Yazar arşivleri: Ahmet SALTIK

Ahmet SALTIK hakkında

Atılım Üniversitesi Tıp Fakültesi Halk Sağlığı Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Ahmet SALTIK’ın özgeçmişi için manşette tıklayınız: CV_Ahmet_SALTIK Hekim (Halk Sağlığı Profesörü), Hukukçu (Sağlık Hukuku Uzmanı) Mülkiyeli (Kamu Yönetimi - Siyaset Bilimci)

Halifelik Kaldırılmıştır

Dr. Cihangir DUMANLI
E. Tuğg., Hukukçu, Uluslararası İlişkiler Uzm.

1517’de Yavuz Sultan Selim’in Mısır seferi ile Osmanlı İmparatorluğu’na geçen Halifelik, yüz yıl önce 3 Mart 1924’te Türkiye Cumhuriyeti tarafından kaldırılmış ve tarihe karışmıştır.

Halefliğin geri getirilmesi istemlerinin dile getirildiği bugünlerde konunun anımsanmasında yarar vardır.

Halifelik Nedir?

Haleflik Hz. Muhammet’in ölümünden sonra aşiretler halinde düzensiz yaşayan Arap topluluklarını yönetmek üzere yönetici gereksiniminden kaynaklanmıştır.

  • Dinin gereği değil, siyasal bir orundur.

Halifeliğin Tarihi

Hz. Muhammet (570-632) Müslümanlığı çöllerde yaşayan, çadırlarda oturan, göçebelikle geçinen ilkel Arap Bedevi toplumuna yaymıştır. Arapların Müslümanlıktan önceki dönemine “cahiliye devri (bilisizlik-cehalet dönemi) denilmektedir. Bu toplumda devlet yoktur. Hukuk düzeni, insan hakları, yönetim biçimi ilkeldir. Bu nedenle Muhammet hem dinsel önder hem de toplumun saygı duyduğu, inandığı bir siyasal önder (yönetici) olmuştur.

Hz. Muhammet 632 yılında öldüğü zaman “Toplumu kim yönetecek? Siyasal önder kim olacak?” sorusu gündeme gelmiştir. Bu aynı zamanda kim iktidar olacak?” arayışıdır. Muhammet kendisinden sonra kimin siyasal önder (iktidar) olacağını söylememiştir. Kuran’da da halifelikle ilgili bir düzenleme yoktur. Bunun üzerine Müslümanların ileri gelenlerinden on kişi toplanıp Muhammet’in kayınpederi Ebubekir’i ilk halife olarak seçmişlerdir (632).

Ebubekir’in halifeliği iki yıl sürmüş, O’ndan sonra sırasıyla Ömer (634-644), Emevi ailesinden Osman (644-656), Muhammet’in yeğeni ve damadı Ali (656-661)  halifelik yapmışlardır. Ali’nin halifeliğini Osman’ın akrabalarından Şam Valisi ve Emevi devletinin kurucusu Muaviye kabul etmemiş, Ali yandaşları ile Muaviye yandaşları arasında savaş çıkmıştır. Ali yandaşları halifeliğin Muhammet’in soyundan olması gerektiği savıyla Ali’nin oğulları Hasan veya Hüseyin’in halife olmasını istemişlerdir. Ali yandaşlarına Ali Partisi anlamına gelen  Şiiah Ali (kısaca Şii) denmektedir. Ali’yi yenen Muaviye halifeliğini ilan etmiştir. Ali’nin oğlu Hasan da kendisini halife ilan etmiş, İslam dünyası iktidar kavgasına tutuşmuştur. Hasan halifeliği kendi isteği ile Muaviye’ye bıraksa bile kardeşi Hüseyin halifelik savından vazgeçmemiştir. Muaviye’nin oğlu Yezid Hüseyin’i 70 adamı ile birlikte 680 yılında Muharrem ayının onuncu günü (aşure günü) Kerbela’da öldürmüştür.[1] Bu olay üzerine halifelik zorla Emevi ailesine geçmiştir.

Görüldüğü gibi Muhammet’ten sonra “4 Halife Dönemi” (632-661) Müslümanları birleştirememiş, tersine bugün hala süren Şii-Sünni ayrımı biçiminde bölmüştür.

  • İlk 4 halifenin 3’ü (Ömer, Osman, Ali) öldürülmüştür.

Emevilerin halifeliği 750 yılına kadar sürmüştür. Bu dönemde halifelik tamamen siyasal   amaçlarla kullanılmıştır. Emevi hanedanı 750 yılında yıkılınca yerine Abbasi devleti kurulmuş, halifelik Abbasilere geçmiştir. Halifelik artık kim güçlü ve iktidarda ise ona geçmekte olan siyasal bir kurum durumuna gelmiştir. 1258’de Moğollar Abbasilerin merkezi Bağdat’ı ele geçirince Abbasilerin halifeliği sona ermiş, İslam dünyası üç yıl halifesiz kalmıştır. Bağdat’tan kaçıp Mısır’daki Kölemenoğullarına (Memlüklülere)  sığınan El Muntasır kendisini halife ilan etmiştir. Bundan sonra halifelik Mısır’daki Memlüklülere geçmiş, bu dönemde Memluk Sultanı Baybars devlet yönetimi ile uğraşırken, Halife siyasal yetkileri olmayan, işlevsiz bir orun (makam) durumuna gelmiştir.

Yavuz Sultan Selim’in 1517’deki Mısır seferi sonucunda halifelik orunu (makamı) aynı yıl Memluklerden Osmanlı İmparatorluğu’na geçmiştir. Yavuz’dan başlayarak Osmanlı padişahları hem devlet başkanı hem de Halife, yani tüm Müslümanların önderidir.

Osmanlı padişahları uzun süre salt kendi ülkelerindeki Müslümanların halifesi idiler. Bütün dünya Müslümanlarının halifesi savında bulunmadılar. Bu durum 1774 Küçük Kaynarca Anlaşması ile değişti. Küçük Kaynarca Anlaşması ile Osmanlı imparatorluğu ilk kez Müslüman Türklerin (Tatarların) yaşadığı toprakları (Kırım’ı) yitirmişir. Bu Anlaşmada Ruslar Osmanlı İmparatorluğu’n-daki Ortodoksların (Ermenilerin) koruyuculuğunu üstlenmişler, buna karşılık Osmanlı padişahı da halife sıfatı ile, yitirilen Kırım topraklarındaki Müslümanların koruyuculuğunu üstlenmiştir.

Halifeliğin uluslararası bir güç kazanması emperyalist devletlerin işine gelmiş, halife aracı ile Müslüman ülkeleri etkilemek istemişlerdir. 1878 Berlin Kongresinde İngiltere Halifelik sorununu kaşımaya başlamış, Osmanlı yerine Araplardan bir halife olması gerektiğini ileri sürmüştür.

1. Dünya Paylaşım Savaşı’nda Almanya’nın Osmanlı ile ittifak yapmasında halifeliğin etkisi olmuştur. Halife – Sultan Reşat, 1. Dünya Paylaşım Savaşı’nın başlangıcında (14 Kasım 1914’te) Almanya’nın zorlaması ile “kutsal cihat” ilan etmiş, sömürgelerdeki Müslümanların, uyruğunda bulundukları İngiliz, Fransız ve Ruslara karşı ayaklanmalarını, Osmanlı ordusu ile savaşmamalarını istemiştir. Buna karşın İngiliz ve Fransız ordularındaki Müslümanlar halifeyi dinlememiş, dindaşları Osmanlı askerlerine karşı savaşmışlardır. Mekke Şerifi Hüseyin önderliğindeki Müslüman Araplar Halife’nin cihat çağrısına karşın Osmanlı’ya ayaklanmışlardır. Bu olaylar halifeliğin İslam dünyasında saygınlığının kalmadığını göstermiştir.

Kurtuluş Savaşında Padişah-halife Vahdettin, işgalci Hıristiyan devletlerle işbirliği yapmış, Kuvva-yı Milliye’ye karşı İngiliz desteği ile kurduğu Kuvva-yı İnzibatiye birliklerini  (Hilafet Ordusu) göndermiştir. Halife-Padişahın milli mücadele önderlerini hain ilan ettiği fetvaları (dinsel bildirileri) Anadolu’ya İngiliz uçakları ile atılmıştır. Halife-padişah başta Mustafa Kemal olmak üzere Kurtuluş Savaşı önderlerini idama mahkum etmiştir. Vahdettin Osmanlı İmparatorluğu’nun Hıristiyan devletlerce parçalanmasını öngören Sevr Andlaşmasını kabul etmiştir. Sonunda Vahdettin, “Müslümanların Halifesi” sıfatı ile işgalci Hıristiyan İngiltere’ye sığınarak ülkeden kaçmıştır
(17 Kasım 1922).

Kurtuluş savaşımızın önderleri halifelikten güç almamışlar, tam tersine direnç görmüşlerdir. İsmet İnönü 3 Mart 1924 günkü konuşmasında mücadeleler sırasında halifelik makamına dayanan herhangi bir güç almadık, tam tersine kötü etkilerini gördük. Halife düşmanımızdır’ dedik” diyerek bu gerçeği ifade etmiştir. [2]

Halifelik Niçin Kaldırıldı?

