullanılması gerekir..

  • Demokratik hukuk devleti kurallarına tam bağlı kalarak ve evrensel etik ilkelere
    mutlak saygı ve bağlılık ile..
    (23.05.2024)