Manzara-i umumiye
Zafer Arapkirli
24 Temmuz 2020, Cumhuriyet
Ülkenin bugün geldiği noktada, bu enkaz ve bence tam adını koymak gerekirse bu “cinnet hali”nin müsebbipleri, hasarın büyümesi için ellerinden ne gelirse yapıyorlar. Tabii ki aklı başında herkese göre “hasar” derken, iktidar sahipleri ve oradan nemalananlar açısından, en baştan beri gizlemedikleri karanlık ajandalarını gerçeğe dönüştürmek için “giderayak” son fırsatın kullanılmasına dönük çabalardan söz ediyorum.
“Giderayak” tanımlamasını özellikle ve hiç çekinmeden kullandım, çünkü bu kadar hasarlı bir yönetim aygıtının daha uzun mesafe kat edebilmesinin mümkün olmadığını kendileri de biliyor. Ekonomik ve toplumsal yıkımın boyutu, devlet aygıtının her bir vidasının, düğmesinin ve cıvatasının artık çalışamaz durumda olması, Cumhuriyetin kuruluşundaki ilkelerin ayaklar altına alınması yoluyla, tüm toplumsal ayarların bozulması, topyekûn bir felaket senaryosunun eşiğinde bulunuyoruz.
Sistemin en tepesindeki “irade” bile sonunda “Bazı eksiklikler olabilir. Giderilebilir. Tam da mükemmel bir sistem iddiamız yok” mealinde geri adım atmanın işaretlerini vererek utangaç bir özeleştiri yapmak zorunda kaldı. Aslında bu bile tüm “kulakları sağır, hiç dinlemiyorlar” izlenimine rağmen, anket midir, örgütten gelen geri dönüşler midir, her ne suretle olursa olsun, “alarm sinyalleri”nin, sonunda “Kristal Kuleye” ya da “Saray”a ulaştığının somut bir belirtisidir.
Artık, onlar bile bu gidişin sürdürülebilir olmadığının farkında olduklarını ikrarla, son bir “gaz alabilme” çabası ile iktidardan gidişi geciktirmeye çalıştıklarının işaretidir.
Buna rağmen, yine de meslek örgütlerinin yapısını değiştirmenin ilk ayağı niteliğindeki “Baro Düzenlemesi”ni kavga dövüş Meclis’ten geçirerek “yangından mal kaçırma” haleti ruhiyesini iyice açığa vurmuştur. Bunun hemen akabinde “Ayasofya” adımı gelmiş ve yine “giderayak”, yani panik içinde alındığı her halinden belli olan bir kararla “laiklik karşıtı” eylemlerine bir yenisini eklemiştir. Ayasofya adımı, sadece laikliğe yani din ve vicdan özgürlüğüne vurulmuş ağır bir darbe değil, aynı zamanda kendi devletinin “devlet olma niteliğinin” dibine konulmuş bir dinamittir.
1450’li yıllarda ilan edilmiş bir fermanın ya da imzalanmış bir vakfiyenin temelindeki hukukun, 1923 Cumhuriyeti’ni kuran iradenin imzasının “üzerine çıkarılması” pratiğidir.
Bizzat Kurucu Yüce Önder Mustafa Kemal ATATÜRK’ün imzasının yok sayılması, onyıllardır bazı yıkıcı zihinlerdeki “Cumhuriyet parantezi” anlayışının hayata geçirilmesi ve Türkiye Cumhuriyeti’nin tüzelkişiliğine bir meydan okuma egzersizidir.
Bununla da yetinilmediği, üç beş gerici ve feodal oyun da parti (ya da koalisyon) saflarında konsolide edilebilmesi amacıyla, şimdi de kadınların suratına bir tokat, kafalarına bir odun, alınlarının ortasına pompalı tüfek fişeği anlamına gelecek bir uygulama ile İstanbul Sözleşmesi’nden geri çekilme hazırlıkları yapılmaktadır.
Bu iktidar döneminde yapılmış çok az sayıda hayırlı işten biri olan ve onyılların (belki de yüzyılların) mücadelesinden kaynaklanan bir potansiyelle uluslararası bir taahhüt anlamına gelen “kadına şiddetin önlenmesi ve kadın haklarının korunmasında” tarihi bir adım olan bu Sözleşme ve ona bağlı olarak çıkarılmış 6284 sayılı yasanın çöpe atılması demek olacak bu adım, ülkede kadın haklarını (yani temel insan haklarını) 1923 Türkiyesi’nden bile geriye taşıyacaktır. Üstelik bu çılgınca girişim, neredeyse her saat başı bir kadın cinayeti, her sabah kalktığımızda bir dayak, tecavüz ve şiddet eyleminin haberi, gazetelerin sayfalarına, TV’lerin bültenlerine yansıdığı bir ortamda gerçekleşmektedir.
Bununla da kalmayıp, iktidarın “din işlerini düzenleyen” aygıtı, ilgili birimi aracılığı ile yayımladığı abuk sabuk fetvalarla örneğin “üvey torun dedeye helaldir”; örneğin “nişanlılar el ele tutuşmasın” benzeri akıllara ziyan önerilerle toplumu yüzyıllar öncesine yani kesif bir karanlığa taşımanın başka başka yollarını aramaktadır.
Ekonomide, dış politikada ve tüm diğer alanlarda, özellikle de yargı bağımsızlığının ağır yara aldığı ve toplumsal hak ve özgürlüklerin ayaklar altına alındığı bir ortamda umutlar giderek tükenme noktasına varmaktadır.
Böyle bir manzara karşısında, toplumun tüm aklı başında muhalif unsurlarının, daha sıkı örgütlenmekten ve iktidarın gidişini hızlandırmaktan başka bir çaresi yoktur. Bu çerçevede, her şeye rağmen en yaygın ve en köklü muhalif örgütlenme niteliğindeki Cumhuriyet Halk Partisi’nin, elindeki her fırsatı, en başta da bu hafta sonu yapacağı kurultayı iyi değerlendirerek “ne olduğunu, kim olduğunu, nerede durduğunu” gözden geçirerek, toplumsal rahatsızlığı bir iktidar alternatifine dönüştürmenin yollarını vakit geçirmeden bulması şarttır.