  1. Ulusal egemenliğe dayalı çağdaş, laik bir ülkede halifelik gibi ortaçağ kurumuna yer yoktu.
  2. Halife-Sultan Kurtuluş Savaşı’na ve önderlerine karşı çıkmış, Hıristiyan emperyalist işgalcilerle işbirliği yapmıştı. Cumhuriyet bu ihaneti kabul etmemiş, halifeliği kaldırmıştır.
  3. Egemenlik ulusa geçtiğine göre, ulusun egemenliğini halife ile paylaşması “egemenliğin bölünmezliği” ilkesine aykırı idi.
  4. Halifelik tarih boyunca İslam dünyasını birleştirmemiş, tam tersine bölmüştü.
  5. Halifeliğin İslam dünyasında saygınlığı kalmamıştı.
  6. 1 Kasım 1922’de Saltanat kaldırılıp halifelik Osmanlı hanedanında bırakılınca cumhuriyet karşıtları halifelik makamını Osmanlı’yı yeniden canlandırmak için bir olanak olarak gördüler ve halife çevresinde toplanmaya başladılar. Bu durum genç Türkiye Cumhuriyeti’ne bir tehdit idi.
  7. 3 Mart 1924’te kabul edilen bir yasayla Şer’iye ve Evkaf Vekaleti (Din İşleri ve Vakıflar Bakanlığı) kaldırılmış, yerine Diyanet İşleri Başkanlığı kurulmuştu. İslam’ın tapınma ilgili işleri Diyanet İşleri Başkanlığı’na verilmiş, devlet yönetimi ile ilgili konuları da TBMM’de olduğundan halifeliğe gerek kalmamıştı.
  8. Halife’nin tüm Müslümanların önderi olma savı, Müslümanların yaşadığı emperyalistlerin sömürgesi devletlerle (Örn. Hindistan) ilişkilerimize zarar vermekte idi. Halife o ülkelerdeki Müslümanların dinsel önderi olunca, o ülkeyi yöneten sömürgeci devletin (Ör. Hindistan’ı yöneten İngiltere’nin) de bizim içişlerimize karışmasına ortam hazırlıyordu.

Halifelik Nasıl Kaldırıldı?

Büyük devrimci Atatürk, yaptığı her devrimi adım adım, yeri ve zamanı geldikçe gerçekleştirmiştir. Halifeliğin kaldırılması da böyle olmuştur. İlk aşamada büyük utkudan (zaferden) sonra kurulacak barış masasına (Lozan Konferansına) TBMM hükümeti ile birlikte Osmanlı hükümetinin de çağrılması üzerine “Türkiye’yi ancak TBMM hükümeti temsil eder” diyerek 1 Kasım 1922’de saltanatla halifeliği ayırmış, saltanatı kaldırmış, ama o aşamada halifeliğe dokunmamış, halife olarak Osmanlı hanedanından Abdülmecit Efendi TBMM tarafından seçilmiştir.

İkinci aşama halefliğin de kaldırılmasıdır. Bu olayı çabuklaştıran ve gerekli kılan olaylar, son halife Abdülmecit’in hatalı davranışlarından kaynaklanmıştır. Abdülmecit’in, kendisini padişah gibi görmeye başlaması, gösterişli cuma selamlıkları, Fatih Sultan Mehmet gibi sarık takması, yabancı temsilcilerle görüşmesi, halifelik bütçesinin artırılmasını istemesi gibi davranışları Cumhuriyet hükümetini rahatsız ediyordu.

Başlangıçta Atatürk ile birlikte olanlardan Rauf Orbay, Dr. Adnan Adıvar, Ali Fuat Cebesoy,
Refet Bele gibi kişilerin İstanbul’daki Halifeyi ziyaret etmeleri bu rahatsızlığı artırıyordu.
15 Kasım 1923’te Afyon Mebusu Hoca Şükrü Efendi’nin yayınladığı bir kitapçık halifelik makamını savunuyordu. Buna göre “Halife Meclisin, Meclis halifenin idi”  “TBMM, halifenin danışma organı olmalı idi”. “Halife, Meclisin de, hükümetin de başı idi”.[3] Bu tür karşı devrim girişimlerine izin verilemezdi.

Hindistan’daki İsmailiye mezhebinin lideri Ağa Han ve İngiltere Kralının danışmanı(!) Emir Ali’nin

Başbakan İsmet İnönü’ye yazdıkları ve halifenin siyasal durumunun korunmasını istedikleri mektubun İnönü’ye ulaşmadan kimi İstanbul gazetelerinde yayınlanması süreci hızlandırdı.[4]

Halife Abdülmecit 22 Ocak 1924 tarihli mektubunda, İstanbul’a giden TBMM hükümeti yetkililerinin kendisi ile ilişki kurmamasından yakınarak, Ankara’da bir temsilci bulundurmasını veya hükümetin Halife nezdinde bir temsilci göndermesini ve hazinesinin artırılmasını istemişti.

O sırada harp oyunları için İzmir’de bulunan Atatürk’ün bu mektuba cevabı sert ve kesindi:

Halife kendisini dışlanmış hissediyorsa bu kendi davranışlarından doğmaktadır.

Hilafet makamının ne dinen ne siyaseten hiçbir anlamı ve varlık nedeni yoktur.

Ankara’ya temsilci göndermeye kalkışması, cumhuriyet hükümeti ile karşı karşıya vaziyet alması demektir. Buna yetkili değildir.

Hilafetin hazinesi yoktur ve olamaz. Maksat lüks yaşam ve gösteriş değil insanca yaşam ve temel gereksinimlerin sağlanmasından ibarettir (oluşmaktadır) [5]

Atatürk Nutuk’tahilafetin kaldırılması zamanının geldiğine İzmir’de iken karar vermiştim.” demektedir.[6] Atatürk, 23 Şubat 1924 günü İzmir’den Ankara’ya döner ve bu kararını arkadaşlarına bildirir.

Konu 2 Mart’ta Halk Partisi grubunda görüşülür. 3 Mart’ta Şeyh Saffet Efendi ve elli arkadaşı “halifeliğin kaldırılması ve Osmanlı hanedanı mensuplarının yurt dışına çıkartılması” ile ilgili bir yasa önerisi sunarlar. Yasa önerisinin gerekçesinde özetle şunlar belirtilmektedir:

  • Türkiye cumhuriyet içinde halifelik makamının bulunması Türkiye’yi iç ve dış politikasında
    iki başlı olmaktan kurtaramadı.
  • Bağımsızlığında ve ulusal yaşamında ortaklık kabul etmeyen Türkiye’nin, görünüşte bile olsa ikiliğe tahammülü (dayancı)
  • İmparatorluğun çöküş aracı olan hanedanın halife kisvesi altında Türkiye’nin varlığını etkileyecek bir tehlike olacağı deneyimlerle belli olmuştur.

431 sayılı yasa, 3 Mart 1924 günü TBMM’ce oybirliği ile kabul edilerek yasalaşmıştır.

431 sayılı, Halifeliğin İlgasına (kaldırılmasına) ve Hanedan-ı Osmani’nin (Osmanlı aile üyelerinin) Türkiye Cumhuriyeti Memaliki Haricine (ülkesi dışına) Çıkarılmasına İlişkin Kanuna göre:

  1. Halife hal edilmiştir (görevinden alınmıştır).
  2. Hilafet hükümet ve cumhuriyet mana ve mefhumunda (anlam ve kavramında) gerçekte mündemiç olduğundan (zaten var olduğundan), hilafet makamı mülgadır (kaldırılmıştır).
  3. Hanedanın bütün üyeleri ebediyen (sonsuza dek) Türkiye’de ikamet (oturmak) hakkından yoksun bırakılmıştır.
  4. On gün içinde ülkeyi terk edeceklerdir.
  5. Türk vatandaşlığını yitirmişlerdir.
  6. Taşınmazlarına tasarruf edemezler (taşınmaz malları ile ilgili işlem yapamazlar).
  7. Padişahlık yapmış olanların taşınmazları ulusa geçmiştir.
  8. Padişahlık sarayları, kasırları… içindeki tüm taşınmazları ulusa geçmiştir.

Sonuç ve Değerlendirme:

Halifeliğin kaldırılması ile;

  • Ulusal egemenlik pekiştirilmiş, dinsel bir makam olan halifelik devlet yapılanmasından çıkartılmıştır. Laiklik ve demokratikleşme yolunda önemli bir adım atılmıştır.
  • Devletin tepesindeki iki başlılık (bir yanda TBMM, öte yanda kendisini padişah gibi gören
    Halife Abdülmecit)
    giderilmiştir.
  • Müslüman ülkeleri sömüren emperyalist devletlerin içişlerimize karışması önlenmiştir.
  • Tutuculuğun son kalesi yıkılarak öbür devrimlerin önü açılmıştır.
  • Saltanatın kaldırılması ve cumhuriyetin ilanından sonra siyasal devrimin üç ayağı tamamlanmıştır.
  • Osmanlı hanedanının yurt dışına çıkartılması ile Osmanlı’yı yeniden canlandırma düşleri söndürülmüştür.
  • Türkiye İslam dünyasında dinsel merkez olmaktan çıkmış, devrimlerle İslam dünyasına yeni bir örnek olmuştur.

Halifeliğin yeniden canlandırılması düşleri dünyanın gerçeklerine, anayasaya, Cumhuriyet’in kurucu değerlerine aykırı olduğu ölçüde, tarihin durdurulmaz akışına da aykırıdır.

Halifeliği geri getirme girişimlerine karşı cumhuriyet savcıları gereğini yapmalı,
toplum örgütlü demokratik tepki göstermelidir.

Kaynaklar
[1] Kenneth Pollack, The Persian Puzzle The Conflict Between Iran And America,
Random House, New York, 2004, p.11
[2] Akalın, a.g.e. s.87
[3] a.g.e. s.208
[4] Şevket Süreyya Aydemir, Tek Adam Cilt-III, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1965, s.168
[5] Bülent Tanör, Kurtuluş Kuruluş, Cumhuriyet yayınları, İstanbul, 2003, s.208
[6] Mustafa Kemal Atatürk, Nutuk, Alfa Yayınları, İstanbul, 2005, s.601

Yaşasın Devrim Yasaları

Zeynep Oral
Zeynep Oral
zeynep@zeyneporal.com
3 Mart 2024, Cumhuriyet

Bugün 3 Mart! Kurtuluş ve Bağımsızlık Savaşı’ndan, Cumhuriyetimizin kuruluşundan sonra, bugünkü varlığımızı borçlu olduğumuz bir tarih! Cumhuriyetimizin niteliğini belirleyen bir tarih. Mustafa Kemal Atatürk’ün devrimlerinin en önemli adımının atıldığı tarih. Aydınlanma seferberliğinin temelini oluşturan tarih.

Bence de 3 Mart, ulusal bayram ilan edilmeli! Biliyorum bunu istemekte yalnız değilim! Öyleyse bir gün mutlaka diyelim!

Bundan 100 yıl önce 3 Mart 1924’te Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde birbirini tamamlayan üç Devrim Yasası kabul edildi! Neydi bu üç yasa:

1) “Şeriye ve Evkaf Vekâleti”nin kaldırılması, yerine Diyanet İşleri Bakanlığı ile Vakıflar Genel Müdürlüğü kurulması. (Ne büyük ironi, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın kuruluş amacı, dinimizi hurafelerden, yozluktan, yobazlıktan koruma, eşitliği ve laikliği sağlamak içindi. Bir de bugün geldiği duruma bakın!)

2) Tevhidi Tedrisat Kanunu. Yani öğretim birliği. Her tür ayırımcılığı kaldırıp her çocuğa fırsat eşitliği sağlamak. Her çocuğun eşit olanaklarla, eşit eğitim alması. Eğitimin zorunlu ve ücretsiz olması. Kindar ve dindar değil, özgür gençler yetiştirmeye yönelikti. Tüm okullar Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlandı.

3) Hilafetin kaldırılması. Sultan-halife egemenliği yerine, milli egemenlik!

Çağdaş ve evrensel değerlere ulaşabilmek ve tüm Devrim Yasalarını gerçekleştirmek, Aydınlanmayı ve eğitimi toplumun bir kesimi için değil; tek millet, tek devlet ilkesiyle toplumun tüm katmanlarına, herkese yaymak için kaçınılmazdı.

ÜMMET DEĞİL MİLLET

3 Mart’ın bu üç yasası, laikliğin temel taşlarıydı. Var olabilmenin hukuksal nedeniydi. Akıl ve bilim yolunda ilerlemenin koşuluydu.

Ümmet değil, millet olma yolundaki en önemli adımdı.

Aynı zamanda KUL değil YURTTAŞ olmanın de temeliydi.

Üç Devrim Yasasının sağladığı kazanımlar, çıkar uğruna, talan uğruna, güç ve iktidar uğruna, şahsını ve yakınlarını zengin etme uğruna, daha çok oy kapma uğruna, çok partili döneme geçişten beri sık sık yok edilmeye çalışıldıysa da bugünkü ölçüde ileri hiç gidilmemişti!

Bakmayın bugün alanlarda meydanlarda birilerinin millet değil ümmet olalım, yurttaş değil kul olalım, illaki şeriat isteriz diye bağırıp çağırmalarına… Bakmayın eğitim sistemimizi tarikatlara, cemaatlere teslim etme yarışına… Musluğun suyu kesilip (ki artık musluk da yalama yaptı, su zaten çoktan tükendi) açlığa mahkûm olduklarında, kuşkunuz olmasın yarın, kendilerine yeni tanrılar, yeni tapınaklar bulurlar!

YETER Kİ KARARMASIN

Hiç endişeniz olmasın! Her karanlık gecenin sonunda mutlak gün ağarır, güneş doğar!

Yeter ki gericiliğe ve karşıdevrime izin vermeyelim. Bıkmadan, yorulmadan, korkmadan sesimizi yükseltelim! Her zaman her yerde yalanı, talanı yüzlerine vuralım, herkese duyuralım!

Yeter ki inanç ve düşünce farklılıklarımızı, etnik farklılıklarımızı, ırk ve renk farklılıklarımızı, dil ve din farklılıklarımızı, cinsiyet, yaş ve cinsel tercih farklılıklarımızı zenginlik sayalım; bu farklılıklarla bütünleşebilelim; bu farklılıklarla ayırımcılığı lanetleyelim. Çoğulculuğun nimetlerinden yararlanalım!

Yeter ki anayasal düzene, yargının bağımsızlığına ve adalete geri dönebilelim.

Yeter ki seçimlerimizi doğru yapalım.

Yeter ki kararmasın sol mememizin altındaki cevahir!

Laikliğin güvencesine inanan bizler, karanlığa karşı mücadeleden vazgeçmedikçe,

  • Atatürk’ün rehberliğinden vazgeçmedikçe bu ülkenin sırtı yere gelmez!

Öyleyse YAŞASIN DEVRİM YASALARI! 

100 yıllık ihanetin mirası

Zülal Kalkandelen
Zülal Kalkandelen
zulal.kalkandelen@cumhuriyet.com.tr
01 Mart 2024, Cumhuriyet

Cumhurbaşkanı Başdanışmanı Mehmet Uçum, AKP’yi sol politikalara yakın parti olarak değerlendirmiş. Bu çarpıtma özgün bir değerlendirme olsaydı, yazıma “Bu da oldu!” diyerek başlayabilirdim. Ne var ki Prof. Dr. İdris Küçükömer’in 1960’larda ortaya attığı tezlerden bu yana 2. Cumhuriyetçilerin, dönek solcuların savunduğu bir düşünce bu.

Dolayısıyla lise ve üniversite yıllarında sosyalist siyasetin içinde yer alan ama sonradan AKP milletvekili ve şimdi de Saray’ın kadrolu çalışanı olan Uçum’un da aynı yanlışı yayması hiç şaşırtıcı değil.

Öyle ki “İkinci Cumhuriyetçiliğin Temelleri” adlı kitabımda, Küçükömer’in solu sağ, sağı sol olarak gösteren tezleri günümüze yansıtıldığında bu sonucun ortaya çıkacağını yazmıştım.

Jön Türklerin Prens Sabahattin kanadı, Hürriyet ve İtilaf, TBMM’deki saltanat ve hilafet yanlılarının da içinde yer aldığı İkinci Grup, şeriatçı Şeyh Sait İsyanı’ndan sonra irticayı yüreklendirdiği gerekçesiyle kapatılan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası, kurulduktan sonra gericilerin odağı haline gelen Serbest Fırka, Cumhuriyet Devrimi’nin kazanımlarını baltalayan, emperyalizmin güdümünde tarikatlarla, şeyhler, şıhlar ve ağalarla el ele ilerleyen ve ilk çıkışını Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu’na muhalefet ederek yapan Demokrat Parti ve onun izinden giden Adalet Partisi’ni sol kanada koyan Küçükömer’in takipçilerinin de aynı çizgiyi izleyen AKP’yi sola koyacağını anlatmıştım.

Bu nedenle kitabımın alt başlığını

  • “İkinci Gruptan Yetmez Ama Evetçi Liberallere 90 Yıllık İhanetin Mirası olarak belirlemiştim.

BAYATLAYAN TEZLER

Uçum’un Oda TV’deki yazısında, laik Cumhuriyete dair şu satırları görüyoruz: “Bürokratik devlet, halkı, batıcı/ aydınlanmacı ideolojiye göre şekillendirme görevi üstlendiği için halk karşıtı uygulamaların merkezi olmuş bir tür bürokratik oligarşi doğmuştur.”  Artık bayatlayan bu düşünceler, Küçükömer’in tezleridir.

Oysa saltanat ve hilafeti kaldırıp Cumhuriyeti ilan eden, halkın temsilcilerinden oluşan TBMM’yi kurup egemenliği kayıtsız şartsız millete veren, şeriat hukukunu sona erdirerek laik hukuku uygulamaya koyan, medreseleri kapatıp çağdaş ve bilimsel eğitimi başlatan, kadının olması gerektiği gibi toplumsal hayatta öne çıkmasını sağlayan, her alanda bilimi referans alan Cumhuriyet Devrimi, tartışmasız hem siyasi hem de toplumsal açıdan ileri bir adımdır.

Henüz üretim ilişkilerindeki dönüşümün tam olarak sağlanmasına olanak bulunmayan bir toplumsal/ ekonomik yapıda ve dönemde gerçekleştiği için bu devrimi “halk karşıtı” olarak değerlendirmek ancak acınacak bir tarafgirliğin ürünüdür.

SOLA HAKARET BU

Bu tarafgirliğe bir diğer örnekse Uçum’un CHP’nin bugünkü durumundan hareketle yaptığı AKP övgüsüdür.

  • “Türkiye’de gerçek anlamda kendini yurtsever sol demokrat olarak kimliklendiren veya buna layık olan güçlü bir sol siyasal akım yoktur. Ancak günümüzde solun ayırt edici karakterlerine bakıldığında, antiemperyalizm, yurtseverlik, darbe karşıtlığı, mültecilerin korunması, kadın hakları savunuculuğu, gençliğe sahip çıkılması, güçlü sosyal politikalar gibi temel sol yaklaşımlar üzerinden değerlendirildiğinde siyasi niteleme açısından olmasa dahi siyasi pratik bakımından sol ilkelere daha uygun hareket eden liderin R.T. Erdoğan, sol politikalara yakın olan partinin AK Parti olduğu çok güçlü bir şekilde söylenebilir.”

CHP, ideolojik savrulma yaşayarak ortanın sağına geçmiş olabilir ancak bu ülkede gerçek anlamda yurtsever, sol siyasal akım vardır. Ama Uçum da epeyce sağa savrulduğundan göremez olmuş.

O kadar ki ülkenin tüm kamusal birikimini emperyalist şirketlere satan,
anayasayı çiğneyerek sivil darbe yapan,
kadınları şiddete karşı koruyan uluslararası sözleşmeden çekilen,
sınırları kevgire çevirip IŞİD, Taliban teröristlerinin ülkeye doluşmasına yol açan,   
gençlerin en büyük hayallerinin yurt dışında yaşama olmasına neden olan,
açlıkla sınanan vatandaşları sadakaya mahkûm eden AKP’yi
sol ile ilişkilendirebiliyor.
Bunu ancak ihanetin mirasına konanlar yapar!

Bitmeyen iş cinayetlerimiz…

Bitmeyen iş cinayetlerimiz…

https://www.cumhuriyet.com.tr/yazarlar/ahmet-saltik/ bitmeyen-is-cinayetlerimiz-2180547?utm_source= Anasayfa &utm_campaign=Cumhuriyet&utm_medium=Yazarlar
29 Şubat 2024, Cumhuriyet

“Son olarak” (keşke!?) İliç maden yıkımı (faciası) nedeniyle canımız çok yandı. Kaçınılmaz biçimde gündem oluşturdu. İktidarın ne de çok işine yarıyor, hesabı sorulacağına gündem saptırma için kullanılıyor. Dokuz emekçi, apaçık iş cinayetine kurban verildi. TEK ADAM rejiminin her şeyden sorumlu olması gerekirken (!?) hiç istifa ya da görevden alma yok; politik-bürokratik sorumlu yok!

“İş kazası – meslek hastalığı” çalışma yaşamının temel sorunlarının başında. İşçi sağlığı-güvenliği (İSG) ile ilgili bilimsel önlemlerin yönetsel-hukuksal-kültürel üçgende yetkinlikle alınması gerekli ve olanaklı. Yeraltı maden işletmesi hekimliği dahil birçok işyeri hekimliği yapan, tıp fakültelerinde uzun yıllar bu alanda akademik eğitim-araştırma-projeler yürüten, işyeri hekimi, iş güvenliği uzmanı yetki belgesi (sertifika) programlarında eğitici olarak yıllarca görev üstlenen ve halen bu çabalarını sürdüren bir kişi olarak, kanayan yarayı işlemek istiyoruz. Denebilir ki 50 yıldır bu sürecin içindeyiz.

  • Hastalıklı kapitalizmin kâr hırsı ve maşası iktidarlarla, emekçinin yaşam hakkı çelişmekte!

İş kazası ve meslek hastalığı yasal olarak tanımlı olgular.
2006 tarihli 5510 sayılı “Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanunu” m.13 ve 14 sırasıyla tanım veriyor ve Kuruma (SGK) bildirimi zorunlu. Giderim (tazmin) hukuku bakımından da 2006 tarihli 5510 sayılı yasa, gerekli yasal normlara sahip. 2012 tarihli 6331 sayılı “İş Sağlığı ve Güvenliği Kanunu” ise teknik-bilimsel sağlık, güvenlik, yönetim önlemleri odaklı. Md. 8,
“…iş kazası veya meslek hastalığının meydana gelmesinde ihmali tespit edilen işyeri hekimi veya
iş güvenliği uzmanının yetki belgesi askıya alınır.”
 diyor. Hatta m.13/3, “… Çalışanlar, ciddi ve yakın tehlikenin önlenemez olduğu durumlarda … işyerini veya tehlikeli bölgeyi terk ederek
güvenli yere gider… Bundan dolayı hakları kısıtlanamaz.”
 demekte.

Türk Ceza Yasası ve Borçlar Yasası’nda da bu sorunsala ilişkin doğrudan-dolaylı düzenlemeler var. Mevzuat yeni. Sayısı 200’e varan, 50’den çoğu ülkemizde de benimsenen ILO Sözleşmeleri de ek. Ancak özlenen sonuçlara ulaşmaktan çok uzağız!? İş kazasının, bilimsel yazına (literatüre) göre %98’e varan oranda önlenmesi olanaklı. Meslek hastalıkları içinse bu oran %100! Çünkü nedeni ve yeri belli, işyeri! Ne var ki hâlâ her yıl yarım milyonu aşan, kayda alınabilen “iş kazası ve bini bulmayan meslek hastalığı TÜİK ve SGK verilerinde yer almakta. Dolayısıyla, “bir sorun” (iş kazası!) maliyet-etkin (verimli) önlemlerle denetim altına alınabilecek iken hâlâ çok yüksek düzeyde yaşanıyor, ölümlere ve engelliliğe yol açıyorsa, yeni bir adlandırma kaçınılmaz: İŞ CİNAYETİ!

Meslek hastalıklarında ise ancak buzdağının ucunu görebiliyoruz. Tanı, bildirim, kayıt yok gibi. ILO öngörülerine göre her yıl birkaç yüz bin meslek hastalığı oluşması beklenen ülkemizde, sorunun adı ÖRTÜK-SAKLI SALGIN! Gönüllü uzmanlık kurumu İSİG (İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği) Meclisi raporuna göre, 2023’te her gün “en az” 5 işçi iş cinayetiyle yaşamını yitirdi (toplam 1932). Son on yılda 671 çocuk işçi öldü! 3 Kasım 2002’den beri 21+ yıldır kesintisiz ve tek başına iktidarda olan

  • AKP döneminde toplam “en az” (saptanabilen!) 32.478 emekçi,
    %98’i önlenebilecek iken iş cinayetlerinde kurban verildi!

Bu utancın kabul edilebilir-sürdürülebilir yanı yok!

Resmi veriler çok daha eksik. Tek sorumlu AKP=RTE!

Yukarıda yazdık, mevzuat büyük ölçüde güncellenmiş, yeni, kâğıt üstünde yeterli. Yaptırımları da! Ancak özellikle 2012’de büyük umutlarla kabul edilen “İş Sağlığı ve Güvenliği Kanunu” ile de beklenen iyileşme sağlanamadı. ILO Sözleşmeleri iç hukuka çok eksik ve geç aktarıldı, Türkiye birkaç kez ILO’nun kara listesine alındı. Yüz bin iş kazası başına ölüm oranı 6.3 ile
(ILO, 2021) Dünyada 23. sıradayız; bu oran Hindistan’da 117 iken Hollanda’da 0.3, Almanya’da 0.7. “Kader, fıtrat…” masalı sefil ve yüz kızartıcı!

NE YAPMALI                             ???

Öncelikle sorunun, tüm yakıcı boyutlarıyla kamuoyu gündemine taşınması gerek.

Ne var ki AKP TEK ADAM REJİMİ, özellikle Eylül 2021’den bu yana, “Nass” maskeli kurgulu yoksullaşTIRma, dincileştirme, ağır baskıcı politikayla (yargı ve kolluk sopası, işlevsiz TBMM, basın…) toplumu İslami faşizmle siyasal felce-tükenişe sürüklemekte.

Küresel-yerli sermaye ile kahrolası bir neoliberal ortaklıkla tüm karşıtlar (muhalifler)
susturulmak istenmekte.

Yığınlar Allah ile aldatılarak sınıf bilinci gelişmesi özellikle engellenmekte.

Oysa anahtar, özellikle çok ağır sömürülen emekçilerin bu bilinçle politik-sendikal örgütlenmesinde.

31 Mart yerel seçimi yaşamsal fırsat tüm ezilenler!
***
Köşe yazımızın pdf biçimi : Cumhuriyet gzt. köşe yazımız, 29.02.2024


Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

“Tahammülsüzlük” kaynağı tahammül!

İbrahim Ö.  Kaboğlu

İbrahim Ö. Kaboğlu

Siyaset 29.02.2024, BİRGÜN

Yoklara tahammül, varolanlara tahammülsüzlüğün itici gücü.

Hükümet, Bakanlar Kurulu, karar alma düzeneği, siyasal sorumluluk yok.

Yok edenler, şimdi, Anayasa Mahkemesi(AYM)’nin ve Danıştay’ın varlığını hazmedemiyor.

Sorunun özü: ‘6’lı Masa’ mirasçıları, 2017 yıkımını kanıksadıkça, Cumhur İttifakı, ‘yoklar çizelgesi’ni genişletiyor.

YIKIMA HAYIR!

Yıkımı hazmetmeyen ‘hayır bloku’, yaklaşık 6 ay sonra demokratik anayasa yolunda ortak adımlar atmaya başladı: CHP/HDP/İyi P (İP). Saadet P. (İlerleyen yıllarda Parti yönetimden dışlanınca Ü. Özdağ, ‘ortak ilkeler’ metnini şantaj malzemesi yaptı; İP yöneticileri de, Akşener öncülüğünde inkar ve iftira için saf tuttu…)

6’lı Masa, HDP’siz kuruldu; Deva ve Gelecek Partileri de, Güçlendirilmiş Parlamenter Rejim (GPS) için “hayır bloku”na katıldı.

GPS için anayasa hedefinde hazırlanan yol haritası ve geçiş dönemi raporları, 16 Nisan 2017 yıkımının hazmedilemediğinin göstergesi idi.

2023 seçim sonuçları CHP için hezimet oldu. DP, Deva P., Gelecek P., Saadet P. vekilleri ve  yarım düzine İP’li, TBMM’ye CHP yoluyla girdi.

Hezimet, 6’lı Masa bileşenleri için teslimiyet sonucunu doğurdu. ‘Yoklar çizelgesini hazmetme’ görüntüsü, GPS savunucularını, sürekli Anayasa ihlalleri karşısında seyirci konumuna geçirdi.

AYM ve DANIŞTAY

HDP davası ve Atalay kararı ardından, AYM karşıtlığında Bahçeli ve Erdoğan saf tutmaya başladı.

Ayasofya Müzesi ve İstanbul Sözleşmesi kararları için alkışlanan Danıştay, 15 Temmuz sonrası dünya hukuk tarihinin en büyük toplu katliamı üzerine hukuku dillendirince,  “hazmedilemeyen kurum” oldu.

AYM ve Danıştay, 2017’de tasfiye edilemeyen anayasal kurumlar.

Bu nedenle, 31 Mart oyu, Anayasal kurumların ve yerel yönetimlerin yaşarkalma sorunsalına ilişkin olduğu gibi, Türkiye için “demokratik yörünge umudu”  bakımından da yaşamsal.

“DEVLET BENİM”

Anayasal tasfiye sürecini hazmeden! muhalefet, CB’nin her gün seçim sahasında çifte anayasa ihlallerini de kanıksamış görünüyor:

-Ülke genelinde CB sıfatı ve Devlet olanakları ile yerel seçim kampanyası yürütmesi, tümüyle Anayasa dışı,

Kendini Devletle özdeş kılarak seçmenlere yönelik ayrımcı ve tehdit edici konuşmaları, partiler ve adaylar arasında eşit yarışma koşullarını tümüyle ortadan kaldırıyor.

Siyasal statü veya kimlikten arındırılmış olan CB yardımcısı ve Bakanların da seçim çalışmalarına katılması, Anayasa ihlali.

SANAL SİSTEM…

Parti Başkanlığı Yoluyla Devlet Başkanlığı ve Yürütme (PBDBY), ‘resmi dezenformasyon’ eşliğinde Devlet kurumlarını ve kamu makamlarını, CHP ve adaylarına karşı seferber etmiş durumda.

  • Kanal ile bölmeyi hedeflediği İstanbul’u ‘komuta merkezi’ yapma hazırlığında.

– Yürütme’yi kişiselleştirerek,
– Yasama’ya Cumhur İttifakı ile  ‘ters kelepçe’ takarak,
– HSK/YSK ve Yargıtay’ı araçsallaştırarak
– erkler ayrılığını tasfiye eden ikili,

şimdi iki anayasal kuruma göz dikti: AYM’yi ve Danıştay’ı da,  Anayasa gibi tümüyle görünüşte kurumlara dönüştürmek.

  • Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi (CBHS), sanal bir söylem:
  • Hükümet yok, CB yok ve öngörülemezlik nedeniyle sistem de yok!

PBDBY, neden ülke için bir güvenlik sorunu?

…GÜVENLİK SORUNU

Ekosistemi geriye dönüşü olanaksız biçimde bozdu: Tarım ve hayvancılık yok edildi; delik-deşik edilen ve sınır ötesi etkiler yaratma riski bulunan ekokırım faaliyetleri, ülkenin bölünmez bütünlüğünü tehlikeye düşürdü.

AYM ve Danıştay için ‘musalla taşı hazırlığı’ sürerken, DİB ve MEB ekseninde dünyevi hukuktan ve bilimsel eğitimden uzaklaşma çalışmaları ivme kazandı.

TSK kurumlarını tasfiye ve MGK’yi Anayasa dışı kullanma, ayrıca ele alınmalı.

  • PBDBY, ülke, toplum ve gelecek kuşaklar için sürekli risk üretiyor.

Bu nedenle, büyük yıkım hiçbir zaman hazmedilmemeli.
Eğer yıkıma tahammül edilirse, demokrasi hedefi bir yana,
güvenli bir ülkede uyanma umudu bile kalmaz.

Şeriat çığlıklarının ardında kimler var?

Zülal Kalkandelen
Zülal Kalkandelen
zulal.kalkandelen@cumhuriyet.com.tr
28 Şubat 2024, Cumhuriyet

 

Şeriatçılar dün yine Çağlayan’daki İstanbul Adliyesi’nde boy göstermiş. Laiklik karşıtı oluşum Hayırların Fethi Derneği (HAYFED), avukat Feyza Altun hakkında, şeriat karşıtı sözleri ve sosyal medya paylaşımları nedeniyle suç duyurusunda bulunmuş.

Olaya dair (ilişkin) haberi TV’de izlerken gördüm; sarıklı ve cüppeli grup adına açıklama yapan Nusret Oktar, zaman zaman Arapça konuşarak dünya genelinde Müslümanların zulme uğradığını, inançlarına küfredildiğini anlatıyordu. Taleplerini, “Nasıl Atatürk’ü koruma kanunu varsa, nasıl cumhurbaşkanına küfreden hapse atılıyorsa biz Allah için de koruma kanunu, resulullah için de, dinlerimiz, değerlerimiz için de koruma kanunu çıkarılsın istiyoruz.” diyerek açıkladı.

Sanırsınız Türkiye’de gerçekten Atatürk’e küfreden ceza alıyor! Şevki Yılmaz denilen şahıs, Atatürk’e yönelik hakaretleri toplumda büyük bir infial yaratmamış gibi ortada geziyor.

Sanırsınız bu ülkenin anayasasında laik bir devlet olduğu yazmıyor ve bu nedenle şeriat talep etmek suç teşkil etmiyor (oluşturmuyor) !

Konuşmasının başında bu meselenin (sorunun) Türkiye laiktir, laik kalacak mevzusu olmadığını iddia eden Oktar, daha sonra “Türkiye laik midir? Laiktir. Laik mi kalacaktır? Allah bilir. Bu ülke yüzlerce yıl şeriatla yönetildi.” diyerek kendi kendisini yalanladı.

HUKUK DEVLETİNDEN MONARŞİYE!

Anayasaya açıkça karşı olan böyle bir eylem adliyenin önünde hiçbir müdahale olmadan nasıl yapılabiliyor? Laiklik isteyen gruplara anında müdahale edilirken, şeriatçılar ülkede nasıl böyle rahatça toplanıp açıklama yapabiliyor?

Onun yanıtını da “Şeriat eşittir İslam” çarpıtmasını yineleyerek Oktar verdi; “Sayın cumhurbaşkanımız daha iki hafta önce şeriatın İslam olduğunu, Kuran olduğunu bizzat canlı yayında açıkladı!” dedi.

  • 14 ve 28 Mayıs seçimlerinin ertesinde şeriat istemlerinin artmasının nedeni doğrudan AKP ve AKP’li Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’dır.

Bütün bunlar adliyelerin içinde ve önünde yaşanırken, tek bir cumhuriyet savcısının yetkilerini kullanmaması ibret vericidir; Türkiye’de hukuk devletinin sona erdiğinin en çarpıcı kanıtlarından biridir.

Çünkü devletin her kademesinde hukuk dışına çıkanlardan Cumhuriyet adına hesap soracak olan kamusal iddia makamı cumhuriyet savcısıdır. Ne utanç vericidir ki bu makamda oturanlar, şeriat isteminde bulunanlara yani devlet yönetiminde ve hukuk sisteminde şeri yasaların uygulanmasını isteyerek suç işleyenlere karşı sessizliklerini koruyor.

Cumhuriyet savcılarının bile görevlerini tam yetki ve sorumlulukla yerine getirmediği, getiremediği bir ülkede hukuk devletinden söz edilemez. Bu makam işlevsizleştirilmişse, tek bir kişinin direktifleri ile hareket ediliyorsa o ülkede monarşi vardır.

SAĞCI ve DİNCİ GERİCİLERİN NEFESİ

Osmanlı monarşisine özlem duyanların şeriat istemesi rastlantı değildir. 

  • Cumhuriyetin 100. yılında laiklik, kuruluş yıllarında olduğu gibi,
    en temel mücadele alanıdır. 

Atatürk’ün ölümünden sonra bu cepheyi oy için boşaltanlar, tarikatlara ve cemaatlere ödün verenler ve dincilerle kol kola girenler, bugünkü şeriat çığlıklarına güç verenlerdir.

Sonra aralarına 28 Şubat’tan söz ederken, “Bir kadın mitingi yapılacaktı ve ‘Kahrolsun şeriat’ diyorlardı. İnancıma göre şeriat, İslam demektir. O geceyi hayatımdan silmek isterim. Anlatılamayacak bir acı hissettim” diye konuşan Meral Akşener ve 6 Temmuz 1993’te Sivas katliamı TBMM’de görüşülürken, “Şeriat İslam demektir” diyen, Sivas’ta “Şeriat isteriz!” diye bağırarak insan yakan kitlenin aslında şeriat düzeni istemediği, dini savunduğu anlamında konuşan Muhsin Yazıcıoğlu gibi siyasetçiler katılmıştır.

Bugünkü şeriat çığlıklarının ardında Menderes’ten Demirel’e, Erbakan’dan Özal’a, Türkeş’ten Yazıcıoğlu’na, Çiller’den Erdoğan’a kadar tüm sağcı ve dinci gericilerin nefesi vardır.


Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

28 Şubat’tan bugüne

Cumhur Utku
Em. Albay

28 Şubat 2024, Cumhuriyet

Laikliğin kilit taşı olduğunu ve irticanın bin yıl süreceğini unutmuştuk. Balık belleğimiz neleri unutmadı ki? 28 Şubat 1997 günkü Milli Güvenlik Kurulu’nun kararlarından önce Genelkurmay Başkanlığı tarafından cumhurbaşkanına sunulan brifingi, MİT Müsteşarlığı’nca sunulan raporları unuttuk.

İlköğretimdeki sekiz yıllık kesintisiz eğitimi kimlerin istemediğini, Aczimendi rezaletini, Bankasya’nın açılış fotoğraflarını, kasten sürdürülen türban gerginliğini, şeriatı öven nutukları, Rafsancani’nin ziyaretini, Libya’daki çadırı, başbakanlık konutunda şeyhlerin, müritlerin, dervişlerin ağırlanmasını unuttuk.

Sözde milli görüş partisinin, aşırı İslamcı radikal örgütlerle yasal ya da yasadışı temaslarını, ticarete din kisvesi bulaştırıp helalle haramın karıştığını, Ordudan ihraç edilen tarikat mensuplarının milli görüşçü ya da Nurcu ticari kuruluşlarda istihdam edildiğini, Fethullah’ın yurtdışındaki yüzlerce okulunu, onlarca şirketini, Zaman gazetesinin yurt dışı dahil bedava dağıtıldığını, Sincan’daki Kudüs gecesini, ertesi gün Ecevit, Baykal ve Mesut Yılmaz’ın canhıraş beyanatlarını (demeçlerini) unuttuk.

Dile kolay, tam 27 yıl geçmiş. Aklımızda yalnızca, Kudüs tiyatrosundan dört gün sonra Sincan’dan geçen tanklar, bir generalin 28 Şubat kararlarına “Postmodern darbe denilebilir” demesi ve başka bir generale de haksız yere atfedilen “demokrasiye balans ayarı” sözü kaldı.

NE OLDU?

Alışamadım!” diyen teğmenden “Atatürk’ü sevmek zorunda değilim!” diyen teğmene gelirken o günlerde “Ben Hizbullahım. Türkiye’nin %90’ı Hizbullahtır. Hizbullah olmayanlar ise Hizbulşeytandır” diyen Şevki Yılmaz’dan “Osmanlı’yı süren soysuzları lanetliyorum” diyen Şevki Yılmaz’a geldik.

Medyada 28 Şubat’a “darbe” kelimesi eklenerek belleklerde yanlış kaldı. “Darbe” kelimesi mahkeme tutanaklarında ve savcılık iddianamelerinde bile bu kadar fazla geçmemişti. Bu yanlış algı halen devam etmektedir. İnternette “28 Şubat” yazdığınızda birçok doğrunun arasına pek çok yalan ve yanlışın sıkıştırıldığını görürsünüz. Nedeni, MGK kararlarının 2018’deki yıldönümünde, zamanın başbakanının şu sözlerinde saklıdır: “Hukuk içinde hak ettikleri en ağır cezayı alacaklardır. Bundan hiç kimsenin şüphesi olmasın!” İşin ilginç yanı, bu sözlere şimdiye dek hiç kimse hangi hukuk, hangi ağır ceza, hangi şüphe diye sormamış, soramamıştı.

AÇILAN DAVALAR

Koalisyon partileri içinde çekişme devam etti. İrtica odaklarının eylem ve söylemleri devam etti. Batı Çalışma Grubu kuruldu. Yasaldı. Başbakanlıkta, İrticayı Sürekli İzleme Merkezi (SİM) kuruldu. Yasaldı.

O günlerin partisiz cumhurbaşkanı (AS: S. Demirel);

  • “Şimdi 28 Şubat’a darbe diyorlar. Neresi darbe? Ne olmuş 28 Şubat’ta? Parlamento fesih mi edilmiş? Hükümet alaşağı mı edilmiş? Siyasi partiler mi kapatılmış? Milletvekilleri mi tutuklanıp götürülmüş? Ne yapılmış? Milli Güvenlik Kurulu toplanmış, kararlar almış. Bunları herkes imzalamış ve sonra da uygulanmış. Hükümet görevinin başında kalmış. Dört ay sonra istifa etmiş. Anayasaya göre yenisi kurulmuş. Buna darbe denilmez.” demişti.

Açılan intikam mahkemelerinde tanıklık yapan siyasilerin hepsi MGK kararının doğal olduğunu, kendilerine silah zoruyla bir şey imzalatılmadığını açıkça beyan etmişler (bildirmişler).

O günlerden sonra yeni atanan Genelkurmay başkanı “İrticayla mücadele irtica bitene kadar, gerekirse bin yıl devam eder” demişti. (AS : Eski Genelkurmay Başkanı Hüseyin Kıvrıkoğlu)

Yıllar sonra verilen bir dilekçeyle başlatılan soruşturma sonunda iddianame hazırlandı ve 2 Eylül 2013’te “28 Şubat” davası adıyla 103 sanık, “Türkiye Cumhuriyeti hükümetini cebren devirmeye, düşürmeye iştirak”la suçlandı. Ankara 5. Ağır Ceza Mahkemesi, Nisan 2018’de 103 sanıktan 21’i hakkında müebbet (yaşam boyu) hapis cezası verdi. 68 sanık beraat etti (aklandı). 10 sanık için zamanaşımının dolması, dört sanık için de hayatlarını kaybetmiş (yaşamlarını yitirmiş) olmaları nedeniyle dava düşürüldü. Bir numaralı sanık olan dönemin Genelkurmay başkanı 26 Mayıs 2020’de temyiz süreci devam ederken yaşamını yitirdi. (AS : Eski Genelkurmay Başkanı İsmail Hakkı Karadayı)

Yargıtay 9 Temmuz 2021’de 14 sanık hakkında verilen müebbet hapis cezalarını onadı. Davada hüküm giyen emekli generallerin rütbeleri, Genelkurmay Başkanlığı’nın kararıyla söküldü.

Bir general 22 Aralık 2022’de tutuklu bulunduğu Sincan Cezaevi’nde demans hastalığı nedeniyle yaşamını yitirmişti. Altı general sağlık nedeniyle tahliye edildi (salıverildi).

Yaşı sekseni aşan, beden ve akıl sağlıkları yerinde,
beş Türk generali 925 gündür zindandadırlar.

Onlar, TSK İç Hizmet Kanunu‘nun 35. maddesi gereğince görevlerini yapan komutanlarının verdikleri yasal emirleri yerine getirmişlerdi. Siyaset adamlarının çoğu 35. maddenin askerlere müdahale hakkı verdiğini sanıyor ama komutanlar, müdahaleye yasal ve vicdani hakları olmadığını onlardan daha iyi biliyorlardı. Müdahalenin ne menem bir şey olduğunu, geçmiş her müdahaleyi yaşamış olan o günün komutanları yalnızca yasal uyarı görevlerini yerine getirmişlerdi. MGK Genel Sekreterliği 28 Şubat 1997 günü o tavsiye kararı ve 18 maddelik ekini hazırlamasaydı, tarih önünde görevi savsaklama ve kötüye kullanmakla suçlanacaklardı.

SONUÇ : 28 Şubat kararları, askeri bir darbe ya da müdahale değildir!

Bu kararlar din istismarcılarının, gericilerin Cumhuriyet düşmanlığını ortaya çıkartıp siyasal iktidarın önüne koyan bir sorumluluğun sonucudur. Askerler bu sorumlulukta davranmayıp görevlerini savsaklasalardı, 15 Temmuz kalkışması daha erken yıllarda olurdu.

O günlerden bu güne yaşadıklarımız 28 Şubat’ın bitmediğini göstermektedir.

Mücadele sürecinin bittiğini sananlar yanılırlar. Tarikatlar her gün, her ortamda pusudalar. Saklandığı yerden çıkıp açıkça saldırıya geçenlerin, hangi mevzilerden korunduğu ve nereden desteklendiği bellidir.

Din bezirgânlığı, sözde toplu mağduriyetler ve eli kılıçlı fetvalar sürmektedir.

Halkın kanını emen din tüccarlarından yararlananların eylemlerinin bin yıl süreceği varsayılarak, halk aydınları tetikte bulunmalıdır.
==============================================================
Dostlar,

Aşağıdaki tweet iletisini de biz ekleyelim… (Sn. Zafer Arapkirli’nin)

Bir de Barış TERKOĞLU‘nun bir makalesinden alıntı yapacağız (Erdoğan mı Netanyahu mu? Cumhuriyet, 27 Kasım 2023, Barış Terkoğlu: Erdoğan mı Netanyahu mu? (cumhuriyet.com.tr)

“… Bugün dava kapsamında hapiste 5 emekli general bulunuyor. Çetin Doğan 83, Fevzi Türkeri 82, Yıldırım Türker 82, Cevat Temel Özkaynak 78, Erol Özkasnak 77 yaşında.

İçeridekiler bakanın söylediği gibi birer birer Adli Tıp’a sevk edildi.

Adli Tıp 3. İhtisas Kurulu, generallere ayrıntılı bir sağlık taraması yaptı. Bir dizi gel gitin ardından
5 generalin de sürekli hastalık ve kocama halleri çıktı. Raporlar nisan-mayıs aylarında savcılıklara gönderildi. Doktorlara göre de 5 general hapiste kalamazdı.

Örnek olsun. Adli Tıp 3. İhtisas Kurulu, Çetin Doğan’ın hastalıklarını şöyle sıraladı:
Diabetes mellitus, hipertansiyon, koroner arter hastalığı, opere lomber dar kanal, sağ peroneal sinir hasarı, sağ düşük ayak, işitme kaybı. Doğan için oybirliği ile “kocama hali” raporu verildi.
Doğan’ın dosyası 6 Nisan’da savcılığa gönderilmiş.

İNTİKAM İÇİN İMZALAMIYOR

Dosyalar infaz savcılıklarından Adalet Bakanlığı’na oradan ise Cumhurbaşkanlığı’na iletildi.
Buradan sonrası aslında bir takdir değil, sadece görevdi. Hasta ve kocamışlığı kanıtlanmış bir mahkûm için cumhurbaşkanı “Bence öyle değil” diyemezdi. İmzayı atacak, generaller adreslerinde hayatlarının son evresini geçirecekti. Herkes de buna hazırdı. Generallerin tahliyesi sonrası kalacakları adresin tespiti bile karakollar tarafından yapılarak dosyaya eklendi.

Gelgelelim her ne olduysa burada süreç durdu. Mezarevlerde günahsız insanları işkenceyle öldüren Hizbullah davası sanığı 71 yaşındaki Mehmet Emin Alpsoy’un, Saadet Partili sandık görevlilerini katleden 75 yaşındaki Hacı Sülük’ün, Sivas’ta yazarları diri diri yakan 75 yaşındaki Hayrettin Gül’ün hapisliklerini hasta ve yaşlı diye hızla kaldıran cumhurbaşkanı, hapisteki generallerin dosyasını
6 aydır bekletiyor.
(AS: Bu gün 9 ay bitti!) Bir yıl önce Vural Avar’ın ölümünün ardından başlayan süreç bir türlü ilerlemiyor. Yaklaşık 50 yıl TSK üniformasını taşımış askerlerin çocukları ise her sabah
“Babam öldü mü” endişesiyle uyanıyor.

Nedenini tahmin etmek güç değil. Zira savaşın bile bir hukuku varken, bu hukuk Hamas-Netanyahu tarafından bile bir buçuk ayda tanınırken, bizimkilerin intikam duygusu hiçbir kural bilmiyor. İçerideki generaller için de Katar’ın ya da Sisi’nin devreye girmesi mi lazım?

İntikam önce sahibini kör eden bir zehir gibi. Herkes biraz içse gerçekler görünmez olurdu.”

Sevgi ve saygı ile. 28 Şubat 2024, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, BSc, LLM
Atılım Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı (Toplum Hekimliği) Uzmanı
Hekim, Hukukçu-Sağlık Hukuku Uzmanı, Mülkiyeli
www.ahmetsaltik.net        profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik      X : @profsaltik
https://www.instagram.com/ahmet_saltik

KOMPRADORLUK-KOMPRADOR TUTUM-DAVRANIŞLAR ve ATATÜRK

Prof. Dr. Halil ÇİVİ
İnönü Üniv. İİBF Eski Dekanı

Vatandaşlar: “Hocam, komprador ne demek, kompradorluk üzerine bilgi verir misiniz?” diye soruyor. Açıklamaya çalışalım:

Komprador sözcüğü İspanyolca “comprodor” sözcüğünden türetilmiş ve tarihsel açıdan giderek oldukça yaygın bir kullanım alanı bulmuştur. Komprador, sözcük anlamı ile işbirlikçi, sadık müşteri anlamına gelir. Geri kalmış ya da sömürge ülkelerdeki siyasal, tecimsel (ticari) ve ekonomik seçkinlerin, kendi ülkelerinin çıkarlarını göz ardı ederek, sömürgeci – güçlü ülkelere sadık, onlarla siyasal, tecimsel, ekonomik ve finansal ilişkiler kurup geliştiren yerli işbirlikçiler için kullanılır. Yerli, ama kendi çıkarları için, ülkesinin ulusal çıkarları zararına hareket eden siyaset ve sermaye sınıfını tanımlar.

Kompradör sözcüğü, tarihsel olarak, İspanya merkezi hükümeti ile İspanyol sömürgesi olan ülkelerin merkezi hükümetle olan siyasal, tecimsel ve ekonomik ilişkilerinin bağımlılığını tanımlamak için kullanılmış, daha sonra giderek merkez-çevre ilişkilerindeki tutarsızlık ve tek yönlü bağımlılığı anlatabilmek için dolaşıma girmiştir.

Marksist merkez – çevre kuramına göre, emperyalist güçlü devletlerin sermaye sınıfı Merkez’i; görece geri kalmış ekonomisi zayıf ülkeler de Çevre‘yi temsil eder. Çevre ülkelerin siyasal ve ekonomik seçkinleri, kendi öz çıkarları uğruna, ülkelerinin ulusal çıkarları zararına, merkez ülkeleri ile işbirliği yaparlar.

Gelişmiş ve az gelişmış ülkeler arasıdaki, dengesiz ya da eşit olmayan asimetrik ilişkiler siyasal, tecimsel, sınai (endüstriyel) ve finansal boyutlarda farklı bağımlılık ve kompradorluk türleri doğurur.

1- Siyasal Bağımlılık – Siyasal kompradorlar

Çevre, ya da geri kalmış ülke yöneticilerinin, emperyalist- sömürgeci ülkelerin istekleri ve yönetimlerine bağımlı bir siyasal tutum içine girmeleri; siyasal, hukuksal, tecimsel, ekonomik, finansal ve hatta kültürel (ekinsel) yapılarını emperyalizmin çıkarlarına göre yapılandırmaları anlamına gelir. Bu siyasal işbirlikçilik, gönüllü olabileceği gibi zoraki de olabilir. Ancak Merkez ile Çevre arasındaki siyasal işbirlikçilik olmadan öbür hukuksal, tecimsel, ekonomik, finansal ve kültürel (ekinsel) sömürü kanalları oluşmaz. Çünkü her konuda olduğu gibi küresel, emperyal ilişkilerde de siyaset ve siyasetçilerin rolleri başat ve belirleyicidir.

2- Tecimsel (Ticari) Komradorluk – Tecimsel (Ticari) Komprodorlar

Sanayileşmenin henüz yetersiz, ama ticari kapitalizmin yoğun ve başat olduğu dönemlerde, sömürgeleşmiş ya da geri kalmış ülkelerin ticari elitlerinin, kendi ülkesinin çıkarları zararına, emperyalist ülkelerin ticari burjuvazisi ile işbirliği yapması demektir. Daha başka bir söyleyişle yerli burjuvazi ile emperyalist burjuvazinin iş ve çıkar birliği içinde çalışmalarıdır.

3- Sınai Kompradorluk – Sanayi Komprodorları

Kendi ulusal sanayilerini kuramamış, montaj sanayisinin temel girdileri açısından dışa bağımlı olan, yeterince sanayileşememiş ülkelerdeki sanayi elitlerinin, sanayisi gelişmiş emperyalist ülkelerin sermaye elitleri ile kendi ülkelerinin kısa, orta ve uzun erimdeki çıkarları zararına da olsa, emperyalist ülkelerin sanayi elitleri ile işbirliği yapmaları demektir. Bu anlamda sınai kompradorluk, yerli sanayi burjuvazisi ile küresel sanayi burjuvazisinin çıkar birliği yapmaları demektir.

4- Finansal – Parasal kompradorluk – Finansal Komprodorlar

Genelde az gelişmiş ya da görece geri kalmış ülkelerin mali-finansal yapıları, küresel döviz kazançları, bankacılık sistemleri, para ve sermaye piyasaları, çeşitli nedenlerle, yeterince gelişememiştir. Dünyadaki büyük finansal kuruluşlar emperyalist güçlü ülkelerin parasal sermaye sınfının yönetim ve denetimi altındadır. Ayrıca dünyadaki güçlü ve büyük para babaları da yine emperyalist, gelişmiş ülkelerin yurttaşlarıdır. Bu nedenle, yeterince gelişememiş ülkelerin finansal burjuvazi sınıfı, kendi ülkelerinin zararına olsa bile, yine kendi öz çıkarları için, küresel finansal burjuvazi ile işbirliği içinde olurlar. Ayrıca güçlü emperyalist ülkelerin, siyasal ya da ekonomik nedenlerle, kendi yönetim ve denetimlerindeki büyük ve güçlü küresel finansal kuruluşları, bir şantaj aracı olarak az gelişmiş ülkelere karşı kullanmaları her zaman olasıdır.

Sonuç şudur                       :

Az gelişmişlik ya da geri kalmışlık, tarih boyunca her zaman siyasal bağımlılık ile ticari, sınai ve finansal kompradorluk hep iç içe olmuştur. Bu komprador sistem, gelişmiş merkez ülkeler ya da emperyalist Batı ile yeterince gelişememiş ülkeler arasındaki siyasal, ticari, sınai, ekonomik, sosyal ve kültürel dengesizlikler ve asimetrik güç ilişkilerinden doğan, Merkezin Çevreyi, gelişmişin az gelişmişi, güçlünün zayıfı ezip sömürdüğü bir sistemdir.

Sömürü sorununun temelinde güçlü sömürücü ülkelerin olduğu kesindir. Ancak, ülkesi ve toplumunun zararına, sömürücü ülkelerle işbirliği içindeki komprador sınıfın yüklendiği günahlar çok daha büyüktür.

Emperyalist, güçlü merkez ülkelerin ekonomik elitleri, kendi ülkelerinin çıkarları için çalışırlar. Halbuki azgelişmiş çevre ülkelerinin kompradorları, emperyalist ekonomik elitlere işbirlikçi olunca kendi ülkelerinin değil küresel sermaye için katkı sunmuş olurlar.

İşbirliği yapmak bir denge gerektirir. İçinde genelde asimetri yoktur Halbuki işbirlikçilik farklıdır. İşbirlikçilik yapmak en hafifinden, kendi çıkarı için, halkının ve ülkesinin çıkarlarını göz ardı etmektir.

Son bir anımsatma : İşbirlikçi sınıfın sorunlarını ülke ve toplum sorunları gibi takdim ederek komprador sınıfın savunuculuğuna soyunan aydınlara(!) da komprador aydın denir.

Yüce Önderimiz Mustafa Kemal Atatürk ne diyordu :

  • Tam bağımsızlık benim karakterimdir… Askeri zaferler (utkular) ne denli büyük olurlarsa olsunlar, ekonomik zaferlerle (utkularla) taçlandırılmazlarsa kalıcı olamazlar.

Sivil tabipler ve sınır güvenliği

Halkı isyana çağıran PAŞA!Doğu Silahçıoğlu
Em. Tümgeneral

28 Şubat 2024, Cumhuriyet

Askeri anlatımda “zayiat” harekât alanında görev dışı kalmış olan; şehit, hasta/yaralı, esir ve kayıp olmak üzere dört grubu kapsar. 2016’da sağlık sistemi yok edilen TSK’nin sınır ötesi operasyonlarında “zayiat” sorunları ortaya çıkınca, bugün sivil tabiplerin bu amaçla görevlendirilmesine yönelik öneriler gündeme geldi.

ZORLU KOŞULLARA UYGUNLUK

Askerlik çok kapsamlı görev ve hizmetlerin bir arada yürütüldüğü bir alandır. Sivil bir kişinin bu yapı içinde yeri olamaz. Hizmet ve görevlerin ifası için yasalarla “komutan” “amir”, “emir”, “ast”, “üst”, “yükümlülük” esasları getirilmiştir. Bunlar olmadan Silahlı Kuvvetlerde herhangi bir faaliyetin yürütülmesi mümkün değildir. Bir sivili ne yaparsanız yapın bu sisteme dahil edemezsiniz. Emirlere itaat her orduda askerliğin temel kuralıdır. Buna aykırı hareket etmek; eğitimli bir askerin aklından bile geçmez. Zor koşullarda bile o; azim ve kararlılık içinde görevini yerine getirmeye çalışır. Halbuki sivil bir kişiyi böyle bir yükümlülük altına sokamazsınız. Ondan bunu beklemeniz gerçeklerle bağdaşmaz.

YOK EDİLEN SİSTEM

Geçmişte TSK’de sağlık hizmetleri de dahil olmak üzere tüm faaliyet bu anlayışla oluşturulmuş bir yapı içinde yürütülürdü. Her kademedeki sağlık personeli temel askerlik eğitiminden geçerdi. Bu programa mesleki eğitim yanında; kuramsal bilgiler, atış, spor ve muharebe eğitimi de dahildi. Her statüdeki sağlık personeli (subay, astsubay, ordu hemşiresi, erbaş ve er); içinde “Seyyar Cerrahi Hastanesi” de olan “Tugay Sıhhıye Bölüğü”nde, “Hasta ve Yaralı Ayırma Takımı” nda, “Ambulans Takımı”nda; ya da daha gerilerde kolordu ve ordu hastanelerinde ya da GATA’da görev yapardı.

Bu sistem özellikle muharebe koşullarında ve de arazideki operasyonda her askerin moral ve motivasyonu üzerinde inanılmaz derecede olumlu bir etki yaratır; özellikle tahliye ve tedavi zincirinde bir noktaya ulaştığını gören yaralı bir asker artık ölmeyeceğine inanırdı…

Bugün yok edilmiş olan bu sistemde; hiçbir askeri eğitimden geçmemiş ve rütbesi olmayan, “ast” nedir, “üst” nedir, “amir” nedir, “emir” nedir, “hizmet” nedir, “görev” nedir bilmeyen; yaşamında silah sesi duymamış, bir yerden bir yere uzun bir yürüyüşle gitmemiş, zorlu iklim ve arazi koşulları başta olmak üzere hiçbir güçlükle karşılaşmamış, kişisel ölüm tehlikesi yaşamamış, fiziki kondisyonu belirsiz sivil tabiplerle bu hizmet yapılamaz.

YENİDEN ASKERİ HASTANELER

Bir sivil tabip, bir piyade ya da komando taburuyla gece kış koşullarında 40 km yürüyemez. Üzerinden mermi geçerken direncini ve şuurunu muhafaza edemez (bilincini sürdüremez). Böyle zor koşullarda görevini yerine getirmek bir yana; içinde bulunduğu birlik için, her kademedeki komutanlar için ve hatta kendisinden hizmet bekleyenler için de sorun olur. Ayak bağı olur. Hem ondan hizmet bekleyenlere hem de kendisine yazık olur.

  • TSK sağlık sistemini yeniden kurmayı kabullenmeyen bir inat,
    vatan evlatlarının bilerek feda edilmesinden başka bir sonuç getirmez.
  • Sorunun tek çözüm yolu geçmişteki yapıyı ve sistemi yeniden oluşturmaktır.

ÇARŞAMBA İĞNELERİ : 28 Şubat tuzak (kumpas) mağdurlarına

Türk Vatandaşı Naci BEŞTEPE

  • Haftanın tüm iğneleri, TSK’ne 28 Şubat davası ile kumpas kuranlara ve kin-intikam duygularına esir olarak yaşlı/hasta insanları cezaevinde tutanlara…

SOYSUZ

Şevki Yılmaz, II. Abdülhamit’in torununun düğününde “Osmanlı’yı süren soysuzları lanetliyorum” dedi ve “Selanik’ten gelen dönmeleri, onlara destek verenleri kahru perişan eyle yarabbim” diye
dua (!?) etti.

Atatürk’ün soyu belli. Şevki’ninkini bilmiyorum…

İLGİSİZ

Murat Kurum, ÇED raporunun heyelanla (toprak kaymasıyla) ilgisi olmadığını söyledi.

Hayret! Bu adamın Bakanlıkla ilgisi var mı?..

HAVZA

Kapasite artışı için istenen ÇED raporunda Devlet Su İşleri (DSİ) 8’inci Bölge Müdürlüğü’nün 2020, ‘İçme ve kullanma havzasında olmadığı’ görüşü verdiği açıklandı.

Beraber yürümüşler yağan zehire…

KOLTUK

RTE, Enerji Bakanı danışmanı Ali Oflaz’ı altıncı koltuğa atadı.

Adam mı var atasın!..

MÜSLÜMAN

DDY görevde yükselme sınavında ABD’li boksörün Müslüman olduktan sonra aldığı ad soruldu.

Yandaş olmayan elensin sorusu…

KURT

TOKİ’nin aylık geliri 16 bin liradan az olanlar için verdiği arsa, kurada AKP’li vekil Kurtcan Çelebi’ye de çıktı.

Tilkiler kurt kılığında…

ŞERİAT

Diyarbakır’da Hizbullah’a yakınlığı ile bilinen Peygamber Sevdalıları Derneği “Yaşasın Şeriat” afişleri astı.

Balığın kokulu başı başta…

AĞIT

ÇEDES uygulaması kapsamında Kars’ta bir ilkokulda sınıfa mezar maketi kondu ve öğrencilerin anneleri için ağıt yakması istendi.

Pedagoji öbür dünya için miydi?..

ETİK

Belediye seçimleri öncesi Cumhurbaşkanı, yardımcısı, Bakanları AKP adayları için devlet olanakları ve projeleri ile reklam yapıyor.

Aydınlık “Mansur Yavaş mitinglerde belediye araçlarını kullanıyor” diye manşet yapıyor.

Etik midir?

Pardon! Etik (ahlak felsefesi) ne demekti?..

BALLI

Murat Kurum’a desteğini açıklayan eski Başbakan Çiller’in Kilyos’taki arazisine Kurum’un ballı imar izni çıkardığı açıklandı.

Çıkarcı dayanışması…